• Sonuç bulunamadı

Akciğer kanserli olgularda tromboz ve profilaktik varfarin tedavisinin etkinliği =Thrombosis in patients with lung cancer the effectiveness of warfarin prophylaxis

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Akciğer kanserli olgularda tromboz ve profilaktik varfarin tedavisinin etkinliği =Thrombosis in patients with lung cancer the effectiveness of warfarin prophylaxis"

Copied!
95
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

T.C

TRAKYA ÜNİVERSİTESİ

TIP

FAKÜLTESİ

GÖĞÜS HASTALIKLARI

ANABİLİM DALI

Tez Yöneticisi

Yrd. Doç. Dr. Gündeniz ALTIAY

AKCİĞER KANSERLİ OLGULARDA TROMBOZ VE

PROFİLAKTİK VARFARİN TEDAVİSİNİN ETKİNLİĞİ

(Uzmanlık Tezi)

Dr. Abdullah ÇİFTÇİ

(2)

TEŞEKKÜR

Uzmanlık eğitimim boyunca bilgi ve tecrübesinden yararlandığım Prof. Dr. Tuncay Çağlar’a; tezimin hazırlanmasında, bilgi ve deneyimlerinden yararlandığım, tez danışmanım Yrd. Doç. Dr. Gündeniz Altıay’a, klinik eğitimimdeki katkılarından dolayı Prof. Dr. Osman N. Hatipoğlu’na, Doç. Dr. Celal Karlıkaya’ya, Doç Dr. Erhan Tabakoğlu’na, Uzm. Dr. Ebru Çakır Edis’e; tezimin her aşamasında bilgi ve deneyimlerini esirgemeyen Hematoloji Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Muzaffer Demir’e, Radyoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ercüment Ünlü’ye, Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Galip Ekuklu’ya, Nefroloji ve Hematoloji laboratuvarındaki çalışanlara, çalışmaktan zevk aldığım tüm asistan arkadaşlarıma, hemşire ve diğer yardımcı personele katkılarından dolayı çok teşekkür ederim.

(3)

İÇİNDEKİLER

GİRİŞ VE AMAÇ ……….

1

GENEL BİLGİLER………...

3

AKCİĞER KANSERİ……….….…… 3

DERİN VEN TROMBOZU VE PULMONER EMBOLİ………... 17

VENÖZ TROMBOEMBOLİ RİSK FAKTÖRLERİ……… 17

KANSER VE TROMBOZ……… TROMBOZ TEDAVİSİ……… 20 29

GEREÇ VE YÖNTEMLER………..

35

BULGULAR………

38

TARTIŞMA……….

53

SONUÇLAR………

63

ÖZET………

65

SUMMARY………..

67

KAYNAKLAR……….

69

EKLER

(4)

SİMGE VE KISALTMALAR

APC-R: Aktive protein C rezistansı DF: Doku faktörü

DMAH: Düşük molekül ağırlıklı heparin DVT: Derin ven trombozu

INR: International normalized ratio KHAK: Küçük hücreli akciğer kanseri KHDAK: Küçük hücreli dışı akciğer kanseri KP: Kanser prokoagülanı

KT: Kemoterapi

NK: Natural killer

PE: Pulmoner emboli

RT: Radyoterapi

TE: Tromboemboli UFH: Unfractioned heparin

VEGF: Vascular endothelial growth factor VKSS: Vena kava superior sendromu VTE: Venöz tromboemboli

(5)

GİRİŞ ve AMAÇ

Akciğer kanseri erkeklerde ve kadınlarda kanser ölümlerinin önemli bir nedenidir. Her yıl Amerika Birleşik Devletleri’nde kolon, meme ve prostat kanserinden ölen olguların toplamından daha fazla insan akciğer kanserinden ölmektedir. Beş yıllık yaşam süresi %15 ya da daha azdır ve son 30 yıldır çok az artış göstermiştir (1).

Akciğer kanseri insidansı erkeklerde düzenli bir düşüş gösterirken (%2.47/yıl), kadınlarda plato dönemine ulaşmıştır. Bu açık gelişmeye rağmen 2003 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde yaklaşık 171.900 kişiye akciğer kanseri tanısı konduğu ve 157.200’nün ölüm ile sonuçlandığı görülmüştür (2).

Akciğer kanserlerinin büyük çoğunluğu sigara kullanımı ile ilişkilidir (3). Sigara içmeyen olgularda görülen akciğer kanserinin sigara içen akciğer kanserli olgulara göre daha iyi sağ kalıma sahip olduğu ve çok değişkenli analizler ile hiç sigara içmemenin daha iyi sağkalımın bağımsız bir prediktörü olduğu gösterilmiştir (4).

Kanserli olguların pek çoğunda gelişen hematolojik komplikasyonlar ya altta yatan hastalığa veya tedavi ajanlarına bağlıdır. Malignitelerde ölüm nedenlerinin başında gerek kanser veya gerekse tedaviye bağlı olarak ortaya çıkan trombotik olaylar gelmektedir. Kanserde tromboza yatkınlık vardır ve bu komplikasyon hayatı tehdit edici özelliktedir (5). Kanser ve tromboz birlikteliği klinikte çok sık görülmektedir. Kanserli olgularda pıhtılaşma sistemi aktive olmaktadır. İmmobilizasyon, cerrahi veya infeksiyonlara bağlı staz, tümör hücrelerinden salgılanan prokoagülan maddeler, kemoterapik ajanlara bağlı endotel hasarı ve kan akışkanlığındaki bozuklukların tromboz gelişiminde rol oynadığı düşünülmektedir. Uyarılan pıhtılaşma sistemi kanserin çevre dokuya yayılması ve metastazında rol oynamaktadır. Kanserli olgularda %30 civarında tromboz görülmekte; bununla beraber %20-

(6)

30 oranında kanserin ilk bulgusu olabilmektedir. Postmortem otopsi çalışmalarda tromboz oranı %65’lere kadar çıkmaktadır (5,6). Ülkemizde akciğer kanseri ile tromboz sıklığı hakkında bulabildiğimiz bir veri mevcut değildir.

Bu çalışmada amacımız: I. Yeni tanı konan akciğer kanserli olgularda tanı anında derin ven trombozu oranı, II. Akciğer kanserli olguların takibi esnasında gelişen trombotik atak sıklığını, III. D-dimer, fibrinojen, FVIII, aktive protein C direnci, protrombin fragman 1.2 gibi protrombotik parametrelerin tromboz oluşumu ile ilişkisi ve bu parametrelerin düzeylerinin yaşam süresi ile ilişkisini, IV. Düşük-orta yoğunlukta kullanılan varfarinin tromboz oluşumuna, V. Yaşam süresine ve tedavi yanıtına olan etkisini saptamaktır.

(7)

GENEL BİLGİLER

AKCİĞER KANSERİ

Epidemiyoloji

Akciğer kanseri 20. yüzyılın başlarında nadir görülen bir hastalıktı. Günümüzde ise erkeklerde ölüm nedenlerinin başında gelmektedir, kadınlarda da sıklığı giderek artmaktadır ve bazı ülkelerde ise kanser ölümlerinin en sık nedenidir. Çoğu kanser türünde ölüm oranlarında azalma varken, akciğer kanseri dünya çapında epidemi yapmıştır. Bununla birlikte tedavideki gelişmelerin minimal düzeyde olması, tütün kullanımının artışı, ileriye yönelik olarak sıklığının ve mortalitenin artacağını göstermektedir. 1930 yılında Amerika Birleşik Devletleri’ndeki erkekler arasında yaşa göre akciğer kanseri ölüm oranı yaklaşık yıllık 1 milyonda beş idi. Yıllar içersinde artış göstererek; 1950’de 22.2, 1970’de 55.9, 1987 de 74.9 ulaştı. Benzer gelişimler diğer gelişmiş ülkelerde de gözlendi. 1980 yılında İngiltere’de 100.000’de 97 ile erkekler arasında en yüksek rakamın bulunduğu rapor yayınlandı (7).

1998 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde akciğer kanseri olguları arasında 160.100’nün ölümle sonuçlandığı bildirilmiştir. 1999 yılında yine Amerika Birleşik Devletleri’nde 171.600 olgunun 158.900’ü, 2003 yılında da 171.900 olgunun 157.200’ü ölüm ile sonuçlandığı saptanmıştır (8,9).

Amerika Birleşik Devletleri’nde 2005 yılında tahmin edilen yeni akciğer kanseri oranı tüm kanserler içinde %25, tahmin edilen ölüm oranı ise tüm kanserler içinde %58 olacağı açıklanmıştır. Akciğer kanseri kadınlarda artmakta iken, erkeklerde azalma eğilimine girmiştir (Tablo 1) (10).

(8)

Tablo 1. İlk on sıradaki kanser hastalarının hesaplanan olgu ve ölüm oranları (10)

Erkek Kadın

Hesaplanan yeni olgular

Prostat 232090 %33 Meme 211240 %32 Akciğer ve bronş 93010 %13 Akciğer ve bronş 79560 %12 Kolon ve rektum 71820 %10 Kolon ve rektum 73470 %11 Üriner sistem 47010 %7 Uterus 40880 %6 Deri melanomu 33580 %5 Non Hodgkin Lenfoma 27320 %4 Non Hodgkin Lenfoma 29070 %3 Deri melanomu 26000 %4 Böbrek ve renal pelvis 22490 %3 Over 22220 %3 Lösemi 19640 %3 Tiroid 19190 %3 Farinks ve oral kavite 19100 %3 Üriner sistem 16200 %3 Pankreas 16100 %2 Pankreas 16080 %2

Toplam 710040 %100 Toplam 662870 %100

Hesaplanan ölümler

Akciğer ve bronş 90490 %31 Akciğer ve bronş 72020 %27

Prostat 30350 %10 Meme 40410 %15 Kolon ve rektum 28540 %10 Kolon ve rektum 25750 %10 Pankreas 15820 %5 Over 16210 %6 Lösemi 12540 %4 Pankreas 15980 %6 Özafagus 10530 %4 Lösemi 10030 %4 Karaciğer ve safra kesesi 10330 %3 Non Hodgkin Lenfoma 9050 %3 Non Hodgkin Lenfoma 10150 %3 Uterus 7310 %3 Üriner sistem 8970 %3 Malign melanom 5640 %2 Böbrek ve renal pelvis 8020 %3 Beyin ve diğer sinir sistemi 5480 %2

Toplam 295280 %100 Toplam 275000 %100

Ülkemizde ise yeterli veri bulunmamaktadır. Sağlık Bakanlığının son verileri 1999 yılına ait olup erkeklerde %28.38 oranı ile ilk sırada, kadınlarda ise %4.07 ile 6. sıradadır. Ülkemizde 1999-2003 yılları arasında yapılan bir çalışmada; erkek/kadın oranı 12.1/1, erkeklerde en sık görülen epidermoid, kadınlarda ise adenokanser idi. Kadınların %52.7’si ve erkeklerin %13.2’i sigara içmeyen grupta yer almaktaydı (11).

