• Sonuç bulunamadı

Ardımdaki yıllar

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Ardımdaki yıllar"

Copied!
10
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

2 HAZİRAN 1990

m

mm

D M

T / T < ia l

Yıldız Sertel

Kendimi bildiğim zaman, Nişantaşı'nda bir apartmanda oturuyorduk. Ancak, ba­ bam yoktu, sonradan öğrendiğime oöre onu Sinop’a sürmüşlerdi. Sebebini bile­ mezdim. Zaten o günleri hayal meyal da ol­ sa nasıl hatırladığıma şaşıyorum. Çünkü babam, “ Takrir-I Sükûn Kanunu” ndan son­ ra Sinop’a sürülmüştü, belirsiz bir sebep­ ten, yani 1925’te. Ben o tarihte 3 yaşınday­ dım. Tek hatırladığım şey, annemin eve ge­ celeri geç geldiği, (o sıralarda tek başına Resimli Perşembe dergisini çıkararak bizi geçindirmeye çalışıyormuş) ablam Sevim’- ie bana, babamın teyzesinin kızı Ayşe ab­ lamın baktığıydı. O güç yıllarında dahi, an­ nem bizden şefkatini eksik etmemişti. Ben korkunç zorluklar içinde olduğunun hiç far­ kında bile değildim. Birde hatırladığım şey, daha sonraları, babamı görmek üzere bizi Sinop’a götürmeleriydi. Sinop’ta gördüğüm bir manzara uzun zaman gözümün önün­ den gitmemişti: Bir yokuşun başında, göz­ lerine kadar örtülü siyah çarşaflı bir kadın. Herhalde Nişantaşı’nda hiç böyle bir man­ zara görmemiştim ki, o kadın uzun zaman gözümün önünden gitmedi.

Asıl fırtınalı yıllar, babam Sinop’tan döndükten sonra başlamıştı. O yıllar, an­ nemle babamın beraberce “ Resimli

Perşembe’’ ve “ Resimli Ay” dergilerini çı­

kardıkları yıllardı. 1927 ile 1928 yılında Nâ­ zım Hikmet de “ Resimli Ay” da çalışmaya başlamıştı. O tarihlerde ben de artık gör­ düklerimi hatırlayabilecek yaştaydım.

NÂZIM I BOCAN CÜCE

O vakit, 25 yaşlarında bir deiikanlı olan Nâzım, yalnız dergide ve Türk basınında de­ ğil, bizim ailenin içinde de bir şimşek gibi çakmıştı. Sesi hâlâ kulaklarımdadır.

“ O duvar, o duvarınız!.. Vız gelir bize vız!..”

Nâzım bu şiirini okurken, sanki bizim evin duvarları sarsılıyordu. Sarışın kıvırcık saçlı genç adam masanın başında ayakta okuyordu bu yeni şiirini. Masanın etrafın­ da annem, babam, Vâlâ Nurettin, Peyami Safa ve Mes’ut Cemil vardı. Bu toplantılar, bizim evde sık sık yapılır, Nâzım’ın şiirle­ rinden sonra, Mes'ut Cemil tamburunu ça­ lardı. içki içtikleri için, ablamla beni bu sof­ raya oturtmazlardı. Biz yemeğimizi bitişik odada yer, içerdeki olayları anahtar deliğin­ den seyrederdik.

Yaşım, Nâzım’ın şiirlerini anlamaya mü­ sait değildi. Ancak, bildiğim bir şey varsa, bütün evi istila ettiğiydi. Derin bir edebi kültürü olan annem, Fikret'i, Namık Ke­ mal’i okurken, şimdi bize sık sık Nâzım’ın şiirlerini okuyordu. Evde hep onun lafı olu­ yordu. Ben, 5 yaşlarında küçük bir kızdım. Nâzım geldiği vakit, beni kucağına alır, saç­ larımı okşar “ Allah var mı?” gibi acayip so­ rular sorar, aldığı cevaplara da kahkahalarla gülerdi. Onu çok seviyor, şiirlerinden

hiç-2 5 yaşlarında birdelikanlı olan N a zım H ik m e t

yalnız Resimli A y d erg isin d e v e T ü rk

basınında değil, b izim ailenin içinde d e

şim şek gibi çakmıştı

Fırtınadan

önceki yıllar

IRTINALI bir ailede dünyaya gelmiştim. Anlattıklarına göre, annemle-babam Amerika’da tahsilde oldukları sırada orada doğmuş, küçücük bir bebek olarak Türkiye’ye getirilmiştim. O yıllar, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarıydı (1923). Babamın anlattığına göre, Ankara çamur içinde bir köydü. İçinde otu­ rulacak doğru dürüst bir ev bile yoktu. Mus­ tafa Kemal ve etrafındakiler yeni bir Türki­ ye yaratmak çabasındaydılar. Babama da Matbuat Müdürlüğü görevi verilmişti. An­ cak, Amerika’da mikrop görmemiş olan kü­ çük bebek (ben), Ankara'nın mikroplu süt­ lerine dayanamıyordu. Ben hastalanınca, annem beni apar topar İstanbul’a götürmek zorunda kalmıştı.

