• Sonuç bulunamadı

Risk algısının tarihsel gelişimi

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Risk algısının tarihsel gelişimi"

Copied!
13
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

31

Risk Algısının Tarihsel Gelişimi

Özet

Riskin hayatımızda kaçınılmaz bir yeri olmakla birlikte insanların risk kavramına bakış açısı zaman içerisinde değişiklik göstermiş ve bu bakış açısındaki değişim modern toplumlar ile geleneksel toplumlar arasındaki ayrıştırıcı özelliklerden biri-ni oluşturmuştur. Bu değişim, riskin hayatımızdaki ağırlığını ve önemibiri-ni artırmış, sigorta sektöründen finansal sektöre, tıp alanındaki gelişmelerden hava durumu tahminlerine kadar hayatımızı doğrudan ve dolaylı olarak etkileyebilecek birçok alanda devrime yol açmıştır. Riske bakış açısındaki bu değişim ile birlikte, kader-ci bir toplumdan, karmaşık ilişkilere sahip, doğaya karşı koymaya çalışan ve ken-di geleceğini kenken-di belirlemeye cesaret edebilen bir topluma geçilmiştir.

Anahtar kelimeler: Risk, geleneksel toplumlar, modern toplumlar, küreselleşme, finansallaşma

Historical Development of Risk Perception

Abstract

Though risk is an inevitable phenomenon in our lives, people’s viewpoint of the concept of risk has varied over time and the change in the point of view has cons-tituted a major distinction between traditional and modern societies. This change increased the importance of risk in our lives. From the insurance sector to finan-cial sector, from developments in the field of medicine to the weather forecasts, the shift in the perception of risk led to a revolution in many areas that may affect our lives directly and indirectly. This revolution has caused a transition from routi-ne and fatalist societies to such societies that have complex relationships, trying to control the nature and daring to determine their future.

Keywords: Risk, traditional societies, modern societies, globalization, financiali-sation

Mehmet SARAÇ1

Mehmet Burak KAHYAOĞLU2

1 Yrd. Doç. Dr., Sakarya

Üniversitesi İ.İ.B.F. İşletme Bölümü, msarac@sakarya.edu.tr

2 Öğr. Gör., Düzce Üniversitesi

Çilimli MYO,

(2)

32 Giriş

Risk fikrinin ortaya çıkışı on altı ve on yedinci yüzyıllara denk gelmekle birlikte ilk defa dünya-nın dört bir tarafına gitmekte olan Batılı kaşifler-ce kullanılmıştır (Lupton, 1999:5). Bununla birlik-te risk kavramının doğuşu insanlık tarihi ile başlar. İnsan, geçmişini unutmadığı ve içgüdüsel olarak geleceğe yönelik beklentiler oluşturmadığı sürece risk kavramı varlığını sürdürmeye devam edecek-tir. Geleceğe yönelik beklentiler oluşturmak ve bu beklentiler oluşturulurken geçmiş deneyimlerden dersler çıkarmak en ilkel insanda olduğu gibi gü-nümüz modern insanında da var olan karşı konula-maz bir özelliktir.

Hayatını idame ettirme, sürekli gelişme gösterme, olumsuz durumlardan korunma güdüleri bireyi, geleceğe yönelik beklenti oluşturmaya ve bu bek-lentilere göre hareket etmeye zorlar. (En ilkel in-sanlar bile modern inin-sanlar gibi bir sonraki öğü-nünün ne olacağını ve bu öğünü nereden ve nasıl elde edeceğini planlamak ve bu plana göre hareket etmek zorundaydı.) Normal olarak da birey, bek-lediği durumun gerçekleşmesini arzu eder. Sonuç olarak da gerçekleşen durumun beklediği durumu karşılayıp karşılamamasına göre acı veya haz du-yar. Beklenen durum ile gerçekleşen durum ara-sındaki muhtemel fark (risk)’ın etkisi altında ol-mak insan olmanın kaçınılmaz heyecanıdır. Riskin hayatımızda kaçınılmaz bir yeri olmakla birlikte insanların risk kavramına bakış açısı za-man içerisinde değişiklik göstermiş ve bu bakış açısı kırılması modern toplumlar ile geleneksel toplumlar arasındaki kalın çizgiyi oluşturmuştur. Riske bakış açısının değişimi demek geçmişe, ge-leceğe ve şimdiki zamana bakış açısının değişimi demektir. Bu ise, toplumların inanç sistemleri ile bilimsel ve teknolojik ilerlemelere bağlı olmuştur. Kuşkusuz bu bakış açısı kırılması kolay ve hızlı olmamıştır. Aksine bu kırılma, insanların yerleşik inançlara savaş açtığı rönesans döneminden başla-yarak bilim ve teknolojideki ilerlemelerin insanla-rın hayat şartlainsanla-rını etkilemesinin bir sonucu olarak uzunca bir döneme yayılmıştır.

Riske bakış açısındaki değişim, riskin hayatımız-daki ağırlığını ve önemini artırmış, sigorta sektö-ründen finansal sektöre, tıp alanındaki gelişmeler-den hava durumu tahminlerine kadar hayatımızı doğrudan ve dolaylı olarak etkileyebilecek bir çok

alanda devrime yol açmıştır. Riske bakış açısında-ki bu değişim ile birlikte, son derece rutin, doğaya bağımlı, geleceğin tanrıların ve kahinlerin tekelin-de olduğu düşünülen katekelin-derci bir toplumdan, kar-maşık ilişkilere sahip, doğaya karşı koymaya çalı-şan ve kendi geleceğine kendi karar vermeye cesa-ret edebilen bir topluma geçilmiştir. Peter L. Bern-stein (2006:19) bu kırılmayı ve önemini şu şekil-de özetlemektedir.

‘‘Modern zamanlar ile geçmiş arasındaki sınırı ta-nımlayan çığır açan fikir, riske hakimiyet kavra-mı, geleceğin yalnızca tanrıların bir kaprisi olma-dığı ve kadınlarla erkeklerin doğa karşısında edil-gen kalmadıkları düşüncesidir: İnsanoğlu bu sını-rı aşmanın yolunu keşfedinceye dek, gelecek, geç-mişin aynasıydı ve olayları öngörme bilgisi üze-rinde tekel kurmuş kahinler ve falcıların karanlık hakimiyetinden ibaretti’’.

Bernstein’ın yukarıda alıntılanan sözlerinden ha-reketle modern zamanlar ile geçmiş arasındaki sınırı insanların riske hakim olma düşüncesinin oluşturduğunu söyleyebiliriz. Bu durumda önem-li olan nokta insanların riske hakim olma/olamama düşüncesini etkileyen unsurlardır. Geleneksel top-lumların temel özelliklerine ve bu özelliklerin za-man içerisindeki değişimine bakarak bu kırılma-yı daha rahat anlayabiliriz. Geleneksel toplumla-rın temel özellikleri şöyledir:

• Riske hükmedilemez düşüncesi hakimdir. • Gelecek şansa ya da rastlantıya bağlıdır ve tan-rıların tekelindedir.

• Kadercilik hakimdir. • Kararlar içgüdülerle alınır.

• Yaşam koşulları doğaya bağımlıdır.

• Günlük hayat temel gereksinimlerin karşılan-ması ile sınırlıdır (Bernstein, 2006).

Bu özelliklere bakıldığında temelde iki ana unsur görmekteyiz. Birincisi toplumların inanç sistemle-ri, ikincisi ise toplumların bilim ve teknolojideki gelişmelere sıkı sıkıya bağlı olan günlük yaşantı-larıdır.

(3)

33

1. Geleneksel Toplumlarda İnanç Sistemi

Batı-merkezci bakış açısı etkisi altındaki güncel paradigmaya göre uygarlık ve bilim tarihinin ka-baca, “Eski Yunan, Eski Roma, Rönesans/Aydın-lanma, Sanayi Devrimi ve günümüz uygarlığı” şeklindeki evrelerden oluştuğu kabul edilir. Tek taraflı bakışın bir ürünü olan bu tarih ve uygarlık okuması, ortaçağı uygarlık tarihinde adeta bir “ka-radelik” olarak tanımlamakta, ve Antik Yunan ve Roma ile Rönesans arasındaki dönemi “yok” var-saymaktadır. Oysa çok iyi bilinmektedir ki, bu ara-daki süreç, aslında bilim ve uygarlığa son derece önemli ve esaslı katkılar yapmış olan Doğu Uy-garlığı ve büyük ölçüde bu uyUy-garlığın temelindeki İslam inanç sisteminin egemen olduğu bir dönem-dir ve Batı, bugün bilimdeki hakimiyetini sağlayan yükselişini, bu dönemin birikimlerine borçludur. Bu nedenle, bu çalışmada geleneksel toplumdan modern topluma risk algısının gelişimi analiz edi-lirken, ekonomi-finans literatüründe genellikle ih-mal edilen “İslam Toplumundaki risk” kavramı üzerinde biraz durulacaktır.

