• Sonuç bulunamadı

Türk romanında kent ve kentlileşme eğilimleri

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Türk romanında kent ve kentlileşme eğilimleri"

Copied!
72
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

SOSYOLOJİ ANABİLİM DALI

TÜRK ROMANINDA KENT VE

KENTLİLEŞME

EĞİLİMLERİ

Aziz Behlül AKBOĞA

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Danışman

Doç. Dr. Köksal ALVER

(2)
(3)

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

SOSYOLOJİ ANABİLİM DALI

TÜRK ROMANINDA KENT VE

KENTLİLEŞME

EĞİLİMLERİ

Aziz Behlül AKBOĞA

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Danışman

Doç. Dr. Köksal ALVER

(4)

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ

Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

BİLİMSEL ETİK SAYFASI

Bu tezin proje safhasından sonuçlanmasına kadarki bütün süreçlerde bilimsel etiğe ve akademik kurallara özenle riayet edildiğini, tez içindeki bütün bilgilerin etik davranış ve akademik kurallar çerçevesinde elde edilerek sunulduğunu, ayrıca tez yazım kurallarına uygun olarak hazırlanan bu çalışmada başkalarının eserlerinden yararlanılması durumunda bilimsel kurallara uygun olarak atıf yapıldığını bildiririm.

(5)

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ

Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

DOÇ. DR. KÖKSAL ALVER Başkan PROF. DR. YASİN AKTAY Üye DOÇ. DR. MUSTAFA AYDIN Üye

YÜKSEK LİSANS TEZİ KABUL FORMU

Aziz Behlül Akboğa tarafından hazırlanan Türk Romanında Kent ve Kentlileşme Eğilimleri başlıklı bu çalışma 12/11/2009 tarihinde yapılan savunma sınavı sonucunda Oybirliği/ oyçokluğu ile başarılı bulunarak, jürimiz tarafından yüksek lisans tezi olarak kabul edilmiştir.

(6)

ÖNSÖZ

Bu çalışma Türk romanında kent ve kentlileşme eğilimlerini irdelemeyi hedeflemiştir. Bu bağlamda Türk edebiyat dünyasından dört farklı roman seçilmiş, kent ve kentlileşme tanımları yapıldıktan sonra bu kavramların toplumsal yapıda var olan yansımaları ortaya konmuştur. Bu yansımaların romanda nasıl bir şekilde vücut bulduğu, ne şekilde konu edinildiği tercih edilen romanlar üzerinde tespit edilmeye çalışılmıştır. Çalışmamızın sonucunda görmekteyiz ki, roman özelinde edebiyatın sosyolojik okuması yapıldığında bizi toplumsal durumlar, olgular hakkında bilgi sahibi yapmaktadır.

İlk olarak çalışmamın başlangıcından sonuna kadar bana rağmen benim yanımda olan, yardımlarını ve anlayışını eksik etmeyen danışman hocam Doç. Dr. Köksal ALVER’ e teşekkür ederim. Ortaya koydukları yapıcı eleştiriler ve verdikleri fikirler dolayısıyla hocalarım Prof. Dr. Yasin AKTAY ve Doç. Dr. Mustafa AYDIN’ a teşekkür ederim.

Son olarak desteklerini her zaman yanımda hissettiğim aileme, benim her zaman en az ailem kadar yanımda olan ve çalışmamın bitimine kadar benden desteklerini esirgemeyen dostlarım Ahmet Burak Arslantürk’e, Cihad Özsöz’e teşekkür ederim. Daima yanımda olan, bana inanan ve başarıya inandıran nişanlım Nurcan Yıldırım’ a ayrıca teşekkürü bir borç bilirim.

(7)

ÖZET

Kent, özellikle modern dünyanın en önemli yaşam alanıdır. Onu önemli kılan birçok faktör mevcuttur, bu faktörlerin en önemlileri ise onun kültür ve medeniyet oluşumundaki göz ardı edilemeyecek etkinliğidir. Kent, kültürün doğduğu, kendisini geliştirdiği, yaşattığı mekandır. Her kentin kendisine has kültürü mevcuttur, ancak bu durum modern dünyada, küreselleşme başta olmak üzere birçok faktöründe etkisiyle tek bir kent kültürünün oluşumuna doğru yol almaktadır. Kent kültürü kavramını kullandığımız zaman bu kavramı somutlaştırabilmek için ele alacağımız belli başlı kavramlar mevcuttur. Kent, kentleşme, kentlileşme gibi kavramlar bunların en önemlileridir. Çalışmamızın kapsamı gereği bu kavramların toplumbilimsel açıdan tanımları yapılmaya çalışılmıştır. Kentlileşme en basit anlamda eski kültürün yerine yeni kültürün benimsenmesidir, diğer bir ifadeyle bir kültür değişimi olgusudur. Kentlileşme sürecinin doğurduğu olumlu olumsuz birçok sonuç vardır. Bu sonuçlar daha çok bireyde meydana gelen değişimleri konu edinen sonuçlardır. Kentte yaşamını devam ettiren bireyin yaşama biçimini, ilişki biçimini, aile ilişkilerini, ekonomik ilişkilerini, toplum ile olan ilişki biçimlerini belirleyen bu kentlileşme kavramıdır.

Çalışmamızda kent ve kentlileşme olgularının ortaya çıkardıkları sonuçları, insan ve toplum üzerindeki etkilerinin yansımalarını bir edebi tür olan roman üzerinde nasıl konu edindiğini irdelemeye çalıştık. Türk romanında kentin nasıl ele alındığına, kentsel hayat tarzlarının ne şekilde anlatıldığına değinmeye çalıştık. Türk romanındaki kent ve kentlileşme eğilimini tespit etmeye çalışırken dört romanı irdeledik. Bunlar Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam, Orhan Kemal’in Gurbet Kuşları, Sevgi Soysal’ın Yenişehir’de Bir Öğle Vakti adlı romanlarıdır. Görmekteyiz ki, bir edebi tür olan romanın sosyolojik okuması yapıldığında toplumla, bireyle ve bireyin toplumla ilişkisi bağlamında pek çok sonuca varılmaktadır.

(8)

ABSTRACT

The city is the most important domain of life in the modern world. There are many factors that render the city important. Among those the impact of the city in the formation of culture and civilization is the most crucial one. The city is the place where the culture is born, developed, and maintains itself. Every city has its own unique culture; however, in the modern world a process through which only one city culture forms has been taking place as a consequence of many factors such as globalization.

There are particular concepts that are used to operationalize the concept ‘city culture.’ City, urbanization, and being urbanized are the most important ones of those. For the scope of this research these concepts were sociologically defined. Being urbanized in the simplest sense is the replacement of old culture with a new one; in other words, it is a kind of cultural change. There are both positive and negative consequences of the process of being urbanized. These consequences mainly include those that are relevant to the changes in the individual, including his life style, interpersonal relations, family relations, economic relations and social relations in the process of being urbanized.

In this research I investigated the consequences of the urbanization and being urbanized and how the impacts of these processes were treated in the novels. In other words, I looked at how the city and city life are narrated in Turkish novels. To do so I analyzed four novels. These include Yaban by Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Aylak Adam by Yusuf Atılgan, Gurbet Kuşları by Orhan Kemal, and Yenişehir’de Bir Öğle Vakti by Sevgi Soysal. I showed that through a sociological investigation of the novel as a literary genre it is possible to reach many conclusions about the individual and his relations with society.

(9)

İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ ... I ÖZET ... II ABSTRACT ... III İÇİNDEKİLER ... IV GİRİŞ ... 1

BİRİNCİ BÖLÜM: TÜRK ROMANINDA KENT ANLATISI ... 3

1.1. ROMAN VE KENT İLİŞKİSİ ... 3

1.2. TÜRK ROMANINDA KENT ANLATISI ... 5

1.3. TÜRK ROMANINDA KENT VE KENTLİLEŞME ... 6

1.4. KENTSEL HAYAT TARZLARI VE ROMAN ... 11

1.5. KENTLEŞME SORUNLARI VE ROMAN ... 15

İKİNCİ BÖLÜM: TÜRK ROMANINDA KENTLİLEŞME ... 21

2.1. KENTLİLEŞME:KENTLİ VE ŞEHİRLİ OLMAK ... 21

2.2. TÜRK ROMANINDA KENTLİLEŞME SORUNSALI ... 25

2.3. ARAŞTIRMAYA ESAS ALINAN ROMANLAR ... 26

2.4. ROMANLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ ... 27

2.4.1. Yakup Kadri Karaosmanoğlu: Ankara ... 27

2.4.1.1. Kentlileşememe ... 28

2.4.1.2. Sınıfsal Ayrım ... 29

2.4.1.3. İlişki Biçimleri, Yaşayış Tarzı ... 31

2.4.2. Yusuf Atılgan: Aylak Adam ... 34

2.4.2.1. Yabancılaşma ... 35

2.4.2.2. Yalnızlaşma ... 40

2.4.2.3. Aile İlişkileri ... 40

2.4.3. Orhan Kemal: Gurbet Kuşları ... 42

2.4.3.1. Kentlileşme Sorunları ... 42

2.4.3.2. Kentli Olmanın Unsurları ... 45

2.4.3.3. Kentli-Köylü Karşılaştırması ... 46

2.4.3.4. Aile İlişkileri ... 50

2.4.4. Sevgi Soysal: Yenişehir’de Bir Öğle Vakti ... 50

2.4.4.1. Uzmanlaşma-Yabancılaşma ... 51

2.4.4.2. Farklılıklar ve Farklılıklaşma ... 52

2.4.4.3. Kentlileşme ... 54

SONUÇ ... 58

(10)

GİRİŞ

Dünya üzerinde var olmuş en iptidai toplumlardan modern toplumlara kadar insan topluluklarının yaşadığı, kendisini ürettiği ve medeniyetler kurup devam ettirdiği mekân, kent olagelmiştir. Kentler yapıları itibariyle medeniyetleri etkilemiş, medeniyetler de kentin yapısını etkilemiştir. Bu işteş yapı içerisinde toplumların kültürel yapılarının, toplumu oluşturan bireylerin yaşayışlarının, ilişki biçimlerinin ve değerlerinin oluşumunda kent etkin bir yapı olarak karşımıza çıkmıştır.