Risk Etmenleri

Epidemiyolojik çalışmaların çoğu primer akciğer kanserinin nedeni olarak sigarayı göstermiştir (12). Akciğer kanseri nedenleri çoğunlukla sigara ve çevresel etmenlerden ortaya çıkmasına rağmen, solunumsal kanserojenler sağlıklı kişilerde önemli değişikliklere neden olmaktadır. Hastalığın riski etyolojik ajanlara hassasiyet ve kişinin bağışıklığı ile ilişkilidir (13).

Akciğer kanseri olgularının %85-90 nedeni sigaradır. Hem inhale edilen sigarada hem de dumanında yüzlerce karsinojen madde bulunmaktadır. Bununla birlikte sigara içenlerde risk sigarayı bırakma ile azalmaktadır, ancak bu azalan risk hiçbir zaman hiç sigara içmeyen biri ile aynı risk düzeyine ulaşamamaktadır. Yirmi paket yılı sigaraya maruz kalmak populasyonda yüksek risk olarak tanımlanmaktadır. Sigara içiminin karsinojenik etkisi erkek

(9)

tiryakilerde içmeyenlere oranlara 23.9, kadın içicilerde 8.7 kat daha yüksek olarak bulunmuştur. Erkeklerde akciğer kanseri olgularının %90’nından, kadınlarda yaklaşık %60’ından sigara sorumlu bulunmuştur. Sigara içme süresinin önemli olduğu klinik çalışmalarla gösterilmiştir. 40 yıl 1 paket sigara içenlerin 20 yıl 2 paket sigara içenlere göre akciğer kanseri gelişme riskinin daha yüksek olduğu ileri sürülmüştür (1,14,15).

Sigara dumanın karsinojenik etkisi, karsinojenlerin DNA’ya ulaşması DNA’da hatalı kodlama ve mutasyon oluşumuna bağlıdır. Sigaranın kanser riskini artırması, aynı zamanda maruziyetin özelliklerine bağlıdır. Bu özellikler sigara içme süresi, günlük sigara içme miktarı, sigaranın ağızda kalma süresi, izmaritin uzunluğu, filtre gibi faktörlerdir. Sigara dumanındaki major kanserojenler: polisiklik hidrokarbonlar, aromatik aminler, nitrozaminler, piridin alkaloidler ve radyoaktif bileşenlerdir. Bunların içinde nitrozamin en potent ve mutajen karsinojendir ve nikotinin nitrozasyonundan oluşur (16).

Pasif sigara içicileri çevresel dumanı dolaylı olarak inhale ederler. Sigara içmeyen evli kadınlarda yapılan iki çalışma pasif içiciliği muhtemel bir risk faktörü olarak değerlendirilmiştir. Sigara içmeyen eşlerin, sigara içenlerle evlenmesi sonucunda akciğer kanserinin %30 daha fazla olduğu gösterilmiştir (13,17).

Mesleksel ve çevresel etmenler: Bazı meslek gruplarında gelişen endüstri ile, fuel oil ve bazı kimyasal maddeler ile motor yakıtlarının kullanılmasındaki artışla beraber açığa çıkan karsinojenler ile hava kirliliğinin artması sonucunda akciğer kanserinin riskinin arttığı söylenebilir. Bu nedenle büyük şehirlerde akciğer kanseri sıklığı dünyanın hemen her yerinde kırsal bölgelerden daha yüksek bulunmuştur. Akciğer kanseri etyolojisinde hava kirliliğinin kronik alt solunum yolu hastalıkları yanında, akciğer kanserine de neden olduğunu destekleyen çalışmalar vardır. İngiltere’de yapılan bir çalışmada, kırsal kesimde yaşayan insanlarda akciğer kanseri görülme sıklığı 100.000’de 14 iken, sanayileşmiş kesimde yaşayan insanlarda 100.000’de 26.2 olarak saptanmıştır (18).

Akciğer kanserinde mesleksel maruziyet önemli bir yer tutmaktadır. Kömür madeninde, arsenik, krom, nikel gibi madenlerde çalışanlar artmış akciğer kanseri riski altındadırlar. Asbest parçacıkları akciğer kanseri ile ilişkili bulunmuştur. Asbest ile çalışanların, hem sigara içmeyenlerde hem de sigara içenlerde akciğer kanseri riskini artırdığını bildirilmiştir. Asbest maruziyeti ve sigara içimi sigara içmeyen birine göre akciğer kanseri riskini 92 kat artırmaktadır (13).

Ağır bir gaz olan radon içeren uranyum doğada bulunmaktadır. Radon radyoaktif formlarının bozulması ile radyasyon tehlikesi göstermektedir. Yeraltında çalışan maden

(10)

madencilerinin izlenmesi ile maruziyet, görev süresi ve akciğer kanseri mortalitesi ile anlamlı ilişki saptanmıştır. Radon parçalanma ürünleri yüksek enerji ve kitle etkisi nedeniyle solunum epitel hücrelerinde DNA hasarına neden olabilirler. Amerika Birleşik Devletleri’nde evlerin %15’inde özellikle bodrum katlarında güvenilir sınırın üzerinde radon saptanmıştır ve her yıl 15.000 ile 20.000 dolayında akciğer kanseri ölüm nedeninin radon gazına bağlı olduğu tahmin edilmektedir (15).

Akciğer kanseri gelişiminde meyve, sebze ve her ikisinde de bulunan antioksidan elementler üzerinde yoğunlaştı. Olgu kontrol çalışmalarında fazla meyve ve sebze tüketiminin, az meyve ve sebze tüketimine göre akciğer kanseri gelişmesi açısından daha düşük riske sahip olduğunu ve fazla alkol tüketiminin akciğer kanserinin artışında daha fazla bir risk olduğu bildirilmiştir. Bununla beraber meyve sebzenin fazla miktarda tüketilmesinin kanser sıklığını anlamlı bir şekilde etkilemediği de gösterilmiştir (19-21).

Kanser biyolojisi ve genetiği: Tüm sigara içicilerinin %10-20’sinde akciğer kanseri gelişimi genetik yatkınlığın önemine işaret etmektedir. Akciğer kanserli hastaların hem sigara içen hem de içmeyen akrabalarında akciğer kanseri riski 2.4 kat artmıştır. Artmış ailesel riskin; yaş, cinsiyet, mesleksel maruziyet ve sigara içiciliğinden bağımsız olduğu ve akciğer kanserine predispozisyon yaratan nadir bir otozomal genin Mendelyen kodominant kalıtımı ile ilişkili olduğu ileri sürülmüştür. Epidemiyolojik genetik bir çalışmada ailesel riski birinci dereceden riskli olarak saptandı. Bu özellik daha çok genç yaşta teşhis konulan olgularda ilişkili bulunmuştur (22-25).

Ülkemizde yapılan bir çalışmada 1995 ve 2000 yılları arasında 1500 kişilik akciğer kanseri hasta grubunda aile hikayesinde kanser olan %40 olgu vardı. Bu kanserlerin; %51.8 akciğer kanseri idi. Kontrol grubunda ise %5 kanser vardı (26).

Klinik olarak akciğer kanseri gelişene dek 10-20 adet genetik hasarın oluştuğu bilinmektedir (27). Akciğer kanserinde major genetik olaylar: Onkogenlerin mutasyonel aktivasyonu, tümör baskılayıcı genlerin inaktivasyonu, hücre siklus regülasyonunda görev alan genlerde ortaya çıkan değişikler, DNA tamirinde görev alan genlerde ortaya çıkan değişiklikler, büyüme faktörleri ve reseptörlerine ilişkin değişikliklerdir.

K-ras aktivasyonu küçük hücreli dışı akciğer kanserli hastaların (KHDAK) %15-50’sinde görülür. K-ras mutasyonu görülenlerde sağ kalımda azalma, erken relaps ve kötü prognozu göstermektedir. P53 supresör geni küçük hücreli akciğer kanserli hastaların (KHAK) %90’nında, yassı hücreli kanserlerin %65’inde gösterilmiştir (28).

(11)

Pek çok çalışmada epidermal büyüme faktör reseptörü sinyalizasyon ve regülasyon bozukluğunun tümör gelişimi ile ilişkili olduğu gösterilmiştir. Glutatyon S-transferazlar akciğer kanseri ile ilişkili bulunmuştur (29,30).

Akciğer tümörlerinin ve tüm solid tümörlerin immünolojik harabiyetinde T-hücre kaynaklı immünite temel rol oynar. Bağışıklık sistemini etkileyen etkenler kanser gelişiminde etkili olabilmektedir. Evreler arttıkça CD3+, CD4+, CD4/CD8 oranın anlamlı olarak azaldığı görülmüştür. İleri evre akciğer kanserinde T ve B lenfositlerin antitümör immünitede rol oynayabileceği ileri sürülmektedir (31).

Akciğer kanserine diffüz pulmoner fibroz, sarkoidoz ve skleroderma gibi hastalıklarda daha sık rastlanmaktadır. Pulmoner fibrozu olan olguların %10’u akciğer kanserinden ölmektedirler. Kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) yaş, cinsiyet ve sigara durumu kontrol edilse dahi akciğer kanseri gelişimi, bağımsız risk faktörüdür (32).

Akciğer kanserinde tüberküloz predispozan faktör olarak rol oynamaktadır. Akciğer kanseri etyolojisinde tüberkülozun rolü üzerinde yapılan araştırmalara göre kanser tüberküloz kavite duvarından, drenaj bronşundan veya skar dokusundan kaynaklanmaktadır. Kalsifikasyonun irritarif etkisi kanser oluşumuna neden olduğu ileri sürülmektedir. Aynı görüşler bronşektazi, pnömoni, akciğer embolisi ve abseye sekonder gelişen sikatrisler içinde geçerlidir. Tüberküloz hastalarında kanser riskinin 8.2 kat arttığı ve her iki hastalık arasında 10-15 yıllık bir zaman farkının olduğu belirtilmektedir (33).

Ülkemizde yapılan bir çalışmada 1990-1995 yılları arasında 1012 akciğer tümörü olgusunun 15’inde (1.48) akciğer tüberkülozu birlikteliği görülmüştür (33).

Patoloji

Akciğer tümörlerinin %95’i bronş epiteliden kaynaklanır. Kalan %5’i içinde bronşiyal karsinoidler, mezoteliyomalar, bronşiyal gland neoplazmaları, mezenkimal tümörler (fibrosarkomlar, leiomyomlar), lenfomalar ve bazı benign lezyonlar bulunur (34).

Başlıca dört histolojik tipte akciğer kanseri bulunmaktadır. Skuamöz hücreli, adenokanser, büyük hücreli indiferensiye ve KHAK olarak sınıflandırılmaktadır. Tedavi kararı alınırken çoğu kez ilk üç tip bir kategoriye sokulup KHDAK olarak sınıflandırılmaktadır. Bu şekilde KHAK bu gruptan ayrılır. Bazı olgularda bu histolojik tipler kombine bulanabilirler (Tablo 2) (34). Bu sınıflama son olarak 1999’da Dünya Sağlık Örgütü tarafından yeniden sınıflandırılmıştır (Tablo 3) (9).

