• Sonuç bulunamadı

Halikarnas Balıkçısı'nda sözlü gelenek, yazılı gelenek

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Halikarnas Balıkçısı'nda sözlü gelenek, yazılı gelenek"

Copied!
8
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

HALİKARNAS RALIKÇISPNDA

SÖZLÜ GELENEK, YAZILI GELENEK

AZRA ERHAT

Halikarnas Balıkçısı 13 Ekim 1973 günü öldü. Aradan nerdeyse yedi yıl geçti. Oysa benim belleğimde onun gözleri oynak zekâ parıltıları ile, yo­ ğun düşünce akışları ile canlı canlı ışıldamaktadır bugün de. Gülmenin en aşırı patlayışından, üzüntünün en yelkeni düşük durgunluğu arasında gidip gelen bakışları keskinliğinden hiçbir şey yitirmemiştir. Ellerini tüm kas ve sinirleri ile kımıldar görürüm. Tuhaf bir duyarlığı vardı bu ellerin. Toprağı işlerken, oltayı tutarken, küreği çekerken doğanın birer parçası gibiydi on parmağı, birer ağaç dalı gibi boğum boğum. Kazı yerlerinde yüzlerce gez­ gine eski bir anıtı gösterirken, havaya kalkık sâğ eli bir büyü yaparcasına, taşın içinden anlamını, güzelliğini çekip çıkarır, avucunun içinde yoğurduk­ tan sonra hazırlop sunardı dinleyiciye. O çok güzel, erkekçe bir güç taşıyan ellerine uzunca baktınız mı, bir rahatsızlık duyardınız, yaşamının dramı oku­ nurdu sanki ellerinde. Ben onun ellerine baktıkça, Michelangelo’nun Musa heykelini anımsar, ya da İsa’nın Son Yemeğini simgeleyen tablolarda Mesih’i ele verecek olan Yuhada’nın havaya kalkık parmağını, üzerinde derin derin düşünülecek gizli bir anlam taşırdı ellerinin her kımıldanışı. Balıkçı’nın tüm devinimleri, uzun bacakları üstüne fırlayıp uluorta oyun imgeleri yapması, kendi eğilimlerine çok uygun bulduğu Tanrı Pan gibi ayaklarının ucunda sıç­ rayıp dönmesi, sözlerini, anlatılarmı yerine göre patetik ya da komik davra­ nışlarla canlandırması unutulacak şeylerden değildi. Onu sahnede bir oyun­ cu gibi seyrederken, başarılı öykünmelerine kahkaha ile gülmekten kimse ala­ mazdı kendini. Ama bizi en etkileyen, jestlerinden de, mimiklerinden de çok, sesiydi. Halikarnas Balıkçısı’m tanımamış, görmemiş olan, onun devingen oynaklığını bilmeyebilir, gözünde canlandıramaz olabilir, ama bugün de herkes sesini duyar kulaklarında. O’nun MERHABA’smı tanır bilir. Nasıl olmuştur bu iş? Ölmüş bir adamın sesini nasıl olur da duyarız bugün de? İşin gizini çözmeye girişmeyeceğim, yalnız şunu diyebilirim ki, merhaba selamını Halikarnas Balıkçısı buldu çıkardı, moda haline getirdi ve kendi sesini bir daha silinmemecesine ekledi bu ünleme. Merhaba deyince Halikar­ nas Balıkçısı’m anımsarız, bu selamı alırken de, verirken de, Balıkçı’nm ona eklediği dostluk, barışçılık içeriğini yaşar, benimser, uygularız her söyleyiş­ te.

(2)