Kentin bu ayırt edici aktif kimliğini belirttikten sonra onunla alakalı temel kavramları da açıklamakta fayda olacaktır. Bunların en önemlileri kentleşme ve kentlileşme kavramlarıdır. Çalışmamızın kapsamı gereği ele alacağımız bu iki kavram bizim çıkış noktalarımız olmuştur.

Türk edebiyat dünyasına 19.yüzyılda giren roman, çıktığı dönemin siyasal, kültürel ve toplumsal yaşamları bakımından önemli bir ayırt edici unsur haline gelmiştir. Tanzimat döneminin hemen sonrasında ilk örnekleri verilen roman, sadece bir edebi tür olmakla kalmamış, yazıldığı dönemi anlamlandırmak için bir araç olarak kullanılmıştır. Romanın bu araçsallığı onu, bizim sosyolojik okumalarla çeşitli sonuçlar çıkaracağımız bir tür olarak karşımıza çıkarmaktadır.

Bu bağlamda çalışmamızın birinci bölümünde kent, kentin unsurları, roman ve romanın yapısında var olan kent olgusu incelenmektedir: Kent roman içerisinde bir mekân olarak kullanılmaktadır. Ama temelinde bir mekan olarak kullanılmasının yanında insanı, insanlar arasındaki ilişkiyi, insanın toplumla arasındaki ilişkiyi anlatabilmek için roman kenti kendisine mekan edinmektedir. Bu ilişkiyi en iyi şekilde kent ışığını romana tutarak anlayabiliriz. Çünkü roman, ortaya çıkış şartlarından da anlaşılabileceği gibi toplumsal alanla alakalıdır.

Türk romanında kent, Tanzimat döneminin de etkisiyle medeniyet değişimi bağlamında ele alınmıştır, diğer bir deyişle doğu-batı ayrımının belirtilmesi bağlamında mekan edinilmiştir. Bu durum Cumhuriyet’in ilanından sonraki toplumsal, siyasal değişimlerle birlikte farklı bir boyut kazanmıştır. Bu dönemde yaşanan aşırı kentleşme kent ve kentlileşmeyle alakalı bir takım sorunlarında

(11)

yaşanmasını beraberinde getirmiştir. Bu değişim ve sorunlar romana da yansımış, Cumhuriyet’ten sonraki romanlarda kent, kentleşme, kentlileşme gibi kavramlar ve bu kavramların ortaya çıkardığı sorunlar üzerinde durulmuştur.

Kentin Türk romanındaki bulunuş şeklindeki değişiklikten sonra, kent ve kentlileşme olguları karşılığını bulmaktadır. Bu bağlamda da kent ve kentlileşme kavramları tanımlanmış, Türk romanından farklı örnekler verilmiştir. Kentleşme ve kentlileşmenin kendine has insan tipleri, yaşayışları, özellikleri belirtilmiştir. Romanın kenti mekan edinirken ki temel amacı, kentteki insan ve insan ilişkileriyle ilişkilendirilmiştir

Kent, kentleşme, kentlileşme kavramlarının farklı disiplinler açısından tanımları yapılmıştır. Bu tanımlardan yola çıkarak çalışmamızın sınırlar çerçevesinde kentleşme sorunlarından ne anlaşıldığı açıklanmıştır. Son olarak tüm bunlar roman ile ilişkilendirilerek bir sonuca varılmıştır.

İkinci bölümde ise ilk olarak kentlileşme kavramı üzerinde durulmuştur. Kavramın toplumbilimsel açıdan farklı tanımları yapılmıştır. Kentli insanın özellikleri, ilişki biçimleri, yaşam biçimleri, sosyo-ekonomik yapısı üzerinde durulmuştur.

Kentlileşme kavramı ayrıntılı bir şekilde irdelendikten sonra, kavramın Türk romanında bir sorunsal olarak nasıl yer aldığı üzerinde durulmuştur. İkinci bölümün son kısmında ise Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Ankara adlı romanını, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam adlı romanını, Orhan Kemal’in Gurbet Kuşları adlı romanını, Sevgi Soysal’ın Yenişehir’de Bir Öğle Vakti adlı romanını kullanarak çalışmamızın buraya kadar olan bölümlerinde kullandığımız kent, kentleşme, kentlileşme gibi kavramların yansımalarını analiz etmeye çalıştık.

(12)

BİRİNCİ BÖLÜM: TÜRK ROMANINDA KENT ANLATISI 1.1. ROMAN VE KENT İLİŞKİSİ

Türk roman yazınında kent anlatısını belirleyebilmek için öncelikle Türk romanının çıkışı hakkında bilgi sahibi olmak, kentin romanda ne amaçla kullanıldığını, bir roman mekanı olarak kent üzerinden okuyucuya ne tür mesajlar verilmek istendiğini, kent genelinde insan yaşamını anlamak bakımından faydalı olacaktır. Modern bir edebi tür olan romanın Türkiye’deki doğuşundan bahsederken, Türk tarihindeki modernleşme hareketi olan Tanzimat dönemine değinmek kaçınılmaz olacaktır.

“Türk romanının kökenleri üzerine yapılacak herhangi bir tartışmayı, kendisini doğuran toplumsal, entelektüel, hatta siyasal ortamdan ayırarak yürütmek imkânsızdır. Romanın bir edebi tür olarak 19. yüzyılın son çeyreğinde Türkiye’ye girişi, Osmanlı İmparatorluğu’nun Tanzimat diye bilinen geç döneminde meydana gelen kültürel ve kurumsal dönüşümlerin önemli bir aşamasını oluşturan başlıca edebi yeniliklerin bir parçasıydı. Bu dönemde romanın kendini gösterişi, eğitim reformlarının, Türk okur kitlesini Batılı ülkelerin yönetim ilkeleri ve maddi ilerlemeleri hakkında bilgilendirecek olan yeni cins bir intelijensiyanın yükselişinin, buna bağlı olarak, gün geçtikçe çoğalan tercümelerin ve Türkiye’de özel şahısların sahip olduğu gazetelerin oluşturduğu bir basın camiasının şekillenmesinin ardından gerçekleşmiştir.” (Evin, 2004: 1-3) Tanzimat ile birlikte bir değişime uğrayan Türk yazın ve edebiyat dünyası yeni bir intelijensiyanın ortaya çıkmasıyla yeni bir edebi türü meydana getirmiştir. Bu bağlamda romanın edebiyat dünyamızda ortaya çıkışı Avrupa’da ortaya çıkışından farklılıklar göstermektedir. Moran bu noktayı şöyle açıklamaktadır: “ Bizde roman, Batı’da olduğu gibi feodaliteden feodalizme geçiş döneminde burjuva sınıfının doğuşu ve bireyciliğin gelişimi sırasında tarihsel, toplumsal ve ekonomik koşulların etkisi altında yavaş yavaş gelişen bir anlatı türü olarak çıkmadı ortaya. Batı romanından çevirilerle ve taklitler başladı, yani Batılılaşmanın bir parçası olarak Şemsettin Sami, Namık Kemal, Ahmet Mithat gibi romanı ilk deneyen yazarlarımızın edebiyat ve roman ile ilgili yazılarını okuyacak olursak görürüz ki Avrupa edebiyatını ve romanını ileri bir uygarlığın işareti, kendi edebiyatımızı ve özellikle anlatı türündeki yapıtlarımızı da geriliğin bir işareti

(13)

sayarlar. Batı uygarlığını yalnızca sanayi ve teknikte ilerleme olarak görmüyor, maarifi ve edebiyatı ile bir bütün olarak inanıyorlardı.” (Moran, 2008:9)

Modernleşme, değişim, batı gibi kavramların sık sık kullanıldığı bir dönemde yeşeren bir edebi tür olan roman muhakkak ki, bu ortamdan etkilenmiş ve bu ortamı etkilemiştir. Bu çıkış noktasını da göz önünde bulundurarak Türk romanındaki kent anlatısını tespit etmeye başlayabiliriz. Bunun için ilk olarak kent ve roman arasındaki genel ilişkiye bir göz atmakta fayda var.

Adalet Ağaoğlu: “Bir kentin insan ruhundaki izleri asıl sanat izlerinde görülür. Bir romanın, şiirin ya da bir öykünün sayfalarına kentin ışığını tuttuğumuzda, kentin insan kılığına bürünmüş fligranı (şekli) da görülür” demektedir. (Sağlık, 2009: 312) Ağaoğlu’nun da ifade ettiği gibi bizim burada izlememiz gereken yol roman metnine kentin ışığını tutmamızdır. Kent, kentleşme, kentlileşme gibi kavramlarla alakalı durumu anlayabilmek için romanı bu kavramların temel yapılarıyla okumak daha doğru olacaktır. Peki, bir edebi tür olan romandan bu tür sosyolojik olgularla alakalı yorumlar çıkarmak bizi ne kadar sağlıklı sonuçlara götürecektir? Bu konuda Türkeş bilimsel bilgiden daha sağlıklı bilgileri romandan alacağımıza dair şunları söylemektedir: “Geçmiş hakkındaki bilimsel bilgilerimiz, bugün Türkiye’de yaşanan kentsel yarılmanın bir istisna değil bir kural olduğunu yeterince vurgulamıyor. Çünkü bu tarz bilgide, geçmişin ruhunu, atmosferini, insanların acılarını hissetmemize yarayacak imgeler yok. Sayılar, istatistikler, nüfus dağılımları, işçi ücretleri ve geçim standartları kaydedilmiş, insanların yeni yaşam tarzlarına olan tepkileri, çektikleri acılar, karşılaştıkları aşağılanmalar ve açlık sınırında gezinen yoksulluk, bilimin nesnesi olamamıştır. İşte bu yüzden, geçmişin imgesini yeniden canlandırmak için, sanata, edebiyata –en çok da romana- başvurmak neredeyse bir zorunluluktur.” (Türkeş, 2006: 23)

Kent ve özellikle modern kent, modern bir edebi tür olarak anılan roman için vazgeçilmez bir mekândır. “Kentsel mekânlarda dolaşan romanın gözü mekânlarda dolaşır belki ama görmek istediği insandır yani hayattır. Mekâna yansıyan, mekânı var eden insanın hikâyesinin peşindedir roman. (Alver, 2009: 68–69) Romanda anlatılan modern kent ve kent özelinde kentli insanın yaşayış biçimi ve bu biçimlerin insanda meydana getirdiği güzellikler veya kötülüklerdir. Kent onun için

(14)

vazgeçilmez bir mekândır. Çünkü roman yukarıda Türkeş’inde ifade ettiği gibi insanların, yaşadıkları zamandaki duygularını en iyi anlayacağımız temel kaynaklardan bir tanesidir, belki de en önemlisi.