1.1. İslam Toplumu

İslam inancına göre insanlığın başlangıcında tek Tanrılı inanç sistemi vardır ve buna dayanan İslam da, esasen ilk insanla birlikte başlamış olan din-dir. İlk insan olan Adem, aynı zamanda Allah’ın ilk peygamberidir. Buradan hareketle İslam bakış açısına göre insanlığın başlangıcında aslında mü-kemmel bir inanç sistemi zaten mevcuttur. Bu ne-denle İslam bakış açısına göre bu dönemi “ilkel” olarak tanımlamak yerine, insanın fiziki dünyada-ki sadelik ve yalınlığı ile tanımlamak daha doğ-rudur. Bu inanç sistemi, insanlar çoğalıp kabilele-ri, toplumları oluşturdukça, insanlığın her evresin-de, ortaya çıkan her yeni ve öncesine göre karma-şık durumda uygulanabilen ilkeleri ve uygulama-ları içinde barındırmaktaydı. Ancak insanlık iler-leyen tarihi süreçte zaman zaman bu temel öğre-tiden uzaklaşmış, çok tanrılı bir çok inanç siste-mini üretmiştir. Bununla birlikte İslam inanç sis-temi bir şekilde kesintisiz devam etmiş, bu inanı-şın gereği olan pratikler zaman içinde gelişmeler göstermiştir.

İslam inancının temellerinden biri “kader” konu-sudur. Çok kısaca Yaratıcı’nın, olacak olan

herşe-yi takdir etme, bilme gücünü ifade eder. Sınırlı in-san aklı ile tam olarak anlaşılması mümkün olma-yan bu kavram, zaman zaman olma-yanlış bir yorumla-ma ile insan iradesini yok varsayan, insanın dü-şünme, geleceğe ilişkin öngörülerde bulunma, ted-bir alma ve çalışma gayretini körelten ted-bir düşünce tarzına dönüşmüştür. Nitekim bu şekildeki düşün-ce tarzı, “fatalizm” veya daha bilinen İslam tarihi ifadesiyle “cebriye” mezhebini ortaya çıkarmıştır. Bunun tam tersi olan karşı uç görüş ise “mutezile” denilen, insanın kaderini tamamen kendi iradesiy-le oluşturduğunu ve kendi üzerinde herhangi bir ezelî takdir olmadığını ileri süren mezheple kendi-ni ifade etmiştir.

İslam’da geleceğin yani “gayb”ın Allah tarafından bilindiği, insanlar tarafından tam olarak bilinemez olduğu şeklindeki inanışı, kaderci bakış açısıy-la anaçısıy-lamak İsaçısıy-lam’ın kabul etmediği bir durumdur. Bir olayın gerçekleşmesi onun bilinmesinin bir ge-reği ve sonucu değildir, fakat bilinme o olayın ger-çekleşmesinin bir gereği ve sonucudur. Bir baş-ka ifadeyle bir şeyi bilmek onun olmasını gerek-tirmez, bir şeyin olması onun bilinmesini gerekti-rir. Bir meteorolog yarın havanın yağmurlu olaca-ğını iddia etse ve gerçekten ertesi gün yağmur yağ-sa, bu durumda yağmurun yağması meteorologun bilgisinin bir gereği ve sonucu değildir. Yani yağ-mur, meteorolog “yağmur yağacak” dediği için de-ğil, doğadaki işleyişin sonucu, konulmuş doğa ku-ralları gereği yağmıştır.

İnsan, tarihten bugüne değin aslında yaradılıştaki mükemmel sistemi aşama aşama çözme gayretin-dedir. O sistemin işleyişini, kurallarını keşfetmek-te, ve deyim yerindeyse yaradılıştaki mükemmel-liği “taklit” ederek hayatını kolaylaştırmaya çalış-maktadır. Yaratıcının sahip olduğu mükemmel sı-fatlardan biri de “her şeyi bilmesidir.” O halde in-sanoğlunun, geleceği bilme adına gösterdiği gay-ret de yaradılışının bir gereğidir ve tedbir geliştir-mesi için kaçınılmazdır. Bu bilme gayretini keha-net peşindeki gayretle karıştırmamak lazımdır. İn-sandan beklenen, kendisine verilmiş nakli bilgiyi, tecrübeleri, mevcut durumu, ve önündeki ipuçları-nı birleştirmek, kısaca nakil bilgisini akıl yetisiy-le biryetisiy-leştirerek geyetisiy-lecekyetisiy-le ilgili tahminde bulunma-sı ve tedbir almabulunma-sıdır. Ancak bu tedbirin, sadece kendi çıkarını korumayı değil, başkalarının da çı-karını gözeten bir amacı ve yöntemi olmalı, başka-larının mağduriyeti sonucunu doğurmamalıdır. Bu nokta, “diğergâmlığa” dayanan İslam düşünce

(4)

sis-34

temini, “bencil homo-economicus” anlayışına da-yanan pür materyalist-kapitalist düşünce sistemin-den ayıran temel bir husustur.

Henüz geleceği bilme konusunda yeterli araçla-rın geliştirilmediği modernite öncesi dönemde İs-lam toplumlarında da elbette “tedbirin” kapsamı ve yöntemi farklı idi. Madem ki modern dönem-de tahminlerdönem-deki kapsama süresi ve isabet yüzdönem-desi artmıştır, o halde Müslümanın sorumluluğu da, bu tahmin kabiliyetine paralel olarak artmıştır. Belir-sizlik yerini bilinebirliğe bıraktıkça, tedbirin kap-samı genişlemekte ve araçları da çeşitlenmektedir. İslam, girişimciliği ve serbest pazara dayalı eko-nomik sistemi teşvik eden bir inanç sistemidir. İslam’a göre insanın nihai hedefi ahiretteki esen-liği kazanmakla birlikte, bunu dünya hayatını imar ederek yapması gerekir. Peygamberler, aynı za-manda değişik mesleklerin ilk “ustaları” olarak bilinir. Son Peygamber Hz. Muhammed’in tica-retle uğraşması ve özellikle ilk halifelerden Hz. Osman’ın ticaretteki üstün becerisi İslam toplu-munda ticari hayatın yerini gösteren önemli ipuç-larıdır. İslam ekonomi doktrininin, kendisini önce “ticaretle faizi” birbirinden ayırmak suretiyle orta-ya koyması anlamlıdır. Ticaretin meşru, ve faizin yasak kılınmasıyla verilen mesaj (Bakara, 275), toplumdaki ekonomik faaliyetlerin katma değer ve fayda yaratmaya dayalı olması, salt paradan para kazanmanın yasaklanması, borç vermenin bir ta-rafı mağdur eden bir kazanç kapısı olmadığı, ser-vetin mümkün olduğunca belli yerlerde birikme-sinin önlenmesi gerektiği şeklindeki ilkeleri içer-mektedir.

İslam’daki girişimciliğin en önemli göstergelerin-den biri Hicret dönemingöstergelerin-den sonra yaşanan olay-dır: Mekke’den Medine’ye göç eden Müslümanlar (Muhacirler), Medine’deki Müslümanlarca

(En-sar) son derece sevgi ve ilgiyle karşılanmış, dünya

tarihinde görülmemiş bir kardeşlik ve dostluk orta-ya konmuştur. Ensar, Muhacirlere her türlü maddi yardımda bulunmak için yarışırken, Muhacirlerin ilk sözleri “teşekkür ederiz, ama siz bize Pazar’ın yolunu gösterin” olmuştur. Bu davranış tarzında elbette “Hiç kimse elinin emeği ile kazandığından daha hayırlı bir kazanç yememiştir (Buharî, Buyu, İbn Mâce, Ticâre,I’)” şeklindeki Hadis’te ifadesini bulan bir anlayış rol oynamaktaydı.

Risk kavramı, İslam toplumunda esas itibarıyla

ti-cari faaliyetler bağlamında anlamlı hale gelmek-tedir. Ticaretin doğasında risk vardır, ve girişimci bu riski öncelikle alan kimsedir. Ticaretin finans-manında ise meşru kılınan temel yöntemler

muda-rabe, müşareke, murabaha ve icare’dir. Mudare-be sermayedarın para, girişimcinin ise emeğini

or-taya koyduğu bir ortaklıktır. Kâr önceden anlaşı-lan oranda paylaşılır, zararı ise sadece sermaye-dar üstlenir. Ancak girişimcinin kusuru varsa ken-disinden tazmin edilebilir. Bu prensip girişimcinin ticari faaliyetlerde yeterli özeni ve gayreti göster-memesi, “nasıl olsa zarar edersem kaybedeceğim bir şey yok” şeklindeki bir suiistimale karşı çok önemli bir tedbirdir. Müşareke’de ise sermayedar-la birlikte girişimci de belli miktarda sermaye ile ortaklığa katılmakta veya tüm taraflar hem serma-ye hem de emeklerini koymaktadır. Girişimci aynı zamanda emek de koyduğu için genellikle kârdan daha fazla kâr alır. Zarar sermayedeki payları ora-nında paylaşılır. Murabaha’da, sermayedar, malı girişimci adına satıcıdan peşin alıp, müşteriye tak-sitlendirerek vadeli satar. Sermayedarın kazancı, vade farkıdır. İcare ise günümüzdeki leasing (fi-nansal kiralama) işlemine tekabül eden bir finans-man türüdür: Sermayedar varlığı satın alarak müş-terisine belirli bir süre için kiralar. Kiralama süre-sinde mülkiyet sermayedardır. Kiralama dönemi-nin sonunda sermayedar varlığı müşteriye cüzi bir tutara satabilir.