276 HALİKARNAS BALIKÇISI

in. aydınları, gezgin kılavuzları, gazete ve TRT toplulukları arasında onu ta­ nımış olan ve de olmayan genç, yaşlı kişiler onu bir çeşit halk kahramanı, özgürlük ve uygarlık savunucusu olarak canlandırır dururlar. Halikarnas Balıkçısının bol bol yineleyip anlattığı fıkraları, kendi deyimleri, giderek jest­ leri, mimikleri ile, biraz sulandırılmış, biraz yozlaştırılmış da olsa dinleye­ bilirsiniz onların ağzından. Herkes Halikarnas Balıkçısı’na elden geldiğin­ ce öykünmeye çalışır. Aynı olgu Bodrum’da da göze çarpar. Gün geçtikçe daha çok sayıda sanatçı ve aydını kendine çeken Bodrum’da kılığı kıyafeti, kendilerine özgü davranışları ile yaşamlarında bir yenilik, bir aykırılık ge­ tirmeye uğraşan tiplere rastlanır. Bunlar şu ya da bu biçimde Halikarnas Ba- lıkçısı’na özenen, her biri bir Halikarnas Balıkçısı olmaya yeltenen kişiler­ dir. Bu öykünmeyi ne denli başardıkları önemli değildir, Halikarnas Balık­ çısının yarattığı tipin sürekliliğine, çekiciliğine, canlılığına tanıklık etme ba­ kımından değer taşımaktadır bu kişiler. Ayrıca bu özentiden bir çeşit mut­ luluk duymaları, iyi veya kötü bir örnek, bir moda yaratmaya çabalamaları dikkate değer. Bu modalarla Bodrum’un öz kimliğinden bir şeyler yitirmiş olduğu bir gerçekse de, insanların iyi ve güzel diye bilinen bir örneğe özen­ meleri, ileriye dönük olumlu bir davranış sayılmalıdır. Bodrum’un bugün ne denli kalabalıklaşıp yozlaştığını görse, Halikarnas Balıkçısı’nın üzüleceği, bu küçük ak kenti tanıtmak, sevdirmek için yaptığı uğraşlara pişman olaca­ ğını ileri sürenler varsa da, yanılıyordur bunlar. Çünkü Herakleitos’un “pan- ta rhei”, her şey akıp gider, her şey hep değişir ilkesini ağzından düşürmeyen Balıkçı, Bodrum’un kendi yarattığı Bodrum olarak süresizce kalmayacağım bilirdi. Zamanın akışında ne yöne doğru gideceğini kendisinin saptayama- yacağı, saptamaya kalkışmayacağı bir topluluğu doğal gelişmesine bırakmak, Balıkçı’nm yürekten savunacağı bir görüştür. Doğaya son derece de bağh, doğanın evrim ilkelerine fazlasıyla saygılı olan Halikarnas Balıkçısı, toplu­ ma olduğu kadar, insana da tam özgürlük tanıyan bir adamdı. Özgürlük tutkunuydu, insanın özgürlüğünü kısıtlamayı amaçlayan her türlü katı ve değişmez kurallar karşısında sert bir tepki gösterir, bunlara baş eğmekten- se bir çeşit dizginsizliği, düzensizliği, giderek anarşiyi yeğlerdi. Onun için­ dir ki, Halikarnas Balıkçısı Bodrum’un bugünkü durumunu herhalde ya­ dırgamaz, niçin ve nasıl böyle olduğunu bilimsel ve tutarlı bir inceleme so­ nucu anlamaya çalışarak hoşgörürdü. Ama bugünkü Bodrum’da eskisinde olduğu gibi yaşamayı ister miydi, istemez miydi, o da kendi özgür seçmesine kalmış bir şey, belki ister, belki istemezdi, bilemeyiz.

Bodrum bir yana, Halikarnas Balıkçısı’dır asıl konumuz. Buraya kadar yazdıklarım, belli bir amaçla gelişigüzel toparladığım birkaç olgu Halikar­ nas Balıkçısı’nın öz niteliğini belirlemeye yarayabilir: Adamın yaşadığı sü­ rece kişiliğinde göze çarpan canlılık ve öldükten sonra bu canlılığın yansı­ ması, yitirilmeden başkalarmca sürdürülmesi... Başlıkta sözlü gelenek ola­ rak nitelendirdiğim, işte bu yönüdür Balıkçı’nm. Birkaç solgun örnekle vur­

(3)