Romandan yola çıkarak toplumsal olanla alakalı birçok sonuç çıkarabiliriz. Bu durumla ilgili Alver şunları ifade etmektedir. “Yeni/modern bir edebi tür olan romanın kente ilgisi, kendisiyle ilgilidir bir bakıma. İddiası modern kentle birlikte kendi kimliğini bulduğu yönündedir. Aynı zamanda yeni bir toplumsal tabaka olan burjuvazi ile ilgisinden ötürü de roman kentle örtüşmektedir. Bu yüzden romandan söz etmek bir anlamda kent ve kent ilişkilerinden söz etmektir. Yüzü kente dönüktür romanın çoğunlukla. Roman kente uğrar ve sanki bunun kendini gerçekleştirme adına zorunlu olduğunu bilir. Kente uğramadan romanın süreklilik kazanması, hayatın değişik uçlarını yakalayabilmesi pek mümkün değildir. Bu yüzden roman, sürekli kentte dolaşır durur. Kentle örtüşür, kentle örtünür. Kenti, kendisinin kaderi ve ana yatağı bilmesi bundandır.” (Alver, 2009: 67) Roman için modern kent mekân bağlamında vazgeçilmezdir. Sosyolojik bir düzeyde yapılacak olan roman okuması, kent ve kentle alakalı kavramları anlamlandırabilmek için faydalı olacaktır.

1.2. TÜRK ROMANINDA KENT ANLATISI

Lefebvre, “Mekân toplumsal süreçlerin aynı anda hem ortamı hem de ürünüdür” derken, medeniyetin mekânları şekillendirmesinden ve bu şekillerin daha sonra birer medeniyet taşıyıcısına dönüşmesinden söz eder. Buna göre her mekânı belirli bir toplumsal durumun göstergesi olarak ele almak mümkündür. (Elçi, 2003: 18) Türk romanındaki kent anlatısını bir medeniyet değişimi sorunsalı bağlamında okumanın doğru olacağını düşünüyoruz. Lefebvre’nin belirttiği gibi mekan medeniyet tarafından şekillendirilir ve daha sonra mekan medeniyeti şekillendirir. Türk romanı da bir medeniyet değişimi sürecinde ortaya çıkmıştır, bu süreç toplumsal hayattaki her unsura olduğu gibi kente de etki etmiş, onu dönüştürmüştür.

Türk romanının ilk dönemlerinde kent yukarıda bahsettiğimiz medeniyet değişiminin bir yansıması şeklinde ele alınmış, doğu-batı ikilemi kente ikili bir yapı şeklinde yansımıştır. “Toplumun farklı kesimlerinin farklı mekânlar içerisinde, ekonomik ve siyasal gelişmenin bir eleştirisi olarak anlatıldığı Batı romanını taklit

(15)

eden Osmanlı-Türk romanı, mekânsal farklılaşmayı başka bir eleştirinin, Doğu-Batı karşıtlığının ve kimlik sorunun bir sembolü olarak kullandı.” (Türkeş, 2006: 24) Tabi durumun böyle olmasında Tanzimat döneminde yaşanılanların çok büyük etkisi vardır. Var olan bu ikili yapının toplumdaki birçok unsura etkisi olmuştur. Bunların arasında toplumsal tabakalaşma, aile yapısı, ekonomi, sanat ve kent gösterilebilir. Sonuç olarak toplumsal durumların yansımalarını içerisinde bulunduran romanda kent, bir doğu-batı ikilemini anlatmak üzere, mekân bağlamında kullanılmıştır.

Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra romandaki kent anlatısı ise şu şekilde değişmiştir: “Mekânsal farklılıklarla temsil edilen ilk dönemim Doğu-Batı karşıtlığının yerini, yine mekânda somutlanan ezen-ezilen ya da işçi-burjuva çiftine terk ettiği bu yıllarda, hem köyü hem de kentteki yeni mekânları gündeme getirenler olmuştu.” (Türkeş, 2006: 24–25) Bunun temel sebebi ise Cumhuriyet ile birlikte kent yapısında meydana gelen değişimdir. Diyebiliriz ki Cumhuriyet’in ilanından sonraki dönemde romana mekân olan kent doğu-batı ikileminden ayrılmış, daha çok kentli-köylü, sınıfsal veya ekonomik düzeye göre yeniden şekillenmiştir.

Sonuç olarak Türk romanının ilk dönemlerinde mekân olarak kullanılan kent doğu-batı ekseninde ikili yapıyı belirtmek adına kullanılıyordu. Daha sonraları modern kent oluşturma çabalarıyla birlikte durum değişmiş kent, kentli-köylü, tabakalaşma, ekonomi v.b kıstaslar temel alınarak romana mekân edinilmiştir.

1.3. TÜRK ROMANINDA KENT VE KENTLİLEŞME

“Stendhal, romanın sokakta gezdirilen bir ayna olduğunu söyler.” (Elçi, 2003: 20) Kenti, kentteki sokakları mekan edinen romanın, bu mekan edinme sürecindeki temel amacı kentte var olan insanlar ve bu insanların arasındaki ilişki biçimlerdir. Bu durum bizi ister istemez kent ve onun içerisinde var olan insan ilişkilerini, hayat tarzlarını ifade eden kentlileşme kavramlarına götürür.

Osmanlı toplumunda Tanzimat ile birlikte meydana gelen ikircikli bir yapı ortaya çıkmıştır. Doğu- batı ekseninde varlığını sürdüren bu yapı tezahürlerini daha çok kültürel bağlamda göstermiştir. Dolayısıyla toplum yapısında o güne dek hiç olmayan bir şekilde kültürel bir tabakalaşma görülmüş, bir bakış açısına göre, ‘batılı gibi’ olan taraf batıyı temsil etmiş ve batılı olmayana karşı bir üstünlük kurmuştur.

(16)

Diğer bir bakış açısına göre durum tam tersi bir özellik taşımaktadır, batı kültürünü düstur edinenler aşağılık duruma düşmeye, zavallı karakterler olmaya mahkûm duruma gelmişlerdir. Bu yapıda önemli olan iki kültürü de kendi içinde harmanlayıp muasır medeniyetler seviyesine ulaşmaktı.

Roman ise Osmanlı toplumundaki ilk örneklerini Tanzimat’la birlikte ortaya koymuştur. Bu ilk örnekler batıdan çeviri romanlar şeklinde olmuş, daha sonra telif romanlar yazılmıştır. İşte bu ilk romanlar yukarıda söylediğimiz kültürel ortamda ortaya çıkmışlardır. Yazıldığı dönemin sosyal olaylarını konu edinen romanın, kenti bu bağlamda mekan olarak edindiğini söyleyebiliriz. Sonuç olarak Cumhuriyet’e kadar olan Türk romanında kent doğu-batı ikileminde ifade bulmuştur.

Buraya kadar anlattığımız süreci Elçi şu şekilde ifade etmektedir; “Tanzimat’ın şehir yapısına en önemli etkisi, geleneksel Osmanlı mahallesindeki çözülmeyi başlatmasıdır. Osmanlı mahallesinin sınırları dini ve etnik niteliklere göre belirlenmiştir. Tanzimat Fermanı’nın farklı din ve etnik kültürlere ait mahallelere yerleşme izni sağlamasından sonra batılılaşma heveslisi ailelerin gayrimüslimlerin yaşadığı Galata-Pera gibi bölgelere kayması Osmanlı mahalle bütünlüğündeki ilk çatlak olur.” (Elçi, 2003: 78–79)

19. yüzyılda batıya olan yönelme sadece kentin kültürel yapısında değil yapı ve ev içi yaşamda da etkisini gösterdi. “İmparatorluk’un batıya yoğun bir şekilde yöneldiği 19.yüzyılda diğer alanlarda olduğu gibi mimaride de batılılaşmanın etkisi artar. Buna bağlı olarak evlerin sadece cephe görünümleri değil, iç yapısı, eşyası ve daha da önemlisi, yaşama gelenekleri değişime uğrar.” (Elçi, 2003: 73)

Zamanla mekan ve sosyal yapıdaki değişimin kente bir çok yansıması olmuştur. Şehrin ayrışma noktalarının nitelikleri değişmiş, bu değişen durum eski yapıyla uyumsuzluk içerdiğinden yeni sorunların ortaya çıkmasına neden olmuştur: “Şehrin servete ve hayat standardına göre ayrışması, bir kaynaşma mekanı olan Osmanlı mahallesinin en belirleyici niteliğini de ortadan kaldırır. Mekandaki farklılaşmayı sosyal statü ve gelir farkından çok, dini-etnik ayrımın belirlediği İstanbul’un Müslüman mahallelerinin en tipik özelliği, ister büyük konaklarda ister orta halli esnaf evlerinde olsun insanların aynı dünya görüşünde birleştikleri homojen bir dünya kurmalarıdır.” (Elçi, 2003: 79)

(17)

Cumhuriyet ile birlikte roman anlatısında da önemli değişiklik olmuştur. Aslında yine mekan kenttir ancak kentte anlatılan insan ilişkileri farklılaşmıştır. Artık mekanların farklılaşmasında, anlatılmak istenilen ve verilmek istenilen mesajlardaki değişim göze çarpmaya başlamıştır. “Modernleşme süreci şehir hayatının bütünlüklü toplumsal dokusunu uzun süredir ayrıştırmakta, eski hayatın tanımadığı tabakalanma, toplumsal yapıda piramitleşmeye yol açmaktadır.” (Coşkun, 2009:332) Bu yeni tabakalanma içerisinde modern mimari oluşturma, yeni kentler meydan getirme süreci içersinde yeni kavramlar kullanılmaya başlanmıştır. Bunlar, kentlileşme, kent hayatı, metropol yaşamı, mekansal farklılaşma, apartman, villa gibi kavramlar. Sosyal yaşamdaki yeni tanınan bu kavramlar tabi ki romanda da hayat buldu ve roman bu kavramlarla alakalı her sosyal yansımayı kendisine konu edindi.