Yukarıda sayılan ilk iki finansman yönteminde kendisini gösteren ve İslam’da ticaretin finans-manını klasik bankacılık sisteminden ayıran te-mel anlayış “riskin, sermayedar tarafından da pay-laşılıyor” olmasıdır. Klasik ticari bankacılıkta ser-maye sağlayan, ticari faaliyetin başarısından ba-ğımsız olarak sadece servet sahibi olmasının ödü-lü olan faizi almaktadır. İslam’da salt borç verme bir ticari faaliyet konusu olamaz. Borç, ihtiyaç sa-hibine maddi bir çıkar beklemeden verilmelidir ve bu şekildeki davranış karz-ı hasen olarak adlandı-rılır. Bu süreçte dikkat edilmesi gereken aynı za-manda borç verenin de mağdur edilmemesidir ki bu da yine “Kişinin ödeme imkanı olduğu halde borcunu geciktirmesi zulümdür (Buhârî, Hava-le 1-2; İstikraz, 12; Müslim, Müsâkât, 33)” şek-lindeki Hadis’le sabittir. Öte yandan borç verenin para veya borca konu varlığın değer düşmesi riski-ne karşı da tedbir alması meşrudur: borç sözleşme-si enflasyonist bir ortamda ülkenin para birimi ye-rine değer düşme olasılığı zayıf olan örneğin altın, yabancı para vb. varlıklar cinsinden yapılabilir.

(5)

35 Gelecekteki muhtemel risklere karşı bir önlem

olarak ortaya çıkan ve fakat daha ziyade speküla-tif kazanç araçlarına dönüşen türev işlemlerin ise İslam toplumlarında yaygın bir uygulaması olma-mıştır. Bunda yine İslam hukukundaki alış-veriş ile ilgili temel prensiplerden olan “garar” yasağı-nın önemli rolü vardır. Alış veriş işlemlerinde fi-yat ve miktar sözleşme anında belirlenmiş olma-lıdır. Bu ilkenin ihlali garar denilen, akdin haksız kazanca yol açacak ölçüde kapalılık/belirsizlik ta-şıması durumunu ortaya çıkarır ve önemli ölçüde kumara benzerlik gösterir. Örneğin, niteliği belir-siz bir madde (örneğin henüz doğmamış bir buzağı gibi) satılamaz, zira alıcı ve satıcı ticaretini yaptık-ları şeyin tam niteliğini bilmemektedirler.

Türev işlemlerindeki belirsizlikle, ticari haya-tın doğasındaki belirsizliğin eşdeğer tutulma-sı ise sağlam bir dayanaktan yoksundur. Bir ya-tırım sözleşmesi sonucu elde edilecek kârla ilgi-li bilgi eksikilgi-liği, henüz doğmamış buzağının nite-liği konusundaki bilgi eksiknite-liği ile aynı şey değil-dir. Çünkü bu buzağı satma işleminde miktarı bili-nen bir para, niteliği bilinmeyen bir buzağı karşılı-ğı verilmektedir. Bu nedenle işlem, garar gerekçe-si ile yasaktır. Yatırım sözleşmelerinde ise, her bir ortak, nihai kârdan belli bir pay almak karşılığında miktarı belli bir para koymaktadır. Burada elbette yatırımın sonucuna dair bir risk vardır, fakat yatırı-ma katılyatırı-manın karşılığı nihai kârın belirli bir yüz-desidir, miktar olarak belirtilmemiştir.

1.2. Batı’nın Antik Devirleri

‘‘Tanrı-toplum ilişkisi, toplumsal değişim ve dö-nüşümler, toplumsal yapı ve zihniyet ile Tanrı ta-nımı ve tasarımları arasında son derece girift ve yakın ilişkiler bulunmaktadır’’ (Tekin, 2003:489). Bu kapsamda geleneksel toplumlardan modern toplumlara geçişte Tanrı kavramının göz ardı edi-lemez bir etkisi olmuştur. Rönesans ve Protestan Reformasyonu ise bu konuda bir dönüm noktası-nı oluşturmaktadır.

Geleneksel toplumlarda inanç sistemleri genel-likle çok tanrılı özellik taşımaktaydı. Her tanrının ayrı bir görünüşü, uzmanlık alanı, kişiliği ve ilgi alanı bulunmaktaydı. İnsanlar günlük hayatta kar-şılaştıkları sorunlara veya arzu, istek ve korkuları-na göre ilgili tanrıdan medet umarlardı. Bu konuda en güzel örneklere Antik Yunan ve Antik Mısır’da rastlamaktayız. ‘‘Dindar bir zihin yapısına sahip

olan bir Yunanlı, sadece fiillerinin değil, düşünce-lerinin bile nihai noktada tanrılara bağlı olduğunu ve sayısız tanrısal güçlerin elinde bir araç olduğu-nu hissetmekteydi’’ (Gilson, 2002:8).

Örneğin ertesi gün ailesine yemek götürebilme-yi umut edenler Açlık Tanrıçası Limos’tan, her-hangi bir anlaşmazlık durumunda Adalet Tanrıçası Dike’den, sevdiği insanın kendisine aşık olmasını isteyenler Aşk Tanrısı Eros’tan, tarımla uğraşanlar bereketli bir mahsül elde edebilmek için Bereket Tanrısı Poros’tan yardım isterlerdi ve istedikleri durumun gerçekleşmesi halinde ilgili tanrıya şük-ranlarını bildirir, gerçekleşmemesi halinde ise ka-derlerine boyun eğerlerdi (Agizza, 2009). Günlük hayatlarına etki eden neredeyse her du-rum için uzman bir tanrı olmasının sonucu olarak da kararlarını içgüdüleriyle alırlardı ve aldıkları kararların sorumluluklarını üstlenmezlerdi. Çün-kü nasıl olsa gelecek, ilgili tanrının istediği şekil-de gerçekleşecekti. Gelecekteki olası bir başarının veya kaybın dışsal bir kaynağa (Tanrıya) atfedil-mesi olgusunu Luhmann (1991), ‘‘risk sorumsuz-luğu’’ olarak adlandırmıştır. Çınarlı (2009:4)’ya göre bu dışsal nitelik; ‘‘karar vericiyi gelecekteki zararlara karşı sorumluluktan korumuştur’’. Gid-dens (1999) ise, geleneksel toplumlarda risk kav-ramının dahi olmadığını, bunun nedeninin de, ge-leceğin, tanrıların tekelinde olması sonucu kontrol edilemeyeceği düşüncesi olduğunu söylemektedir. Giddens, risk fikrinin, geleceği kontrol etme dü-şüncesine bağlı olduğunu belirtmektedir.

2. Geleneksel Toplumlarda Günlük Yaşam

Geleneksel toplumları riske hakim olamama dü-şüncesine iten bir diğer güçlü özellik, maruz kal-dıkları görece ilkel yaşam koşulları olmuştur. Mo-dern toplumlarda günlük hayatın işleyişi bilimsel ve teknolojik gelişmelere son derece bağımlıdır. Bu bağlamda Giddens (1999:1) ‘‘modern dünya-nın, bilim ve bilimsel keşifler ile şekillenmiş oldu-ğunu ve yeniliklerin artmasıyla birlikte, yeni tek-nolojilerin hayatlarımızı, hissettiklerimizi ve de-neyimlerimizi gittikçe artan oranda etkilediğini’’ belirtmiştir. Aynı şekilde Bahar da (2009:77) bi-limsel buluşların ve teknolojik gelişmelerin top-lumsal değişmeyi hızlandırdığını belirtmiştir. Bilimin ve teknolojinin gelişmediği, bu nedenle

(6)

36 kitlesel mal ve hizmet üretiminin yapılamadığı ge-leneksel toplumlarda temel gereksinimlerin (yeme, içme, barınma vb.) karşılanması günlük yaşamın büyük bir bölümünü oluşturmaktaydı. İnsanlar, za-manlarının büyük kısmını avlanarak, balık tutarak veya ürün yetiştirerek geçirmekteydi. Yani insan-ların günlük yaşamı doğa koşulinsan-larına endeksliydi. Fırtınaya yakalanan bir balıkçı eve eli boş döne-bilirdi, hatta hayatını bile kaybetme riskiyle karşı karşıyaydı. Toprağını eken kişinin bir sene yetecek kadar buğday elde edebilmesi uygun hava koşulla-rına bağlıydı. Kısacası geleneksel toplumlarda kıt-lık, kurakkıt-lık, doğal afetler ve savaşlar gibi sıkça görülen tehditler hesaplanamaz olarak nitelendiril-mekteydi (Yıldırım, 2008:79).