AZRA ERHAT 277

gulamaya çalıştığım bu yönünü ilerde daha çok incelemek ve eleştirel bir gözle yerine oturtmak fırsatım bulurum ola ki. Bunlar iyi hoş ama Halikar- nas Balıkçısı bir yazardır. Seksen yılı aşkın bir yaşam süresinin sonunda o da göçmüş gitmiş, yeryüzünde canlı iken -kendi deyimiyle diri iken- bırak­ tığı izlenimler ne denli çarpıcı olursa olsun, bir sanatçı ve düşünür olarak asıl varlığı geleceğe ancak yazılı yapıtları ile aktarılmaya adaydır. Bir sürek­ liliği, bir ölmezliği varsa, o, yazılı gelenek yoluyla ortaya çıkabilir, çıkacaktır. Bugün ve daha sonraki evrelerde Halikarnas Balıkçısı kendi yazılı yapıtları ile ve bu yapıtların okurlarca okunması, eleştirmenlerce incelenmesi, değer­ lendirilmesi yoluyla sürdürülebilecektir. Ölmezlik açısından yazındaki yeri de ancak bu eleştiri ve incelemeler sonucunda belli olacaktır. Edebiyat ta­ rihi içinde bir yazarın ölümünden sonra altı yedi yıl geçmiş olması çok kısa bir süredir. Nesnel değerlendirmelerin bu süre içinde yapılıp yayımlanması umut edilemez. Hele canlılık yönü bu denli ağırbasan, kendisini bir kez ol­ sun görmüş ya da dinlemiş olan kimseler üstünde derin bir etki, unutulmaz bir izlenim bırakmış olan bir yazar söz konusu ise, Halikarnas Balıkçısı’nm olduğu gibi. Şu var ki, canlılık sürecinden kalma iz ve etkileri ne denli çabuk atabilirsek üzerimizden, Balıkçı’yı yazar olarak değerlendirme yoluna o den­ li çabuk girebiliriz.

İşte bu iş yapılmalıdır, ama yapılması güç olduğundan, daha pek az eleştirmen açabilmiştir bu yolu. Başkalarına taş atmayı bir yana bırakarak, kendi öz eleştirimi yapmam doğru olacak. Halikarnas Balıkçısı bana olan dostluğu ve yakınlığından ötürü, beni bir çeşit ardıl, eserinin ve düşüncesinin sürdürücüsü ödeviyle görevlendirmiştir. Beni seçti, bana bir miras bıraktı diyecek kadar budala ve kendimi beğenmiş değilim elbette. Halikarnas Ba­ lıkçısı tüm insanlığı kapsayacak engin bir cömertliğin simgesiydi. İnsanlar arasında bir seçme yapmak, birine öbürünün üstünde bir ayrıcalık tanımak akimın köşesinden bile geçmezdi, şu ya da bu insanı ossaat, o an, belki da­ ha uzun bir süre için çok sevse ve saysa da. Aslında Balıkçı kendi düşünce­ leri, davaları ile dopdolu bir adamdı, kendisini acıları, sevinçleri, öfkeleri ile anlatır durur, bir dostu ona bağlanır, onu dinler, kurcalayıp durduğu sorunlarla ilgilenirse, ona kendini büsbütün açar -kendi deyimiyle aradaki perdeyi kaldırarak- kafasında ne var ne yoksa hepsini sererdi ortaya. Öbürü bu verilerden ne alacak, ne almayacak, aldığını nasıl değerlendirecek, na­ sıl yorumlayacak, umurunda bile değildi. İlerde yapıtları söz konusu olun­ ca, öykü ya da roman kişilerine hep kendini söylettiği konusu üstünde dura­ bileceğiz. İnsanlarla ilişkilerinde de çoğu zaman kendini söylediği, karşısın­ dakine pek konuşma fırsatı vermediği de bir gerçektir. Ancak o kadar du­ yarlı, insanlara karşı öyle sevecen ve hoşgörülü, yumuşak ve uygar bir adam­ dı ki, insan hiçbir şey söylemeden de, yalnız Balıkçı’yı dinlemekle mutlulu­ ğa erer, kendi sorunlarının dile getirilip çözümlendiği izlenimine varır, ra­ hatlardı. Ne ve nasıl olursa olsun, Halikarnas Balıkçısı öldükten sonra, ba­

(4)

278 HALÎKARNAS BALIKÇISI

na bırakmış olduğu kalıtımdan kimilerini yayıma koymak gereksinimini duydum. Bilindiği gibi mektuplarından başladım.