Zamanla romana konu olmaya başlayan kent ve kentlileşme kavramları, özellikle Cumhuriyet’ten sonra kendilerine yer bulmuşlardır. Bunun da en büyük sebebi Cumhuriyet’in modern toplum kurma yolundaki en büyük adımın modern kentler oluşturmadan geçtiğine dair olan düşüncesidir. “Modern mimari ve şehircilik, tanım gereği, yeni ve bütünüyle modern bir millet yaratmaya yönelik arzunun en güçlü görsel simgeleri olur. Bu anlamda mekan, her şeyden önce modernite için bir kimlik üretme alanıdır. Mimari, toplumun ekonomik ve kültürel yapısını, hayat standartlarını doğrudan doğruya yansıtan kuvvetli bir göstergedir.” (Elçi,2003: 173)

Tez çalışmamızın kapsamı gereği bizim burada üzerinde durmamız gereken kavramlar ise kent ve kentlileşme kavramlarının bir edebi tür olan romana olan yansımalarıdır.

“Kentin yaşama kalıplarını zamanla içselleştiren, o kalıpların izinde yeni yaşam tarzlarıyla yüzleşen ve onları uygulayan insan kentli hale gelmektedir. Medeni kent hayatı, insanı kendine alıştırmaktadır, onu kendi boyasıyla boyamaktadır. Kentlileşme, bir kültür öğesi, bir kültür değişimi sürecidir. Bir bütünleşme, uyum, bağlanma, çatışma, dönüşüm ortamına işaret eden kentlileşme, insanı yeni bir kültür ve yaşam tarzına kâh zorla kâh tabii bir şekilde davet etmektedir. Kentlileşme, kentin değer dünyasıyla, yeni bir bakış, düşünme, eylem edinmeyi gerektirir. Bu anlamda kent-kültür ilişkisinin verimli bir tartışma alanıdır.” (Alver, 2009:432-433)

(18)

Dolayısıyla kentli olan insan kentin kültüründen, davranış şekillerinden kesin suretle etkilenmektedir hatta Alver bu durumu “kentin insanı kendi boyasıyla boyadığını” şeklinde ifade etmektedir. Kentleşme olgusuyla birlikte, kentsel yaşam biçimi, ilişki biçimi, sosyal tabakalaşma şekli olan kentlileşme yeni kent hayatına alışmaya çalışan birey için çeşitli sorunlar yaratmaktadır. “Kentlileşmeyi, kentin fiziksel varlığı ile tanımladığımız, onu yalnızca katı bir biçimde mekanla sınırlandırdığımız ve kentsel tutumların keyfi yasal sınırların bittiği yerde birdenbire kesileceğinin düşündüğümüz sürece, bir yaşam biçimi olan kentlileşme için uygun bir kavram geliştiremeyiz. İnsanlık tarihinde bir dönüm noktası olan ulaşım ve iletişimdeki teknolojik gelişmeler, uygarlığımızın en önemli öğelerinden olan kentlerin rolünün artırarak kentsel yaşam biçimini kentin kendi sınırlarının dışına taşırdı. Bu araçlar aracılığıyla kent, bir çekim özelliği niteliğine bürünüp kırsal bölgeler üzerine etkide bulunduğunda, kentsel kırsal yaşam biçimleri arasındaki farklar daha da artacaktır. Kentleşme, artık, yalnızca insanları kent olarak adlandırılan yere çekme sürecini belirtmekle kalmamakta, insanların kentin yaşam biçimini benimsemesi anlamına da gelmektedir.” (Wirth, 2002: 81-82) Çeşitli teknolojik gelişmeler ve ulaşım araçlarıyla birlikte kent bir çekim merkezi haline gelmiş kentlileşme sadece kent sınırları içerisinde görülen bir durum olmaktan çıkmıştır.

Bununla birlikte yeni hayat tarzı ve değişen kent yaşamı romanlara da etkisini göstermekte, farklı kavram ve oluşumlara mekan hazırlamaktadır.

Kentin ve kentlileşmenin Türk romanındaki yansımasının birkaç örneğini şu şekilde verebiliriz: “Akşam ezanıyla telaşla kapanan kepenkler, tenha sokakları kalabalık caddelere tercih ederek eve dönen esnaf, aynı saatte tezek yanan ocağı üfleyen kadın, ahırdaki mandaya, eşeğe yem veren kızlar, yer sinisini hazırlayan gelin de yaşar bu şehirde. Ankara’nın bir başka yüzünde de memurlar vardır. Ancak bunlar arasında da mekanla vurgulanan bir hiyerarşi kurulmuştur. İleri sınıf memurların bazıları Yenişehir’deki apartmanlarına, bazıları da Kavaklıdere, Güven, Küçük ve Büyükesat’taki köşklerine dönerler.” (Elçi, 2003:197) Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Ankara romanından yapılan bu alıntıda yazar, Anakara kentinin varoş sayılacak bir semtinde bir akşam vaktini anlatmaktadır. Bu birkaç satır dahi bize şehir yaşamı üzerine bilgi vermektedir. İlk olarak anlamaktayız ki farklı meslek

(19)

kollarında çalışan insanlar oturmaktadır bu semtte, varoş olarak adlandıracağımız bu semt insanları şehirdeki kalabalıkta pek de memnun görünememektedir. Onları evde bekleyen ev hanımları olan karıları, çocukları, gelinlerinin de (ki burada da ailede evlenen erkek çocuklarının ailelerinden faklı bir evde değil de aileleriyle bir arada oturduklarını görüyoruz) akşam yemeği için yemek hazırladıklarını ya da bahçeli evlerinde besledikleri hayvanlarını ahırlarına soktuklarını görmekteyiz. Bundan da anlıyoruz ki Ankara varoşlarında hala köy hayatı yaşamaktadır, ilişki biçimleriyle olsun, yaşam tarzlarıyla olsun, aile yapılarıyla olsun. Yazar bunları anlattıktan sonra, Ankara şehrindeki mekansal hiyerarşiden söz etmektedir. Memurların kendi aralarında dahi alt kademeden üst kademeye doğru farklı mekanlarda, semtlerde oturdukları belirtilmektedir.

Kent ve kentlileşmeyi romanlarında konu edinen bir diğer yazarımız ise Orhan Kemal’dir. “Orhan Kemal için kent kenar mahallerden başka bir şey değildir; yine de kişilerini ev-aile yaşamının hapsi içinde görmeyi alışkanlık haline getirmiştir. Kentle ilgili en sarsıcı gerçek kuşkusuz, aslında öngörülemez bir kargaşa içinde bile olsa, hapishaneye de benzese, yuva özelliği taşıyan bu mekanın çöküşünün çağımızda pamuk ipliğine bağlı olmasıdır.” (Orhan, 2009: 79-80) Orhan Kemal daha çok kenti, kentleşme sonucu ortaya çıkan kentlileşme problemleri çerçevesinde ele alır. Ve bunu farklı açılardan değerlendirir. Farklı insan ilişkilerine ayak uydurmaya çalışan birey, aile yapısında meydana gelen değişimler, konut yapısındaki değişiklikler, ekonomi ve çalışma alanlarındaki değişikler bunlardan bir kaçıdır. “Orhan Kemal romanlarında köyden ilk kez şehre gelme konusunu sıkça işlemiştir. Orhan Kemal başta olmak üzere daha bir çok yazar, geleneksel el sanatlarının yok oluşunu ve artık geçim kapısının fabrika ve şehir olduğunu konusunu bir şehir sorunsalı olarak işler.” (Sağlık, 2009: 316)

Yine Sevgi Soysal da kent ve kentlileşme üzerine önemli değerlendirmeler yapmıştır. Bu konudaki en önemli eseri Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’dir. Yazar bu eserinde özellikle kent yapısındaki insan ilişkilerini, insan yapılarını ve değişimlerini çok güzel bir şekilde ortaya koymaktadır. “Ankara gecekondularını, küçük burjuva kökenli Doğan ve gecekonduda yaşayan Ali’yi, -sınıfsal aidiyetin bir metaforu olarak- mekansal farlılık içinde anlatır. Küçük burjuva aydının, işçilere, onların

(20)

yaşantısına olan uzaklığı; “Doğan, Ali gibilerin kendi sınıflarından olmayan biri evlerine geldiğinde kasıldıkların, ne yapacaklarını şaşırdıklarını sanırdı.” Cümlesinde bulur karşılığını.” ( Türkeş, 2005: 71)

Özellikle Cumhuriyet döneminden sonra Türk romanında konu, kent, kentleşme ve kentlileşme gibi kavramların ortaya çıkardığı olumlu veya olumsuz durumların etrafında vuku bulmuştur.

1.4. KENTSEL HAYAT TARZLARI VE ROMAN

Modern olanın hayat bulduğu ve sürekliliğini sağladığı mekan olan kent, içerisinde bulunanlara belirli bir hayat biçimi sunar. Aslında denilebilir ki kent ve ona ait olan yaşam biçimi birbirlerini karşılıklı olarak etkileyen unsurlardır. Kent içerisinde kendine has bir kültür, sosyal tabakalaşma, ekonomik yapı ve yaşam biçimi vardır. Burada bahsettiğimiz kentte var olan hayat tarzını anlamlandırabilmek için, kentin genel yapısı hakkında düşünmek faydalı olacaktır.

Kentin bazı bilgi alanları tarafından çeşitli amaçlarla tanımları yapıla gelmiştir. Bunlardan toplumbilimsel amaçlarla yapılan bir tanımlama için şunları söyleyebiliriz: “kent, toplumsal açıdan bir örnek olmayan insanların göreli olarak geniş bir alanda, yoğun bir biçimde ve sürekli olarak birlikte bir yere yerleşmiş bulunması” dır. (Wirth, 2002: 84–85) Bu tanımdan da çıkarabileceğimiz gibi kentin temelinde; aynı olmayan, birbirlerinden farklı insanların bir arada olması yatmaktadır. Tabi bu birliktelik geniş bir alanda ve bir süreklilik içerisinde olmalıdır. Bu çeşit insan birlikteliğinin doğurduğu belirli insan ilişkileri, hayat biçimleri v.b vardır.

