JOHN LOCKE
Locke, modern dünya görüşünün inşasına herkesten daha fazla katkı yapmış bir filozof olarak, bu çizgi üzerinde, şimdiye kadar gördüğümüz bütün filozoflardan daha sıkı ve bilinçli bir duruşla konumlanır. Zira eski dünya görüşüne karşı
çıkarken, sadece Skolastisizmin teleolojik dünya görüşüne değil, 17. yüzyılın bilumum rasyonalist metafiziklerine de karşı çıkar. Onun bu bakımdan haksız olduğu söylenemez çünkü Descartes’ta görülen modern felsefe, Skolastik
görüşten tam olarak kopmuş değildi. Gerçekten de 17. yüzyıl, insanın ve evrenin özünü bilmeye yönelik metafiziksel çabaların sürdüğü bir çağ oldu. (Ahmet
Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, 2009, s.331.)
Doğuştan İdeler Görüşünün Eleştirisi
Locke, bilginin kaynağı konusunu bir karara bağlamak, bilginin deneyime
dayandığını gözler önüne sermek için öyleyse, önce doğallıkla doğuştancılığa saldırır. Doğuştancılık, insan zihnindeki idelerin, en azından birtakım kavram, fikir ve ilkelerin deneyim yoluyla kazanılmadığını, onların doğuştan getirildiğini öne süren görüştür. Onun doğuştancılığa yönelik bu eleştiri ya da saldırısı çok büyük bir önem taşır, çünkü bilginin ham maddesini, temel malzemesini
oluşturan idelerin iki alternatif kaynağından biri düştüğü takdirde, insan
zihnindeki bütün idelerin ve dolayısıyla, bilginin kaynağının deneyim olduğu ortaya çıkacaktır. Nitekim, Locke ampirisizmini, deneyci epistemolojisini ortaya koymazdan, bilginin deneyim yoluyla kazanıldığını öne sürmezden önce,
doğuştan ide veya fikirlerin olamayacağını göstermeye çalışır. (Ahmet Cevizci,
Felsefe Tarihi, Say Yayınları, 2009, s.335.)
Duyum ve Düşünüm Bilgi, doğuştancıların veya rasyonalistlerin iddia ettiklerinin tersine, doğuştan değilse eğer, gerçekte nasıl mümkün olur, ne şekilde oluşur?
İnsan zihninin doğuşta bir tabula rasa, boş bir levha olduğunu söyleyen deneyci Locke için bilginin kaynağı sorusuna verilecek cevap bellidir: “Deneyim yoluyla.”
İnsan zihninin doğuşta boş bir levha gibi olduğunu, doğuştan getirdiği hiçbir şey bulunmadığını, bilginin bütün malzemesini deneyimden aldığını, bilgiye temel teşkil eden bütün idelerin deneyim yoluyla geldiğini bildiğimize göre, sorulması gereken sorular şunlardır: “İde nedir?”, “Deneyim nedir?”. (Ahmet Cevizci,
Felsefe Tarihi, Say Yayınları, 2009, s.335-336.)
İdeler
Locke ideyi işte bu bağlamda ve oldukça genel bir anlam içinde, zihnin düşünme faaliyeti sırasında konusu veya nesnesi olan şey, diye tanımlar. Buna göre,
temsili bir algı ve bilgi teorisi benimseyen Locke’da ide, zihnin düşünme faaliyeti sırasında kullandığı malzeme, varlıkların işaretleri veya temsilleridir. Bu anlayış açısından, zihin düşündüğü veya algıladığı zaman, dolayımsız olarak algılanan veya düşünülen şey, varlık veya fiziki nesne değil, fakat onun zihindeki temsili olarak idedir. Locke’a göre, idelerin varoluşu bir kanıtlama ya da ispata ihtiyaç göstermez. Zira bilginin temel malzemesini oluşturan bu idelerin varoluşunu herkes açıklıkla kabul eder. Onlar bütün bilgilerimizin nihai temelini ya da
kaynağını oluştururlar; dolayısıyla, bütün bilgilerimiz, aynı köken ya da kaynağa sahip olmaları açısından bir ve aynı düzeyde bulunur. Locke’un atomcu bir ide kuramı benimsediği söylenebilir, zira insan tarafından yaratılamayan bu ideler, çeşitli şekillerde bir araya gelmek suretiyle, zihnin bütün entelektüel
malzemesini oluştururlar. (Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, 2009,
s.336.)