Yaşam koşullarının neredeyse tamamen doğa-ya endeksli olması geleneksel toplumlarda ‘‘ris-ke (kıtlık, kuraklık, doğal afetler vb.) hakim olu-namaz’’ düşüncesini pekiştiriyordu. Bu durumu Bernstein (2006:36) şöyle açıklamaktadır:

‘‘Geleneksel toplumlarda yaşam koşulları doğa-ya bu denli bağımlıyken insan kontrolüne pek yer kalmıyordu. Varlığını sürdürme arzusu insanları çocuk yapmak, tahıl yetiştirmek, avlanmak, balık tutmak ve barınmak gibi temel işlevlerle sınırladı-ğı sürece, aldıkları kararların sonuçlarını etkileye-bilecek durumları algılayabilmeleri mümkün de-ğildi’’.

3. Riske Bakış Açısında Değişim: Rönesans Ve Protestan Reformu

Batı toplumlarında Hıristiyanlığın yayılmasıyla birlikte, toplumları ‘‘riske hakim olunamaz’’ dü-şüncesine iten temel etkenlerden biri olan ‘‘gele-cek tanrıların tekelindedir’’ inancı yerini, gelece-ği yönlendiren bir rehber niteligelece-ğindeki ‘‘tek Tanrı’’ inancına bırakmıştır. Bu gelişmenin, insanların, geleceği algılama biçiminde yaptığı değişikliği Bernstein (2006:37) şöyle özetlemektedir: ‘‘Dün-ya üzerindeki ‘‘Dün-yaşamın geleceği sır olarak kalma-ya devam ediyordu, ancak artık niyetlerini ve stan-dartlarını öğrenmeye zaman ayıran herkesin gayet iyi bildiği bir güç tarafından belirleniyordu’’. Çok tanrılı inanç sistemine sahip toplumlarda ge-lecek, üzerinde düşünülmesine gerek olmayan, şansa bağlı bir kavram iken, tek tanrı iradesi, ge-leceği düşünmeyi ahlaklı bir davranış ve inanç

ko-nusu haline getirmiştir. Rönesans ise, geleceği dü-şünme özgürlüğüne kavuşan insana, daha da ile-ri giderek, geleceği kontrol edebileceği

düşünce-sini aşılamıştır.

Rönesansla birlikte kilisenin halk üzerindeki oto-ritesi sarsılmış, yerini bilimsel düşünceye bırak-mıştır. Bilim ve teknikteki gelişmelerin hızlanması ve günlük hayatı olumlu yönde etkilemesiyle bir-likte, insanın güçlü olduğu ve bu gücüyle büyük başarılar elde edebileceği düşüncesi hakim olmuş-tur. İşte bu etkilerin sonucu olarak rönesans, insa-nı, geleceği kontrol edebileceği konusunda cesa-retlendirmiştir.

Çetin (2002:9)’e göre ‘‘Rönesansın insan anlayı-şının en önemli noktası; insanın kendi eylemiyle kendini gerçekleştiren, kendi tarihini kendi yapıp ettikleriyle oluşturan bir varlık olduğu anlayışıdır. Eski çağdaki toplumsal ve bireysel şartların içine hapsolmuş durağan insan yerine dinamik bir insan anlayışı doğmuştur. Birey artık kişisel gelişim ta-rihine kendisi yön verecektir’’.

Rönesansın tetiklediği protestan reformu ise, ris-ke hakim olunabilir düşüncesinin pekişmesinde ve risk arayan (girişimci) birey figürünün meşru-laşmasında ve yaygınmeşru-laşmasında, bir inanç siste-mi olarak büyük rol oynamıştır. Reform’un günah çıkarma eylemini kaldırması Luhmann’ın belirtti-ği risk sorumsuzluğu kavramını ortadan kaldırmış-tır. Çünkü bu andan sonra insanlar aldıkları karar-ların sonuçkarar-larından sorumlu tutulacaklardı. Aldık-ları kararAldık-ların sorumluluğunu üstlenmek zorunda kalan insan, artık gelecek karşısında edilgen kala-mazdı. Bu ağır sorumluluğun sonucu olarak gele-cek, içinde bulunulan andan daha değerli hale gel-miştir.

Protestan reformunun en önemli etkisi, çalışma ve biriktirmeyi kutsayarak risk alma faaliyetini eko-nomik sistem boyutuna taşıması olmuştur. Kapita-lizmin sosyo-ekonomik düzen olarak vücuda gel-mesi, her şeyden önce; ideolojik bir etmenin varlı-ğını gerektirmiştir. Weber’ e göre ‘‘modern kapita-lizmin ideolojik etmeni Protestan Ahlâktır’’ (Aron, 1986: 374). Modern kapitalist gelişmeyi sağlayan şey Protestanizm’dir. ‘‘Protestanlıktaki, maddiya-ta, üretime, sermayeye ve çalışmaya yapılan vur-guların fazla olması, yine kişileri tembellik, faali-yetsizlik ve miskinlikten kurtarmaya yönelik tel-kinler, kişiyi iyi bir mümin olmak adına

(7)

üretme-37 ye/çalışmaya yönelten güdüler olmuştur’’ (Basu

ve Altınay, 2002:373). Weber, tezini doğrulamak amacıyla modern kapitalizmle Protestanlık arasın-daki üç temel ilişkiye göndermede bulunmuştur (Aron, 1986: 371).

1- ‘‘Protestanlıkla, birey ve toplumun ekonomik durumları arasında pozitif bir ilişki vardır: Kato-liklerle Protestanların yaşadığı ülkelerde, Protes-tanlar fert ve cemaat olarak nispeten zengindir’’ (Torun, 2002:91).

2- ‘‘XVI. yüzyıldan sonra Batı’ da reformasyo-nu hoş karşılayan ülkelerle Endüstri Kapitalizmi’ nin başarılı kâriyer izlediği alanlar arasında pozitif ilişki vardır (Torun, 2002:92).

3- ‘‘Protestanlık anlayışı ile kapitalizmin rasyonel ahlâkı arasında örtüşme vardır’’ (Torun, 2002:92). Weber’e (1985) göre protestan reformu ile birlikte belirli bir sermaye birikimi sağlanmış bu da kapi-talizmin ruhu olan girişimciliği arttırmıştır. Kapitalizmin temel unsuru olan girişimci bireyin meşrulaşması ve yaygınlaşması risk kavramını ekonomik hayatın merkezine yerleştirmiştir. Son olarak küreselleşmenin ve finansallaşmanın etki-siyle toplum bir ‘‘Risk Toplumu’’na dönüşmüştür.

4. Küreselleşme Ve Finansallaşma Sürecinde Risk Toplumu

Birey, en temel ve basit ihtiyaçlarından en özel ih-tiyaçlarına kadar her zaman risk’in etkisi altında-dır ve bireyin riske karşı tutumu onun ve diğer in-sanların hayatlarını etkilemektedir. Çünkü riske karşı tutum; beklentiye dayalı hareket etmek (po-zisyon almak) anlamına gelir ve herhangi birinin hareketi veya aldığı pozisyon bir başkasının/baş-kalarının acı veya haz duymasına neden olabil-mektedir. Bernstein (2006:26)’a göre ‘‘Riskin hi-kayesi tamamen, tercih yapma özgürlüğümüz öl-çüsünde göze aldığımız eylemlerin öyküsüdür’’. Riskin etki alanı kişiler ve toplumlar arası etki-leşimin daha kısıtlı olduğu geleneksel toplumlar-da toplumlar-daha sınırlı iken kitle iletişim ve ulaşım araç-larının yaygınlaştığı, ticaretin küreselleştiği, bil-gi paylaşımının önünde neredeyse sınırların olma-dığı günümüz dünyasında çok daha güçlüdür. Ör-neğin eski çağlarda insanlar, beslenme

ihtiyaçla-rını karşılamak için vahşi hayvanları avlamak zo-rundalardı. Yani en temel ihtiyaçlarını karşılamak için kendilerini riske atmak mecburiyetindeydiler. Eğer avlanan kişi besin elde etmek uğruna bu ris-ki almamış olsaydı kuşkusuz kendisi de ailesi de aç kalacaktı. Günümüzden çarpıcı bir örnek ver-mek gerekirse; bir bankanın üst düzey yöneticisi-nin yüksek getiri elde etmek uğruna bankayı aşı-rı risk almaya zorlaması, o bankanın iflas etmesi-ne ve binlerce hissedarın zarar etmesietmesi-ne etmesi-neden ola-bilmektedir.