bir şey anlamadığım halde, büyük bir adam olduğunu hissediyordum,

İşte, bu Nâzım’ın evimize bir fırtına gi­ bi girdiği ve hepimizi fethettiği günlerdey­ di, bir gece odama bir cüce girdi. Cüce ba­ na doğru yürüyor, beni boğmaya geliyor­ du. Büyük bir çığlıkla yataktan fırladım, haykırıyordum. Annem koşarak içeri oda­ dan geldi. Beni kucağına aldı:

— Ne var, Yıldız, niye ağlıyorsun?

— Anne cüce var odada, beni boğrria- ya geliyor!

— Yok, öyle bir şey odada. Hem niye cüce seni boğsun?

— Nâzım’ı uykusunda boğarlar da be­ ni boğmazlar mı?

Korkunç bir hayal görmüştüm o gece. Bu hayal Nâzım’ın şu şiirinden mülhemdi:

Zekeriya ve Sabiha Sertel kızları Sevim ’¡e (New York, 1921) tahsilde bulundukları sırada.

CEVAP 1 Behey!

Kara boynuz gibi kaşlı mukaddes apis başlı adam. Behey!

Kara maça bey! Ben bilirim

Bu tehevvür bu şikâyaat niçin? Bilirim

beni uykumda boğmak için bekliyorsun geceyi...

ÇOCUK NASH DOĞAR?

Annem, bize, adeta ninni yerine Nâzım’- ın şiirlerini okurken, bu şiirlerin çocuk ru­ hunda yapacağı tepkileri düşünememişti. Ben ise, gerçekten Nâzım’ı uykusunda bo­ ğacaklar diye, çok üzülüyordum. Çok şü­ kür böyle bir şey olmadı. O sohbet gece­ leri uzun zaman devam etti. Nâzım ilk şiir­ lerini orada okuyordu. Okuyup, karşısında- kilerin fikirlerini almaya bayılırdı. Araların­ daki tartışmalardan, bir tek şey kafamda bir iz bırakmıştı: Peyami Safa’ya “ şüpheli

adam” demeleri. Anneme sormuştum, “ Neden Peyami şüpheli adam?..” Annem

anlatmıştı, “ Peyami hiçbir şeye inanmıyor,

gerçeği arıyor, Nâzım da onu kendi fikirle­ rine inandırmak istiyor.” Annemle, baba­

mın konuşmalarından anladığım şey de, Nâzım’ın etrafına adam toplamak istediği

de yokken birisi bize elini kaldırsa, o gel­ diği vakit kıyametler kopardı. Çocuk terbi­ yesi sevgiye ve bilince dayanmalıydı. An­ nemi gerçekten de çok severdik. Bizim için en büyük ceza onun bize gücenmesiydi. Sözünü o yolla geçirirdi. Bu da yetmezse, ceza verirdi.

Bir seferinde, yasak ettiği halde simit yediğim için kızmış, ceza olarak bana çi­ kolata vermemişti. Ne kadar önemli bir olaymış ki, hâlâ hatırlıyorum. Bunun dışın­ da, her şeyi anlatırdı: Niçin yasak, niçin ya­ pılmaz, veya niçin yapmak gerek? Anlatma konusunda babam da annemden geri kal­ mazdı. Her şey, bütün olaylar anlatılır, izah­ ları yapılır, hiçbir soru cevapsız bırakılmaz­ dı. Dünya, düz mü yuvarlak mı? Sorun uzun boylu münakaşa edilir, bazen bu münaka­ şalara Nâzım da katılır, bizim çocukça laf­ larımıza kahkahalarla gülerdi. Ancak bir so­ run cevapsız kalıyordu: “ Çocuk nasıl do­

ğar?” Annem kızarıp, bozarıp, “ Her şeyin doğrusunu anlatmalıyız” diyordu, ama, hık

mık ediyordu. Babam ise susuyordu. Bir şeyi takdir etmek gerek. Hiçbir zaman,

“ Leylek getirdi” demediler.

A n la d ığ ım k a d a rıy la 19 3 0 lu y ılla rd a y ü k s e k m e m u r , tic a r e t

b u rju v a s ı, a v u k a t, d o k t o r g ib i m e s le k s a h ip le r in d e n o lu ş a n

o g ü n ü n im tiy a zlı z ü m re s i m o d e r n le ş m e y e a ç ık tı

idi. Peyami’yi de bir aday gibi görüyordu. Oysa sonraları, Peyami onu bıraktı, tam karşı cepheye geçti. O masanın başında oturanlardan ikinci sevdiğim adam da Vâ­ lâ Nurettin’di. Onu çok zeki ve kurnaz bu­ luyordum, onun için de ona “ tilk i” diyor­ dum.

