• Sonuç bulunamadı

Aldous Huxley. Derleyen: Halit YILDIRIM 29 Aralık 2013

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Aldous Huxley. Derleyen: Halit YILDIRIM 29 Aralık 2013"

Copied!
13
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

ALGI KAPILARI-CENNET ve CEHENNEM

Aldous Huxley

Derleyen: Halit YILDIRIM 29 Aralık 2013

1886 yılında, Alman farmakolog Ludwig Lewin, sonradan kendi adını alacak olan kaktüsün ilk sistematik incelemesini yayınladı. Anhalonium Lewinii, bilimin henüz tanımadığı bir bitkiydi. Oysa ilkel dinler ve Güneybatı Amerika ile Meksika yerlileri için bu kaktüs çok uzun zamanlardan beri yakın bir dosttu.

Bu kaktüse bir tanrıymış gibi saygı göstermelerinin nedeni; Jaensch, Havelock Ellis ve Weir Mitchell gibi seçkin psikologların, peyotenin etkin maddesi olan meskalinle deneyler yapmaya başladıklarında ortaya çıktı.

Uygun miktarlarda alındığında meskalin, bilincin niteliğini daha derinden değiştiriyor, fakat bir farmakologun deposunda bulunan diğer herhangi bir maddeden daha az zarar veriyordu.

Bütün bu gelişmeler, iki veya üç yıl önce yeni ve belki de daha önemli bir gerçek gözlemleninceye kadar askıda kaldı.

Aslında bu gerçek onlarca yıldır herkesin gözünün içine bakmaktaydı, ama hiç kimse onu fark etmedi, ta ki halen Kanada’da çalışmakta olan genç bir İngiliz psikiyatr, meskalin ve adrenalinin kimyasal bileşimleri arasındaki büyük benzerliği görüp çarpılana kadar.

Yetmiş yıllık meskalin araştırmalarına rağmen, kullanabileceği psikolojik malzeme hala gülünç denecek kadar yetersizdi ve adam kafasını bu alanı genişletmeye takmıştı. Bense oradaydım ve kobay olmaya hazırdım, hatta can atıyordum. Güzel bir mayıs sabahı, bir gram meskalinin onda dördünün eritildiği yarım bardak suyu içmem ve oturup sonuçları beklemeye başlamam böyle oldu.

Bizler birlikte yaşıyoruz, birbirimizi etkiliyor ve tepki gösteriyoruz; ama her zaman ve her koşulda kendi başımızayız. Şehitler savaş alanına el ele girerler; tek başlarına çarmıha gerilirler. Birbirlerine sarılmış aşıklar bireysel coşkularını umutsuzca tek bir yüce benlik halinde kaynaştırmaya çalışırlar, ama boşunadır. Doğası gereği her vücut bulmuş ruh tek başına acı çekmeye ve zevk almaya mahkumdur. Duyular, duygular, iç görüler, hayaller...

bütün bunlar özeldir; sembollerle ve ikincil ellerin aracılığı olmadan iletilemez. Deneyimler hakkında bilgi alışverişinde bulunabiliriz ya da bilgi toplayabiliriz, ama deneyimlerin kendilerini değil. Aileden ulusa her insan grubu bir ada-evren teşkil eder.

Kendimizi, diğerlerinin bizi gördükleri gibi görmek en yararlı armağanlardan biridir.

Diğerlerini, onların kendilerini gördükleri gibi görme kapasitesi de bundan daha az değerli değildir. Ama ya bu diğerleri tamamen farklı bir türdense ve tümden yabancı bir evrende yaşıyorlarsa? Örneğin deli olmanın gerçekten ne anlama geldiğini akıllılar nasıl bilebilir? Şayet görsel, sezgisel veya müzikal bir deha olarak doğmamışsak, Blake, Swedenborg ve Johann Sebastian Bach’ın yaşadıkları dünyalara adım atabilir miyiz? Ya da ektomorfi ve serebrotonyanın uç sınırlarında duran bir insan kendini hiç endomorfi ve viskerotonyanın sınırlarında yaşayan bir insanın yerine koyabilir mi?

Her birey doğar doğmaz kendini içinde bulduğu dil geleneğinin hem yararlanıcısı hem de kurbanıdır; dil, onun diğer insan deneyimlerinin biriktirilmiş kayıtlarına girebilmesini sağladığı ölçüde yararlanıcı, dil onu indirgenmiş bilincin mümkün olan tek bilinç olduğuna ikna ettiği ve onun gerçeklik duygusunu bozduğu ölçüde kurbandır; böylelikle kendi kavramlarını veri, kendi sözcüklerini de gerçek şeyler yerine koymaya eğilimli hale gelir. Yani

(2)

dinsel söylemede “bu dünya” denilen şey, dil tarafından ifade edilen ve böylelikle sersemleştirilen indirgenmiş bilinç dünyasıdır.

İnsanların ara sıra temas kurdukları çeşitli “öte dünyalar”, büyük bilincin içerdiği bilincin bütünlüğünün birçok unsurunu da yansıtırlar. İnsanların çoğu genellikle sadece bu indirgeme filtresinden geçenleri bilir ve yerel dil tarafından bunların tamamen gerçek olduğuna inandırılır. Ancak bazı insanlar bu indirgeme filtresinin etrafından dolaşıp onu devre dışı bırakan bir tür by-pass kanalıyla doğmuş görünüyorlar. Bazılarında ise anlık olarak ya da bilinçle yapılan “zihinsel alıştırmalar” sonucu veya hipnoz ya da uyuşturucu kullanmak yoluyla geçici kanallar oluşabilir.

Ancak bu az sayıdaki, gözetim altında meskalin alımı vakasının çoğunluğunda meydana gelen değişiklikler şöyle özetlenebilir:

1) Anımsama ve “mantıklı düşünme” yeteneğinde herhangi bir azalma olmuşsa bile bu çok azdır.

2) Görsel izlenimler önemli ölçüde güçlenmiş ve göz, çocukluğun önyargısız algısının birazını yeniden kazanmıştır; ancak duyularla algılananlar derhal ve otomatik olarak bir kavrama dönüştürülememektedir.