İnsan ilişkileri bakımından kenti belirlemeye çalışan Özdenören’e göre: “kent demek, bence, ahalisinin sürekli dışarıyla irtibat kurmasını gerektirecek şartların oluştuğu yerleşim yeri demek oluyor. Bu demektir ki, kent ve kent insanı, kapalı, yalnızca kendi içine dönük olmayı reddeden bir kimlik taşımaktadır”. (Özdenören, 2009: 105) Görmekteyiz ki kent, insanların birbirleriyle ilişkiye girmelerini zorunlu kılan, diğer bir deyişle insanların birbirlerine muhtaç olduğu bir yerdir ve doğal olarak bu durum ortaya kendine has ilişki biçimleri ve yaşam tarzları çıkarmaktadır. Kent insanı, insana özgü tüm halleri derin bir şekilde sergiler. Bütün insani

(21)

gerilimler, çatışmalar, uç davranışlar kent insanın hayatını çevreler. Yalnızlık, dostluk, katı ilişkiler, uzaklık yahut mesafe, hemşehrilik, yardımlaşma, parasızlık, kimliksizlik, arada kalmak, cemaat ilişkileri, korku, endişe, umut, çözülme, kimlik bunalımı gibi insani haller, yeni bir hayatı örmektedir.

Kent yapısının temelinde insanların aşırı uzmanlaşmayla, işbölümüyle birlikte birbirlerinden farklılaşmaları yatmaktadır. Birbirleriyle sürekli ilişkiye girmek zorunda kalan şehirli insanların, bu ilişkiye girmelerindeki temel sebep uzmanlaşmayla, işbölümüyle birlikte herkesin farklı işlerle meşgul olmaları, hayatlarını devam ettirebilmeleri içinde birbirlerine muhtaç olmalarıdır. Tabi ki bu farklılaşma sadece yapılan iş bağlamında değildir bunun değişik yönleri de vardır. Bunu Sennett kentin tanımı yaparken güzel bir şekilde belirtiyor: “Farklı çağların, ırkların, sınıfların, yaşam tarzlarının, yeteneklerin caddelerde ya da büyük binalarda birbirleriyle iç içe girebildiği bir yerdir kent, farklılığın doğal vatanıdır.” (Sennett, 1999:98-99) Görüldüğü üzere kentte var olan farklılık ırklara, sınıflara, yaşam tarzlarına hatta yeteneklere kadar götürülebilecek bir çeşitliliğe sahiptir.

Kentin insanlara dışarıya dönük bir yaşam sürmelerini ve bunu farklılıklarla karşılaşarak yaşayacağını Baudelaire modern kentin ortaya koyacağı durumu açılarken şu şekilde ifade etmektedir: “modern kent, insanları içe değil dışa döndürebilirdi; kent onlara bütünlüğü değil, başkalığın deneyimlerini yaşatabilirdi. Kentin, insanları bu yola yöneltecek gücü onun çeşitliliğindeydi; insanlar farklılıkla karşılaşınca, en azından kendilerinin dışına adım atma olanağı bulabilirdi.” (Sennett, 1999: 145)

Kent hayatı içerisinde bulunan ve onun temel unsurları olan uzmanlaşma, işbölümü, bireysel, toplumsal ve hatta ailesel farklılaşma sonucunda ortaya bu unsurlarla alakalı ilişki biçimleri ve yine bununla alakalı hayat tarzları çıkmaktadır.

Burada bahsettiğimiz yeni biçimler hakkında Wirth şu tespitleri yapmaktadır. “Genel olarak kentliler birbirleriyle oldukça parçalanmış rollerle karşı karşıya gelir. Kentliler, yaşamsal gereksinimlerinin karşılanması için kırsal yörelerde yaşayanlara göre daha çok sayıda insana ihtiyaç duyarlar ve böylece daha çok sayıda örgütlenmiş grupla işbirliği içine girerler; ama belli kişilere daha az bağımlıdırlar ve birbirlerine

(22)

bağımlılıkları, diğerlerinin oldukça farklı olan eylem alanları ile sınırlandırılmıştır. Bu, kentin niteliklerinin, temel olarak, birincil ilişkilerden daha çok ikincil ilişkiler sonucunda belirlendiğini söylemek anlamına gelir. Kentte kurulan ilişkiler gerçekten yüz yüze olabilir, ama bu ilişkiler yine de, kişisel, yapay ve parçacıldır. Kentlilerin ilişkilerinde gösterdikleri soğukluk ve kayıtsız görünüş, diğerlerinin istek ve beklentilerine karşı koymada bir araç olarak görülebilir.” (Wirth, 2002, 90–91) Sözünü ettiğimiz uzmanlaşma, işbölümü, farklılaşma gibi kavramların nasıl bir hayat biçimi ortaya koyduğunu net bir şekilde görüyoruz. İkincil ilişkilerin varlığı, insanların yüz yüze dahi görüşürlerken kendi durumlarını kurtarmaya yönelik davrandıklarını göstermektedir. Bunların sonucu olarak kent insanı toplumdan koparak aşırı bireyselleşmiş bir hayat sürmektedir. Kentli insan toplumdan uzak, toplumla neredeyse ortak değerleri olamadan yaşamını sürdürmektedir. Hatta Sennett bu durumun kent içerisinde bulunan apartmanlar tarafından dahi sağlandığını belirtmektedir. “Büyük apartman tarzı evlerin komşuluk duygusunu, yardımsever dostlukları, kilise ilişkilerini ve uygarlık onurunun ve görevinin temelleri olan mütevazı ortak ilgileri yok ettiği ortaya konulmuştur.” (Sennett, 1999: 79)

Simmel ise “Bireylerin yoğunlaşması ve onların müşteriler için mücadelesi bireyi yerini kolayca bir başkasının alamayacağı bir fonksiyonda uzmanlaşmaya zorlar. Önemli ve göz ardı edilmemesi geren bir diğer husus, şehir hayatının doğayla yaşam için mücadeleyi, insanlarası –artık doğa tarafından baş edilen değil fakat insanlar tarafından takdir edilen- bir kazanç mücadelesine dönüştürmüş olmasıdır. Çünkü uzmanlaşma, sadece kazanç için rekabetten değil fakat aynı zamanda temeldeki, satıcının ayartılan müşterinin yeni ve farklılaşmış ihtiyaçlarını celbetmeye çalışması gerektiği gerçeğinden kaynaklanır. Henüz tüketilmemiş bir gelir kaynağı ve kolaylıkla değiştirilemeyecek bir fonksiyon bulmak için birisinin hizmetlerinde uzmanlaşmak gerekir. Bu süreç, kamu ihtiyaçlarının fazlasıyla çeşitlenmesini, seçkinleşmesini dolayısıyla farklılaşmasını temsil eder ki, bu da kaçınılmaz olarak bu toplum içinde gelişen kişisel farklılıklara yol açar.” (Simmel, 2000: 180-181) diyerek uzmanlaşma, işbölümü ve farklılaşma arasındaki ilişkiyi ve birbirlerine olan gereksinimleri ortaya koymaktadır.

(23)

İnsan ile toplum arasındaki ilişki biçimi bu şekilde olan kentte, ortaya bu ilişki biçimlerine uygun hayat tarzları çıkmaktadır. Kente has, sadece kente özel hayat tarzları. “Dışarıdaki hiçbir şeye denk düşmeyen bir iç yaşamla, içeriyle ilgisiz bir dışsal varlık arasında garip bir kontrast” (Sennett, 1999: 58) diye tanımlıyor kent yaşamını Nietzsche.

Roman ise anlattığımız kentteki bu hayat tarzlarını, kendine mekan tuttuğu kenti anlatırken ele alır. “Roman hem mekanların tasvirlerini gerçekleştirir, hem de mekan-insan-toplum bağlantısını kurar. Mekanın insan ve toplumdan bağımsız bir unsur olmadığını anlatan roman, böylece kentsel mekanlar ile kent yaşamı arasındaki ince ilişkiyi gözler önüne serer. Kentsel mekanlarda dolaşan romanın gözü mekanlarda dolaşır belki ama görmek istediği insandır yani hayattır. Mekana yansıyan, mekanı var eden insanın hikayesinin peşindedir roman. Ve romanın var olma yoludur bu. Söylemek istediği şeyin ne olduğunun işaretidir.” (Alver, 2009, 68-69) Diğer bir deyişle roman insanın toplumla bağlantısını kurarken bunu belli bir mekan içerisinde ele alır, ele alınan mekan insan ve insan ruhundan kesinlikle bağımsız değildir, aslında onun anlatmak istediği mekan yani kent içerisindeki insan ruhudur. Meselenin özünde mekanı var edende, romanı var edende sözünü ettiğimiz insan ile toplum arasındaki ilişkidir. Bu açıdan bakıldığında kentsel hayat tarzlarının önemi bir kez daha ortaya çıkmaktadır.

“Modern roman, kentli bireyin barındırdığı ilişkiler bütününe belli bir açıdan bakma çabasındadır.” (Orhan, 2009: 82) İşte bu çaba mevzubahis edilen hangi devrin ilişki biçimi, hayat tarzıysa o devrin ilişki biçimi ve hayat tarzı hakkında bize gerekli bilgiyi verecektir.

Kent, insan ilişkileri ve bir edebiyat türü olan romanın arasındaki ilişkiyi Alver şu şekilde bize anlatmaktadır: “Kent ve insan ilişkisi edebiyat açısından hayli kışkırtıcı ve verimli bir alandır. Asıl anlamını insanın hikâyesinde bulan edebiyatın gözlerini kentteki insana dikmesi doğal, gerekli ve kaçınılmazdır. Kentin tüm yönleri kentte yaşayan insanda yankı bulmaktadır. Roman yahut edebiyat bu durumu gayet ayrıntılı bir şekilde gözlemlemekte ve anlatmaktadır. Romanlar, kentli insanı, tüm yalınlığı, kaypaklığı, gerçekliği, sahteliği ile ayan beyan ortaya sermeye çalışır.