Beck, modern toplumlarda riski dışsal (harici) riskler ve imal edilmiş riskler olarak ikiye gruba ayırır. Beck’e göre dışsal risk, geleneğin ya da do-ğanın sabitliklerinden kaynaklanmaktadır. Dışsal risklere örnek olarak kıtlık, kuraklık, doğal afetler ve savaşlar verilebilir. İmal edilmiş riskler ise ‘‘ge-lişmekte olan bilgi düzeyinin dünya üzerindeki et-kisini ifade eder’’ (Beck, 1992:46). İmal edilmiş risk, karşılaşma konusunda çok az tarihsel deneyi-me sahip olduğumuz ya da hiç deneyideneyi-me sahip ol-madığımız nükleer sızıntı ve küresel ısınma, nük-leer silahlanma gibi risk durumlarını anlatır. Günümüzde bilimin ve teknolojinin baş döndürü-cü hızda gelişmesi sonucu insan hayatını kolay-laştıran, toplumların refah düzeyini artıran birçok yeni ürün ve hizmet geliştirilmektedir. İlk başta ta-mamen faydalı olduğuna inanılan bu nimetlerin zaman ilerledikçe zararlı olabileceği de görülmüş-tür. Kuşkusuz cep telefonlarının, internetin, nük-leer enerjinin, genetik bilimindeki gelişmelerin, fi-nansal sektörün (türev enstrümanlar, ipotekli ko-nut kredileri vb.) insanlara sunduğu kolaylıklar ve avantajlar görmezden gelinemez. Fakat bu nimet-lerin bilinçsiz ve ölçüsüz kullanılması sosyal, kül-türel, ekonomik ve sağlık alanında önemli riskle-re neden olabilmektedir. Küriskle-resel ısınma, Çernobil faciası, internetin sosyal ve kültürel alanda yaptı-ğı tahribat, genetiği değiştirilmiş ürünler, domuz gribi gibi salgın hastalıklar, cep telefonlarının ve baz istasyonlarının insan sağlığına etkileri, finan-sal krizler, imal edilmiş risklere örnek olarak ve-rilebilir.

Taleb (2007), bilimdeki gelişmelerin, insanların, geleceği kavramalarını sağlayacak araçlara sahip oldukları izlenimi yarattığını ve insanların bu gü-ven duygusuyla kendinden emin bir şekilde karar vermesinin sonucu olarak modern toplumların, gi-derek insan eliyle biçimlenen kontrolsüz bir

(8)

rast-38 lantısallığa sürüklendiğini belirtmektedir. Bu an-lamda risk almak, modern toplumlarda geleneksel toplumlara göre çok daha güvenilir ve sıradan bir eylem olarak algılanmaktadır.

Modern zamanların riske bakışını belirleyen an-layışın arka planında, “riskin ölçümü konusunda yeterince objektif ve bilimsel olunduğunda etkin bir risk yönetiminin de başarılabileceği” anafik-ri yatmaktadır. 1940’lardan itibaren yüksek mate-matik ve sayısal tekniklere dayalı yönetim anlayı-şının egemen olduğu “bilimsel yönetim” anlayışı, sonraki yıllarda gittikçe gelişen teknoloji ile bir-likte risk ölçümünde ve değerlendirmesinde geliş-me sağlandığı düşüncesine neden olmuştur. Böy-lece riski ölçmenin, bir başka deyimle geBöy-lecek- gelecek-teki belirsizlikleri öngörmenin ve dolayısıyla ge-rekli adımların şimdiden atılmasının eskiye göre daha kolay olduğu fikri kabul görmüştür. Halbuki bu düşüncenin göremediği iki önemli gerçek şu-dur: 1) Riski ölçmek ve bunu fiyatlamak suretiy-le işsuretiy-lem maliyetine yansıtmak, risk doğuran olgu-yu ortadan kaldırmamaktadır. Daha somut olarak örneklendirmek gerekirse, borç geri ödeme ola-sılığı düşük kredi müşterilerine yüksek risk pri-mi tahakkuk ettirmek etkin bir risk kontrolü de-ğildir, zira yüksek faiz tahakkuk ettirmek en baş-ta bankanın o müşteriye kredi verme konusundaki arzusunu azaltmamakta ve kredi verildiğinde müş-teriden kredi geri dönüş olasılığını artırmamakta-dır. 2) Yukarıda da ifade edildiği gibi çağdaş geliş-meler “imal edilmiş riskleri” de beraberinde getir-mektedir. Yani gerçek durum geleneksel toplum-daki risklerin bilimsel ve teknolojik imkanlarla es-kiye göre daha kolay kontrol edilmesi değil, mo-dern toplumların yeni riskleri de beraberinde getir-mesi sonucu, bilimsel ve teknolojik imkanların so-nuçta riskleri yönetmede yine yetersiz kalmasıdır. ‘‘Geleneksel toplumlarda riskin olumsuz so-nuçlarının dağılımı; mekansal ve zamansal ola-rak ‘yerel’ sınırlar içinde yer alırken; küreselleş-me ile birlikte riskler de küreselleşecektir’’ (Beck, 2000:100). Kılıç (2008:32)’a göre ise, ‘‘Küresel-leşme, Beck’in tanımladığı risk toplumunun nitel ve nicel açıdan genişlemesine yol açmıştır’’. Kültürel açıdan küreselleşme ‘‘eşyaların ve düşün-celerin yayınımıyla damgalanan günlük yaşam de-neyiminin, dünyanın her yerinde kültürel ifadeler-le standartlaşma güdebiifadeler-leceği süreç’’ olarak tanım-lanır (Chanda, 2009:7). Ekonomik açıdan

küresel-leşme ise üretim faktörlerinin ve mal ve hizmetle-rin dünya üzehizmetle-rinde hiçbir kısıtlamaya tabi olma-dan dolaşımını ifade eder. Bir başka açıolma-dan tanım-lanacak olursa küreselleşme, girişimci kültürün ve kapitalist üretim ilişkilerinin yayılması anlamına gelir. Leslie (1879), ticaretin modern topluma ge-çişle birlikte çok daha karmaşık bir yapıya kavuş-tuğunu ve bunun sonucu olarak fiyatların daha be-lirsiz, öngörülemeyen ve karmaşık bir süreç içeri-sinde belirlendiğini belirtmektedir.

Genel olarak küreselleşme, dünyanın her alanda birbirine eklemlenmesi sürecidir. Fakat ‘‘aşırı de-recede birbirine bağlanmış dünyada, risk çok daha yüksek olacaktır’’ (Chanda, 2009).

Küreselleşmeyle birlikte, dünyanın herhangi bir yerinde bir kişi veya kurumun aldığı kararların so-nuçlarının ilgili ilgisiz dünyanın geri kalanını et-kileme olasılığı çok daha yükselmiştir. Örneğin, H1N1 mikrobunun dünyanın birçok ülkesine çok hızlı bir şekilde yayılması, ulaşım olanaklarının geldiği seviye ve ülkeler arasındaki artan hare-ketlilikle açıklanmaktadır. Geleneksel toplumlar-da insanlar sadece yaşam koşullarının elverişsizli-ği nedeniyle dünyanın başka yerlerine gitmek ge-reksinimi hissederken, günümüzde sağlık, eğitim, sosyal ve kültürel, ekonomik ve siyasi nedenler-le ülkenedenler-ler arasında gittikçe artan düzeyde mal, hiz-met ve insan hareketliliği görülmektedir.

‘‘Riskin karar alıcıları ve kurbanları arasındaki ne-densellik ise, modern topluma geçişle birlikte ve küreselleşmenin de ivmesiyle karmaşık bir yapıya kavuşmuştur’’ (Beck, 2000). Örneğin 2008 yılına kadar ABD’de birçok banka tarafından, ödeyeme-yecek durumda olan kişilere, devletin destekleme-si ve teşvik etmedestekleme-si sonucu uzun vadeli konut kre-disi kullandırılmıştır. Bu durumda riski alan taraf bankalardır. Fakat bankalar bu kredileri menkul-kıymetleştirme (securitization) yoluyla bilançola-rından çıkarmış ve bu konut kredisine dayalı men-kul kıymetler özel amaçlı kuruluşlar (special pur-pose vehicle) tarafından dünyanın birçok ülkesin-deki bireysel ve kurumsal yatırımcılara satılmış-tır. Hatta bu menkul kıymetler, zarar etmeleri ola-sılığına karşı sigorta şirketleri tarafından sigorta-lanmıştır. Sonuç olarak, konut kredilerinin memesi ile birlikte, konut kredilerinin geri öden-memesi riskinin doğurduğu zarara, ellerinde bu menkul kıymetleri tutan kişiler, kurumlar ve sigor-ta şirketleri ile bu şirketlerin orsigor-takları katlanmıştır.