3) Gerçi zihin hiçbir şekilde zarar görmemiş, algılama olağanüstü güçlenmiştir, ancak irade daha kötüye doğru derin bir değişim geçirmiştir. Meskalin kullanan kişi herhangi bir şey yapmak için hiçbir neden görmez ve normal zamanlarda onun harekete geçmesini sağlayacak nedenlerden çoğuna karşı derin bir ilgisizlik duyar. Onun bu tür şeylerle canı sıkılmaz, zira bunun için iyi bir nedeni vardır; çünkü düşüneceği daha iyi şeyler vardır.

4) Bu iyi şeyler “dışarıda” ya da “içeride” veya iç ve dış her iki dünyada, aynı zamanda veya arka arkaya yaşanabilir.

Meskalinin bu etkileri, beyne ait indirgeme filtresinin etkinliğine zarar verme gücüne sahip bir uyuşturucunun etki alanında olmasını beklediğimiz türdendir. Beyin şekersiz kaldığında yetersiz beslenen ego zayıflar. Yapılması gereken gündelik işlerle uğraşamaz ve dünyadaki varlığını sürdürmek zorunda olan bir organizma için çok şey ifade eden uzamsal ve zamansal ilişkilere olan bütün ilgisini yitirir. Büyük bilinç artık su geçirmez filtreden süzülmemektedir ve biyolojik açıdan yararsız bir sürü şey ortaya çıkmaya başlamıştır. Bazı durumlarda duyuüstü algılamalar olabilir.

Bazı hayvanlar için bazı renkleri ayırt edebilmek biyolojik açıdan çok önemlidir. Ama kullanım alanlarının sınırları ötesinde çoğu yaratık renk körüdür. Örneğin arılar zamanlarının çoğunu “baharın taze çiçeklerinin bekaretini bozmakla” geçirir, ama von Frisch’in de gösterdiği gibi sadece çok az rengi tanıyabilir. İnsanın sahip olduğu son derece gelişmiş renk duyusu ise biyolojik bir lükstür; entelektüel ve ruhani bir varlık olarak insan için paha biçilmez bir değere sahip olan bu lüks, bir hayvan olarak onun hayatta kalmasına yardımcı olmayan bir şeydir.

Kendimizi evrenin tek varisi olarak hissettiğimizde, “deniz damarlarımızda aktığında...

ve yıldızlar mücevherlerimiz olduğunda”, bütün şeyleri sonsuz ve kutsal olarak algılandığımızda, tamahkarlık veya kendini üstün görmek içine, güç peşinde koşmak için veya çeşitli eğlence biçimleri için içimizde nasıl bir güdü olabilir ki?

Tefekkür içinde bir yaşamı tercih etmiş olanlar arasından hemen hemen hiç kumarbaz, muhabbet tellalı veya ayyaş çıkmaz; ilke olarak hoşgörüsüzlük ve savaş vaaz etmezler. Onlar için hırsızlığın, dolandırıcılık veya yoksullara eziyet etmenin anlamı yoktur. Bu

(3)

muazzam olumsuz erdemlere, tanımlaması güç olmakla beraber, hem olumlu hem de bunlar kadar önemli olan bir diğerini daha ekleyebiliriz.

Meskalin bana geçici olarak gözlerim kapalıyken de her şeyi görebilme yetisi vermişti, ama şeylere dair, en azından bu olayda, çiçeklerime veya sandalyeme veya “şuradaki”

pantolonuma uzaktan yakından benzeyebilecek bir sezgi gücü kazandırmamıştı.

Görsel yetileri güçlü olan insanların çoğu meskalin sayesinde birer hayalperest haline gelirler. Bunların bazıları-ki sayıları belki de genel olarak varsayılandan çok daha fazladır-bir dönüşüme ihtiyaç duymazlar; onlar zaten her zaman hayalperesttirler.

William Blake’in de içinde bulunduğu bu zihinsel yaratıklar, günümüzün kentleşmiş, endüstrileşmiş toplumlarında oldukça yaygındırlar.

Dinsel kayıtlar ve şiir sanatının günümüze ulaşan kanıtlarından da açıkça görülüyor ki, çoğu zaman ve çoğu yerde insanoğlu içgörüye nesnel varlıklardan daha fazla önem atfetmiştir, gözleri kapalıyken gördüklerinin ruhsal açıdan gözleri açıkken gördüklerinden çok daha önemli olduğunu hissetmiştir. Neden? Aşinalık küçük görmeyi doğurur ve hayatta kalma görevinin aciliyeti kronik can sıkıntısından anlık acıya kadar uzanan bir yelpazedir.

Dış dünya, hayatımızın her sabahı uyunduğumuz, istesek de istemesek de hayatımızı kurmaya çalıştığımız yerdir. İç dünyada ne çatışma ne de tekdüzelik vardır. Oraya sadece rüyalarda ve derin düşüncelerde gideriz ve orası öyle tuhaftır ki birbirini takip eden iki olayda asla aynı dünyayı bulamayız. O zaman, tanrısal olanı arayan insanların genellikle içeriye bakmayı tercih etmelerinin şaşılacak bir yanı yoktur!

Çin’de manzara ressamlığının yüksek bir sanat biçimi düzeyine erişmesi yaklaşık bin yıl, Japonya’da yaklaşık altı yüzyıl ve Avrupa’da yaklaşık üç yüzyıl önce oldu. Dharma-Gövde ile çit denklemi, Taoist natüralizmini Budist aşkıncılıkla birleştiren Zen ustaları tarafından kuruldu. Bu nedenle sadece Uzakdoğu’daki manzara ressamları sanatlarını bilinçli olarak dinsel algıladılar. Batıda dinsel resim, kutsal kişilerin portrelerini yapmak ve kutsal metinleri resimlemekten ibaretti. Manzara ressamları kendilerini dünyevi sanatçı olarak kabul ediyorlardı.

Şizofreni kendi cehennemine ve arafına olduğu kadar kendi cennetine de sahiptir.