Deneyim
Locke’a göre, bize bilgimizin malzemesini oluşturan ideleri temin eden kaynak
deneyimdir. Yani biz ideleri ya dış dünyadaki fiziki varlıkları gözlemlememizin veya deneyimlememizin ya da bu varlıklardan duyu organlarımız aracılığıyla bize ulaşan etkiler üzerinde zihnimizin gerçekleştirdiği çeşitli faaliyetleri idrak etmemizin
sonucunda elde ederiz. Dolayısıyla, deneyim onda duyum veya dış duyum ve
düşünüm, refleksiyon veya iç duyum olarak iki farklı türe ayrılır. Bunlardan kendisi için temel deneyim türü olan duyumla Locke, beş duyudan biri veya daha fazlasının kullanılması yoluyla gerçekleşen algıyı anlatmak ister. Buna göre, fiziki varlık ya da nesneler, bizim dış dünyayla ilgili olarak sahip olduğumuz bütün idelere duyular
aracılığıyla neden olurlar. O, işte bu bağlamda “nihil est in intellectu non fuerit prius in sensu” [zihinde daha önce duyulardan geçmemiş olan hiçbir şey yoktur] der.
(Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, 2009, s.336.)
Basit ve Bileşik İdeler
İdeleri düşünmenin nesneleri, düşünce veya deneyimlerin içerikleri diye tanımlayan Locke, bilginin kaynağı konusunu açıklığa kavuşturduktan ya da deneyim türleri
arasında bir ayrım yaptıktan sonra ideleri de basit ve bileşik ideler diye ikiye ayırır.
Bunlardan basit ideler, bütün diğer ideler gibi ya duyum ya da düşünüm yoluyla
kazanılan ve en temel özellikleri idelerden meydana gelmemek olan idelerdir. Kendi içlerinde bileşik olmayan bu ideler, Locke’a göre, başka idelere ayrıştırılamazlar.Bu ideler insanın imgelemenin belli bir hareketi ya da atılımıyla icat edilemedikleri gibi, iradenin de onların varoluşları veya doğaları üzerinde hiçbir etkisi olmaz. Zihin bu ideleri kendi başına ne meydana getirebilir, ne de yok edebilir. Locke’a göre, bir
insan bu nedenle daha önceden hiç tatmamış olduğu bir tadın veya koklamadığı bir kokunun idesine sahip olamaz. Anadan doğma körlerin renklerle, sağırların da
seslerle ilgili hiçbir ideleri yoktur. Basit ideler Locke’un felsefesinde, bu idelere sahip olmamamız, onlarla hiç tanışmamış olmamız durumunda, bir şeylerin bilgisine sahip olmamızın hiçbir şekilde söz konusu olamaması anlamında, epistemolojik olarak
primitiftirler. Bilginin bütün malzemesini, işte bu basit ideler meydana getirir.
(Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, 2009, s.336-337.)
Locke, bilginin temel malzemesini oluşturan idelerin kaynağı ve niteliğiyle ilgili bilgiler verdikten sonra, bilgiye erişme sürecinde dile özel bir önem atfettiği için araya dilin doğasıyla ilgili görüşlerini sıkıştırır. Burada da “yeni ideler yolu”ndan yürüyen filozof,
öznelci dil görüşü diyebileceğimiz bir dil anlayışıyla, sözcüklerin, zihin dışındaki varlıkların değil de zihindeki idelerin yerini tuttuğunu; bir sözcüğün anlamının kişinin zihnindeki bir ideden oluştuğunu söyler.