(9)

39 Riskin karar alıcıları ve kurbanları arasındaki

ne-densellik ilişkisini Beck (1999:39), şöyle açıklar: ‘‘Riskler endüstri tarafından üretilir, ekonomi ta-rafından maddileştirilir, hukuki sistem tata-rafından bireyselleştirilir, doğa bilimleri tarafından meşru-laştırılır ve siyaset tarafından zararsız gösterilir’’. İmal edilmiş riskler söz konusu olduğunda Gid-dens (1999), ‘‘Riskin derecesinin pek çok durum-da artık çok geç olana kadurum-dar bilinemeyeceğini ve bu tür riskler yayıldıkça, ‘‘riskin yeni riskliliği’’nin ortaya çıktığını belirtmiştir’’. Örneğin 2008 yılın-da ABD’de başlayan krizin maliyeti uzunca bir süre belirlenememiştir. Yüksek riskli konut kredi-lerine dayanan türev enstrümanların karmaşık ya-pısı ve dünya üzerinde birçok ülkeden farklı tür yatırımcılar tarafından alınmış olmalarının sonucu olarak, gerçek maliyetin aylar sonra ortaya çıkma-sı ile birlikte felaketin boyutu anlaşılmıştır. Yüksek riskli konut kredilerine dayalı menkul kıy-metlerden dolayı farklı ülkelerde farklı kişi, ku-rum ve şirketlerin zarar etme olasılığı ise ‘‘riskin yeni riskliliği’’ anlamında yeni riskler doğurmuş-tur. Örneğin, ABD hükümeti yüksek riskli konut kredilerine dayalı menkul kıymetleri sigortaladı-ğı için batma noktasına gelen ve küresel bir şir-ket olan AİG şirşir-ketinin batmasına izin verememiş-tir. Dünya ekonomisindeki hacmi ve stratejik öne-mi düşünüldüğünde bu şirketin ‘‘batmak için çok büyük (too big to fail)’’ olduğuna kanaat getirilmiş ve ABD hükümeti tarafından kurtarılmıştır. Zarar ise, bu risklerle hiç alakası olmayan Amerikan ver-gi mükelleflerine yüklenmiştir.

Yüksek riskli konut kredilerine dayalı menkul kıy-metlerin sebep olduğu bir başka risk ise,

hükümet-lerin kurtarma operasyonları sonucu kamu mali-yelerini bozmaları ve kamu borç stoklarının daha önce görülmemiş seviyelere gelmiş olmasıdır. Ekonomi çevreleri ülkelerin astronomik borç stok-larının yeni krizlere davetiye çıkarmasından endi-şe duyar hale gelmiştir ve hükümetlerin, artan borç stoklarının denetim altına alınması için aldıkları kemer sıkma önlemleri, milyonlarca kişinin hayat standardını etkilemiştir.

Finansallaşma olgusu, kapitalist sistem içerisinde, genel tanımıyla, fon arz edenlerle fon talep eden-leri bir araya getiren ve bu ortamın etkinleştirilme-sine yönelik kurumlardan (bankalar, düzenleyici otoriteler, borsalar, ekonomi basını vb.) oluşan fi-nansal sistemin ağırlığının artmasını ifade etmek-tedir. Finansallaşma ayrıca ‘‘finansal sektörün ku-ralsızlaştırılması, yeni finansal araçların yaygın-laşması, uluslar arası sermaye hareketlerinin ser-bestleşmesi ve döviz piyasalarında istikrarsızlı-ğın artması olgularını da içermektedir’’ (Ergüneş, 2009). Epstein (2005:3) ise finansallaşmayı, ‘‘ulu-sal ve uluslar arası ekonomilerin işlemlerinde fi-nansal saiklerin, fifi-nansal aktörlerin, fifi-nansal piya-saların artan rolü’’ olarak tanımlamaktadır. Stochammer (2004), Crotty (2005), Skott ve Ryoo (2008) finansallaşmayı, ‘‘finansal piyasalarla fi-nansal olmayan piyasalar arasındaki ilişkide yaşa-nan dönüşümü’’ tanımlamakta kullanmaktadırlar. Özellikle 1970’li yıllardan itibaren finansal ser-bestleşme çabalarının da sonucu olarak, birçok lişmiş ve gelişmekte olan ülkede, hem milli ge-lir içerisinde finansal sektörün payı hem de top-lam karlar içerisinde finansal sektörden elde edi-len karların oranı artış göstermiştir. Aşağıdaki tab-lodan bu durumu açıkça görebilmekteyiz.

Tablo 1: Banka Kârlarının GSYİH’ye Oranı (%)

Ülke 1980 1988 2005 ABD 0,72 0,74 1,62 (Batı) Almanya 0,53 0,81 1,35 İspanya 0,84 1,42 1,77 Fransa - 0,96 1,53 Kaynak: (Santos, 2009)

Bankaların, ticari ve sınai faaliyetlerden uzaklaşıp temel kar kaynağı olarak bireysel gelire yönelmesi ve başta konut olmak üzere eğitim, sağlık, emek-lilik, sigorta ve son olarak da kredi kartlarının ve benzeri ödeme araçlarının da artmasıyla birlikte

her türlü harcama kalemi finansallaşmıştır (Lapa-vitsas, 2008). Finansallaşmanın boyutunu, banka-ların faiz dışı gelirlerinin toplam gelirlerine olan oranındaki artıştan anlayabiliriz.

(10)

40

Tablo 2: Faiz Dışı Gelirlerin Bankaların Toplam Gelirlerine Oranı (%)

Ülke 1980 1985 1990 1995 2000 2005 ABD 24,9 30,5 30,3 32,1 39,7 40,7 (Batı) Almanya 20,4 20,6 26,8 21,0 35,8 34,2 İspanya 14,9 15,6 18,2 23,1 35,8 33,2 Fransa - - 22,6 45,5 60,9 62,2 Kaynak: Santos (2009:126)

Reel ücretlerin durgun seyrettiği ve gelir eşitsizli-ğinin kötüleştiği günümüzde, paraya ulaşma im-kanı kısıtlı olan ücretli çalışanlar, gelecekte elde edecekleri gelirleri ipotek altına sokmak koşuluy-la her türden harcamakoşuluy-larını finanse etme imkanına kavuşmuşlardır (Santos, 2009). Finansallaşmanın bir başka boyutu ise, finansal piyasalarda hem ku-rumsal hem de bireysel yatırımcıların sayısının gi-derek artması olmuştur. Ayrıca devletlerin finansal serbestleşmeyi teşvik etmeleri ve özelleştirme uy-gulamaları sonucu eğitim, sağlık vb. hizmetlerin özel sektörden karşılanması mecburiyeti ile birlik-te bireyler finansal sektöre bağımlı hale getirilmiş-tir.

Risk kavramının önemini artırması açısından fi-nansallaşmanın sonuçları şunlardır;

• Yatırımcı sayısının artması, riskin etki alanını artmıştır.

• Finansal sektörde üretilen karmaşık yatırım araçlarının (türev ürünler, varlığa dayalı menkul kıymetler, egzotikler vb.) yeni riskler oluşturabil-me potansiyeli görüloluşturabil-mektedir.

• Finansallaşma süreci ile, finansal piyasalarda işlem yapmaya zorlanan kitlelerin gerekli temel yatırım bilgisine sahip olmamaları, bu kitlelerin hesaplayamadıkları riskler almalarına neden ola-bilmektedir.

• Finansallaşma, finansın sahip olduğu etik, ahlak ve zihniyetin, toplumsal ve bireysel yaşama nüfuz etmesini sağlayarak, risk alımı teşvik edilmektedir (Lapavitsas, 2009).

• Finansallaşma ile dünya genelinde hanehalkla-rının borç stoku artmakta ve ödenemeyen borçlar ciddi toplumsal travmaların yaşanmasına neden olmaktadır.

• Finans kurumlarının bilgi ve güç avantajına

sa-hip olması, bu kurumların bireylerle olan ilişkile-rinde kendi çıkarlarına işlemler yapmasına müsait zemin oluşturmaktadır.

• Finansal piyasalarda denetimin azaldığı dönem-lerde finansal balonların oluştuğu görülmektedir.