Uzun zaman önce şizofreni olmuş eski bir arkadaşımın deli karısı hakkında söylediklerini anımsıyorum. Hastalığın başlangıç dönemlerinde, hastanın henüz zaman zaman bilincine dönebildiği günlerde, bir gün arkadaşım hastaneye ziyaretine gidip onunla çocuklar hakkında konuşmak istemiş. Karısı bir süre dinlemiş, sonra adamın sözünü kesmiş. Ve ona, gerçekten önemli tek şeyin, burada ve şimdi olan biten olmasına, kollarını her oynatışında kahverengi yünlü ceketinin havada çizdiği şekillerin anlatılamaz güzelliğine rağmen, onun nasıl olup da orada bulunmayan bir çift çocuk için vaktini ziyan etmeyi düşünebildiği sormuş. Ne yazık ki bu bozulmamış algının, saf ama tek yönlü bir tefekkürün sonucu olan bu cennet fazla devam etmeyecekti. Bu neşeli aralıklar giderek daha ender ve daha kısa olur hale gelmiş ve en nihayetinde hiç olmamaya başlamıştı; geriye sadece korku kalmıştı.

Birçok meskalin kullanıcısı şizofreninin sadece cennet kısmını yaşar. Uyuşturucu, yakın zamanda sarılık geçirmiş olanlara veya sürekli depresyon veya müzmin kaygı çekenlere cehennemi ve arafı yaşatır. Eğer benzer güce sahip diğer uyuşturucular gibi meskalin de adı kötüye çıkmış bir zehir olsaydı, sadece alınması bile kaygı yaratmaya yeterdi. Ama makul düzeyde sağlıklı bir kişi daha başından bilir ki kendisi için meskalin tamamen zararsızdır, etkileri sekiz, on saat sonra geçer, geride hiçbir mahmurluk bırakmaz ve sonuç olarak yeniden alma ihtiyacı hissetmez.

(4)

Şizofren, sürekli olarak meskalin etkisi altında olan bir kişiye benzer; bu yüzden yaşadığı belli bir gerçeklik deneyimini durduramaz; yeterince sağlıklı olmadığı için onunla birlikte yaşayamaz ya da bir açıklama getirip bir kenara atamaz-çünkü o bütün gerçeklerin en çürütülemez olanıdır-ve bu gerçeklik onun dünyayı insan gözleriyle görmesine izin vermediği için, bir türlü sona ermeyen tuhaflığını ve yakıcı yoğunluğunu insani ya da kozmik kötülüğün bir alameti olarak yorumlayamadığı için de ona büyük bir korku veren ve onu ölümcül bir şiddet eğiliminden katatoniye ya da psikolojik intihara kadar varan bir dizi umutsuz karşı önlem almaya zorlar. Ve bir kez bu yokuş aşağı giden cehennem yoluna çıkıldı mı artık durmak imkansızdır. Bu şimdi sadece çok daha açıktı.

Günümüzde eğitime ve öğretime harcadığımızdan çok daha fazlasını içki ve sigaraya harcıyoruz. Bu, elbette şaşırtıcı değil.

İçinde bulunduğumuz çağ, diğer birçok şeyin yanında, özellikle otomobil ve roket hızıyla artan nüfus çağıdır. Alkol yollardaki güvenlikle uyuşmuyor ve üretimi, tıpkı tütün gibi, milyonlarca dönümlük en verimli toprağın verimliliğini yok ediyor. Söylemeye bile gerek yok, ama alkol ve tütünün ortaya çıkardığı sorunlar yasaklarla çözümlenemez. Kendini aşmaya duyulan evrensel ve her zaman var olan dürtü duvardaki popüler kapıların kapatılmasıyla ortadan kaldırılamaz. Tek akılcı politika, insanların eski kötü alışkanlıklarını yeni ve daha az zararlı olanlarıyla değiştirmeleri umuduyla yeni ve daha iyi kapılar açmak olurdu. Daha iyi kapılardan bazıları, doğal olarak toplumsal ve teknolojik, bazıları dini ve psikolojik, bazıları da beslenme, eğitim, spor alanlarında olacaktır.

Birçok insan için meskalin neredeyse tamamen zararsızdır. Alkolün aksine, sınırsız ve ölçüsüz hareketlere, kavgalara, suçlara şiddet ve eylemlerine ve trafik kazalarına sevk etmez.

Meskalin etkisindeki biri, sessizce kendi işine bakar. Üstelik, en çok uğraştığı iş son derece aydınlatıcı türden bir deneyimdir ve bedelinin de sürekli bir akşamdan kalma duygusuyla ödenmesi gerekmeyen bir deneyimdir ki bu hiç de azımsanacak bir şey değildir. Düzenli meskalin alımının uzun vadeli sonuçları hakkında çok az şey biliyoruz. Peyote parçaları çiğneyen yerliler bu alışkanlıkları yüzünden fiziksel veya ruhsal olarak pek de harap olmuş görünmüyorlar. Ne var ki mevcut kanıt hala çok az ve eksik.1

Kendinin bilincinde olan benliğin sınırlarını aşma ihtiyacı, ruhun başta gelen taleplerinden biridir. Her ne nedenden olursa olsun insanlar tapınma, iyi çalışma ve ruhsal eğitim yoluyla kendilerini aşamadıkları zaman, dinin kimyevi vekillerine sığınma eğilimindedirler; modern Batıda alkol ve “ahmak hapları”, Doğuda alkol ve afyon, Muhammedi dünyada esrar, orta Amerika’da alkol ve marihuana, Antlarda alkol ve koka, Güney Amerika’nın daha çağdaş bölgelerinde alkol ve barbituratlar.

Uyuşturucu maddelerin dinsel amaçlar için kullanımı “olağanüstü yaygındır...”

İdeal olan, saf veya pratik dinin yardımıyla herkesin kendini aşabilmenin yolunu bulması olurdu. Pratikte bu hedefin bir gün gerçekleşeceği pek mümkün görünmüyor. Her kilisenin, maalesef yeterince dindar olmayan üyeleri vardır ve kuşkusuz bunlar her zaman olacaktır.

Modern kiliseler, bazı Protestan mezhepleri dışında, alkolü hoş görüyorlar; ama en hoşgörülüsü bile bu maddeyi Hıristiyanlığa entegre ettirmeyi veya kullanımını bir ayine dönüştürmeyi denemedi.

Alkol, şekilciliğe çok değer vermeyen dinler dışında ayin haline getirilemez.

Sistematik, akla uygun düşünce, tür veya bireyler olarak, onsuz yapamayacağımız bir şeydir. Ama eğer zihinsel açıdan sağlıklı kalmak istiyorsak, içsel dünyamızı ve içine

1 Kişisel olarak

(5)

doğduğumuz dış dünyayı doğrudan algılamaksızın da-ne kadar sistemsiz olursa o kadar iyidir- yapamayız.