(24)

Kentin gerçeği ile insan gerçeği birbirine dolanmış bir şekilde anlatılır. Kent insanda, insan kentte yargılanır. Birbirlerinin aynası kılınarak anlatılırlar. ‘Toplumsal yaşamın canlılığının ve durgunluğunun, hızlılığının ve donmuşluğunun, zenginliğinin ve yoksulluğunun, neşesinin ve kederinin en açık bir şekilde gözlenebildiği bir yer’ olan kent, zengin ve karmaşık imajıyla romancının dikkatini çekmektedir. Kent, karmaşık haliyle insan ilişkilerine, insan hayatına doğrudan yansımaktadır.” (Alver, 2009: 74)

Bir mekan olarak kent, sahip olduğu kültür ile insan ve insan ilişkilerine, insanların toplumla olan ilişkilerine etki etmektedir. Bu kültür kendine özgü bir hayat biçimi ortaya çıkarmaktadır. “Kent, mekandır, kültürün ilmek ilmek dokunduğu bir yaşam alanıdır. Kent, mekanın bir kültür ve hayat kalıbı olarak ne kadar etkin olduğunun bir ifadesidir. Kent, hayatın doludizgin aktığı, farklı hayatların bu akışta zaman zaman birbirine değdiği zaman zaman teğet geçtiği bir mekansal organizasyondur. Kenti var eden farklı hayatlar ise kendilerine özgü mekanlarda oluşur. Böylece kent, mekanın hayatla, hayatın mekanla bütünleştiği en yoğun yaşama alanı haline gelir. Kentte hayatın izine mahalle, semt, meydan, bulvar, çarşı, vitrin, sokak, varoş, getto, gecekondu, uydukent gibi mekanlardan varılabilir. Bir mekan formu ve kültür ilmeği olarak kentin kendisi, mekan-kültür ilişkisinde öne çıkar.” (Alver, 2009: 430-431)

1.5. KENTLEŞME SORUNLARI VE ROMAN

Kentleşme günümüze kadar birçok açıdan tanımlanmıştır. Kentleşmenin en dar anlamda yapılan tanımı ise: “kent sayısının ve kentlerde yaşayan nüfusun artmasını anlatır. Kentsel nüfus, doğumlar ile ölümler arasındaki farkın birinciler lehine olması sonucunda ve aynı zamanda köylerden ve kasabalardan gelenlerle, yani göçlerle artar. Gelişmekte olan ülkelerin kentlerinde, doğurganlık eğilimleri azaldığından, kentleşme daha çok köylerden kentlere olan nüfus akınlarıyla beslenir. Kentleşmenin dar anlamdaki tanımı, demografik nitelik taşır” (Keleş, 2006: 23) şeklindedir.

Toplum bilimsel açıdan bakacak olursak kentleşmeyi sadece demografik bir değişiklik olarak görmek her ne kadar hatalı olmasa da eksik bir bakış açısı olur. Çünkü yukarıda da bahsettiğimiz üzere kent insan varlığını bulan ve onunla sürdüren

(25)

bir yapıdır. Zaman içerisinde insanı etkisi altına alır, ona yeni bir yaşam biçimi, formatı sunar. Tabi ki insan ile kent arasındaki ilişki tek taraflı değildir, işteş bir özelliğe sahiptir. Kentin insanı şekillendirdiği gibi insan da kenti şekillendirmektedir. Keleş bu bağlamda bir kentleşme tanımı yapmaktadır: “Sanayileşmeye ve ekonomik gelişmeye koşut olarak kent sayısının artması ve bugünkü kentlerin büyümesi sonucunu doğuran, toplum yapısında artan oranda örgütleşme, işbölümü ve uzmanlaşma yaratan, insan davranış ve ilişkilerinde kentlere özgü değişikliklere yol açan bir nüfus birikimi süreci.” (Keleş, 2006: 24) Bu tanımlamadan sonra Keleş kentleşmeyi dört ana nedene bağlar. Bunlar ekonomik, teknolojik, siyasal ve psikososyolojik etmenlerdir. (Keleş, 2006: 28)

“İbn Haldun’a göre kentleşme, sadece coğrafi bir hareketlilik değildir, aynı zamanda eski yaşam tarzını bırakıp yeni bir yaşam tarzına geçmektir. Bu anlamda kentleşme, kentlileşmeyi de içeren bir süreçtir. Ancak Haldun kentlileşme konusunda oldukça kötümser bir görüşe sahiptir. Çünkü kentlileşme, ahlaki çözülme ve çürümeye neden olmaktadır; şehir ahalisi her çeşit lezzetler, bolluk ve genişlik içinde yaşamaya alıştıkları, dünyanın ve kendi arzu ve hislerinin düşkünü oldukları için şehirlilerin fena ve birçok huy ve kötülükleriyle nefislerini lekelerler. Bundan dolayı iyilik yollarından o nispetle uzaklaşırlar.” (Canatan, 2009: 189) Görmekteyiz ki, Haldun’un yaptığı tespit tam konumuza uygun bir tespittir. O kentleşmeyi demografik bir hareketlilik olmaktan ziyade eski yaşam tarzından yeni bir yaşam tarzına geçiş olarak görmektedir. Tabi ki yaşam tarzından söz edince bu durumu kentlileşmeyle kavramsallaştırmak durumundayız. Bizimde burada belirtmek istediğimiz konu tam da bu noktada çözülmektedir. Kentleşme sorunlarını tezimizin de kapsamıyla alakalı olarak kentlileşmeyle bağlantılı bir şekilde ele almak doğru olacaktır.

Yukarıda Keleş’in belirlediği çeşitli kentleşme nedenlerini söylemiştik. İster göç yoluyla olsun ister doğum ve ölüm arasındaki matematiksel ilişkiyle olsun ister diğer faktörlerle önemli olan kentleşmenin var olması ve bazı insanların kentlileşme yolunda sorunlar yaşamasıdır. İşte biz burada kentleşme sorunlarını kentlileşme sorunları bazında ele alacağız.

(26)

Sözünü ettiğimiz çeşitli kentleşme nedenlerinden dolayı kente gelen insan geldiği yerden çok farklı bir kültür, mekan, ekonomi, nüfus ve ilişki biçimi ile karşılaşır. Gözüne ilk çarpan daha fazla sayıdaki insandır ve arkasından barınma sorunu, ekonomi ve farklı ilişki biçimleriyle karşılaşır. Alver bu ilk karşılaşma durumunu kent ile kültür arasındaki ilişkiyi anlatırken, şu şekilde ifade etmektedir: “Kent, mekandır, kültürün ilmek ilmek dokunduğu bir yaşam alanıdır. Kent, mekanın bir kültür ve hayat kalıbı olarak ne kadar etkin olduğunun bir ifadesidir. Kent, hayatın doludizgin aktığı, farklı hayatların bu akışta zaman zaman birbirine değdiği zaman zaman teğet geçtiği bir mekansal organizasyondur. Kenti var eden farklı hayatlar ise kendilerine özgü mekanlarda oluşur. Böylece kent, mekanın hayatla, hayatın mekanla bütünleştiği en yoğun yaşama alanı haline gelir. Kentte hayatın izine mahalle, semt, meydan, bulvar, çarşı, vitrin, sokak, varoş, getto, gecekondu, uydukent gibi mekanlardan varılabilir. Bir mekan formu ve kültür ilmeği olarak kentin kendisi, mekan-kültür ilişkisinde öne çıkar.” (Alver, 2009: 430-431) Kişi eski yaşam tarzından, kültüründen yeni bir yaşam tarzına ve kültürüne geçmektedir. Farklı farklı hayatların bulunduğu, bu farklı hayatların birbirleriyle zaman zaman çakıştığı zaman zaman birbiriyle ilişkiye girdiği, farklı hayatların farklı mekanlarda yaşandığı ve bu farklı mekanların kategorize edildiği yeni bir yaşam.

Kalabalık içerisinde yaşayan kent insanlarını bir arada tutan faktörler de zamanla değişime uğrar. Çünkü bu kalabalık aşırı farklılaşmayı da beraberinde getirmektedir. “Kentte daha çok sayıda insanın bulunması, kişisel farklılıkların daha da artmasına yol açmaktadır. Bunun da ötesinde, karşılıklı etkileşim sürecine katılanların sayısının daha çok olması bunlar arasındaki gizil farklılıkların daha da artmasına yol açacaktır. Rekabet ve resmi denetim mekanizmaları, daha eski dönemlerde, toplumu bir arada tutmada kendisine bel bağlanan dayanışmanın yerini almaktadır.” (Wirth,2002: 89) İbn Haldun da bu noktaya değinmiş, ancak farklı bir yorum getirmiştir. “İbn Haldun’un sosyolojisinin temel kavramlarından biri asabiyet (aidiyet ve yardımlaşma ruhu) dur. Ona göre kent yaşamında asabiyet bağı çözülerek ortadan kalkmaya yüz tutar.” (Canatan, 2009, 189) Diğer bir deyişle kent insanını bir arada tutan temel faktörler rekabet, resmi mekanizmalar ve uzmanlaşmadan dolayı birbirlerine zorunlu muhtaçlık durumlarıdır.

(27)

Wirth, farklılaşan insanların birlikteliği olan kent üzerine şu tespitleri yapmaktadır: “Aralarında büyük toplumsal farklılıklar bulunan insanların birbirleriyle sürekli yakın fiziksel ilişki kurmak zorunda kalmaları, birbirlerine bağımlı olmayan çok sayıda insanın durumunu ortaya koyar ve kentteki diğer olanaklara başvurulmadıkça yalnızlığın artmasına katkıda bulunur. Kalabalık bir yerde yaşayan insanların çok sık hareket etmeleri türlü anlaşmazlıkların çıkmasına ve bireylerin sinirli olmasına yol açabilir. Yoğun nüfuslu alanlarda yaşamak zorunda kalınmasının getirdiği hızlı tempo ve karmaşık teknoloji bu tür kişisel öfkelerden kaynaklanan gerilimi daha da artırır.” (Wirth, 2002: 95-96) Buradan da çıkarılacağı üzere kentlileşmenin getirdiği diğer iki sorun ise yalnızlık ve kişiler arasındaki gerilimlerdir.

Bu sözü edilen farklılaşma ve yalnızlık durumunun kentli üzerinde birçok yansımaları olmaktadır. Simmel’a göre ‘kentli insan bezgin olan insandır’ ve o, bezginliği şu şekilde tanımlamaktadır: “Bezgin tavrın temelinde ayırt etme yeteneğinin körelmesi yatar. Bu, geri zekâlılık durumunda olduğu gibi, nesnelerin algılanmadığı anlamına gelmez, fakat daha ziyade şeylerin anlamının ve farklılaşan değerlerinin, dolayısıyla şeylerin kendilerinin suretten tecrübe edilmesi demektir. Şeyler kimseye tekdüze bir biçimde birbirinden farksız gri tonda görünür; nesnelerin hiç biri yekdiğerinden daha fazla alakaya veya önceliğe layık değildir. Bu ruh hali bütünüyle içselleştirilmiş para ekonomisinin gerçek anlamda subjektif yansımasıdır. Çok çeşitli şeylere karşı hep aynı renksiz ve kayıtsız tavırla para en korkunç eşitleyici haline gelir. Çünkü para şeylerin her türlü niteliksel farklılıklarını “kaça?” sorusuyla ifade eder. Müzmin bir biçimde, şeylerin nüvesini, bireyselliklerini, kendine özgü değerlerini ve emsalsizliklerini biteviye oyup aşındırır.” (Simmel,2000: 173-174) Kentli insan şeylerin değerlerinin farklılaşmasıyla birlikte her şeyi aynı duruma indirgeyerek dışarıda olanı tekdüzeleştirir, yani anlamsızlaştırmaya başlar. Bu aşamaya şeylerin değerlerinin bir olmasıyla, insanların değerlinin de yok olması aşamasıdır diyebiliriz.