Mektuplarıyla Halikarnas Balıkçısı adını verdiğim kitabı hazırlamak

benim için bir sevinç kaynağı, bir eğlence oldu. Kitabın hazırlanması üç ay ya sürdü ya sürmedi. Önsözünde de belirttiğim gibi, mektupları kronolojik sıraya göre karşıma alıyor, göz gezdiriyordum ve her mektup bana neler alın­ ması, neler bırakılması gerektiğini kendisi bildiriyordu ilerdeyse. İşim çok kolaydı, Halikarnas Balıkçısı karşıma dikilmiş, konuşuyor gibiydi. Balıkçı’ nın coşkusu beni sürüklüyor, ben sözcükleri, tümceleri yalnız yazıya döken bir makine gibiydim, ama zevkten kanatlanmış, uçan bir makine. Bu zevki bana veren, Balıkçı’nın sevgi dolu tutumu değildi. Benim yazıya dökme işi­ mi zorlaştıran tek yön, benden fazlaca söz etmesiydi. Benden söz ederken dile döktüğü duyguları çok aşırı ve de bir bakıma zevksiz, eski,.romantik bir görüşün ürünleri gibi görüyordum, öyle ki bu bölümleri acımasızca buda­ makla Balıkçı’mn metnine olan saygım arasında bocalayıp duruyordum. A- ma, şimdi daha iyi anlıyorum, beni asıl büyüleyen bu mektupların yazılışın­ da Balıkçı’yı karşımda konuşuyormuş gibi canlı duymaktı. Bir sözlü gele­ neği kaleme almaktan başka bir şey değildi benim yaptığım, onun için de çok kolay, çok zevkli. Balıkçı’nın kimi yazı özelliklerini, giderek kimi yanlış yazı­ lışlarını olduğu gibi vermek, gerçek kişiliğini daha bir gerçekçilikle yansıt­ mak gibi bir çeşit oyuna da kaptırıyordum kendimi. Mektupların ikinci cil­ di için, aramızdaki bilimsel konulu yazışmaya ayırdığım mektuplarım kop­ ya etmek hiç de öyle kolay ve zevkli olmadı. Çünkü, o zaman sezindim ama şimdi tam anladım, Balıkçı’nın yazıya dökülmüş düşünceleri kimi kusurlar taşımaktaydı.

Neydi bu kusurlar ?

Kusur da denemez ya, Halikarnas Balıkçısı yazımın kimi uyuşmaları­ na, sözleşmelerine boş vermekteydi. Konuşurken en çetrefil bilim sorunları­ nı ele alır, onları öyle bir coşkunluk, öylesine bir belirginlikle dile getirir, ko­ nuların aydınlatılması için sanatçı kişiliğinin tüm olanak ve yetilerini öyle büyük bir ustalıkla savunduğu görüşün hizmetine koyardı ki, söyledikleri tartışılmaz sapasağlam doğru gibi görünür, karşısındaki ileri sürecek kar­ şıt sav bulamaz, üstelik aydınlatıcı bir soru sormayı bile aklından geçirmezdi. Balıkçı’nm çok yönlü bilgisi önünde şaşakal irdi insan. Ama asıl şaşırtıcı yö­ nü, birbirinden ayrı, birbirleriyle ilgisi ilişkisi olmayan bir sürü bilgi olguları arasında bağlantılar kurması, kendi deyimiyle “connection”lar yapmasıydı. Bu bağlantıları kurarken de öyle dolambaçlı yaklaşımlarla bir konudan apay­ rı başka bir konuya atlaması vardı ki, insan gözü önüne serilen iki karşılaş­ tırma alanı arasında tam düğüm noktasını kaçırır, ama benzerliği apaçık görür, kendi daha önce düşünüp bulamadığına şaşardı. Biraz hokkabazlık, biraz el çabukluğu karışır mıydı bu bağlantılara? Balıkçı’yı dinlerken en ufak bir kuşku düşmezdi usunuza. Çünkü Halikarnas Balıkçısı sağlam