Hayatının sonuna doğru Aquinas kendini yapay olarak oluşturulmuş bir tefekküre bıraktı. Ondan sonra yarım kalan kitabı üzerinde çalışmayı reddetti. Yaşadığı bu deneyimle kıyaslandığında okuduğu, tartıştığı ve yazdığı her şey sap veya samandan daha iyi değildi.

Ölümlülüğünün o son aylarında, sadece sembolik olan sap ve samana sırtını dönüp doğrudan ve asıl gerçeklik ekmeğine yönelme hakkını kazanmıştı. Daha uzun yaşam beklentileri olan ve daha düşük dereceli melekler için samana dönüş olanağı mevcut olmalı.

Ama duvardaki kapıdan dönen kişi bir daha asla giden kişiyle aynı olmayacaktır.

Daha bilge ama daha az kendinden emin, daha mutlu ama daha az kendinden memnun, cehaletini anlamakta daha alçakgönüllü, ancak sözcüklerle şeyler, akla uygun sistematik düşünceyle ilelebet boş yere kavramaya uğraştığı o kavranılamaz gizem arasındaki ilişkiyi anlamak için daha iyi donanımlı olacaktır.

CENNET VE CEHENNEM

Bazı insanlar hiçbir zaman bilinçli olarak kendi karşıtlarını keşfetmezler. Diğerleri ara sıra bir ziyaret yapmayı başarırlar. Ama bazıları için (ki bunlar çok azdır) istedikleri zaman gidip keşif yapmak hiç de zor değildir.

Bunun için iki yöntem vardır. Hiçbiri mükemmel değildir, ama ikisi de, ne yaptığını bilenler için kullanılmalarını haklı çıkarmaya yetecek kadar inandırıcı, kolay ve güvenilirdirler.

Birincisinde ruh uzak yolculuğuna bir kimyasal yardımıyla çıkarılır; ya meskalin ya da liserjik asit. İkincisinde araç doğal olarak psikolojiktir ve zihnin öteki bölgesine geçiş hipnozla sağlanır. İki araç da bilinci aynı bölgeye götürür, ama uyuşturucunun menzili daha uzundur ve yolcularını bu terra incognita’nın (bilinmeyen bölge) daha derinlerine götürür.

Meskalin veya liserjik asidin etkisi altındaki bir insana yüksek dozda nikotinik asit verildiğinde hayal görmesi duracaktır. Bu da, hayal deneyimine giriş yollarından biri olan oruç tutmanın etkinliğini açıklamakta yardım edebilir. Şeker miktarını düşüren oruç tutma, beynin biyolojik verimliliğini azaltıyor ve böylelikle de hayatta kalma değeri taşımayan malzemenin bilince girişini mümkün kılıyor. Üstelik bir vitamin eksikliği yaratarak bu hayal kısıtlayıcı nikotinik asidi kandan uzaklaştırıyor. Hayal deneyiminin bir başka kısıtlayıcısı da sıradan, gündelik algılama yetisidir. Deneysel psikologların bulgularına göre eğer bir insanı ışık, ses ve koku bulunmayan “sınırlı bir çevreye” koyarsanız ya da onu, neredeyse algılanamaz tek bir şeye dokunabileceği ılık bir banyonun içine sokarsanız, kısa süre sonra “bir şeyler görmeye”,

“bir şeyler duymaya” ve tuhaf bedensel uyarımlar algılamaya başlayacaktır.

Himalaya’daki mağarasında Milarepa’nın ve Thebaid’in münzevilerinin izledikleri yol da aslında aynıydı; ulaştıkları sonuçlar da aynı oldu.

Aşikardır ki çilecilik iki nedenden ötürü yapılır. Eğer insanlar bedenlerine eziyet ediyorlarsa bu sadece geçmiş günahlarının kefaretini ödemek ve gelecekteki cezalardan kaçınmak için değildir, bilakis zihnin öteki bölgesine geçmeyi ve orada bazı özel hayaller görmeyi özledikleri içindir de. Kendi deneyimlerinden ve diğer çilecilerin anlattıklarından, orucun ve çevre algısının sınırlandırılmasının onları gitmeyi özledikleri yere nakledeceğini bilirler.

Zihnin öteki bölgesini ziyaret edenlerce görülen her şey son derece parlak bir biçimde aydınlatılmıştır ve ışık kendi içlerinden çıkıyor görünmektedir. Bütün renkler normal

(6)

durumda görülenlerden çok daha güçlüdür ve aynı zamanda ton farklılıklarını ayırt edebilme yetisi belirgin biçimde yükselmiştir.

Bu bağlamda bu görsel deneyimlerle sıradan rüyalar arasında dikkat çekici bir farklılık vardır. Rüyaların çoğu renksizdir, ya da sadece kısmen renklidir veya renkleri soluktur. Diğer yandan meskalin ya da hipnoz etkisi altında görülen hayaller her zaman yoğun, hatta denebilir ki, doğaüstü parlaklıkta renklere sahiptir. Binlerce rüyanın kaydını toplamış olan Prof. Calvin Hall, rüyaların üçte ikisinin siyah beyaz olduğunu söyler. “Sadece üç rüyadan biri renklidir veya içinde biraz renk vardır.”

Rüya ve hayallerdeki renkler o insanın kişiliği hakkında dış dünyadaki renklerden fazla bir şey söylemezler.

Çoğu rüya, rüya görenin gizli arzuları ve içgüdüsel yönelimleriyle ilgilidir; ya da bu arzu ve yönelimlerin, kaygılı bir vicdan tarafından ya da çevredekiler ne der korkusuyla engellendikleri durumlarda ortaya çıkan çatışmalarla ilgilidir.

Burada renk, gerçekliğin bir tür ölçütü olarak ortaya çıkıyor. Verili olan şeyler renklidir, zekamızın ve hayal gücümüzün bir araya getirdiği semboller ise renksizdir. Yani dış dünya renkli algılanır, buna karşın rüyalar, verili olmadıkları ve kişisel bilinçaltı tarafından oluşturuldukları için genellikle siyah beyazdırlar.

Zihnin öteki bölgesinde aşağı yukarı tamamen dilden kurtuluyor ve kavramsal düşünce sisteminin dışına çıkıyoruz. Sonuçta görsel nesneleri algılayışımız şimdiye kadar asla sözlerle giydirilmemiş, cansız soyutlamalarla sarmalanmamış deneyimlerin bütün tazeliğine ve çıplak yoğunluğuna sahip oluyor.