5. Kaldıraçsız Bir Finansal Sistem ve Risk

İslam toplumunda spekülatif alım-satımların hem hacim, hem de sayı olarak düşmesi beklenir. Ör-neğin “İslami” forward piyasasında en başta sade-ce 100 TL depozito yatırarak 1.000 liralık altın al-mak artık mümkün olmayacaktır. Bu, altınını, 900 TL’lik borç bakiyesinin vadesi gelmeden kâr ede-rek satma umudu taşıyan spekülatörün gerçekleş-tirdiği tipik bir “depozitolu” (margined

transac-tion) işlem şeklidir. Altının fiyatında %10’luk bir

artış, yatırılan depozito üzerinden %100 kâr etmek anlamına gelecektir. Bir tür açığa satış olan bu tür bir kaldıracın da yasaklanması, İslami finansal pi-yasayı, tam olarak reel ekonomiye dayalı hale ge-tirecektir. Tarihsel sürecin anlatıldığı kısımda da belirtildiği gibi türev işlemleri, sözleşmelerin taşı-ması gereken asgari belirlilik şartını sağlamadığın-dan “garar” kabul edilmiş ve yasaklanmıştır. Uy-gun şekilde yapılandırılmış İslami finans sistemin-de finansal kaldıracın önemli ölçüsistemin-de ortadan kal-dırılmış olması, hem kaldıraç etkisiyle aşırı özkay-nak kârlılığını, hem yine kaldıraç etkisinin tetik-lediği zincir türev işlemleriyle aşırı riskler alma imkânını ve sonuçta da geleneksel işletme finansı teorisini geniş ölçüde kullanışsız hale getirecektir. Batı finans literatüründe çoğu zaman “gearing (vi-tes değiştirme)” diye de tanımlanan kaldıraç, mo-dern dünyada oldukça yaygındır ve en son bü-tün dünyayı etkileyen 2008 krizinin ardındaki te-mel saiktir. Bu kaldıraç mekanizması borç alanla-ra, faiz ödemeleri yapıldıktan sonraki bütün kârı almalarına imkan vermektedir. Böylece, faizle borç verenler, girişime verdikleri bu para oranında kârdan bir pay alamamaktadırlar. Örneğin 1.000

(11)

41 TL’lik bir projenin 900 TL borç, 100 TL

özkay-nakla finanse edildiğini varsayalım. Borcun faizi %10, vergi oranı %30’dur. Proje dönem sonunda 300 TL’lik bir faiz ve vergi öncesi kâr sağlamıştır. Burada borç veren, girişimcinin gereksinim duy-duğu fonun %90’ını karşılamış, ancak elde edilen kârın sadece %30’unu faiz ödemeleri şeklinde al-mıştır (90/300). Faiz ödendikten sonraki vergi ön-cesi kâr (300 ─ 90 =) 210 TL’dir. Bundan vergi de ödendikten sonra girişimciye kalan net kâr (210 ─ 63 =) 147 TL’dir. Böylece borç alan girişimci fo-nun %10’unu sağladığı halde tam %147 özserma-ye getirisi elde etmiştir.

Faizli sistemdeki geleneğe göre yatırım, algılanan riske göre ödüllendirilir. İslami yaklaşımda ise, yatırım, faaliyetin sonucundaki kâra yaptığı kat-kıyla orantılı olarak ödüllendirilir. İslami ilkeler yatırılan sermayenin en başta algılanan riske göre değil, onun kârlılıktaki fiili katkısına göre ödüllen-dirilmesi gerektiğini söyler.

Faizsiz borçların, kâr amaçlı bir şirketin sermaye-sinin genellikle önemli bir kısmını teşkil etmeye-cek olması ve faizli borçların da tamamen yasak-lanmış olması nedeniyle, İslami ekonomide finan-sal kaldıraç imkanı da ortadan kaldırılmış olmak-tadır.

Geleneksel finanslama yaklaşımında borç/özser-maye oranındaki tercih, teşebbüs edilecek işle il-gili güven düzeyine göre oluşur. Eğer girişimci, diyelim ki yıllık %20 varlık getirisi elde edeceği şeklinde bir güvene sahipse, o takdirde bu girişi-mi yıllık %10 faizli bir borç kullanarak finanse et-mek, hisse çıkararak finanse etmekten çok daha caziptir. Ancak işadamının oldukça belirsiz bir projeye teşebbüs etmesi durumunda ise borç, his-seye göre daha az cazip görünebilmektedir. Saiful Rosly, 1995’te Kuala Lumpur’da yapılan “Dual Banking-İkili Bankacılık” Konferansındaki bildi-risinde şunları söylüyordu:

Böylece, borç kullanımı ve finansal kaldıraç, fir-manın ticari riskini çoğunlukla hissedarlarına yük-lemektedir… Mudaraba ve Müşareke bugün yatı-rım yapmaya değecek uygulanabilir ürünler ola-bilir mi? Malezya’da kesinlikle değil. Çünkü fir-malar, projeler çok riskli olduğu zaman özserma-ye finansmanını, kâr etme sadece sermaözserma-ye bulma-ya kaldığı zaman ise borç finansmanını seçmekte-dirler… Hele hele, vergi kanunlarının mudarabe

ve müşareke bankacılığını desteklemediği bir dün-yada ticaretin borçla özsermaye arasında bir seçim yapması gerektiğinde durum çok daha fazla borç finansmanı lehinde olmaktadır.

Rosly bize ayrıca günümüz ekonomilerinde faize dayalı finansmandaki vergi avantajlarının, özser-maye finansmanında olmadığını hatırlatmaktadır. Bu, borcu şirket finansmanında daha avantajlı kı-lan temel faktörlerdendir.

Finansal kaldıraç uygulaması ticari faaliyetlerde, Umar Vadillo’nun The End of Economics adlı ki-tabında “ticari irilik” diye bahsettiği bir eğilime yol açmaktadır. Daha yüksek kaldıraç girişimcinin özsermaye getirisini artırdığından, firmalar faali-yetlerinin boyutlarını büyütmek için borçlanmaya teşvik edilmiş olmaktadır. Ölçek ekonomisi, bü-yük firmaların, küçük firmalara rekabet üstünlüğü sağlamalarına yol açmaktadır. Dahası, büyük fir-malar çoğu zaman küçük rakiplerinden daha fazla borçlanabilme gücüne sahiptir ve bu nedenle yeni rakiplerini boğarak sektördeki hakimiyetlerini pe-kiştirirler. Küçük ölçekli, sahipleri tanınan ve böl-gesel güçlenmeyi sağlayan işletmelerin yerine git-tikçe devasa, sahiplik yapısı anonim ve bölgesel gücü ortadan kaldıran işletmeler geçmektedir. Kü-çük işletmelerin geleneksel usta-çırak yapılarının tersine, bu iri sistemde işveren-personel yapıları hakim olmaktadır (Diwany, 2003).

Hristiyanlığın katolik yaklaşımının tersine İslam’ın dünyadaki kazanç ve hazların tatminini meşru kılan yaklaşımını, protestan ahlak ve sonra-sındaki modernite sürecindeki vahşi kapitalist an-layışla karıştırmamak gerekir. Modern iktisat öğ-retisi iktisadı tanımlarken “insan ihtiyaçlarının sı-nırsız, kaynakların kıt” olduğu kabulüne dayanır. Oysa İslam’daki insan ve evren tasavvuru farklı-dır. Her insanın “optimal” bir tatmin ve zenginlik düzeyi vardır ve bu düzeyin ötesinde haz peşin-de koşmak doğru peşin-değildir. Dolayısıyla Kur’an’ın “dünyadan nasibini unutma (Kasas, 28/77)” cüm-lesi ilerlemeci felesefe anlayışı ile okunup “dün-yadan zevk al, istifade et, olabildiğince servet sa-hibi ol…” şeklinde anlaşılmamalıdır. İslam’ın bü-tününe bakıldığında “kanaat” kavramı ağırlık ka-zanmaktadır ve bu da yukarıda zikredilen “optimal varlık” düzeyinin hedeflenmesi gerektiğini işaret etmektedir. Gelecekle ilgili olası durumların tah-min edilmesi ve tarafları mağdur etmeyecek akılcı tedbirlerin alınması da risk yönetimi bağlamında

(12)

42 kabul edilebilecek bir davranıştır. Ancak burada da dikkat edilmesi gereken bir başka önemli kavram “tevekkül”dür. Kişinin, gerekli tedbirleri aldıktan sonra artık Yaradıcı’nın kendisini mağdur etmeye-ceğine inanması anlamına gelen bu kavramın iç-selleştirilmesi, bir toplumda yatırımcıların ve gi-rişimcilerin “başkalarının mağduriyeti pahasına” kendilerini garantiye alma eğilimlerini de durdu-racaktır.