Sennett ise kentli insanlar arasındaki ilişki biçimini şu şekilde tanımlamaktadır: “Sokakta sürekli olarak kendi durumunu başkalarınınkiyle kıyaslayan kentlileşmiş kişi elinde olandan daha fazlasına gerek duyduğuna inanır

(28)

hale geliyordu. Londra’daki en basit işçinin bile ahlaksızların gidişatına kapılma tehlikesi, taşralı andavallı kuzeninde daha fazlaydı.” (Sennett, 1999: 110) Yukarıda bahsettiğimiz kentli insanların arasındaki ilişkiyi belirleyen rekabet duygusundan dolayı kentli olan insan kendi içerisinde bulunduğu durumu daima başkalarının durumuyla karşılaştırarak, kendisinin her zaman daha iyisini hak ettiğini düşünmektedir. Bu durumunda beraberinde vahşi bir bencilliği getirmektedir.

Sözünü ettiğimiz tüm bu kentlileşmiş insanın sorunları kenti mekan olarak kullanan edebi bir tür olan romanın konusu dâhilinde olmuştur. Tabi bu her zaman aynı biçimde işlenmemiştir. Kimi zaman kentli insanın yalnızlığı, kimi zaman bencilliği, kimi zaman Simmel’ında belirttiği gibi ‘bezginliği’, kimi zaman yaşanacak konut sorunu, kimi zaman farklılaşmadan kaynaklanan işbölümünün getirdiği sorunlar etrafında kendi göstermiştir. Roman mekanı konu edinmiş gibi gözükse de temel amacı daima insanın mekanla, insanın toplumla, insanın insanla ilişkisini ortaya koymak olmuştur. “Sadece romanla değil birçok edebiyat ya da kültür yapıtıyla, en azından nitelikli ve anımsanmaya değer olanların birçoğuyla, bireyin dayatılan toplum yaşamıyla ilişkisinin trajik yönünü anlatırız. Bu aslında bireyin olma çabasından başka bir şey değildir, özne olma savaşı. Ne de olsa, modernliğin en keskin ifadesi olan Aydınlanma, bireyin kendi akıl sorumluluğunu kendinden başka kimseye devretmeme olgunluğu olarak doğmuştur.” (Orhan, 2009: 81)

Tüm bunlara ek olarak Ömer Türkeş kent yaşamını anlatılırken özellikle Türk romanı özelinde, farklı bir tespitte bulunuyor: “Türk romanlarında ilk göze batanlar, lüks arabalar, plazalar, gece kulüpleri, seksi kadınlar, heyecanlı ve hareketli hayatlar gibi motiflerle sağlanan yüksek teknolojiye, zenginliğe, aşırı tüketime, fiziksel güzelliklere ve güce dair imajlardır. Okuyucuya/izleyiciye sanki bu dünyanın içindeymiş hissi veren ya da bu dünyaya hayran olmasını, boyun eğilmesini sağlayan işte bu imaj bombardımanıdır”. (Türkeş, 2005: 61) Okuyucunun böyle bir bombardımana maruz kaldığını belirttikten sonra şöyle devam ediyor: “Ömer Baytaş edebiyata bakışını şöyle özetliyor; Bir dilim ekmeğe muhtaç olanın romanı yazılamaz. Çünkü aç adam gece gündüz bir dilim ekmeğin hayali ile yatıp kalkar. Öte yandan, bir dilim ekmeğe sahip olanında romanı yazılamaz. Çünkü bir dilim

(29)

kuru ekmeğe sahip olan adam gece gündüz bir dilim peynirin hayali ile yatıp kalkar. Yani birincisinden farklı olarak, bir dilim ekmek yerine bir dilim peynir hayal etmek lüksüne sahiptir. Demek ki ikisinin de bir romanı doldurmaya yetecek içsel zenginliği eşdeyişle hayal dünyası yoktur”. (Türkeş, 2005: 54) Belki de bu yüzden romanlarda fakirler anlatılırken onların yanında mutlaka zenginlerde anlatılmak zorundadır. Hatta fakirlerin belki de kentlileşmemeye çalışanların, varmak zorunda oldukları veya hayal etmeleri gereken tek nokta orasıymış gibi gösterilmektedir.

(30)

İKİNCİ BÖLÜM: TÜRK ROMANINDA KENTLİLEŞME

2.1. KENTLİLEŞME: KENTLİ VE ŞEHİRLİ OLMAK

İnsan ve toplum arasındaki ilişkiyi inceleyen, bu ilişkiyi anlamaya çalışan toplumbilim tarafından kent ve kentlileşme değişik şekillerde tanımlanmış, ancak benzer sonuçlara varılmıştır. (Kıray, 1998: Alver, 2007: Cansever, 1997) Kent insanların kırsaldan daha farklı ilişki biçimlerinde bir araya gelerek, kendine özgü olanı meydana getiren birliktelik şeklidir.

Sennett kitabında Sevillalı Saint Isıdore’un Etimolojiler adlı kitabından “city” kelimesinin kökenine dair bir alıntı yapar. Burada city kelimesi birçok farklı anlama gelmekteydi ama önemli olan iki kökü urby ve civitas kelimeleriydi. Burada urby kentin taş yapısını ifade etmekteyken, civitas kökü ise kentte biçim bulan duygular, ritüeller ve inançlar anlamına gelmektedir. (Sennett, 1999: 27) Bu etimolojik irdelemeden sonra Sennett kent hakkında şunları söylemektedir. “Farklı çağların, ırkların, sınıfların, yaşam tarzlarının, yeteneklerin caddelerde ya da büyük binalarda birbirleriyle iç içe girebildiği bir yerdir kent, farklılığın doğal vatanıdır.” (Sennett, 1999: 98-99) Sennett bu tanımında kentteki farklılık durumuna, yaşam tarzına ve tüm farklılıkların bir aradalığına dikkat çekmektedir.

Yine farklı olan insanlardan oluşan toplulukların biraradalığından bahseden Wirth ise; “Toplumbilimsel amaçlarla bir kent, toplumsal açıdan bir örnek olmayan insanların göreli olarak geniş bir alanda, yoğun bir biçimde ve sürekli olarak birlikte bir yere yerleşmiş bulunması biçiminde tanımlanabilir.” (Wirth, 2002: 85) Şeklinde ifade etmektedir.

Kent, insanları ve etkinlikleri bir düzene göre biçimlendiren, ekonomik, siyasal ve kültürel yaşamın öncüsü ve denetleyicisi konumunda olan bir merkezdir. (Wirth, 2002: 78) Bu bağlamda kent insanlara bir yaşam biçimi sunar, onları siyasal, kültürel, ekonomik v.b yaşam biçimlerinde denetler ve şekillendirir. Kentin bu noktada var olan tesirlerinden yola çıkarak kentlileşme üzerinde konuşmakta fayda olacağını düşünüyoruz.

(31)

Kentlileşmenin tanımını yaparken belirli noktalara dikkat etmemiz gerekiyor. Buradaki en temel husus bütün kentlerin temel özelliklerinden yola çıkarak yapacağımız bir kentlileşme tanımından çok, kentlileşme kavramının farklı kentlerdeki yansımalarını anlayabileceğimiz şekilde bir tanım yapmaktır. (Wirth, 2002: 83) Bu tanımı anlamlandırmak için diyebiliriz ki, bir kentte nüfus ne kadar kalabalık olursa, ne kadar farklı yapılardaki insanlardan meydana gelirse kentlileşmenin temel niteliklerini en iyi şekilde belirtmiş olacaktır.

Verdiğimiz kent tanımlarından ve kentlileşme tanımından da anlaşılacağı üzere, kentin en belirgin özelliklerinden bir tanesi kalabalık bir nüfusa sahip olmasıdır. Kentin sahip olduğu bu kalabalık nüfus beraberinde birçok etmeni de beraberinde getirir. Wirth kentin sahip olduğu kalabalık nüfusu hakkında şunları ifade etmektedir: “Kentte daha çok sayıda insanın bulunması, kişisel farklılıkların daha da artmasına yol açmaktadır. Bunun da ötesinde, karşılıklı etkileşim sürecine katılanların sayısının daha çok olması bunlar arasındaki gizil farklılıkların daha da artmasına yol açacaktır. Bir kentsel topluluğun üyelerinin, kişisel özelliklerinin, mesleklerinin, kültürel yaşamlarının ve düşüncelerinin, bu yüzden, kırsal kesimde yaşayanlarınkine göre, daha ayrı kutuplara ayrılmış olduğu beklenebilir.” (Wirth, 2002: 89) Var olan kalabalık nüfus insanlar arasındaki ilişki biçimlerini etkilemektedir ve bireysel farklılıklar ortaya çıkarmaktadır. Bu durumun birey ve ait olduğu grup arasındaki ilişkiye etkisini ise Simmel “Grup geliştiği ölçüde –hayatın önemi ve muhtevası itibariyle, sayıca ve mekan bakımından- grubun doğrudan içsel birliği kaybolur, başkalarına karşı çizilen başlangıçtaki sınırların katılığı karşılıklı ilişkiler ve münasebetlerle yumuşamaya başlar. Aynı zamanda birey, grubun titizlikle belirlediği ilk sınırlamanın çok ötesinde hareket özgürlüğünü elde eder. Birey aynı zamanda genişleyen grupta işbölümünün hem fırsat verdiği hem de mecburiyet yüklediği spesifik bir bireysellik kazanır. Loncalar ve siyasi partiler ve diğer pek çok sayısız grup, deyiş yerindeyse bu yasaya uygun olarak gelişmişlerdir, bununla beraber grupların her biriyle ilgili çok özel şartlar ve güçler hiç şüphesiz bu genel şemanın dışına taşmışlardır.” (Simmel, 2000: 176-177) şeklinde ifade etmiştir. Demek oluyor ki toplumsal yapıdaki nüfus yoğunluğu arttıkça, gruba ait olan

(32)

insanlar arasındaki birliktelik şekli değişmektedir be bu durum beraberinde yepyeni yapılar ve ilişki biçimleri ortaya çıkarmaktadır.