“Hayal Mumu” adlı kitabında İrlandalı şair A. E. (George Russell), kendi görsel deneyimlerini hatırı sayılır bir kesinlikle çözümlemiştir. “Meditasyon yaptığımda,” diye yazıyor şair, “içime sızan düşüncelerde ve görüntülerde kişisel şeylerin yansıdığını hissediyorum; ama ruhun insan zihninin değil, ama ilahi zihnin yarattığı görüntüleri görmeyi mümkün kılan pencereleri de var.”

Dil alışkanlıklarımız bizi hataya sürüklüyor. Örneğin “Görebilmem için perde kaldırıldı,” dememiz gerekirken “hayal ediyorum,” deme eğilimindeyizdir. Planlı ya da plansız, hayaller asla bizim kişisel malımız değildir. Sıradan benliğe ait olan anıların bunların arasında yeri yoktur. Görülen şeyler tamamen yabancıdır. “Son zamanlarda görülmüş ya da sadece düşünülmüş nesnelerin hiçbirinde,” diyor Sir William Herschel, “herhangi benzerlik ya da ilinti yoktur.” Eğer ortaya yüzler çıkarsa da bunlar asla arkadaşların veya tanıdıkların yüzleri değildir. Eski Dünya’nın dışında bulunuyoruz ve öteki bölgeyi keşfediyoruz.

Doğaüstü ışık ve doğaüstü renk bütün hayal görme deneyimlerinde ortaktır. Daha büyük bir anlam içeriğinin farkına varılması da ışık ve renkle el ele gider.

Her cennet mücevher doludur veya en azından mücevhere eşdeğer ve Weir Mitchell’in ifadesiyle “şeffaf meyveler”e benzeyen nesnelerle doludur. İşte örneğin Eden Bahçesi’nin Ezekiel betimlemesi. “Sen Tanrı’nın bahçesindesin ve her türlü mücevherle süslenmişsin. Sen kanatlarını açmış ve her yeri kaplamış bir melek gibisin... Tanrı’nın kutsal dağına yerleştirildin ki ateşli taşların arasında yürüyorsun.”

Budist cennetler de benzer “ateşli taşlar”la süslüdür. Saf Ülke mezhebinin batı cennetinin duvarları gümüş, altın ve zümrüttendir, kıyıları değerli taşlarla kaplı, üzerine Bodisatvaların oturdukları parlak lotusları olan gölleri vardır.

(7)

Keltler ve Germenler kendi öteki dünyalarını betimlerken değerli taşlardan çok az söz ederler, ama çokça, kendileri için aynı şekilde harikulade bir başka maddeden söz ederler:

Cam.

Germenlerin Ölüler Ülkesi’ne verdikleri adlardan biri Glasberg, yani Amkent’tir, İncil’in Vahiy bölümünde Cam Denizi geçer.

Benzer betimlemeler Hinduizm, Budizm ve İslam’ın ölümden sonraki hayattan söz eden eserlerinde de bulunabilir. Cennet her zaman mücevherlerle doludur. Bu niye böyledir?

Bütün insan faaliyetlerini sosyal ve ekonomik ilişkiler sistemi çerçevesinde düşünenler buna şu tür bir yanıt verirler: Mücevherler yeryüzünde çok az bulunan şeylerdir. Çok az insan bunlara sahiptir. Bu gerçekleri telafi edebilmek için yoksulluk altında ezilen çoğunluğun sözcüleri hayali cennetlerini değerli taşlarla doldurmuşlardır.

İşte insanoğlunun başka türlü açıklanamayan bu mücevher tutkusunu ancak bu şekilde anlayabiliriz; insanoğlu bu yüzden değerli taşlara tedavi edici ve büyüsel güçler atfeder.

Bu bağlamda Sokrates’in Phaedo’daki sözleri yeni bir anlam kazanır. Orada, der bize, madde dünyasının ötesinde ve üstünde bir ideal dünya vardır. “Bu ideal dünyada renkler burada olduklarından çok daha saf ve çok daha parlaktır. Öteki dünyada hiçbir taş yoktur ki bizim mücevherlerimizden daha güzel ve daha değerli olmasın.”

Değerli taşları veya camı bilmeyen insanlar arasında cennet minerallerle değil çiçeklerle süslüdür. İlkel öteki dünyacıların betimlediği öteki dünyaların çoğunda doğaüstü parlaklıkta çiçekler açar, hatta daha gelişmiş dinlerin taşlı camlı cennetlerinde bile kendilerine yer bulmuştur bu çiçekler.

“Tanrı önce bir bahçe ekti.” Bu cümle derin bir psikolojik gerçeği ifade eder.

Bahçecilik, kaynağını zihnin karşıt bölgesindeki öteki dünyadan alır.

Hatta bir genelleme riskini göze alarak diyebiliriz ki doğada ya da el sanatı ürünlerinde, zihnin karşıt bölgelerinde karşılaşılan o son derece anlamlı, için için parlayan görüntülere dair her ne var ise, bunlar kısmen ve zayıf bir biçimiyle de olsa görsel deneyimi harekete geçirebilirler. Bu noktada bir hipnotizmacı bize şunu anımsatacaktır; parlak bir nesneye dikkatle bakması istenen bir hasta kolayca transa geçebilir ve eğer transa geçerse veya sadece hayallere dalarsa içindeki görüntüleri ve dışındaki başkalaşmış dünyayı oldukça iyi görebilir.

O halde görüyoruz ki doğada belli süreçler, belli nesne kategorileri, belli maddeler vardır ve bunlar kendisine bakan kişinin zihnini kendi karşıt bölgesine doğru kaydırma, her günkü bu taraftan uzaklaştırıp öteki hayaller tarafına geçirme gücüne sahiptir.

Cam, hayal deneyimini harekete geçirme konusunda doğal taşlardan pek de geri kalmaz. Hatta bazı bakımlardan daha büyük bir etkiye sahiptir.

On ikinci yüzyılda renkli cam pencerelerin yerleştirilmesi ve bakımı için kiliselere para toplama kutuları konmuştu. St. Denis Manastırı’nın başrahibi bize bunların sürekli dolu olduğunu bildiriyor.