O, gerçekten de bilginin özellikle de genel ve soyut idelerin varlığına bağlı olduğunu söylerken, soyutlama yoluyla elde edilen genel ideler bağlamında nominalist bir tavır benimser. Felsefede tümeller probleminin genelliğin neden oluştuğunu tespit etme
problemi olduğunu söylerken, soyutlama kapasitesinin insanlarla hayvanlar arasındaki en önemli farklılığı meydana getirdiğini öne süren Locke’un gözünde gerçekten var olan
sadece bireysel şeyler veya tikellerdir. Zihinden ve dilden bağımsız olarak var olanlar, ona göre yalnızca bir tikeller veya bireyler çokluğudur. Tümeller ise kısaltılmış iletişim araçları, anlama yetisinin sınıflama amaçlı icatlarıdır. Genellik, şu halde sadece düşünceye ve dile ait bir özellik olup, zihinden ve dilden bağımsız genelliklerden ve tümellerden söz
edebilmek mümkün değildir. Bununla birlikte, Locke dilden ve zihinden bağımsız olarak, bireysel şeyler arasında gerçek benzerlikler bulunduğunu reddetmez. Tam tersine, genel ve hatta bileşik ideleri kazanma, böyle benzerliklerin algılanmasına bağlıdır. (Ahmet
Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, 2009, s.336-337.)
İdeler arasındaki söz konusu bağlantı ve uyuşma ise, Locke’a göre, dört başlık altında toplanabilir: Bunlardan birincisi olan özdeşlikten söz ettiği zaman, Locke bir idenin ne olduğunun ve onun başka idelerden farklılığının bilincinde olmayı anlar. Yani, burada söz konusu bilgi, her idenin kendi kendisiyle aynı olduğunu, her ne ise o olup, tüm diğer idelerden farklı olduğunu bilmekten oluşur. Bu
bilgi, idelerimizden her birinin (örneğin, ağaç, masa, beyaz, kare, üçgen vs.
idelerinin) tam olarak neyi ihtiva ettiğinin ve onun farklılıklarının (sözgelimi,
beyazın siyah olmadığının, bir karenin daire olmadığının) bilgisidir. Buna karşın,
uyuşmanın ikincisi olan ilişkiden söz ederken Locke, idelerimizden bazılarının
diğer idelerle bazı bakımlardan ilişkili olduğu olgusuna dikkat çeker. Buna göre,
beyaz ve kırmızı arasında, üçgenlerle yapraklar arasında söz konusu olmayan
bir ilişki vardır; yine, bir ağaçla bir sandalye arasında, bir doğruyla bir bulut
arasında söz konusu olmayan bir ilişki bulunmaktadır. (Ahmet Cevizci, Felsefe
Tarihi, Say Yayınları, 2009, s.339.)
Locke varlık felsefesinde, felsefede kendisinden sonra özellikle Berkeley ile başlayacak olan idealist yönelimin tam tersine, baştan sona realist bir tavır sergiler. Buna göre, zihinden bağımsız bir dış gerçeklik vardır. O, ikinci olarak, Descartes’inkine bütünüyle karşıt bir bilgi teorisine sahip olmakla birlikte, onun gibi düalist bir varlık görüşü
benimser. Buna göre, dünyaya aşkın bir varlık, yaratılmamış bir töz olarak Tanrıyı
şimdilik bir kenara bıraktığımızda, dünyada iki töz vardır. Bunlardan birincisi maddi töz, madde veya cisim, ikincisi de tinsel töz ya da zihindir. Bununla birlikte, bizim
dolayımsız olarak yalnızca kendi idelerimizi, zihin içeriklerimizi bilebildiğimizi, dolayımlı olarak da madde veya fiziki nesnelerin bu idelere yol açan veya neden olan
niteliklerine gidebildiğimizi söyleyen Locke’ta töz kavramının muğlak bir kavram
olduğunu, daha baştan belirtmekte yarar vardır. Çünkü onun temsil epistemolojisine göre bizim, algısal olarak doğrudan doğruya, maddi tözle veya fiziki nesnelerle ya da zihinle temas edebilmemiz, tanışabilmemiz mümkün değildir. Dolayısıyla, töz Locke’ta, (a) zihindeki idelere neden olan, (b) dış dünyada beş duyu yoluyla algılanan niteliklerin dayanağı olan, (c) ne olduğunu bir anlamda bilmediğimiz bir şey olarak tanımlanır.
(Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, 2009, ss.340-341.)