(5)

kanıt-I

AZRA ERHAT 279

ı X

larla, kaynak göstererek, alıntılar yaparak yürütürdü savını. Eflâtun’la, He- rodot’la, Galileo Galilei ile al takke ver külah öylesine canlı bir ilişki içinde bulunurdu ki, bu adamlar bugün yaşıyor da, Balıkçı ile görüşerek bu konu­ ları tartışıyor sanırdınız. Balıkçı onların yaşamını en ufak ayrıntısına dek bi­ lirdi. Tutum ve davranışlarını bugünün insanları imişler gibi eleştirir, onları karşısına alıp yerine göre ateşli bir öfkeyle kınar, ayıplar, şu ya da bu tutum ve davranışlarının gizli kalmış yönlerini, nedenlerini açıklar, yerden yere vu­ rur onları, iler tutar taraflarını bırakmazdı. En büyük düşmanı da Eflâtun’du nedense -patlıcan rengi adam dememek için Felâtun derdi ona- onda aristok­ ratik, oligarşik bir dünya görüşünün savunucusunu görür, Atina demokra­ sisinin tüm aldatıcı, antidemokratik ve köleci tutuculuğunun simgecisi olma ayıbı bir yana, dinci idealizmi ile tektanrılı dinlerin, özellikle Hıristiyanlığın öncüsü olmakla suçlardı büyük filozofu. Platon dendi mi rengi değişirdi, aya­ ğa fırlar, tepinirdi. Karşımda Ataç’ı görür gibi olurdum, en kızgın öfkelerini yaşadığı bir anında. Balıkçı’ya göre İonya filozofları, sesinde bir beğeni ıs^ lığı ile vurguladığı “physiologoi”, yani doğa düşünürleri maddeci bir görüş­ le gözlemler sürdürerek ve atom kavramını bile tasarlayarak çağdaş fiziğin temellerini atmışlar, 20’nci yüzyılda çözülen doğa sırlarının çözümüne yak­ laşmışlardı. Oysa araya Eflâtun girmiş, maddeci görüşe bir sürü mitik ve mi­ tolojik savsatalarla set çekmiş, tektanrılı dinlerin korkuya dayanan ilkelerini saptamış, tekniğe karşı horgöriiyü kural sayarak, insanları doğadan ve üre­ tici yapıcılıktan alıkoymuş, böylece ortaçağ karanlığının yerleşmesine yol açmıştır. “İnsanlığı yirmi yüzyıl geriye atan Platon’dur” diye kükrerdi. Bu öfkeli sava karşı, Platon’un insanı bir toplumsal varlık olarak ele alması, insan ve toplum kavramlarını ortaya atması, insanı soyut bir varlık olarak değil, sorunları çözüm bekleyen somut bir birim olarak incelemesi, böylece çağımızın insan bilimlerine öncülük etmiş olması görüşünü kabul etmez, din­ lemek istemez, hoşgörülüğünden hiç beklenmeyen biçimde ağzını bozar, tar­ tışmayı nesnel yollardan saptırırdı. Eflâtun bahsi açıldı mı, onu öfkelendir­ memek için, her dediğini sessizce dinlemekten başka çare yoktu.

Söylediklerinde haklı yanlar yok muydu? Vardı elbet, hiç kimsenin bu­ güne dek göremediği kimi doğruları onun bulup da özgün bir görüşle ortaya sermesi kendi kendine bir değerdi. Balıkçı karşılıklı görüşlerin rahat ve gev­ şek bir ortamda tartışıldığı bir sohbet adamı değildi, ya da bu konularda de­ ğildi. Şiir ve divan edebiyatı, resim ve müzikten açıldı mı, bilgi ve beğenileri­ ni hem doğulu, ince bir sohbet havası içinde, hem batılı çağdaş görüşler ileri sürerek, karşısındakilerin ufuklarını genişletecek zevkli biçimde sürdürmesini bilirdi. Ama felsefe ve din konuları onun gözünde öyle can alıcı ve insanlığın yazgısını etkileyici, tarih boyunca mutluluğuna set çekici sorunlardı ki, so­ ğuk bir nesnellikle onlara yaklaşması olanak dışıydı. Tir tir titreyerek sayıp döktüğü insana karşı yapılmış haksızlıklardan öyle etkilenirdi ki, bu haksız­ lıklara, tarih boyu sömürü düzenine, batıdan gelen emperyalizme, yüzyıllar

(6)