On dördüncü yüzyılda pencerelerdeki canlı renkler yerini Grisaille’ye2 bıraktı ve pencereler artık hayal oluşturamaz oldu. On beşinci yüzyılın sonlarında renk tekrar moda olunca cam boyacıları, Rönesans resminin şeffaf taklidini cama aktarmayı denediler ki bunun için doğru koşullara da sahiptiler.

Ardından Reformasyon dönemi geldi.

2 Siyah, beyaz ve gri tonların kullanıldığı, esas olarak gölge etkisine dayanan resim tekniği.

(8)

Artık yeni kiliselerde renkli cam çok az kullanılıyordu ve eski kiliselerin çoğunda tamamen veya kısmen şeffaf camlarla değiştiriliyorlardı.

Yontulmuş prizmalar dinsel sanata on yedinci yüzyılda girdi ve o günden bugüne Katolik kiliselerde bu türden sayısız avize sallanır durur.

Parlak çini kaplamalar camilere ve yer yer de Hıristiyan kiliselerine girmiştir. Çin’den tanrıların ve azizlerin parlak seramik görüntüleri gelmiştir.

Fırınlanmış kil mermerden daha ucuzdur ve uygun biçimde yapıldığında neredeyse insanı kendinden geçiren bir nitelik kazanır.

Modern dünyamızda milyarlarca bayrak ve çizgi roman, milyonlarca trafik işareti ve stop lambası, yüz binlerce itfaiye arabası ve Coca-Cola kamyonu ve kilometrekarelerce halı, duvar kağıdı ve soyut resim üretimine yetecek kadar güçlü boya maddesi vardır.

Aşinalık kayıtsızlığı doğurur. Parlak, saf renkleri artık bizi kendimizden geçiremeyecekleri kadar çok gördük. Ve burada şunu da belirtebiliriz: bize en iyi şeylerden çok fazla verme konusundaki şaşırtıcı yetisi nedeniyle modern teknoloji eskiden görsel deneyimi harekete geçirmeye yarayan geleneksel malzemeyi değersizleştirme eğilimindedir.

Örneğin bir kentin aydınlatılması bir zamanlar öylesine ender bir olaydı ki sadece zaferler ve ulusal bayramlar, azizlerin kutsanması veya kralların taç giymesi gibi özel durumlarda yapılabilirdi. Ama şimdi her gece yapılıyor ve içki, sigara ve diş macunlarının erdemlerini kutlamakta kullanılıyor.

Elli yıl önce Londra’da ışıklı çatı reklamları bir yenilikti ve bunlar o kadar enderdi ki sisli karanlığın içinden “kuyunun dibindeki büyük mücevherler” gibi parlıyorlardı.

Thames Nehri’nin öbür tarafında ve eski Shot Kulesi’nin üstünde parlayan o altın ve yakut harflerin büyülü bir güzelliği vardı; bir peri masalı gibiydi. Bugün periler gitti. Neon her yerde ve her yerde olduğu için de bizi hiç etkilemiyor, belki bize ilksel geceye dair nostaljik hasret çektirmesi dışında.

Modern teknoloji aydınlatma lambaları ve saf, parlak renkler üzerindeki değersizleştirici etkisini cam ve parlak metaller üzerinde de gösterdi.

Birçok sanat eserinin kendinden geçirme gücü şu gerçeğe bağlanabilir. Bu eserlerin yaratıcılarının yaptıkları sahneler, insan figürleri ve nesneler izleyiciye, öteki dünyaya dair zihninin derinliklerinde bulunan, farkında olduğu ya da olmadığı bilgileri anımsatır.

Şimdi o uzak bölgenin insani veya insanüstü sakinlerine gelelim. Blake onlara

“melekler” demişti. Ve gerçekte, hiç kuşkusuz onlar aynı zamanda, her dinin teolojisinde insan ile berrak ışık arasında aracılık eden varlıkların psişik ilksel görüntüleridir de. Bu insanüstü kişilikler, görsel deneyimleriyle birlikte, hiçbir zaman “hiçbir şey yapmazlar”.

(Cennetteki kutsal kişilikler de aynı şekilde pek bir şey yapmazlar.) sadece “var olmak” onlara yeter.

Bir İtalyan atasözünün az ve öz bir şekilde ifade ettiği gibi, “Yatak yoksulun operasıdır”. Benzer biçimde söylersek, cinsel zevk Hindu’nun şarkısı, şarap da Fars’ın izlenimciliğidir. Bunun nedeni elbette, cinsel birleşme deneyiminin ve sarhoşluk deneyiminin, manzaralar da dahil olmak üzere bütün görsel deneyimlerin karakteristik özelliği olan temel başkalaşmanın birer parçası olmalarıdır.

Eğer herhangi bir zamanda insanoğlu bir eylem türünden tatmin oluyorsa, o zaman şu anlaşılmalı ki, bu tatmin edici eylemin gözlemlenmediği dönemlerde buna eşdeğer bir başka şey olmalıdır.

(9)

Cennet gibi görsel cehennemin de doğaüstü ışığı ve doğaüstü anlamlılığı vardır. Ama bu anlamlılık başlı başına bir dehşettir; ışıksa Tibet’in Ölüler kitabı’nın “dumanlı ışık”, Milton’un “gözle görünür karanlık” dediği ışıktır.

Zihinsel sağlık göreceli bir şeydir ve dünyayı Renee’nin gördüğü gibi gören, ama şu ya da bu şekilde tımarhanenin dışında yaşamayı beceren çok sayıda hayalci vardır. Onlar için, olumlu hayalciler için olduğu gibi, evren dönüştürülmüştür, ama daha kötüye. İçindeki her şey, gökyüzündeki yıldızlardan ayaklarının altındaki toza kadar her şey, anlatılamayacak derecede meşum ve iğrençtir, her olay nefret dolu bir anlamlılıkla yüklüdür, her nesne, içindeki mevcut dehşeti, sınırsız, her şeye kadir ve ebedi dehşeti açığa vurur.

Bu olumsuz olarak dönüştürülmüş dünya, zaman zaman edebiyat ve sanata da girebilmiştir. Van Gogh’un son dönem manzaralarında kıvranışlarını ve tehditlerini hissederiz.

Kafka’nın bütün hikayelerinin teması odur.