(12)

Tablo 2. Akciğer kanseri histolojik sınıflaması ve yaklaşık insidansı (34)

A. Küçük hücreli olmayan akciğer kanseri (KHDAK) (%70-75)

1. Skuamöz hücreli kanser (%25- 30) 2. Adenokanser (Bronkoalveoler kanser dahil) (%30-35)

3. Büyük hücreli kanser (%10-15)

B. Küçük hücreli akciğer kanseri (KHAK) (%20-25) C. Kombine tipler (%5-10)

Mikst skuamöz hücreli adenokanser Mikst skuamöz hücreli ve KHAK

KHDAK: Küçük hücreli dışı akciğer kanseri, KHAK: Küçük hücreli akciğer kanseri

Skuamöz hücreli kanser erkeklerde daha sık görülmektedir. Çoğunlukla büyük bronşların santralinden kaynaklanmaktadır, lokal hiler lenf nodlarına kolay yayılmaktadır. Toraks dışına diğer hücre tiplerinden daha geç yayılır. Skuamöz kanser bronş epitelinden yıllar önce başlayan bir metaplazi veya displaziyi izleyen insitu kanserden sonra çıkar. Mukozada 1-2 cm çapında kalınlaşma görülür. Bu durumda henüz klinik ve radyolojik bulgu olmadan balgamda ve bronş lavajında atipik hücreler görülür. Histolojik olarak bu tümörler keratin inciler ve intersellüler köprüler oluşturan iyi diferansiye tipten, minimal skuamöz özelliği olan indiferensiye tipe kadar değişebilmektedir. Diğer tiplere nazaran daha iyi prognoza sahiptirler (34).

Adenokanserin erkek ve kadınlarda görülme sıklığı eşit olup, sigara ilişkisi skuamöz kansera göre daha azdır. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki kadınlarda diğer akciğer kanseri tiplerinden daha fazla artış adenokanserde görülmektedir. Adenokanserlar klasik olarak periferik havayolları ve alveollerden gelişen periferik tümörlerdir. Bu tümörler epitel ve submukozal glandların proksimalinden de gelişebilmektedir. Periferik olduklarından metastatik adenokanser ayrımı zordur. Bronkoalveoler tipte %40-50 müsin sekresyonu vardır (13,32).

Büyük hücreli akciğer kanseri, sitolojik diferansiyon göstermeyen, skuamöz veya glandüler kanserlerin herhangi bir kategoriye giremeyecek kadar indiferansiye şeklidir. Genellikle periferik yerleşimlidir. Kanser bazen kötü bir anaplazi gösteren dev hücrelerden oluşmuştur. Erken fazda uzak metastaz yapabilmektedirler (34).

KHAK neoplastik hastalıklar içinde bir paradoksdur. Çoğunlukla santral bir bronştan kaynaklanır. Erkeklerde kadınlara oranlara daha sık olup, nekroz ve hemoraji sıktır.

(13)

Submukozal damarlara penetrasyonu sıktır. KHAK hızlı ilerleyen kanser tipidir (35).

Klinik Bulgular

Erken evre akciğer kanseri asemptomatiktir. Büyük boyutlara ulaşmadan belirti vermeyebilir. Dikkatli hikaye ve fizik muayeneye rağmen akciğer kanserinin %5’i asemptomatiktir (1). Tanı anındaki belirtiler farklı olabilir. Tümörün göğüs kafesi içinde ya da dışında olması farklı belirtilere neden olabilmektedir. Hastalık ilerledikçe nefes darlığı, iştahsızlık, asteni ve öksürük çoğu hastada vardır. Belirtiler tümörün bulunduğu yere, lokal

Tablo 3. Akciğer kanseri patolojik sınıflandırılması (DSÖ-1999) (9)

1. Skuamöz hücreli kanser

Varyantlar; Papiller Berrak hücreli Küçük hücreli Bazaloid 2. Küçük hücreli kanser Varyantlar;

Kombine küçük hücreli kanser

3. Adenokanser Asiner Papiller Bronkoalveoler Non- müsinöz Müsinöz

Mikst müsinöz ve nonmüsinöz ya da intermedier hücre tipi Müsin salgılayan solid Mikst subtipler Varyantlar; İyi diferansiye fötal Müsinöz

Müsinöz kist adenom Taşlı yüzük hücreli Berrak hücreli

4. Büyük hücreli kanser

Varyantlar;

Büyük hücreli nöroendokrin kanser Kombine büyük hücreli

Nöroendokrin kanser Bazaloid kanser

Lenfoepiteliyoma benzeri kanser Berrak hücreli kanser

Rabdoid fenotipinde büyük hücreli

5. Adenoskuamöz kanser 6. Pleomorfik, sarkomatoid ya da sarkomatöz elemanlar içeren kanserler

İğ hücreli ve/veya dev hücreli kanser Pleomorfik kanser

İğ hücreli kanser Dev hücreli kanser Karsinosarkom Pulmoner blastom 7. Karsinoid kanserler Tipik Karsinoid Atipik karsinoid 8. Tükrük bezi tipindeki Kanserler Mukoepidermoid kanserler Adenokistik kanserler 9. Sınıflandırılamayan kanserler

(14)

Orta yaş üzerinde yeni başlamış öksürük ve kronik öksürüğün karakter değiştirmesi dikkate alınmalıdır. Santral ve endobronşiyal lezyonlarda öksürük, nefes darlığı, göğüs ağrısı, hemoptizi ve postobstrüktif pnömoni bulguları sıktır (36).

Hastalığın lokal ilerlemesine bağlı olarak vena kava superior sendromu (VKSS), ses kısıklığı, disfaji, plevral efüzyon, Horner sendromu gelişebilmektedir (37,38).

KHAK tanı konulduğunda %70’i metastaz yapmış durumdadır. Akciğer kanseri en sık surrenal, karaciğer, beyin, kemik metastazı oluşmaktadır. Metastaz bölgesine göre baş ağrısı, mental bozukluk, karın ağrısı, mide bulantısı, kemik ağrısı ile karşımıza çıkmaktadır (35,37).

Tümör hücrelerinin biyolojik olarak aktif olan hormon ve protein üretimleri nedeniyle kendisinden uzak yerlerde meydana getirdiği semptom ve bulgulara paraneoplastik sendrom denir. Akciğer kanserinin doğal seyri sırasında ya da tedavinin yan etkileri sonucu meydana gelir (Tablo 4), (8,36-40).

Tanı Yöntemleri

Akciğer kanseri tanısı koymada invaziv ya da invaziv olmayan birçok yöntem kullanılmaktadır.

Tüm akciğer kanseri hastaların çoğunda akciğer grafisi ve bilgisayarlı tomografisinde patoloji vardır. Akciğer grafisi, akciğer kanserini %70-88, hiler adenopatiyi %61-71, mediastinal lenfoadenopatiyi %47-60 oranında saptamaktadır (8,41).

Bilgisayarlı tomografi tanı, evreleme ve aynı zamanda tedaviye yanıtın değerlendirilmesi açısından çok önemli bir yöntemdir. KHDAK’da tümör evrelemesinde rol oynamaktadır. Yakın zaman önce kullanıma giren çoklu detektör bilgisayarlı tomografi tümörün fissüre, göğüs duvarına veya mediastene invazyonunu büyük bir güvenle ortaya koyabilmektedir. Tümörün cerrahi açıdan çıkarılabilir olup olmadığını net bir şekilde gösterebilir (41,42).

Manyetik rezonans yumuşak dokuları görüntülemede öncelikli olarak kullanılmaktadır. Özellikle pankoast tümörlerinde vasküler ve brakiyal pleksus tutulumunu en iyi gösterebilen tanı yöntemidir (41-43).

(15)

Balgam sitolojisi şüpheli akciğer kanseri olgularında kolay, hızlı, invaziv olmayan bir yöntemdir. Santral ve hemoptizisi olan olgularda tanısal değeri daha yüksektir. KOAH’lı sigara tiryakileri, daha öncesinde akciğer kanseri tanısı alanlar, ailesinde akciğer kanseri öyküsü olanlar veya asbest işçileri, mesleki riski olanlara erken tanı anlamında ilk adım olarak Tablo 4. Paraneoplastik sendromlar (36)

Endokrin Hematolojik Hiperkalsemi Hiponatremi Cushing sendromu Jinekomasti Galaktore Hipoglisemi Akromegali Anemi Otoimmunhemolitik anemi Lökositoz Eozinofili Monositoz Trombositoz

İdiyopatik trombositopenik purpura Trousseau sendromu

Nonbakteriyal trombotik endokardit Vaskülit

Yaygın damariçi pıhtılaşma Polisitemi Disproteinemi Nörolojik Diğerleri Lambert –Eaton Miyastenik sendrom Periferik nöropati Serebellar dejenerasyon Limbik ensefalit Ensefalomyelit Stiff- Man sendromu Opsoklonus/Myoklonus Retinopati Kaşeksi Hiperürisemi/Hipoürisemi Ateş Hipertansiyon Membranöz nefropati Skleroderma Kas –iskelet Çomaklaşma

Hipertrofik pulmoner osteoartropati Dermatomyozit

Polimyozit Miyopati

Deri

Pigmente deri lezyonları Akantozis nigrikans Tilosis

(16)

Mevcut bulgular eşliğinde girişimsel tanı yöntemleri kullanılmaktadır; torasentez, plevra biopsisi, torakoskopi ve ekstratorasik tutulumlarda iğne aspirasyonları ya da biopsiler faydalıdır.

Ultrasonografi perkütan biopsi için, plevral sıvının tespiti ve torasentez amacıyla ve batın ultrasonografisi akciğer kanseri evrelemesinde batın içi metastazlarının tespitinde önemli bir yer tutmaktadır. Deneyimli sitologların elinde plevral efüzyonlarda histolojik tanı %80’lere, plevra biyopsilerinde %50’ye ulaşmaktadır (42,45).

Bronkoskopi; santral yerleşimli lezyonlarda forseps biopsiler, bronş lavajı, fırçalama, transbronşiyal biopsiler ve transbronşiyal lenf nodu aspirasyonları bronkoskopi esnasında tanı amaçlı yöntemlerdir. Forseps biopsi ile histolojik tanı %76-82 oranında bildirilirken, lavaj ve fırçalama ile bu oran %87’ye çıkmaktadır. Bronkoskopi ayrıca tedaviye yanıtın değerlendirilmesinde de kullanılan yöntemlerden biridir (42-45).

Bilgisayarlı tomografi ya da ultrasonografi eşliğinde transtorasik iğne aspirasyonu tanı ve evrelemede önemli bir yer tutar. Histolojik tanı değeri 3 cm’nin altındaki lezyonlarda %80-95 arasındadır (42,45).

Mediastinoskopi, mediastinostomi, torakoskopi, torakostomi tanı ve evrelemede yararlı yöntemlerdir. Ayrıca bu işlemler doku tanısında, pulmoner soliter nodüllerin değerlendirilmesinde, hiler ve mediastinal lenf nodunun örneklenmesinde lenf noduna metastaz saptanmasında operasyon öncesi önemlidir. Mediastenin normal görüldüğü santral yerleşimli akciğer kanserlerinin %50’sinde mediastinoskopik inceleme ile lenf bezi tutulumu saptanmıştır (42,45).