Birincil ve İkincil Nitelikler Ayrımı
Bir nesnenin birincil nitelikleri “katılık, yer kaplama, şekil, hareket ya da sükûnet ve sayı”dır. Sözgelimi, bir nesne, başka bir şey tarafından kendisine nüfuz
edilememesi anlamında, katıdır. Buna göre, bir nesnenin birincil nitelikleri onun temel, asli özellikleridir, öyle ki bir nesne, algılanıyor olsun ya da olmasın ya hareket ya da sükûnet halinde olmak durumundadır veya fiziki nesneler varsa
eğer, onlardan belli sayıda nesnenin, algılansın ya da algılanmasın, olması gerekir.
Demek ki bir nesnenin birincil niteliklerini, o nesnenin nesnel nitelikleri olarak
düşünmemiz gerekir. (Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, 2009, s.341.)
İkincil niteliklere geçtiğimizde, maddi veya cisimsel tözün ya da bir fiziki nesnenin ikincil niteliklerinin, onun rengi, kokusu, tadı ve sesi olduğunu görüyoruz. Bu
niteliklerle ilgili idelerimiz, birincil niteliklerle ilgili ide ya da deneyimlerimizden farklı olarak, nesnede fiilen mevcut olan hiçbir şeye benzemez. Öyle ki bir nesnenin rengi diye düşündüğümüz şey Locke’a göre, söz konusu nesnenin nesnel bir özelliği
olmayıp, nesnenin birincil nitelikleriyle olan nedensel ilişkinin sonucu olarak bizde oluşmuş olan bir idedir. Bunlar fiziki nesnenin sadece, birincil niteliklerin bizde çeşitli duyumlara yol açma güçleri olma anlamında, özellikleridirler. Başka bir deyişle, ikincil nitelikler madde ya da fiziki nesnenin, kendisinden ayrılmaz olan birincil nitelikleri
sayesinde ve yoluyla duyu organlarımızı etkileme güçlerinden başka hiçbir şey
değildirler. Buna göre, ikincil nitelikler varoluşları bakımından (1) birincil niteliklere ve (2) duyuma bağlıdırlar. Çünkü bir ikincil nitelik, bizde ideler meydana getirme gücü ya da kapasitesidir ve bu kapasite yalnızca bir nesnenin birincil nitelikleri sayesinde varolur. Bundan dolayı, ikincil niteliklerle ilgili idelerimizin varoluşundan birincil
nitelikler olmadan söz edilemez. Öte yandan, birincil niteliklerin madde ya da fiziki nesnede sürekli olarak bulundukları ve dolayısıyla nesnel oldukları yerde, ikincil niteliklerin bir şekilde nesneye ait olduklarını söylemek mümkün değildir. Çünkü onlar, sadece kendilerini duyumlayan duyu organları için vardırlar; duyum ortadan kalktığında, onların varoluşu da son bulur. (Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, Say
Yayınları, 2009, ss.341-342.)
Politika Felsefesi
Politik iktidarın, ilahi yönetme hakkı yoluyla değil de sadece ve sadece bireyden hareketle ve ancak halkın rızası yoluyla temellendirilebileceğini düşünen Locke,
doğallıkla toplum sözleşmesinden ve dolayısıyla, politik otoritenin tesisinden önceki doğa durumundan yola çıkar. O, doğa halini, onun hipotetik bir durum olduğunu
söyleyen Hobbes’tan farklı ve ampirisizmiyle tamamen tutarlı bir biçimde, tarihsel bir olgu olarak alır.
Locke, doğa durumunu bir yandan da farklı yönetim biçimlerine veya politik
devletlere değer biçerken başvuracağımız bir ölçüt, dikkate almamız gereken bir
ideal olarak değerlendirir. Başka bir deyişle o, doğa durumunu, Hobbes gibi bir savaş
durumu olarak karakterize etmez. Bunun nedeni onun doğa durumuna, ihtiva ettiği
fiili savaş tehlikesinden ötürü sivil toplum durumunu, hatta güçlü bir politik otoriteyi
temellendirmek için değil, mutlak monarşiyi yargılayıp mahkûm etmede kullanacağı
ölçütleri, politik iktidarın yükümlülüklerini ve hayata geçirmek durumunda olduğu
temel ilkeleri türetmek için başvurur. Locke, bu yüzden doğa durumunu, her şeyden
önce bütün insanların eşit olduğu bir düzen olarak tanımlar. (Ahmet Cevizci, Felsefe
Tarihi, Say Yayınları, 2009, s.343.)