Çeşitli cehennem deneyimlerinde betimlenen cezalandırmaların çoğunun basınç ve sıkma cezaları olması kayda değerdir. Dante’nin günahkarları çamura gömülür, ağaç gövdelerine hapsedilir, buz kütleleri içinde dondurulur, taşlar altında ezilir. Cehennem (Inferna) psikolojik olarak gerçektir. Verdiği acıların çoğu şizofrenlerce ve uygun olmayan koşullarda meskalin veya liserjik asit alanlar tarafından yaşanmıştır.

Olumsuz duygular (güvenin eksikliği demek olan korku, nefret, kızgınlık veya sevgiyi dışarıda bırakan kötülük), hangi koşullarda ve hangi zaman diliminde gerçekleşmiş olursa olsun, görsel deneyimin dehşete dönüşeceğinin garantisidir. Riyakar erdemli bir insandır, ama erdemi olumsuz duyguyla uyum sağlayacak türdendir. Bu nedenle görsel deneyimlerinin keyifliden çok cehennemi olması beklenir.

Cennet cehennemi gerektirir ve “cennete gitmek” cehenneme inmekten daha fazla bir kurtuluş değildir. Cennet, sadece ilahi toprakların sıradan bireysel varlık düzeyinden daha açıkça görülebildiği bir gözetleme noktasıdır.

Eğer bilinç bedensel ölümden sonra hayatta kalıyorsa, o zaman her zihinsel deneyim alanında hayatta kalır; mistik deneyim alanında, keyifli görsel deneyim alanında, cehennemi görsel deneyim alanında ve günlük bireysel varoluş alanında.

Hayatta, keyifli görsel deneyim bile şekil değiştirme eğilimindedir, şayet fazla uzun sürerse. Birçok şizofrenin cennet mutluluğu yaşadığı zamanlar olmuştur, ama eğer günlük deneyimin bilinen sıradanlığına geri döneceklerse (meskalin alıcısının aksine), bunun zamanını bilememeleri gerçeği cennetin bile dehşet verici görünmesine neden olmaktadır.

Ama o her nedense dehşete düşmüş olanlar için cennet cehenneme, mutluluk korkuya, Berrak Işık “aydınlanma dünyası”nın nefret dolu ışıltısına dönüşür.

KAYNAKÇA

Algı Kapıları / Cennet ve Cehennem -

The Doors of Perception

(*) Aldous Huxley

İngilizce Aslından Çeviren: Mehmet Fehmi İmre İmge Kitabevi yayınları

1. Baskı: Mart 1995 – 2. Baskı: Aralık 2002 – 3. Baskı: Eylül 2009

(10)

(*)Aldous Huxley (1894-1963).

İngiliz yazar, şair, denemeci. 1923’ten sonra İtalya’da, 1930-1937 yılları arasında Güney Fransa’da yaşayan Huxley, 1937’den sonra ABD’ye gitmiş ve Kaliforniya’ya yerleşmiştir. 1954 yılında yayınlandığında geniş yankılara yol açan The Doors of Perception (Algı Kapıları) “beat kuşağı”nın başucu eserlerinden, kitabın adı ise “The Doors” grubuna esin kaynağı olmuştur.

(11)

EK I

Yedi birim oksijen ve üç birim karbondioksidin meydana getirdiği (tamamen zehirsiz) bileşim; bunu içlerine çekenlerde Meduna tarafından ayrıntılı olarak anlatılan belli fiziksel ve psikolojik değişimler ortaya çıkarmaktadır. Bu değişiklikler arasında en önemlisi, konumuz gereği gözler kapalı olduğunda “bir şeyler görme” yeteneğindeki belirgin artıştır.

Nefesin uzun süre tutulması akciğerlerde ve kanda karbondioksidin fazlaca yoğunlaşmasına yol açar; karbondioksit yoğunluğunun artması da beynin indirgeme filtresi olarak etkinliğini azaltır ve hayali veya mistik deneyimlerin bilince girmesine izin verir.

Yüksek eğitimli olmadıkları takdirde şarkıcılar aldıklarından daha fazla nefes verme eğilimindedirler. Sonuç olarak akciğer havasındaki ve kandaki karbondioksit yoğunlaşması artar ve beyin indirgeme filtresinin etkinliği azaldığı için hayal deneyimi mümkün hale gelir.

Bu da büyü ve dindeki o sonsuz “boş tekrarlar”ın nedenini açıklar. Şifacının, Şaman’ın şarkı söylemesi, Hıristiyan ve Budist keşişlerin sonsuz ilahileri ve sutra (vecize) okumaları, vaizlerin saatlerce bağırıp çağırmaları-dini inanç ve estetik geleneğin bütün farklılıkları bir yana, bütün psikokimyasal-fizyolojik etkileme biçimleri aynıdır. Akciğer ve kanda karbondioksit yoğunluğunu artırmak ve böylece beynin indirgeme filtresinin etkinliğini, biyolojik olarak yararsız malzemenin geçişine elverecek denli azaltmak; bu, bağıranlar, şarkıcılar ve vaizler farkında olmasalar da her zaman büyülerin, mezmurların, ilahilerin ve sutraların gerçek amaç ve anlamı olmuştur.

Üst bilince giden yol alt bilinçten geçiyor ve alt bilince giden yol, en azından yollardan biri de tek tek hücrelerin kimyasal süreci içinden geçiyor.

Bir elektronik flaşın önünde gözleri kapalı oturmak oldukça tuhaf ve büyüleyici bir deneyimdir. Flaş açılır açılmaz en parlak renkler içinde şekiller belirmeye başlar. Flaş saniyede on ile on dört-on beş kez parlıyorsa, şekillerdeki hakim renk turuncu ve kırmızı olur.

Flaş hızı saniyede on beşi geçince yeşil ve mavi renkler hakim olmaya başlar. On sekiz veya on dokuzdan sonra şekiller beyaz ve gri renk alır.

(12)

EK II

Batı dünyasında hayalciler ve mistikler eskiye oranla oldukça azaldılar. Bu durumun iki ana nedeni var-biri felsefi, bir de kimyasal.

Beyin kimyanın kanunlarına tabidir ve deneyimler göstermiştir ki gövdenin normal kimyası (biyolojik anlamda) değiştirilerek Büyük Bilinç’in gereksiz olguları (biyolojik anlamda) için geçirgen hale gelmesi sağlanabilir.