Nükleer tıp yöntemleri: Talyum-201 (Tl-201), Galyum-67 (Ga-67), Teknesyum-99m metoksi izobutil izonitril ‘‘Sestamibi’’(Tc-99m MIBI) akciğer kanserinin tanısında, mediastinal ve hiler adenopatilerin gösterilmesinde, radyoterapi (RT) sonrasında oluşan radyasyon pnömonisinin erken tanı ve tedavisinin izleniminde faydalı olduğu gösterilmiştir. Tümörün tedavi öncesi düşük talyum tutması ile hastanın sağkalımı arasında anlamlı bir ilişki bulunmuştur. Somatostatin analogları indium -111-‘‘Octreotide’’ ile nöroendokrin tümörlerin saptanmasında kullanılmaktadır. Pentavalan dimerkapto süksinik asit (Tc-99m DMSA-V) kemik metastazının saptanmasında önemli bir yer tutmaktadır. Ventilasyon perfüzyon sintigrafisi preoperatif operasyon sonrasında tahmini zorlu ekspiratuvar volümü ve zorlu vital kapasiteyi hesaplamak amacıyla kullanılabilen bir yöntemdir (46,47).

Kemik sintigrafisini evrelendirme, radyasyon tedavisinin planlanması ve patolojik fraktür açısından yüksek riskli kemikleri belirlemek açısından önemlidir. Kemik sintigrafisinin duyarlılığı yüksek, özgüllüğü ise düşüktür (47).

(17)

PET yöntemi: Akciğer kanserlerinin PET görüntülemesi için en sık kullanılan madde [2-18F] 2-floro-2 deoksi-D-glukoz (F-18FDG)’dir. Çoğu tümör hücrelerinde artmış glukoz metabolizma hızını gösterir ve dolayısıyla glukoz tutulumu (F-18FDG) normal hücrelere göre artmıştır. Ayrıca pek çok malign hücre normal hücrelere göre düşük defosforilasyon hızı gösterir. Sonuçta F-18FDG-6-fosfat tümör hücrelerinde birikir ve görüntülemeye izin verir. Ancak her yeni teknoloji gibi hangi koşullarda yararlı veya olmadığını belirlemek gerekmektedir. Soliter pulmoner nodüllerin benign malign ayrımında, metastatik lezyonların saptanmasında, normal boyuttaki bir lenf noduna olan metastazı veya büyümüş olan lenf nodunda tümör olmadığını gösterebilir. Ancak 2 cm altında tümörlerde, bronkoalveoler kanserde, tüberkülozda fayda sağlayamayabilir. Metaanalizlerde, soliter pulmoner nodüllerin ayırıcı tanısında duyarlılığı %93-98, özgüllüğü ise %78-80 arasında değişmektedir. Mediastinal ve hiler lenf nodlarının invazyonunun gösterilmesinde genel olarak duyarlılık %98, özgüllük ise %91-92 olarak bildirilirken bilgisayarlı tomografide normal büyüklükte lenf nodu olan olgularda duyarlılık ve özgüllük sırasıyla %73 ve %97 dir. Normal büyük lenf nodu olanlarda bu değerler %95 ve %76 olarak bildirilmiştir. Toraks dışı uzak metastazların gösterilmesinde duyarlılık ve özgüllük %93 ve %98 gibi yüksek oranlardadır. Sürrenal bez metastazların saptanmasında ise duyarlılık ve özgüllük %96 ve %99 olarak sunulmaktadır. Bu sonuçlar eşliğinde PET endikasyonu için hasta seçimini dikkatli bir şekilde yapmamız gerekmektedir (42,48) .

Tümör belirleyicileri akciğer kanseri tanısından çok tedavi etkinliğinin izleminde kullanılmaktadırlar. Akciğer kanserinde Karsinoembriyonik Antijen, Doku Polipeptid antijeni, Karbonhidrat Antijen 19-9, Nöron Spesifik Enolaz ve Cyfra 21-1 yaygın olarak kullanılmaktadır (38,49).

Evreleme

Kanserli hastaları prognoz özelliklerine göre gruplayıp, ona göre tedavi planlama ihtiyacı bir evreleme sisteminin geliştirilmesine yol açmıştır. İlk kez 1946 yılında önerilen TNM sistemi, Amerikan Kanser Birliği ve Uluslararası Kanser Mücadele Birliği bu iki farklı yaklaşım 1986 yılında Uluslararası Akciğer Kanseri Evreleme Sistemi adı altında tek bir sistem meydana getirmişlerdir. 1996 yılında tekrar gözden geçirilen sistem son haline getirilmiştir: Primer tümörün büyüklüğü ve yaygınlığına (T), bölgesel lenf nodu tutulumuna (N), uzak metastaz varlığına (M) olarak kısaca TNM olarak adlandırılmıştır. Bu sistem KHDAK’da uygulanması önerilmiştir (Tablo 5) (50).

(18)

Küçük hücreli akciğer kanseri (KHAK) evrelemesinde ‘‘Veterans Administration Lung Cancer Group’’un (VALG) önerdiği sınırlı ve yaygın hastalıktan oluşan ikili sistem daha yaygın olarak kullanılmaktadır. TNM evrelemesine göre sınırlı hastalık evre I, II, III’e denk gelmektedir. (Tablo 6) (51).

Tablo 5. Akciğer kanserinde yeni uluslararası TNM sınıflaması (50)

PRİMER TÜMÖR (T)

T0: Primer tümör saptanmaması.

Tx: Radyolojik ve bronkoskopik olarak saptanamayan fakat bronkopulmoner sekresyonlarda malign hücre bulunması.

Tıs: İn situ kanser.

T1: En büyük çapı 3 cm veya daha az olan, akciğer parankimi veya visseral plevra ile çevrilmiş tümör.

Bronkoskopik olarak lob bronşunun invaze olmaması.

T2: 3 cm’den büyük tümör veya herhangi bir büyüklükteki bir tümörün visseral plevraya yayılması

veya hiler bölgeye kadar genişleyen atelektazi ve obstrüktif pnömoniye neden olması. Bronkoskopik incelemede karinadan en az 2 cm daha uzakta olan tümör.

T3: Herhangi büyüklükte bir tümörün, göğüs duvarı ( superior sulkus tümörleri dahil), diyafragma,

mediastinal plevra, pariyetal perikarda yayılması veya tüm akciğeri kapsayan atelektazi ve obstrüktif pnömoniye neden olması veya bronkoskopik incelemede karinaya 2 cm’den yakın fakat karinaya ulaşmamış tümör.

T4: Herhangi büyüklükteki tümörün mediasten, kalp, büyük damarlar, trakea, özafagus, vertebra,

karinaya yayılması veya malign plevra ve perikard sıvısı saptanması veya akciğerin aynı lobunda birden fazla neoplastik nodül bulunması.

NODAL TUTULUM (N)

N0: Bölgesel lenf nodlarında metastaz olmaması.

N1: Aynı taraf peribronşiyal ve/veya hiler lenf bezlerinde metastaz veya direkt yayılım olması.

N2: Aynı taraf mediastinal ve/veya subkarinal lenf bezlerinde metastaz olması.

N3: Karşı taraf hiler veya mediastinal lenf bezlerinde metastaz saptanması, aynı taraf veya karşı taraf

skalen veya supraklavikuler lenf bezlerinde metastaz olması.

UZAK METASTAZ (M)

M0: Uzak metastazın olmaması.

(19)

Tablo 6. KHAK’de VALG evreleme sistemi (51)

KHAK: Küçük hücreli akciğer kanseri, VALG : ‘‘Veterans Administration Lung Cancer Group’’

Tedavi ve prognoz

Tedavi hastalığın evresi ve hastanın performans durumu göz önüne alınarak planlanmalıdır. Akciğer kanserli olgularda 5 yıllık yaşam süresi 1974-76 yılları arasında %12 iken, 1992-97 yılları arasında çok az yükselmiş ve %15 oranına ulaşmıştır (9,49)

KHDAK Evre IA ve IB’de tedavi cerrahidir. Postoperatif torasik RT ve sistemik kemoterapinin (KT) yaşam süresini uzattığı gösterilememiştir. Tam rezeke edilemeyen ve tamamlayıcı cerrahi uygulanmayan olgularda, primer tümör alanına ve mediastene torasik RT uygulanır. Medikal inoperabl olan ya da operasyonu kabul etmeyen olgularda torasik RT uygulanır (52,53).

Evre IIA ve IIB’de standart tedavi yaklaşımı cerrahidir. Tam rezeke edilemeyen olgularda cerrahi tedavi ve tamamlayıcı cerrahi uygulanamayan olgularda ve medikal inoperabl olgularda primer tümör alanına ve mediastene torasik RT uygulanır (54).

Pancoast tümörleri uzak metastaz ya da mediastinal lenf bezi tutulumu yoksa cerrahi yönden değerlendirilmelidir. Olgular gerekirse toraks MR ile değerlendirilmelidir. Tüm değerlendirmeler sonunda cerrahiye uygun olgular neoadjuvan KT+ RT ya da RT programına alınmalıdır (52,55).

Evre IIIA olgulardan, T3 (N1) olgularda tedavi cerrahidir. Cerrahi sonrası tam rezeke edilen olgularda torasik RT’ye gerek yoktur. Tam rezeksiyon sağlanmayan olgularda postoperatif RT uygulanabilir. N2 olgularda, ‘‘bulky’’ veya çok istasyonlu nodal lenf nodu tutulumu varsa cerrahi uygulamanın konvansiyonel seçeneklere daha üstün olduğunu söylemek mümkün değildir. İndüksiyon tedavisine yanıt varsa (evrede küçülme) cerrahi tedavi uygulanabilir. Günümüz koşullarında bu hastalar spiral toraks bilgisayarlı tomografi, mediastinoskopi ya da PET ile değerlendirilmelidir. Tam rezeksiyon sağlanan olgularda

SINIRLI

Bir hemitoraksta sınırlı tümör

Aynı taraf lenf bezlerinde tutulum olması

Aynı veya karşı taraf supraklaviküler lenf bezlerinde tutulum olması Aynı veya karşı taraf mediastinal lenf bezlerinde metastaz olması Aynı taraf malign plevral efüzyon olması

YAYGIN

Karşı akciğerde metastatik lezyonlar Uzak metastaz

(20)

postoperatif torasik RT uygulanır. Preoperatif değerlendirmeler esnasında tek N2 varsa, kapsül invazyonu yoksa, indüksiyon KT ya da KT+RT sonrası cerrahi tedavi uygundur. Preoperatif N2 tespit edilemeyen olgularda ‘‘frozen’’ çalışmasında N2 saptanan olgularda tam rezeksiyon sağlanacaksa operasyona devam edilmelidir. Tam rezeksiyon mümkün değil veya ekstrakapsüler nodal hastalık, ‘‘bulky’’ veya çok istasyonlu lenf nodu tutulumu varsa operasyona devam edilmemelidir (52,56).