280 HALİKARNAS BALIKÇISI

boyu mazlum milletlere çektirilen ve geri kalmalarına, az gelişmişliğin kor­ kunç batağma düşmelerine yol açan düzene ve onun kaynaklarına savaş aç­ mayı bir insanlık borcu bilirdi. Anadolu’ya tarih boyu haksızlık edilmiş, uy­ garlığın ve çağdaş kültürün kaynağı olduğu olgusu düzmece bir “Yunan mu­ cizesi” inanç ve hayranlığı uğruna gözden ırak tutulmuştu. Halikarnas Ba­ lıkçısı tarihsel gerçek adına bu çarpık savları düzeltmekle, doğruyu ortaya sermekle yükümlü görürdü kendini. Küçük Asya ve Anadolu için bunca söz söylemiş olması, bunca yazı yazmış olması hep bu amaçlaydı: Bir haksızlı­ ğı düzeltmek. Bu davada insanca tutumu tam içten ve çıkarsızdı. însaıı onu dinlerken, kimi ayrıntılarda nesnel davranmamasına, tarihsel kimi olayları fazlaca vurgulayıp, kimilerini de hasır altı etmesine göz yumardı.

Ama konudan uzaklaştık mı? Halikarnas Balıkçısı’nm düşüncesi ve yapıtlarında sözlü geleneğe dayanan yönleri bir yandan, yazılı gelenekle iliş­ kilerini öte yandan bulup çıkarmaktı amacımız. Buraya kadar yazdıklarım Balıkçı’mn sözlü geleneğe bağlılığını, bilgi verme savaşımını daha çok sözlü gelenek yöntemlerine dayandırarak sürdürdüğünü kanıtlamaktadır. Çıkan sonuç da şu: Halikarnas Balıkçısı tarihi yaşamaktaydı. Tarih süreci içinde neden-sonuç ilintisine diyalektik bir yöntemle yaklaşır, ama olguları kuru ku­ ruya incelemekle yetinmez, onların günümüz yaşamındaki etkilerini arar bu­ lur, canlı belirtileriyle görüp göstermeye önem verirdi. Onun gözünde ne Heraklit, ne Eflâtun, ne Galile salt evrim süreci açısından kuramsal birer aşama sayılamazlar, tüm düşün ve edimleri bugünkü insanların düşünce ve eylemleri gibi tartıya vurulup değerlendirilmelidir. Hiçbir düşünce önerisinin kitapta kalmasına izin vermezdi Balıkçı, zamanaşımını kabul etmediği gibi, geçmişle günün arasına bir uzaklık da sokmazdı. Bu yüzden, bu anlayış sonucu savaşımım bugünün politikacısıyla olduğu kadar geçmişin adamlarına karşı aynı ateşli atılımlarla sürdürürdü.

Geçmişle günü aynı düzeyde tutmak Halikarnas Balıkçısı’na kimi zaman oyunlar oynamıştır. Kitaba değil de, canlı sürece inanmak bağlanmakla, tarihi tüm gerçekliği ile günlük yaşama aktarma çabasında yazılı gelenekle sözlü geleneği birbirine karıştırması ve her iki gelenek alanımn ayrı ayrı kurallarını gözden kaçırması sonucunu doğurmuştur. Halikarnas Balıkçısı, yukarda da belirttiğim gibi, alıntı yapmaya, kaynak göstermeye önem verirdi. Hele Robert Graves gibi düşünce ve görüşlerine yakınlık duyduğu bilim adamlarının yapıtlarını dikkatle inceler, sayfalar dolusu alıntı ve not çıka­ rırdı, ama yazılı bilim geleneği olan dipnotlara hiç yatkın olmadığı, bunlar düşünce akışını kısıtlar, yavaşlatır diye düşündüğü için, kimden ne yolda yararlandığını belirtmeye önem verdiği halde, bu yöntemi bilimde kesinlikle uygulamamıştır. Bir doğru düşünce veya yorumun kaynağı Graves veya Frazer olabilirdi, ama o, Balıkçı’nın sanatçı kafasmdan gürül gürül fışkıran daha bin bir fikirle öylesine haşır neşir olmuş, ilintiler bağlantılar Balık- çı’yı öyle uzaklara sürüklemiş götürmüştü ki, kaynaktaki anafikir ne, kimin

(7)

AZRA ERHAT 281

fikri, bulabilirsen bul! İşte Balıkçı da başlangıçta doğru dürüst kaynak gös termek, bilim yöntemlerine uymak istediği halde, sonsuz ve kımıltılı bir düşünce denizine dalıp kaybolurdu çoğu kez. Yapıtlarında görülen karı­ şıklıklar hep bu yüzdendir.