Atalarımız yılın hemen hemen yarısında hiç meyve ve yeşil sebze yemiyorlardı, sadece çok az tereyağı veya taze et ve birkaç yumurta yiyebiliyorlardı.

Her ilkbahar başlangıcında çoğu, C vitamini eksikliği nedeniyle hafif veya ağır iskorbüt hastalığından, B vitaminlerinin eksikliği nedeniyle de pellegra illetinden mustariptiler. Bu hastalıkların yıkıcı belirtilerine, onlardan daha az yıkıcı olmayan psikolojik belirtiler eşlik ediyordu.

Sinir sistemi gövdenin diğer dokularına göre daha duyarlıdır; bu nedenle vitamin eksiklikleri genellikle, en azından gözle görülür bir şekilde deri, kemikler, mukoza, kaslar ve iç organları etkilemeden önce zihinsel yapıyı etkilemektedir. Yetersiz beslenmenin ilk sonucu, biyolojik hayatta kalma aracı olan beynin performansının azalmasıdır. Yetersiz beslenen insan kaygı, depresyon, melankoli ve korku duygularına daha yatkındır.

Aynı zamanda hayaller görmeye de yatkındır, çünkü beyin indirgeme filtresinin etkinliği azaltılınca (biyolojik anlamda) Büyük Bilinç’teki birçok yararsız malzeme bilince akmaktadır. Gövdenin zayıf düşmesi bir sürü istenmeyen ruhsal belirtiler üretebilir, ama aynı zamanda varlığın, bilginin ve mutluluğun aşkın dünyasına bir kapı da açabilir.

Bedenin vitaminlerle beslenmesiyle ilgili olarak, ortaçağdaki her kış uzun ve zoraki bir oruç anlamına geliyordu; bunu da kırk günlük gönüllü bir perhiz izliyordu. Paskalya Haftası, inananları, uygun vicdan azapları ve yeniden dirilen İsa ile özdeşleşmek için gerekli olan tümüyle kendini verme gibi bu mevsimin gerektirdiği şiddetli acı ve sevinç boşalımları için, gövde kimyası açısından oldukça iyi hazırlanmış bir şekilde buluyordu. Yüksek dini heyecan ve alçak vitamin girdisinin hakim olduğu bu mevsimde vecitler ve hayaller neredeyse gündelik şeylerdi. Zaten beklenen de buydu.

Yüksek bir maneviyat kazanmak isteyen insanların, nefislerini öldürmek için başvurdukları tek fiziksel yöntem oruç tutmak değildi. Çoğu kendi üzerinde düzenli olarak düğümlü deri kırbaçlar, hatta demir teller kullanıyordu. Bu kırbaçlamalar uyuşturulmadan yapılan çok ağır bir ameliyata eşdeğerdi ve tövbekarın gövde kimyası üzerindeki etkileri oldukça büyüktü. Kırbaç her şakladığında büyük miktarlarda histamin ve adrenalin salgılanıyordu ve açılan yaralar iltihaplanmaya başladığında protein çözülmesi sonucu ortaya çıkan çeşitli zehirli maddeler kan dolaşımına katılıyordu. Ama histamin şok üretir ve bu şok da zihni gövdeden daha az derin etkilemez.

Dahası, büyük miktarlardaki adrenalin halüsinasyonlara neden olabilir ve bunun çözülmesi sonucu ortaya çıkan bazı maddelerin şizofrenik belirtilere benzeyen belirtilere neden oldukları bilinmektedir.

(13)

EK III

Birçok şizofren zamanlarının çoğunu, ne yeryüzünde ne gökyüzünde ne de cehennemde geçirirler, bilakis hayaletlerin ve gerçekdışılıkların gri, gölgeli dünyasındadırlar hep. Bu tür hastaların başına gelen bu şey, daha düşük ölçüde olmakla birlikte, daha hafif bir akıl hastalığı çeken nevrotiklerin de başına gelmektedir.

Canlılar için cennet, cehennem ve zindanın kapıları açılmıştır, ama “kocaman, madeni anahtarlar”la değil, kanda bir dizi kimyasal bileşimin var olması ve diğer bir dizi bileşimin de eksik olmasıyla.

Ölümden sonraki hayata dair fikirler tarihi, gerçek bir gelişime işaret eder; teolojik terimlerle Hades’ten Cennet’e geçme, kimyasal terimlerle adrenolutin yerine meskalin ve liserjik asit verilmesi ve psikolojik terimlerle katatonya ve gerçekdışılık duygularından kurtulup görüntüdeki yükseltilmiş gerçeklik duygusuna varış ve son olarak da mistik deneyim olarak tanımlanabilecek bir gelişmedir bu.

Referanslar

Benzer Belgeler

Toplantıya, her iki takım temsilcilerinden başka, Maçın, Dördüncü Hakemi, Resmi Güvenlik Amiri, Güvenlik ve Akreditasyon Sorumlusu, İlk Yardım Sorumlusu,

Dini kendi çıkarları için kullanan mekanizmanın varlığı ve amaçları tespit edilmekte, kendi özgürlüklerinin gereksinimi olarak gücü elde etmeleri ve bunun için

Serum kolesterol seviyesi %30 sorgum yedirilen grupta önemli derecede yüksek iken, %40 ve 50 sor- gum verilen grupta düşük olarak tespit

ARAŞTIRMA TRIANGLE PARK, NC -- ABD Ordusunun uzun ömürlü güç ve savaşçılar için pil ihtiyacında karşı karşıya olduğu boşluğu ele alma çabalarının bir parçası

Teknik olarak Euro, Dolar karşısında orta vadeli yükseliş trendi sürmekle birlikte kısa vadeli 1.2200'deki önemli direncini yukarı yönlü kırdı.. Teknik

Huxley, ‘ABD’nin geleceği dünyanın geleceğidir’ yollu mahzun kehanetini 1920’lerde birkaç yerde daha dile getirmişti ve kocaman gökdelenleri, dolar ekonomisi,

TCMB, bu ayki notta enflasyona ilişkin olarak gıda fiyatlarına dair bir söylemde bulunmazken, 2015 yılında düşmesi beklenen enflasyonun özellikle yılın ilk yarısında

ABD tarafından açıklanan verilere baktığımızda birinci el ve ikinci el konut satışları, çekirdek dayanıklı mal siparişleri ve kişisel gelirler verilerinin beklenti