Evre IIIB seçilmiş olgularda (superior vena kava, sol atrium, vertebra cismi, ana karina, distal pulmoner arter minimal tutulum) indüksiyon KT’si sonrasında cerrahi tedavi açısından değerlendirilir. Stabil ya da progresyonu olan olgular torasik RT ya da eş zamanlı kemoradyoterapiye alınır. Cerrahi için uygun olmayan olgularda ardışık ya da eş zamanlı kemoradyoterapi uygulanır. Birincil seri sistemik KT’ye yanıt alınamayan olgularda 2. seri KT uygulanabilinir. Eşzamanlı RT+KT uygulaması ardışık uygulanıma göre sağ kalım avantajı olmasına rağmen daha toksik bir uygulamadır. Evre IIIB olgularda plevral efüzyonunun uzun süre devam etmesi durumunda, drenaj ve plöredez yapılmalıdır. VKSS varsa deksametazon 16mg/gün başlanması; RT yapılması önerilmektedir (52,57).

Üç trakeal halka tutulumu olan T4N0-1 olgularda pnömonektomi yapılabilir. Aynı lobta satellit lezyon saptanan olgularda T4N0-1M0 olgularda cerrahi uygulanması önerilir (57).

Yaşam süresini uzatmak amacıyla evre I-II-III tam rezeke edilmiş olgularda postoperatif torasik RT ve KT önerilmemektedir. Ancak, başka bir çalışmada Cisplatin bazlı adjuvan KT’nin 5 yıllık yaşam süresinde %5’lik bir düzelme istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur (58).

Evre IV olgularda temel yaklaşım Cisplatin bazlı KT’dir. Kilo kaybı %10’dan fazla olan, serum laktik dehidrogenaz değerleri yüksek olan, ikiden fazla organ metastazı olan olgularda ikincil seri KT’den fayda beklenmemelidir (52,59).

Yaşlı hastalarda, kronolojik yaştan çok biyolojik yaş önemlidir. KT’ye uygun olmayan ya da iyi tolere edemeyen olgularda sadece RT yapılabilir (60).

İntraluminal obstrüksiyon yapan ya da ciddi hemoptiziye neden olan santral endobronşiyal tümörlerde lazer koagülasyon, argon-plazma koagülasyon, elektrokoterizasyon, kriyoterapi, brakiterapi endikasyonu vardır. Bu tedaviler ile başarı sağlanamaz ise endobronşiyal stent uygulanabilmektedir (61).

KHAK’da tedavide temel yaklaşım KT’dir. Sınırlı hastalıkta RT uygulanması lokal nüksü azaltır ve yaşam süresini uzatmaktadır. Sınırlı hastalıkta birinci kür ya da ikinci kürden itibaren eşzamanlı KT ve RT uygulanması önerilmektedir. Evre IA-IB olgulardan genel durumu iyi olanlarda cerrahi ve sonrası 4 kür KT önerilir. Bir kür KT sonrası torasik RT ve

(21)

profilaktik kranial ışınlanma önerilmektedir. Yaygın hastalıkta tam yanıt varsa sınırlı hastalıktaki gibi torasik RT ve profilaktik kraniyal ışınlama yapılması önerilmektedir Medyan sağkalım süresi sınırlı hastalıkta 18 ay iken, yaygın hastalıkta yaklaşık 9 aydır (62). Yaş KT’ye tek başına engel değildir. Siu ve ark. (63) 608 sınırlı KHAK’da yaşın prognostik önemi olmadığını göstermişlerdir.

DERİN VEN TROMBOZU VE PULMONER EMBOLİ

Derin ven trombozu (DVT) çoğunlukla iliyofemoral venlerde gelişmektedir. Üst ekstremitede oluşan trombozda çoğunlukla kolaylaştırıcı bir neden bulunmaktadır. Pulmoner emboli (PE) oluşma riski üst ekstremite trombozlarında daha fazladır. Sadece alt ekstremite ve üst ekstremite venöz sistemde oluşan trombozlar PE nedeni değildir; yağ embolisi, hava embolisi, amniyotik sıvı embolisi sonucunda da PE meydana gelmektedir (64).

Risk faktörlerinin iyi bilinmesine ve etkin profilaksi uygulanmasına rağmen DVT sıklığı normal populasyonda 1/1000 olarak kabul edilmektedir. Akciğer tromboembolisi (TE) sık oluşan, güç teşhis edilebilen, mortalitesi yüksek bir hastalıktır. PE’nin %10 kadarı masif embolidir; 50000 kadar olgu her yıl PE nedeni ile ölmektedir. Ülkemizde veriler son derece yetersizdir. Gelişmiş ülkelerin serilerine uyarlandığında ülkemizde 3000 ölüm bildirilmiş olması gerekirdi. PE’de ölüm oranlarında, teşhis esnasındaki gecikme ve riskli hastaların korunmasındaki yetersizlik ön plandadır (65,67).

Kolaylaştırıcı faktörler genel olarak Virchow triadı olarak tanınan üç ana olay ile açıklanabilir. 1. Staz : Uzun süre yatağa bağlı kalanlarda vücudun alt bölgelerinde venöz staz ve kan akımı yavaşlaması sonucu ile meydana gelir. Özellikle obez, yaşlı, gebe ve yatalak olan hastalarda meydana gelmektedir. 2. Damar duvar hasarı: Damar endotelindeki fiziksel değişiklikler, inflamasyon ve travmatik değişiklikler tromboz oluşumuna neden olmaktadır. 3. Pıhtılaşma bozuklukları: Kalıtsal ve edinsel bozukluklar sonucu pıhtılaşma sisteminin aktivasyonu sonucu tromboz oluşmaktadır (68).

VENÖZ TROMBOEMBOLİ RİSK FAKTÖRLERİ

Genetik Risk Faktörleri

Genetik risk faktörleri sık görülmemekle birlikte gerçek prevalansı bilinmemektedir. PE saptanan bir hastada; kırk yaş altında olan, ailede venöz tromboemboli (VTE) hikayesi, VTE için kazanılmış risk faktörü olmayan, idiyopatik olarak adlandırılan olgularda, varfarin kullanımına bağlı deri nekrozu gelişen olgularda, PE’nin bacak venleri dışında herhangi bir

(22)

yerden kaynaklandığı olgularda ve tekrarlayan VTE olan olgularda genetik risk faktörlerini araştırmak gerekmektedir (69).

Antitrombin eksikliği: Karaciğerde sentezlenen tek zincirli glikopeptiddir ve önemli bir pıhtılaşma inhibitörüdür. Trombin ve faktör X olmak üzere pıhtılaşma protein inhibitörüdür. Otozomal dominant geçiş göstermektedir. Antitrombin sıklığı VTE’si olan hastaların %1-2’sinde görülmektedir. DVT ve PE gelişen hastaların çoğunda tromboz alışagelmiş bölgelerin dışında ve arteriyal dolaşımdadır. Protein C ve protein S eksikliğine göre daha yüksek tromboz riskine sahiptir (69,70)

Protein C eksikliği: Karaciğerde sentezlenen bir glikoproteindir. Pıhtılaşma sırasında trombin ile aktive olur. Öncelikli olarak alt ekstremitelerde tromboz olmaktadır. Otozomal dominant ya da otozomal resesif geçiş gösterebilir. Trombozlu hastaların %2-5’inde görülmektedir (68-70).

Protein S eksikliği: Protein S öncelikle karaciğerde sentez edilir, endotelden, megakaryositlerden ve leydig hücrelerinden de sentez edilmektedir. Aktive protein C (APC) kofaktörüdür. Faktör V ve Faktör VIII’in inhibisyonunda rol oynamaktadır. Trombozu olan bireylerin yaklaşık %2-3’ünde görülmektedir (68-70).

Aktive protein C rezistansı (Faktör V Leiden varlığı): Kalıtsal trombozun en sık nedenidir. Olguların %90’dan fazlasında Faktör V geninde tek bir nokta mutasyonu var. Bu mutasyon arginin ile glutamin yer değiştirmesi ile oluşur. Genel populasyonda bu oran %3-10 arasında değişmektedir. Otozomal dominant geçiş göstermektedir. Aktive protein C rezistansı (APC-R) olan kişilerde risk gebelik ve oral kontraseptif kullanımı ile artmaktadır. Gebelik sırasında TE komplikasyonu gözlenen kadınların %60’ında, oral kontraseptif kullanımı sırasında tromboembolik komplikasyon gözlenen kadınların %30’unda APC-R saptanmıştır (69-76).

Protrombin G20210A: Protrombin geninin 20210 nukleotidindeki adenozin yerine guanozin geçmesi sonucu protrombin düzeyinin artması ile oluşur. Kanserle ilişkisi gösterilmiştir (76,77).

Hiperhomosisteinemi: Vitamin B6, B12, kobalamin, folat veya piridoksin gibi vitamin eksiklikleri sonucu veya metiyonin metabolizmasındaki genetik enzim defektleri sonucunda ortaya çıkar. VTE ve arteriyal tromboz içinde risk faktörüdür. Prematür vasküler hastalık, tromboz, mental retardasyon, ektopik lens ve iskelet sistemi anomalileri ile kendini gösterir (78,79).

(23)

Yüksek pıhtılaşma faktörü düzeyleri: Yüksek faktör VIII (>150 IU/dl), faktör IX (>129 IU/dl) veya faktör XI (121IU/dl) ilk spontan derin ven trombozu için bağımsız risk faktörüdür. Yüksek faktör VIII düzeyi tekrarlayıcı tromboz için bir risk faktörüdür (80-82).

Kazanılmış Risk Faktörleri

Antifosfolipid sendromu (APS): Kazanılmış antikor bağımlı tromboza eğilim sonucunda gelişen multisistemik otoimmun bir hastalıktır. Antifosfolipid antikorların varlığı ile ilintili hiperkoagülabilite, kendisini sadece bir pıhtılaşma laboratuvar bozukluğu ile gösterebileceği gibi; venöz tromboz serebrovasküler olay, arteriyal tromboz ve obstetrik komplikasyon olarakta klinik çeşitlilikte ortaya çıkabilir. Mekanizma tam olarak bilinmemektedir. Antifosfolipid antikorları genel populasyonda %2 oranında bulunmaktadır. Sistemik Lupus Eritamatosis’li hastaların %30-40’ında pozitiftir. Antikardiyolipin antikor IgG düzeyinin 40 ünitenin üzerinde olması trombotik olayın gelişimi ile anlamlı ilişkisi olduğu gösterilmiştir (67,70).

Gebelik ve lohusalık: Aynı yaştaki kişilerde VTE insidansı gebe kadınlarda 5 kat daha fazladır. Gebelikte meydana gelen değişiklikler VTE gelişimini kolaylaştırmaktadır. DVT’lerin %75’i doğum öncesinde meydana gelir. Gebelikte meydana gelen fizyolojik değişiklikler VTE için risk faktörü oluşturmaktadır. Bunlar; uterusa bağlı venöz staz, trombin üretimi ve çeşitli pıhtılaşma faktörlerinin düzeyinde artış, faktör VIII yükselmesiyle ilişkili olarak protein C cevabının geçici olarak düşmesidir (70).