Sonuç

Riskin hayatımızda kaçınılmaz bir yeri olmakla birlikte insanların risk kavramına bakış açısı za-man içerisinde değişiklik göstermiş ve bu bakış açısı kırılması modern toplumlar ile geleneksel toplumlar arasındaki ayrıştırıcı temel özellikler-den birini oluşturmuştur. Kuşkusuz bu bakış açısı kırılması kolay ve hızlı olmamıştır. Aksine bu kı-rılma, insanların yerleşik inançlara savaş açtığı rö-nesans döneminden başlayarak bilim ve teknolo-jideki ilerlemelerin insanların hayat şartlarını et-kilemesinin bir sonucu olarak uzunca bir döneme yayılmıştır. Riske bakış açısındaki bu değişim ile birlikte, son derece rutin, doğaya bağımlı, gelece-ğin akılla öngörülemez olduğu düşünülen kader-ci bir toplumdan, karmaşık ilişkilere sahip, doğaya karşı koymaya çalışan ve kendi geleceğine kendi karar vermeye cesaret edebilen bir topluma geçil-miştir. Finansallaşma süreci ile risk almak sıradan-laşmış ve günlük yaşantımızın rutin bir uygulama-sı haline gelmiştir. Küreselleşme süreci ise riskin etki alanını özelden genele, yerelden uluslar arası boyuta taşımıştır.

Modern zamanlarda bilim ve teknolojinin daha et-kin kullanılması sonucu daha etet-kin bir risk yöneti-mi gerçekleştirildiğini iddia etmek güçtür. Çünkü modern toplumlar yeni riskleri de beraberinde ge-tirmiş ve risk kontrolü belki eskisinden daha zor hale gelmiştir. Riskin sayısal tekniklerle ve tekno-lojik imkanlarla daha etkin ölçülebilmesi ve fiyat-lanması, insanın risk alma konusunda daha ihtiyat-lı davranmasına değil, daha fazla cüretkâr davran-masına yol açmış görünmektedir. Bu cüretin bede-li ise ne yazık ki riski alanlarca değil, sıklıkla gö-rüldüğü gibi bütün toplum kesimleri ve ekonomi-nin tüm sektörleri tarafından ödenmektedir. Finansal sistemin etkinliği ve sağlamlığı, yatırım-cıların ellerindeki fonların, reel ekonomide etkin şekilde kullanılmasına sağladığı katkıyla ölçülür.

Dünyanın bugüne kadar yaşadığı ve en son 2008 krizi ile bir kez daha ortaya çıkan gerçek ise finan-sal sistemin bu amaca hizmet etmekten çok, kal-dıracın “sihirli” cazibesine kapılan aktörlerin, aşı-rı riskler alarak finans ekonomisini anormal ölçek-te büyütmüş olmalarıdır. “Reel ekonomi için” var olması gereken finans ekonomisi, deyim yerindey-se “kendisi için var” olmuştur. Bu kısır döngünün tekrarlamaması için kaldıraçsız veya en azından kaldıracın belli kesimlerin mağduriyetine neden olmadığı bir sistem üzerinde tekrar ve ciddi şekil-de düşünülmesinşekil-de yarar vardır.

Kaynakça

AGIZZA, Rosa; (2001), Antik Yunan’da Mitoloji Masallar ve Söylenceler, Çev.: Zühre İlkgelen, 1. Baskı, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul.

ALADA, A. Dinç; (2000), (Cliffe Leslie’den aktaran) İktisat Felsefesi ve Belirsizlik, Bağlam Yayınları, İstanbul.

ARON, Raymond; (1986), Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, Çev.: Korkmaz Alemdar, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara. BAHAR, Halil İbrahim; (2009), Sosyoloji, 5. Baskı, USAK Yayınları, Ankara.

BASU, Anuradha, Eser, ALTINAY; (2002), ‘‘The İnteraction Between Culture and Entrepreneurship in London’s Immigrant Business’’, International Small Business Journal, 20( 4), pp. 371-393.

BECK, Ulrich; (2000), What is Globalization?, Çev.: Patrik Ca-miller, Polity Press, Cambridge.

BECK, Ulrich; (1992), Risk Society: Towards a New Modernity, Çev.: Mark Ritter, Sage Publications, London.

BECK, Ulrich; (1999), World Risk Society, Polity Press, Cam-bridge.

BERNSTEİN, Peter L.; (2010), Tanrılara Karşı: Riskin Olağanüstü Tarihi, Çev.: Canan Feyyat, 5. Baskı, Scala Yayıncılık, İstanbul.

CHANDA, Nayan; (2009), Küreselleşmenin Sıradışı Öyküsü, Çev.: Dilek Cenkçiler, ODTÜ Yayıncılık, Ankara.

CROTTY, James; (2005), ‘‘The Neoliberal Paradox: The İmpact of Destructive Product Market Competition and ‘Modern’ Fi-nancial Markets on NonfiFi-nancial Corporation Performance in the Neoliberal Era’’, Gerald Epstein (der.) Financialisation and World Economy içinde. pp. 77-111.

ÇETİN, Halis; (2002), ‘‘Liberalizmin Tarihsel Kökenleri’’, C. Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 3(1), ss. 79-96.

ÇINARLI, İnci; (2009), Belirsizlik Toplumu’nun Krizi, 1. Baskı, Beta Yayıncılık, İstanbul.

DOS SANTOS, Paulo L.; (2009), ‘‘On the Content of Banking in Contemporary Capitalism’’, Historical Materialism, 17(2), pp. 180-213.

(13)

43

Creatoc Publications, London.

EPSTEİN, Gerald; (2005), Introduction: Financialisation and The World Economy, Edward Elgar Publishing, Massachusetts. ERGÜNEŞ, Nuray; (2009), “Global Integration of Turkish Econ-omy in the Era of Financialisation”, Financialisation and De-veloping Countries Roundtable, Research Money and Finance, London.

GIDDENS, Anthony;(1999),‘‘Risk and Responsibility’’,The Modern Law Review, 62, pp.1-10.

GILSON, Etienne; (1986), Tanrı ve Felsefe, Çev.: Mehmet Aydın, D.E.Ü. Yayınları, İzmir.

KILIÇ, Selim; (2008), ‘‘Küreselleşme Sürecinde Ekonomik, Ekolojik ve Toplumsal Riskler’’, Akademik İncelemeler, 3(1), ss. 31-54.

LAPAVITSAS, Costas; (2009), ‘‘Financialised Capitalism: Cri-sis and Financial Expropriation’’, Historical Materialism, 17(2), pp. 114-148.

LUHMANN, Niklas; (1991), Risk: A Sociological Theory, Çev.: Rhodes Barrett, Walter de Gruyter, Berlin.

LUPTON, Deborah; (1999), Risk, London: Routledge. SKOTT, Peter ve Soon RYOO; (2007), ‘‘Macroeconomic İmplications of Financialization’’, Cambridge Journal of Eco-nomics, 32(6), pp. 827-862.

TALEB, Nassim N.; (2007), Siyah Kuğu (Olasılıksız Görünenin Etkisi), Çev.: Nazan Arıbaş, Varlık Yayınları, İstanbul.

TEKİN, Mustafa; (2003), ‘‘Tanrı Kavramı ve Toplumsal İzdüşümü’’, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Der-gisi, 10, ss. 475-492.

TORUN, İshak; (2002), ‘‘Kapitalizmin Zorunlu Şartı: Protestan Ahlak’’, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 3(2), ss. 89-98. VADILLO, Umar (1991); End of Economics, Madina Press, Granada.

WEBER, Max; (1985), Protestan Ahlâk ve Kapitalizmin Ruhu, Çev.: Zeynep Aruoba, Hil Yayınları, İstanbul.

YILDIRIM, Engin; (2008), ‘‘Risk Toplumunda (Depremle) Yaşamak’’, Akademik İncelemeler, 3(1), ss. 75-85.

Referanslar

Benzer Belgeler

Risk Etki Puanı: Riske ilişkin olayın meydana gelmesi durumunda ortaya çıkacak sonuca ilişkin puandır.. Toplam Ham Risk Puanı:Olasılık ve etki puanlarının çarpımı

etkileyenlerin başında 1924 yılında kabul edilen, eğitimi tek sistem altında toplayarak kadınlara erkeklerle eşit eğitim imkânları sağlayan Tevhid-i Tedrisat Kanunu;

Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batıdan kağıt gelmeğe başlamıştır Avrupa'da büyük ölçekte kağıt üreten imalathaneler önce İtalya' da kurulduğu için,

Sezai Türk, Ahmet Güven, Yeni Başlayanlar İçin Halkla İlişkiler, Stratejik Halkla İlişkiler, 2007, Gazi Kitabevi, Ankara. Abdullah Özkan, Halkla İlişkiler Yönetimi, 2009

Gönül istiyor ki, bir Boğaziçi müzesinde, yazı, kitap, resim olarak Boğaziçi’ne ait eserler, vesikalar, Boğaziçi’nin en kudsî hâtıraları, ne yazık ki

[r]

Kendi içinde Güç Koalisyonları Dönemi ve Güç İttifakları Dönemi olarak ikiye ayrılan bu zaman diliminin en dikkat çekici ve travmatik yönü güvenlik açısından

Sınıf düzeyi, gelir durumu, çevre konusunun ilgisini çekmesi, ailede çevre konusunun konuşulması ve lisedeki derslerde işleniyor olması gibi bağımsız değişkenlere