Farklı yapıdan olan insanların bir araya geldiği kent yapısında, insanların eski yaşam biçimlerinde farklılıklar meydana gelmektedir. “Farklı köken ve altyapıdan gelen üyeleri barındıran bir yığın içinde akrabalık bağlarından, komşuluk ilişkilerinden ve orta halk geleneğinden gelen bir kuşakla beraber yaşamaktan kaynaklanan duygular muhtemelen yok olacaktır ya da en iyi olasılıkla göreceli olarak zayıflayacaktır. Bu koşullar altında, rekabet ve resmi denetim mekanizmaları, daha eski dönemlerde, toplumu bir arada tutmada kendisine bel bağlanan dayanışmanın yerini almaktadır.” (Wirth, 2002: 89) Kalabalık ve farklılaşmanın toplum içindeki insanlar arasındaki birliktelik nedenlerinin ve aralarındaki ilişki biçimlerinin değiştiğini net bir şekilde görmekteyiz.

Farklılaşmanın oluşmasında en büyük etken uzmanlaşmadır. Simmel farklılaşma ve uzmanlaşma arasındaki ilişkiyi şu şekilde açıklamaktadır. “Bireylerin yoğunlaşması bireyi yerini kolayca bir başkasının alamayacağı bir fonksiyonda uzmanlaşmaya zorlar. Önemli ve göz ardı edilmemesi geren bir diğer husus, şehir hayatının doğayla yaşam için mücadeleyi, insanlarası –artık doğa tarafından baş edilen değil fakat insanlar tarafından takdir edilen- bir kazanç mücadelesine dönüştürmüş olmasıdır. Çünkü uzmanlaşma, sadece kazanç için rekabetten değil fakat aynı zamanda temeldeki, satıcının ayartılan müşterinin yeni ve farklılaşmış ihtiyaçlarını celbetmeye çalışması gerektiği gerçeğinden kaynaklanır. Henüz tüketilmemiş bir gelir kaynağı ve kolaylıkla değiştirilemeyecek bir fonksiyon bulmak için birisinin hizmetlerinde uzmanlaşmak gerekir. Bu süreç, kamu ihtiyaçlarının fazlasıyla çeşitlenmesini, seçkinleşmesini dolayısıyla farklılaşmasını temsil eder ki, bu da kaçınılmaz olarak bu toplum içinde gelişen kişisel farklılıklara yol açar.” (Simmel, 2000: 180-181) Kısaca diyebiliriz ki bu yaşanan uzmanlaşma beraberinde karşılıklı bağımlılığı ve istikrarsızlığı getirmektedir.

Eski yaşam biçiminden farklı bir yaşam biçimine geçmiş olan bireyin, diğer bireylerle olan arasındaki bağ da uzmanlaşma ve farklılaşmayla birlikte yeni bir şekil alır. Bu durumu Wirth şu şekilde izah etmektedir; “Aralarında duygu ya da duyarlılık

(33)

bağları olamayan bireylerin birbirlerine çok yakın bir biçimde yaşayıp beraber çalışması rekabetin ilerleme güdüsünün ve karşılıklı sömürünün artmasına yol açar. Bireylerin sorumsuzca davranmasını önlemek ve olası bir düzensizliğin önüne geçmek için biçimsel denetime başvurma eğilimi vardır. Saat ve trafik ışıkları, kentsel dünyamızdaki toplumsal düzenimizin birer simgesidirler. Aralarında büyük toplumsal farklılıklar bulunan insanların birbirleriyle sürekli yakın fiziksel ilişki kurmak zorunda kalmaları, birbirlerine bağımlı olmayan çok sayıda insanın durumunu ortaya koyar ve kentteki diğer olanaklara başvurulmadıkça yalnızlığın artmasına katkıda bulunur.” (Wirth, 2002: 95) Birbirlerine yakın yaşayıp da aralarında duygusal bağ olmayan insanlar hızla yalnızlaşmakta, bu durum bireylerin sorumluluk duygularını yitirmelerine neden olmaktadır. Bunun sonucu olarak, bireylere şekli sorumluluklar yüklenmektedir. Bireyi duygularından ve insani sorumluluklarından uzaklaştıran kent yaşamı, insanı doğasından uzaklaştıran bir mekan olarak da tanımlanabilir.

Kentlileşmiş birey artık diğer bireylerle ilişkisini uzmanlaşma ve işbölümünden kaynaklanan sebeplerden ötürü, kendi varlığını devam ettirtmek bağlamın da, hiçbir insani duyguya bağlı olmadan sürdürmektedir. Doğal olarak bu durumun bireyin toplumla, bireyin ailesiyle olan ilişkilerine kesin suretle direk bir etkisi olmaktadır. Bu durumu Simmel şehirli insanın ihtiyatlı davranışlarını açılarken çok güzel bir şekilde ifade etmektedir. “Çeşitli etkenlerden dolayı güvensizlik hissi yaşayan birey kendini ihtiyatlı olma konusunda zorunlu hissetmektedir. Bu zorunluluğun yansıması olarak kentli birey komşusunun şeklini şemalini dahi bilememektedir.” (Simmel, 2000: 175)

Tüm farklıkları bünyesinde bulunduran kent, bu farklılıklaşmanın aksi yönde tüm bireyleri eşit bir konuma getirir. Wirth bu durumu şöyle özetlemektedir: “Kent, türlü işlevlerini geliştirmek için değişik nitelikleri kendi bünyesine çekerek ve eşsizliği perçinlemek için, yarışmayı, sıra dışılığı, yeniliği, verimliliği ve yaratıcılığı özendirerek oldukça farklılaştırılmış bir nüfusun ortaya çıkmasına neden olur; daha sonra da bu nüfusun üzerinde eşitlettirici bir etkide bulunur. Farklı bireylerin bir araya gelmesiyle oluşan yerlerde, bireysel farklılıkların kaybolması süreci de devreye girer. Bu eşitleştirme eğilimi kentin ekonomik temelinde vardır.” (Wirth, 2002: 97)

(34)

Farklılıkları yarışma duygusuyla, verimliliği ve yaratıcılığı özendirmeyle eşitleyen kentin bu yapısının aile ilişkilerine de tesiri vardır. Kent yaşamı işbölümünü ailenin duygusal âlemine uygulayarak –buradaki mantık bir şeyi kendisini oluşturan bölümlere ayırmaktır, ancak o zaman onun ne olduğunu anlarsınız mantığıdır- netliği ve düzeni arıyordu. Bu ayrılma toplumsalın her alanında olduğu gibi evde de aile yaşantısını odalara bölerek yalıtımı getirdi. (Sennett, 1999: 45) Wirth ise kırsal alanla kentsel alan arasındaki farkı belirtirken kentteki aile yaşantısını şöyle özetlemektedir: “Kırsal bölgelere göre aileler daha küçük, çocuksuz aile sayısı daha fazla olacaktır. Toplumsal yaşamın bir birimi olarak aile, kırın daha geniş akrabalık bağlarına dayanan grup yapısından kurtulmakta ve aile üyeleri işle, eğitimle, dinle, eğlenceyle ve siyasal yaşamla ilgili çeşitli uğraşlarıyla ilgilenmektedirler.” (Wirth, 2002: 101–102)

Sonuç olarak diyebiliriz ki, kentlileşmeyle beraber toplumdaki bireyler arasındaki ilişki biçimlerini belirleyen kıstaslarda çeşitli değişikler olur. Ve bu değişikler insanları yeni bir yaşama doğru yönlendirir. Yeni yaşamlarında bireyler yoğunlukla birlikte gelen uzmanlaşma, farklılaşma, işbölümü gibi kavramlarla hayatlarını yeniden düzenlerler.

2.2. TÜRK ROMANINDA KENTLİLEŞME SORUNSALI

Türk romanında özellikle Cumhuriyetten sonra işlenen konuların niteliklerinde belirli değişimler olmuştur. Romanların konuları gittikçe daha toplumsallaşmaya başlamıştır. Peki nedir bu toplumsallaşma? Cumhuriyet öncesi dönemde roman toplumsal konulara değinmiyor muydu? Birinci bölümde de belirttiğimiz üzere Türk romanı ilk ortaya çıktığında, çıktığı dönemin sosyal, siyasal şartlarından dolayı konuları genellikle doğu-batı ikileminin getirdiği sonuçlar çerçevesinde şekillenmiştir. Cumhuriyet’in ilanıyla kurulan yeni rejim beraberinde yeni toplumsal ilişkiler ve toplumsal sonuçlar doğurmuştur. İşte kent ve kentle alakalı kavramlar daha çok bu dönemde ele alınmaya, romanlara konu edinmeye başlanmıştır.

Cumhuriyet döneminde meydana gelen aşırı kentleşme olgusu beraberinde birçok sorunu getirmiştir. Bunlardan birçoğu ise kentleşme süreci içersinde kentte

Referanslar

Benzer Belgeler

Ulusal basın nasıl ülke genelinde bir kamuoyu oluşturabiliyorsa yerel basında yayım yaptığı bölgedeki insanları bilgilendirerek etkisi ne kadar büyük olmasa

[r]

1.1.Konunun TanımırBu araştınnamn konusu Konya köylerindeki halk mimarisine ait yapıların mimarî özelliklerini belirlemek ve onların mimarlık tarihi ve halk

AraĢtırma bölgesindeki iĢletmelerin büyük bir çoğunluğu (1. grup iĢletmelerde %84,21 ve iĢletmeler ortalaması itibariyle %90,79) toptancı hallerinde herhangi

From the research, we could know that when a hospital can totally in charge of the laboratory information system, building an automatic mapping system by used NHI-LOINC

In this study, diastolic left ventricle wall thickness decreased significantly, tricuspid E and A wave velocities increased and interventricular septum IVCT

Ülkeler yasal düzenlemelerde ve uygulamalarda kullanılmak üzere kendi koşullarına uygun, nüfus büyüklüğü, nüfus yoğunluğu, ekonomik faaliyet tabanı,

Tatlıdil (1994:385 ) kent kavramına mekansal açıdan yaklaşarak kenti “ birbirine benzemeyen yaşam biçimlerine sahip insanların aynı yerleşim alanında diğer yaşam