Oral kontraseptif kullanımı ve hormon replasman tedavisi: Oral kontraseptif kullanımı venöz tromboz riskini 3-7 kat artırmaktadır. Bu risk ilaç başlandıktan 4 ay içinde artmakta, ilaç bırakıldıktan 3 ay içinde ortadan kalkmaktadır. VTE riski ilaç içindeki östrojen dozuyla yakından ilişkilidir. Postmenapozal dönemde östrojen replasman tedavisi ile tromboz riski artmaktadır (70,81).

Diğer nedenler: Dahili birimlerdeki mortalitenin %4-8’ini masif PE oluşturmaktadır. Altta yatan nörolojik, kalp hastalıkları, sistemik lupus eritamatosus, inflamatuar barsak hastalıkları, nefrotik sendrom, paroksismal nokturnal hemoglobinüri, miyeloproliferatif hastalıklar, Behçet hastalığı, Cushing sendromu, ve orak hücreli anemi gibi hastalıklarda genel populasyona göre artmış DVT’li olgu sayısı izlenmiştir (66,67,81).

Ayrıca obezite, etnik köken, variköz venler ve sigaranın tromboz ile ilişkisinin olduğu bazı araştırmalarda gösterilmiştir (70).

(24)

KANSER VE TROMBOZ

Kanserde Tromboz Epidemiyolojisi ve Patofizyolojisi

TE kanserin sık karşılaşılan ve iyi bilinen ciddi bir komplikasyonudur. Kanserli olgularda morbidite ve mortalitenin önemli nedenidir. Ancak yine de kanserli hastalarda tromboz insidansı net değildir (83). Paris’te ünlü hekim Armand Trousseau 1861 yılında ders verdiği sırada öğrencilerine ilk kez ‘‘phlegmasia alba dolens’’ ve kanser kaşeksisinin birlikte bulunduğu hastalıkları sundu. O tarihten bu yana kanser ve VTE arasındaki ilişki ayrıntılı olarak ortaya konulmuştur. Kanseri nedeniyle hastaneye yatırılan ve tedavi edilen hastalarda VTE en sık ikinci ölüm nedenidir (84,85).

DVT insidansı yaşla birlikte artmaktadır. 15 yaşın altındaki çocuklarda nadirdir. 65-69 yaşları arasında 1000 kişide yıllık insidans 1.8, 85-89 yaşları arasında 3.1’e çıkmaktadır. İlk DVT ataklarının 2/3’ü cerrahi, kanser, immobilizasyon gibi hastaneye yatışı gerektiren risk faktörlerine bağlıdır. İlk DVT geçirme riski ve nüks riski erkeklerde kadınlardan biraz daha yüksektir. Amerika Birleşik Devletleri’nde medikal arşiv baz alındığında yıllık ilk DVT ve PE oranı 117/100000’dir. Kanserde tek başına bu risk 4 katına, beraberinde KT 6 katına çıkartmaktadır. Kanserli olgularda yıllık VTE tahmini insidansı 1/200’dür (81). Ülkemizde bu konuda yeterli veri yoktur.

Primer VTE kanserin habercisi olabilmektedir (86-88). Kanser teşhisi sonrasında görülen VTE oranları ile benzer oranlarda VTE kanserin ilk bulgusu olarak karşımıza çıkmaktadır. DVT tanısı sonrasında yaklaşık %10 hastada 5-10 yıl içinde kanser gelişmektedir ve bunların %75’i ilk bir yıl içinde görülmektedir. Prostatik ve pankreatik malignensilerin çoğunda VTE ilk bulgu iken; meme, akciğer, uterus, beyin kanserli olguların çoğunda VTE hastalığın terminal olayı olarak saptanmıştır (81,89-92). 4095 kanser hastasını içeren bir seride 21 TE olayı görülmüş ve TE’si olan hastalardan üçünde akciğer kanseri saptanmıştır (93). Mide ve pankreas kanserlerinde tekrarlayan ve gezici venöz trombozlar görülmektedir. Bu durum Trousseau Sendromu olarak bilinmektedir. Trombozun klinikte sık görüldüğü kanser tipleri akciğer kanseri %21, kolon %18, prostat %17’dir (5,94). Bazı araştırıcıların ileri sürdüğü gibi son 6 ay içinde bir VTE atağı geçiren hastanın kanser tanısı konmasının rölatif riski 10 kat artmaktadır (95). Baron ve ark. (96) tarafından İsviçre kayıtları incelenerek yapılmış bir araştırmada hastaneye yatan 61998 hastada sonradan kanser gelişme insidansına bakılmış, TE olayı sırasında ve ilk takip yılı boyunca %4 oranında artış saptanmıştır. Takibin 2. yılından itibaren 25 yıl boyunca, bütün kanserlerin insidansında artış genel olarak %30’dur. İki veya daha fazla hastaneye yatanlar arasında %40’tır. Kanser

(25)

insidansı erkek ve kadınlarda, genç ve yaşlılarda, ameliyat geçiren ve geçirmeyenler arasında hemen hemen aynı bulunmuştur. Bu verilerle VTE olan hastalarda kanser riskinin daha yüksek olduğu sonucuna varmışlardır.

VTE oluşan kanserli hastalarda beklenen yaşam süresi kısadır. Trombozu olan olguların uzun süreli takipleri temel alınarak yapılan çalışmalarda ölüm riski kanser olmayanlara göre 4-8 kat daha fazla olduğu görülmüştür (81,84,85).

Akciğer kanseri seyrinde VTE gelişme oranı %20’dir (93). Başka bir çalışmada akciğer kanseri tanısı almış 1050 hastada %1.9 (20 hasta) tromboembolik hastalık gösterilmiştir. Bu hastaların 6’sında akciğer kanseri tanısı konmadan 2-6 hafta önce DVT veya PE gelişmiştir. Üç hastada ise 2-7 ay önce beyin ve periferik arter embolisi gelişmiştir. Tromboz gelişen 12 hastada hücre tipi adenokanserdur. Bu çalışma ile tromboz gelişiminin; gizli akciğer kanserinin ilk belirtisi olabileceği ve daha çok adenokanserda geliştiği belirtilmiştir (97).

Altmış beş yaş altında görülen TE olgularında bir yıl içinde gelişen kanser olgusunun daha fazla olarak geliştiği ortaya konmuştur (98).

Kanserli hastaların büyük bir bölümünde kan pıhtılaşma sistemi aktive olmaktadır. Aktifleşen pıhtılaşma sistemi kanserin ilerlemesinde ve metastaz oluşmasında rol oynamaktadır (6).

VTE özellikle kanser tedavisinde olmak üzere kanserde sık gözlenen bir komplikasyondur. Ancak bazı kanserler diğer kanser türlerine göre daha az trombojenik olabilir (Hodgkin ve nonHodgkin lenfomaları) (6,95,96).

Kanser hastalarındaki tromboz açısından izlenen risk faktörü hareketsizliğe, yatalaklık durumuna ya da tümör kitlesinin oluşturduğu venöz kompresyona sekonder olarak gelişen stazdır. Ayrıca venöz staza bağlı hipoksi gelişmekte ve bunun sonucunda doku faktörü salınımında artış ve trombomodulin seviyesinde azalma gibi trombozu kolaylaştırıcı nedenler oluşmaktadır (6,99).

Kanser hastalarının pıhtılaşma esnasında laboratuvar belirteçleri; fibrinojen/fibrin yıkım ürünleri, faktör V, VIII, IX ve XI düzeylerinde artış görülmektedir. Faktörlerdeki bu değişiklikler hem intrensek hem ortak sistemi ilgilendiren aktive parsiyel tromboplastin zamanının (aPTZ) kısalmasına neden olur. Kısalmış aPTZ düşük değerleri yaşam süresi ile ilişkili bulunmuştur. Protrombin zamanı (PTZ) faktör VII eksikliği hakkında bilgi veren bir testtir. Aynı zamanda intrinsik ve ortak yolları ilgilendiren faktör X, faktör V, protrombin ve fibrinojen eksikliğini göstermektedir. Kanserli hastalarda PTZ’nin kısaldığı gösterilmiştir. Kanserli hastalarda edinsel antitrombin, protein C, protein S eksikliği görülebilmektedir. İleri

(26)

evre kanserli hastalarda fibrinopeptid A düzeyinin ölçümü hastaların tedaviye yanıtın değerlendirilmesinde, tümörün progresyonun gösterilmesinde faydalıdır. (6,100,101).

Kanser hücreleri doğrudan vasküler invazyon ile endotel hasarı yaparak trombotik olayları başlatabilir. Ayrıca tümör hücrelerinden fibrinojen ve diğer pıhtılaşma proteinlerinin ekstravasküler birikimine neden olan vasküler permeabilite faktörü (VPF) salgılanmaktadır, VPF endotel hücrelerinin ayrışmasını indükleyerek neovaskülarizasyonda rol oynamaktadır (102).

Plazminojen, ürokinaz, ürokinaz reseptörü, plazminojen aktivatör inhibitör I ve annexin II gibi fibrinolitik proteinler tümör hücreleri tarafından salgılanmaktadır. Fibrinolitik sistemin aktivatör ve inhibitörleri, bazı solid tümörlerde ve akut lösemide hiperfibrinoliz ve hipofibrinolize neden olarak yaşamı tehdit eden kanama ve trombotik olaylara neden olabilirler. Plazminojen aktivatörü (t-PA) inhibitörü olan plazminojen aktivatör inhibitör I (PAI-1) oluşumunu uyarmaktadır. Pıhtılaşma önleyici tedavi protein C’nin salınımını azaltmakta ve trombosit aktive edici faktörü, doku faktörünü ve E-selektinin endoteliyal salınımını artırmaktadır (85,103-105).

Endotel yüzeyi prokoagülan/antikoagülan dengeyi tromboz oluşumunu önlemede değişik mekanizmalar ile sağlamaktadır. Endotelden salgılanan prostosiklin endotele bağımlı gevşeme faktörü trombosit adezyonu, aktivasyonunu ve agregasyonunu inhibe etmektedir ve vazodilatasyona neden olmaktadır. Adenozin difosfat ise trombosit agregasyonunu sınırlamaktadır. Trombomodulinde trombinin endotel hücre reseptörü olup karaciğer tarafından sentezlenen protein C’yi APC’ye çevirir. APC daha sonra aktif faktör V (Va) ve aktif faktör VIII’i (VIIIa) inhibe ederek prokoagülan aktiviteyi kısıtlar. Heparan sulfat antitrombin’e bağlanarak pıhtılaşma faktörlerinin inhibisyonunu sağlar. Normal endotelde bulunan diğer bir özellikte doku plazminojen aktivatörünün salınımıdır. Tüm bu mekanizmalar ile kanama ve antikoagülasyon arasındaki denge, tromboz oluşumunu önleme yönünde dengededir (102,106).