Bir örnek vereyim: Zeybekler ve töreleri Halikarnas Balıkçısı’m özel­ likle ilgilendiren bir konuydu. Zeybek topluluklarının kaynağını en eski Osmanlı dönemlerinde araştırdığı gibi, Ahiler ve Ahilik üstüne de gözlem­ lerde bulunmuş, bulgularını birçok gazete yazılarına döktükten sonra, Ana­ dolu söylence ve törelerini konu edinen kitaplar da yayımlamıştı. Ayrıca konuşmalarında hep zeybeklere değinir, oyunlarının antik çağlardan kalma Dionysos kültü ve bu kültün bereket ayinleri, bağbozumu bayramları ile ilişkisini vurgulardı. Özellikle oyunlarında zeybeklerin eğilerek dizlerini ye­ re değdirmelerini, sonra doğrulup utku ünlemleri ile gövdelerinin üstünde dönmelerini üzümü ezme ve topraktan alman güçle sevinç çığlıkları atmanın simgesi sayardı. Bunu anlatırken de ayağa fırlar, zeybek oyunprıun çeşitli adımlarını uygulardı gözümüzün önünde. Türklere özgü bir spor olan yağlı güreşte de güreşçilerin ellerini toprağa değdirerek ağızlarına ve başlarma gö­ türüp selam vermeleri de Toprak Anadan güç almayı simgeleyebilirdi. Zey­ bek dansı Anadolu’nun antik, giderek antik öncesi çağlarından kalma dinsel törelerle ilişkili olmalıydı, ama bu ilişkiyi hangi kaynağa dayanarak kaıut- lamalıydı? Balıkçı bu oyunu öyle bir ustalıkla gözümüzün önüne serer ki, oyunun kökenindeki töreleri görür gibi olurdunuz. Ama bununla kalmaz, zeybek adının da eski Yunatıcadan gelme olduğunu kanıtlamaya girişirdi; bunu yaparken Yunanca “to bekos” (ekmek) sözcüğünü ve asıl kaynak ola­ rak da Tanrı Bakkhos, yani Dionysos alaylarında söylenen “ioBakkhe, io Bakkhi” çığlıklarını örnek gösterirdi. Zeybek sözcüğü buradan gelme imiş, etymolojisinin de nasıl geliştiğini kanıtlarla belirtirdi. Dahası var: Bunu Herodot da söyler diye eklerdi. Kaç kez bu konu geçti, kaç kez: İyi güzel, ama Herodot bunu nerde söyler diye sordumsa da, doğru dürüst bir yanıt alamadım. Son kitaplarında da bakıyorum, Herodot’tan bir iki yer gösteril­ miş, ama bunların hiçbirinde “io Bakkhe” ünlemine rastlanmıyor. Demek kaynak bilimsel bir yoldan, lcökensel gelişim sürecini aydmlatacak biçimde gösterilmemiş. Bu elbette ki çok yazık! Halikarnas Balıkçısının Türk törele­ rinden birini en eski kaynaklarına dek izleyip aydınlatması hem tarih, hem de folklor bakımından çok değerli olurdu, ama işte sözlü geleneğe vurgun oluşu, yazılı gelenekten elde bulunan kaynaklan yeterince özen ve bilimsel bir yöntem ile incelemeye girişmemesi ilginç bir kuramı açımlayıp geliştirmek fırsatını kaçırmıştır elinden. Ama şu da bir gerçek ki, Halikarnas Balıkçısı klasik anlamda bilim yapıtı yazmak heveslisi olmamıştır hiçbir zaman.

Burada bir sorun çıkmaktadır karşımıza: Balıkçı yaşadığı sürece ilginç, özgün, çığır açıcı görüş ve bulgularım canlı canlı sermiştir ortaya ve de oplara kendi kişiliğinin tükenmez ateşini aşılayarak kulaktan kulağa etkin olmalarını

(8)