Kanserde endotel hücrelerinin protrombotik etki göstermesinin diğer bir nedeni de inflamasyonda etkin rol oynayan sitokinlerdir. Bu sitokinler miktara bağlı olarak fibrinolitik aktiviteyi baskılamakta ve endotelden salınan vonWillebrand faktörü artırır. Sitokinler trombomodulin ekspresyonunu ve protein C aktivasyonunu azaltan küçük molekül ağırlıklı polipeptidlerdir (85,107). İnflamasyon ve immünitede önemli oynamaktadırlar. Tümör hücreleri monosit ve makrofajlarla etkileştiğinde; tümör nekroz faktör (TNF-α), interlökin 1 (IL-1) ve interlökin 6 (IL-6) gibi sitokinlerin salınmasına, endotel hücrelerinin dökülmesine neden olurlar ve mikrovasküler permeabiliteyi artırırlar. Proinflamatuvar sitokinler kanserin

(27)

gelişimini ve kanserin invazyonunu etkileyebilirler (108,109). Bu olay normalde nontrombotik olan endoteli trombotik endotel şekline dönüştürür. Tümör hücreleri ile makrofajlar arasındaki bu etkileşim ve normal endotelin sitokinler tarafından bozulması, faktör XII’nin subendotel bölgesinde bulunan kollagen ile temasa geçmesine ve neticede aktive olmasını sağlayarak pıhtılaşma sisteminin aktive olmasını sağlar. Sitokinler endotelyal fibrinolitik sistemi baskılar. Sitokinlerin ekspresyonu ile pıhtılaşmanın arttığı ve IL-6 salınımını takiben trombin düzeylerinin arttığı gösterilmiştir (109).

Türkiye’de yapılan bir çalışmada IL-6 ve TNF α düzeyleri kanser hastalarında anlamlı derecede yüksek bulunmuştur (110). Pıhtılaşmayı önleyici ilaçların bu sitokinleri azalttığı gösterilmiştir (6). Çiftçi ve ark. (111) yaptıkları çalışmada oral antikoagülan alan akciğer kanserli olgularda almayan gruba göre IL-1, TNF alfa, CD40 ligand, NO değerlerinde azalma görülmüştür.

Sitokinlerin diğer olumsuz etkileri arasında trombosit aktive edici faktörü (PAF) ve plazminojen aktivatör inhibitör’ü (PAI) arttırma etkisi vardır. PAF’ın artması ile trombosit, monosit, nötrofil aktiviteleri artmakta ve tromboz oluşumuna katkıda bulunmaktadır. Artmış TNF-α aktivitesi trombomodulin sentezini yavaşlatır. Bu nedenle de faktör Va ve VIIIa’nın inhibisyonları kısıtlanarak tromboza katkı sağlanır (105,107).

Trombositlerin de pıhtılaşmayı artırmada rolleri olduğu bilinmektedir. Kanserde trombositlerin aktivitesinde artış olduğunu gösterilmiştir. Fizyolojik durumda endotel hücreleri tromborezistan bir yüzey oluşturmaktadır, trombositlerin yapışmasını ve aktivasyonunu engellemektedir. Trombosit granüllerinin boşalması ile pıhtılaşma sisteminde trombinin açığa çıkmasıdır. Granüllerin boşalması hemostatik cevabın ilk kısmıdır. Trombin hem trombositleri aktifleştirir, hem de fibrinin stabilitesini sağlar. Kanserli hastalarda ise trombosit fonksiyonlarındaki bozukluklara bağlı endotelin normal fonksiyonlarında anormallik oluşabilmektedir. Tümör hücreleri integrin reseptörü GPIIß-IIIα ve integrin ligandları fibrinopektin ve vonWillebrand faktör aracılığı ile trombositlere yapışırlar. Tümör hücreleri pıhtılaşma sistemini aktive etmekte, trombositlerin endotele adezyonunu ve agregasyonunu artırmaktadır. Tümörün varlığında trombositlerin yaşam süresi azaldığı düşünülmektedir. Kanserli olgularda trombosit fonksiyonları yönünden üzerinde durulan en önemli plazma belirteci tromboglobulindir. Başlangıçta yüksek olan bu protein KT’yi takiben düştüğü gösterilmiştir. Trombosit granüllerinin önemli bir komponenti olan çözünür P selektin düzeyi meme kanserinde ve lökositlerin malign hastalıklarında önem taşımaktadır. P selektin bir membran glikoproteinidir, trombositlerin alfa granülleri içinde ve endotel

(28)

hücrelerinin ‘‘Weibel Plada’’ cisimlerinin içinde bulunmaktadırlar. Trombojenezin başlamasında ve stabilizasyonunda proinflamatuvar sitokinlerin ve aktifleşmiş trombositlerin yüzeyinde bulunan adezyon molekülleridir. Otuz dört jinekolojik kanser olgusunda yapılan bir çalışmada trombosit aktivasyonun artığı tespit edilmiştir. Trombositlerin adezyonunda önemli yer tutan çözünür P selektin artmış ve vonWillebrand faktörde yüksek bulunmuştur (99,105-107,109,112).

Tümör hücreleri nedeniyle monositler, trombositler ve endotel hücreleri prokoagülan etkinliğe sahiptir. En iyi ortaya konan tümör prokagülanları doku faktörü (DF) ve kanser prokoagülanıdır (KP) (84,107). Kanser prokoagulanı normal dokularda bulunmayıp sadece kanser hücrelerinde ve fetal dokuda bulunur (114). Kanserli hastalarda özgül doku faktörü ve kanser prokoagülanı aktivitesi iki ile dört kat daha fazla olmaktadır. DF 47 kDa’lık bir transmembran glikoproteinidir ve faktör VIIa ile kompleks oluşturmaktadır. DF-VIIa kompleksi faktör IX ve X’u aktive etmektedir. DF monositler ve endotel hücrelerine yapışmış olan malign hücrelerde sentezlenmektedir. 68 kDa’lık bir sistein proteazı olan KP faktör VII’ den bağımsız olarak doğrudan faktör X’u aktive etmektedir. Sentezi için vitamin K’ya gereksinimi olduğu saptanmıştır. DF’nin ve kolaylaşmış olan trombosit aktivasyonun sonucu malign doku çevresinde trombin ve fibrin toplanması ve sonuçta kanser hastalarında VTE’ye yol açması şeklinde ortaya konabilir (107,109).

Tümör hücrelerinin etrafındaki fibrin birikimleri bir tarafta VTE, öte yanda ise tümör büyümesi ve metastaz olmak üzere klinikle iki yönlü bir ilişki göstermektedir. Lokal fibrin birikiminin tümör büyümesi ve anjiogenez için bir matriks oluşturduğuna ilişkin kanıtlar bulunmaktadır. Bunun hemen ardından gelişen fibrinolitik aktivite, plazmin üretimi tümör hücre istilasını kolaylaştırmaktadır. Bu işlem esas olarak DF’nin sitoplazmik bölgesinde düzenlenmektedir. Hücre iskeleti düzeyindeki bu düzenlemeler tümör hücrelerinin mobilizasyonunu ve adezyonunu kolaylaştırmaktadır. Sonuçta, DF’nin vasküler endoteliyal büyüme faktörünü artırdığı ve bazı tümör hücrelerinde tromboplastin sentezini azalttığı gösterilmiştir. Bu yolla DF tümör anjiogenezini kolaylaştırmaktadır. Bu kavram bu tür bir antikoagülan tedavinin antitümör tedavi olarak kullanımı konusunda ilgi uyandırmıştır. Tümörden salınan prokoagülanlar pıhtılaşma sisteminin intravasküler aktivasyonunu kolaylaştırmakta, böylece yaygın damariçi pıhtılaşma (YDP) ve DVT oluşumuna neden olmaktadır. Aynı zamanda var olan tümör çevresinde fibrin formasyonu ise antiimmün bir bariyer oluşturmakta, tümör hücrelerinin büyüme, adezyon ve metastaz yapma potansiyellerini kolaylaştırmaktadır. Akut nonlenfoblastik lösemi (ANLL) hücrelerinde kanser prokoagülan düzeyinin remisyonda düşük, relapsta ise yüksek olduğu gösterilmiştir.

(29)

Akut promyelositik lösemide (APL)’nin ATRA tedavisinden sonra KP düzeyinde düşme saptanmıştır. KP böbrek, akciğer, meme ve malign melanom konsantrasyonun arttığı bildirilmiştir (6,105,107,114).

Bazı kanser hücrelerinden salgılanan müsinde kuvvetli bir prokoagülan etki gösterebilmektedir ve ortak yoldaki protrombini aktive edebilmektedir. Müsindeki sialik asit faktör X’u enzimatik yolla aktive etmektedir (102,109).

Tümör hücreleri TNF-α, IL-1ß ve bakteriyel endotoksinler gibi sitokinler DF’nin prokoagülan aktivitesini uyarmaktadır. Bu sitokinler DF’nin kan damarlarındaki doku makrofajları üzerindeki aktivitesinin artması kanserde ortaya çıkan pıhtılaşma aktivasyonunda önemli bir rol oynamaktadır (6,106).

Trombojenez ile ilişkisi olan diğer bir konu da yeni damar yapımıdır. DF’nin normal hemostazdaki rolüne ek olarak hücre sinyal iletimi ve ‘‘vascular endothelial growth factor’’(VEGF)’yi artırarak tümör anjiogenesinde önemli rol oynar. VEGF’nin damar endotelinde geçirgenliği arttırdığı ve trombosit adezyon ve aktivasyonunu hızlandırdığı gösterilmiştir. (6,113).

Endotelden salgılanan VEGF endoteldeki tirozin kinaz reseptörlerine bağlanarak anjiogenezi ve tümör büyümesini aktive eder. VEGF aynı zamanda endoteliyal geçirgenliği, trombosit aktivasyon ve adezyonunu artırmaktadır (105,108).

Monositlerin ve endotel hücrelerinin prokoagulan aktivitesinin yanında, tümör hücreleri ya da dolaşımda bulunan tümör membran vezikülleri trombosit adezyonunu ve agregasyonunu uyarmaktadır. Bu düzeneği tümör hücrelerinin membranlarında az miktarda sentezlenmesi başlatmaktadır. Tümör hücreleri üzerindeki DF ve KP’nin, monositler ve endotel hücreleri üzerindeki DF’nin ve kolaylaşmış olan trombosit aktivasyonunun net sonucu olarak malign doku çevresinde trombin ve fibrin toplanması ve sonuçta kanser hastalarında VTE’ye yol açması şeklinde ortaya konabilir (106,114).

Trombin ile DF’nin kanser ile ilişkisi özellikle sinyal iletimi yönünden çok dikkat çekicidir. Sinyal iletimi proanjiogenik faktör olan VEGF’nin ve anjiogenezin artışına bağlanmaktadır. DF ve VIIa kompleksi hücre içindeki sinyalizasyonu hızlandırmaktadır (116).

Cerrahi girişim, hormon tedavisi, KT, santral venöz katater yerleştirilmesi dahil olmak üzere kanser tedavisine yönelik olarak gerçekleştirilen tedavi uygulamaları pıhtılaşma oluşumuna katkıda bulunurlar ve dolayısıyla bunlar kanserli hastalarda VTE için birer risk faktörü oluşturur (83,85).