282 HALİKARNAS BALIKÇISI

sağlamıştır. Oysa ölümünden sonra iş değişmiştir. Bıraktığı yapıtların yazı­ lı gelenek içinde yaşayıp yayılmaları büyük bir sorunla karşı karşıya bırakır bizi. Halikarnas Balıkçısı değişken bir kafaydı, onun görüşlerini kendi söz­ lerinden aklımızda kalanıyla papağan gibi aktarmaya çalışmak hiçbir yere götürmez bizi, giderek bir çeşit şovenizme de yol açabilir, oysa onun kadar şovenizmden kaçman, dar görüşlülükten tiksinen bir adam daha tanımadım. Bu yolda çabalar kendi kişiliğinden kalma imgeyi de zamanla yozlaştırıp de­ ğerden düşürür. Onun görüşlerini bilimsel yöntemlerle eleştirmek ve yanlışı doğruyu ayıklayarak gerçek verilerinin ne olabileceği, ne olamayacağını sap­ tamak gerekir. Bunu kim yapacak, nasıl yapacak? Kolay iş değildir, hele adamın çok yönlülüğü, sanatçı kişiliğinin imgelem gücü, yaratıcılığı hesaba katılırsa. Ne ki Balıkçımın düşüncesi “doğrularla” bezenmiştir, Anadolu bilimine aydınlatıcı yararlan çoktur. Bizse şunu unutmayalım ki, bizim bir­ çok bilim gerçeklerimiz sözlü gelenekten yazılı geleneğe aktarılmış değildir daha. Halk edebiyatımız, halk sanatlarımız bilimsel, batılı yöntemlerle açılmış mıdır bugüne bugün uluslararası bilim çevresine ? Değildir, ama bir- güıı açılacağı da kuşku götürmez, çünkü bunlar varolan, ancak incelenmesi, yorumlanması, kanıtlanması gereken olgulardır. Bu yüzden inanıyorum ki, Halikarnas Balıkçısının sanatçı kişiliğine bürüdüğü, bu nedenle, bir bakıma sınırlı olan bilim alanına sokamadığı, benimsetemediği birçok tarihsel doğ­ rular ergeç aydınlığa çıkacaktır. O zaman da, daha çok sözlü gelenek olarak aktardığı buluşları yazılı geleneğin kalıcı çerçevesi içinde yerini bulacaktır. Onun düşüncesi bir başlangıçtır, açtığı yoldan gidilirse, bir ereğe varılabilir, yoksa unutulur gider. Biz değerlerimizi yaşatmakta epey yaya kalmışızdır bugüne dek. Oysa özgün bir sanata olduğu kadar, özgün bilime de ancak varolan üzerinde yeniler kurmakla erişildiğini bilmeliyiz.

MANTIKSAL ANLAM KURAMI

Bir Giriş Denemesi : Kaplîmsal Yorumlama

Prof. Dr. Teo Grünberg-Dr. Adnan Onart 100 lira

MADENCİLİK TERİMLERİ

KILAVUZU

Taha Toros Arşivi

Yeni Çıktı 50 lira

Referanslar

Benzer Belgeler

Prenses Zeyd, «İdeaire (Fikirci)» dediği sanat görüşünü değişik bir şekilde tatbike. çalıştığı sergisinin bir köşesi önünde,

Geri dönüştürülecek pek çok plastiğin birbirinden daha iyi ayrılmasında kullanılabilecek bu yeni yöntemde ışıkla uyarılan polimerlerin ışımalarına ait

En s›k izlenen fleklin- de kifli, harfleri renk olarak deneyim- ler.. Her harf, kiflinin kendisine göre farkl› bir renk

Sonuç: Elazığ’da kesilen hayvanlarda fasciolosis görülme sıklığı önceki yıllara göre azalmış görülse de ekonomik kaybın artarak sürdüğü

Her sâlikde nev’i beşerin kābiliyeti ve etfâl ile ricâlin fehimde isti‘dâdları derecât-ı mütefâvitede bulunduğundan umûmiyyâta ekser için ta‘lîm ve terbiye

yönelmiş, hilâfetin ilgası ve kadın naklan gibi yine çok önemli girişimlerle de büyük Atatürk, ulusuna aydınlık yolu gösteren tek lider sıfatını elde

Resme küçük yaşlar­ da başlayan sanatçı, A nkara’da H elikonsanat derne­ ğinde Cemal Bingöl ve Abidin Elderoğlu ile çalıştı ve eserlerini ilk olarak o

1882 senesinde yukarı Marne’da küçük bir ka­ sabada, tanınmış bir mimarın oğlu olarak dünyaya gelen Gabriel, sağlam klâsik kültürü aldığı kolejde