(30)

Cerrahi girişim uygulanan kanserli hastaların postoperatif tromboz riski kanser dışı cerrahi girişim uygulanan hastalara göre 2 kat artmıştır. Cerrahi hastalarının tahmini VTE oranları %4-60 arasında değişmektedir (83,85). Prandoni ve ark. (117) herhangi bir nedenden dolayı cerrahi müdahaleyi takiben uzayan hareketsizlik sırasında, kanser hastalarının diğerlerine göre daha yüksek VTE riski taşıdıklarını ileri sürmüşlerdir. Kanserli bir olgunun operasyon sonrası VTE gelişme sıklığı aynı tip ameliyat geçiren kansersiz olgulara oranla 3 kat daha fazla bulunmuştur. Trombofilaksi yapılmazsa fatal PE riskini 4 kat artmaktadır (102,118).

Gerek KT gerekse RT vasküler endotele karşı toksik etki göstererek ve sitokin salınımını artırarak tromboz riskini artırır. Kemoterapik ajanlar aynı zamanda kanserde düşük olan antikoagülan sistem proteinlerinin karaciğer toksisitesinden dolayı antitrombin, protein S ve protein C gibi bazı doğal antikoagülanların sentezini kısıtlar. KT endotel hücresinin ve tümör hücresinin apopitozunu indükler ve sitokinler açığa çıkar. Trombosit aktivasyonu ve agregasyonunu, doku faktörü salınımını arttırırlar. Platinyum içeren bileşikler, büyüme faktörleri, koloni stimüle edici faktörler ve eritropoetin tromboz gelişimini artırabilirler (109,115).

Cisplatin ve gemsitabin ile yapılan prospektif bir çalışmada VTE insidansı %17.6 bulunmuştur. Cisplatin arteriyal tromboz ve aort trombozuna yol açmaktadır Cisplatin farmakolojik dozlarda monositlerdeki DF’yi uyarır ve trombosit aktivasyonuna katkı da bulunur. Cisplatine bağlı arteriyal tromboz vonWillebrand faktör artışına bağlıdır (85,119,120).

Meme kanseri tedavisinde kullanılan siklofosfamid, metotreksat veya 5 fluorourasil gibi ilaçların kullanılması sonucu tromboz insidansınde artış saptanmıştır. Premenapozal ve postmenapozal meme kanseri olan klasik KT ve Tamoksifen alan hastalarda tek başına KT alan hastalara göre daha yüksek oranlarda DVT ve PE izlenmiştir. Evre II meme kanserli ve KT alan kadın hastalarda TE riski % 7-11 arasında iken KT bittiğinde bu oran dramatik bir şekilde düşmektedir (102,121,122).

Kemik iliği nakli sonrasında çeşitli nedenlerle tromboz meydana gelmektedir. Daha çok transplantasyona hazırlayıcı nedenler tromboz riskini artırmaktadır. Kataterler, immobilizasyon, venoklüziv hastalık (VOD) nakil hastalarında trombozu kolaylaştırmaktadır. VOD kemoradyoterapiden 2-3 hafta sonra ağrılı hepatomegali, kilo artışı, hiperbilirubinemi ile kendini gösterir. Bu hastalarda özellikle antitrombin, protein C ve protein S düşüklüğü saptanmıştır (117).

(31)

Santral venöz kataterlere (SVK) bağlı sekonder santral venöz trombozlar en önemli komplikasyonlardandır. Üst ekstremitede venöz portu bulunan kanserli hastalarda subklavyan tromboz insidansı aynı portu olan fakat kanser olmayan hastalardan çok daha yüksek orandadır. SVK’ya bağlı tromboz oluşumunda çeşitli kolaylaştırıcı nedenler ileri sürülmüştür. Üç lümenli kataterlerin kullanılması, kataterin ucunun sağ atriuma yakın ya da superior vena kavada olması, hastada antitrombin düzeyinin düşük olması, VKSS’nin olması, katater bakımının iyi olmaması tromboz riskini artırmaktadır. SVK’ya bağlı trombozlarda PE riski oldukça yüksektir. Özellikle aksiller ve subklavyan vende tromboz sık görülmektedir (124,125).

Klinik Bulgular ve Tanı

Akut venöz tromboz tanısı güç olan hastalıklardan birisidir. Klinik olarak tanı zorluklarının birçok nedeni bulunmaktadır. Bunun ilk nedenlerinden biri şikayetin belirsizliği, hikayenin zayıflığı ve belirtilerin özgül olmayışıdır. DVT’si olan hastaların sadece dörtte birinde gerçekten hastalık olduğundan, tanı stratejisi olarak girişimsel olmayan, hızlı, mali anlamda etkin yöntemler kullanarak trombozu güvenli bir şekilde dışlamak gerekmektedir. Bu amaca ulaşmak için klinik değerlendirme, laboratuvar tetkikleri ve görüntüleme tetkikleri birlikte kullanılmaktadır (126).

Klinik, asemptomatik olgudan sadece anormal pıhtılaşma testlerinden, yaygın TE’ye ve akut ya da kronik YDP sendromuna kadar değişmektedir. En fazla alt ekstremitelerde DVT görülmekle birlikte, üst ekstremite de DVT, PE, serebral sinüs trombozu, gezici yüzeyel tromboflebit, arteriyal emboli, nonbakteriyal trombotik endokardit, mikroanjiopatiye de rastlanmaktadır (127,128).

Açıklanamayan VTE’de altta yatan hastalığı olmayan tüm hastalarda malignensi araştırılmalıdır. Ancak bu konu tam olarak açıklanamamıştır. TE gelişen olgularda kanser araştırması hem pahalı hem psikolojik strese neden olduğundan önerilmemektedir. Özellikle 50 yaşın üzeri hastalarda gizli bir kanserin araştırılması için anamnez, fizik muayene ve rutin laboratuvar testlerinin yapılması, akciğer grafisinin çekilmesi, dikkatli ve yakın bir takip önerilmektedir (129).

DVT’nin klinik bulguları arasında en önemlileri ekstremitelerde ödem, hassasiyet, kızarıklık ve ağrıdır. Bu bulguların duyarlılığı ve özgüllüğü düşüktür (130).

Üst ekstremitede oluşan DVT aksiller lenfomalar, mediastinal tümör kitleleri, santral venöz kateterler ve intravenöz KT gibi özgül risk faktörleri ile ilişkilidir. Üst ekstremite

(32)

olmaktadır. Üst ekstremite DVT’si tedavi edilmediği taktirde, santral venöz tromboza ve klinik olarakta VKSS’ye yol açabilir (81,106).

Üst ve alt ekstremite DVT’si en çok akciğer kanserinde görülmüştür. Adenokanserlerde en sık üst ekstremitede, epidermoid kanserlerde alt ekstremitede derin ven trombozu saptanmıştır. PE üst ekstremite derin ven trombozlarında daha sık izlenmektedir (131).

Hızlı asit gelişimi ve hepatomegali ile hepatik ven trombozu (Budd Chiari sendromu) spesifik olarak myeloproliferatif sendromlu hastalarda ya da hepatoselüler kanseru bulunan hastalarda görülür. Marantik endokardit kalp kapakçıklarında steril, trombotik vejetasyonlar ile özellik kazanır. Ender görülen bu sendrom inme ve miyokard infarktüsüne yol açan arteryel emboli ile komplike olmaktadır. Marantik endokardit akciğer ve müsin yapan adenokanserla ilişkilidir (6,99).

Göğüs ağrısı, nefes darlığı, takipne PE’de en sık görülen bulgulardır. Hemoptizi nadir olup, infarktüs olgularında görülür. Bazı kanserli hastalar asemptomatiktir; evreleme amacıyla çekilen spiral toraks bilgisayarlı tomografilerde rastlantısal olarak PE’ye rastlanmaktadır. Abdominal ağrı, asit ve hiperbilirubinemi intraabdominal trombozlarda rastlanmaktadır (6).

Tanı yöntemleri arasında d-dimer, renkli doppler ultrasonografisi, ventilasyon perfüzyon sintigrafisi, spiral bilgisayarlı tomografiler (kontrastlı) sayılabilir.

D-dimer testi tanıda önemli bir yer tutar. Bu testin normal düzeyleri trombozu olma olasılığını %95-98 oranında ekarte eder. D-dimer duyarlılığı yüksek, özgüllüğü düşük bir testdir. D-dimer düzeyleri ELİSA ve lateks aglütinasyon yöntemi ile ölçülebilir. ELİSA, duyarlılığı yüksek ve kantitatif bir yöntemdir (132,133). Ülkemizde yapılan bir çalışmada D-dimer düzeyine lateks aglütinasyon yöntemi ile bakılmış duyarlılığı %94 olarak bulunmuştur (134).

Doppler ultrasonografisi düşük maliyetli ve taşınabilir olması yanında her zaman için kolaylıkla tekrarlanabilir ve tanıda oldukça duyarlı bir testtir. Yüksek bir duyarlılık (%95) ve özgüllük (%96) nedeniyle alt ekstremite doppler ultrasonografisi, popliteal ve daha santral venlerdeki semptomatik derin ven trombozu tanısında yaygın olarak kullanılmaktadır. Bununla birlikte bacak DVT’sinde duyarlılık daha düşüktür (130,135).

Transtorasik veya transözefagiyal ekokardiyografi sağ kalp boşluklarında veya santral pulmoner arterdeki trombozu doğrudan olarak görüntüleyebilir. Sağ kalp boşluklarındaki hemodinamik değişiklikler dolaylı PE göstergesi olabilir. Duyarlılığı %50, özgüllüğü yaklaşık %90 civarındadır (130,136).

İmpedans pletismografi alt ekstremitelerdeki hacim değişikliklerini saptayan girişimsel olmayan bir tanı yöntemidir. Bu testin doğru sonuç vermesi için öncesinde tromboz

Referanslar

Benzer Belgeler

Çalışmamıza Ocak 2013-Haziran 2013 tarihleri arasında Mehmet Akif Ersoy Göğüs- Kalp Damar Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi spesifik polikliniğine başvuran, AF

Comparison of bleeding in patients with nonvalvular atrial fibrillation treated with ximelagatran or warfarin: assessment of incidence, case- fatality rate, time course and

Gebelik, varfarin veya ilacın diğer bileşenlerine karşı bilinen aşırı duyarlık, kanama riskinin muhtemel klinik yarardan fazla olduğu (Hemorajik eğilimler veya kan

Бұл халықаралық туризмнің ерекшелігі болып саналады және ішкі туризмнен ең басты айырмашылығы.ДТҰ туристік құжаттарды толтыруды қысқартып

Beylerin hepsi de bütün roman boyunca daima güçlü olanın yanlna geçerler. Hiçbirisi itimada layık değildir. Beylerin şahsi çıkarları ve şahsi meseleleri yÜzUnden on

Doğu Anadolu Bölgesi ağızlarında sıfat görevinde kullanılan çokça ikileme örneği tespit edilmiştir. Bölge ağzında tespit edilen ikilemelerin en

Bu bağlamda, dünya ülkeleri çevre sorunlarının etkilerini azaltmak ve hatta ortadan kaldırmak için Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Ekonomik İşbirliği ve

Varfarin kullanma özellikleri olan varfarin kullanımına bağ- lı istenmeyen bir durumla karşılaşma durumu, ilaç dozunu unuttuğunda ne yapacağını bilme durumu ve yeşil