Düşünüyorum da, o günler herhalde an­ nemle, babamın da mutlu günleriydi. Hum­ malı bir faaliyetin içindeydiler, yavaş yavaş büyük bir davanın da içine girmişlerdi, her­ halde. Bu yüzden, ablam Sevim ile bana ayırabildikleri vakit azdı. Gündüzleri biz ya Ayşe abla, ya da anneannemle kalırdık. An­ cak çok kültürlü bir kadın olan annem, bi­ zim terbiyemizi onlara bırakmıyordu. Ame­ rika’da, John Devvey’in eğitim nazariyele- rini öğrenmişti: Dayak yasaktı. Kazara, o

ev-0 ZAMANIN BURJUVALARI

Sabiha Sertel, (1928 İstanbul). Resimli Ay ve Resimli Perşembe dergilerini tek başı na çıkardığı günlerde.

ile Azâde’nin tenis oynamaya gitmeleri idi. Apartmanımızın alt dairesinde meşhur jim ­ nastik öğretmeni Selim Sırrı oturuyordu. Kızları Selma ile Azâde bizden çok büyük, 1516 yaşlarında idiler. Bu iki kızın tenis oy­ namaya gitmeleri bizi çok özendiriyordu. Biz de evde, elimize raket gibi bir şeyler alıp, tenis oynamaya çalışırdık. Herhalde, o zaman (1930'larda) iki genç kızın panto­ lon giyip, tenise gitmesi yeni bir şeydi. İl­ ginç olanı mahallemizde kınanmıyor, aksi­ ne iyi bir örnek olarak görülüyordu. Bu o dönemin, modernleşme gayretlerinin bir parçasıydı herhalde kaydetmek gerekir ki, mahallemiz burjuva mahallesiydi. O zama­ nın burjuvazisini, bugünkü burjuvazi gibi düşünmemek gerek. O zaman, holdingler, çokuluslu şirketlerle ortaklık yapan milyar­ derler yoktu. Bir zengin en çok büyük bir tüccardı. Örneğin, annemin akrabalarının birçoğu, bizim mahallede oturuyorlardı. Bir­ kaç tanesi kumaş tüccarı idi,-bir dayım avu­ kattı, amcam tütün tüccarı idi. Hepsi, zen­ gindi. Ancak malları mülkleri yoktu. Mükel­ lef apartmanlarda kira ile oturuyorlardı.

Anladığım kadarıyla, yüksek memur, ti­ caret burjuvazisi, avukat, doktor gibi mes­ lek sahiplerinden oluşan o günün imtiyaz­ lı zümresi modernleşmeye açıktı. Annem­ le, babam, Balkan Harbi sırasında Selanik’­ ten göçüp, İstanbul’a gelmişlerdi. Mahal­ le halkımızın birçoğu da Balkanlardan, özel­ likle Selanik’ten göçmüş Rumelililerdi. Ba- tılaşma, daha Osmanlı döneminde, Batı’y- la ticaret yapan tüccarlar, Avrupa’ya oku­ maya giden genç aydınlar arasında yaygın­ dı. Onun için olsa gerek, modern kılık kı­ yafet, bizim mahallede çok yaygın ve tabii idi. Selma i!e Azâde de onun için aykırı düş­ müyorlardı. Herhalde onun için olsa gerek, Sinop'ta gördüğüm çarşaflı kadın beni çok şaşırtmıştı.

Daha henüz çocuk yuvasına gittiğim c yıllarda, aklımda kalan ikinci olay da, hiz metçimiz Sofi’nin gece dershanesine git mesiydi. Gece dershaneleri, halka okuyup yazma öğretmek için açılan kampanyanır bir parçasıydı ve de galiba mecburiydi. Za vallı Sofi, bir türlü işin içinden çıkamıyor- du. Her akşam, ablamla beraber kitapların başına otururlardı: “ A, B, C...” Doğu illerin­ de bir köyden gelen bu kadına alfabenin harflerini dahi öğretmek kabil değildi. Ni­ hayet, bir gün kuzinim Atiye, gelmişti. Ab­ lam, alfabenin ilk harfini hatırlatmak için Sofi'ye, “ Bak Atlye’nln başında ne var?” dedi. Sofi, dikkatle Atiye’ye baktı: “ Saç var” dedi... Gece dershaneleri her yerde böyle sonuçlar mı veriyordu bilmiyorum. Ancak belli ki, sultanların yüzyıllar boyunca, yol­ suz, okulsuz bıraktığı Anadolu halkını okut­ mak kolay bir iş değildi. Rakamlar da, oku­ yup yazma bilmeyenlerin oranının, çok uzun yıllar yüksek kaldığını gösteriyordu.

O günlerde bende iz bırakan olaylardan bir tanesi de komşumuzda oturan Selma

YARIN:

(2)

Yıldız Sertel

Sevim Hocanım, bize savaşarak esi r ol­

maktan kurtulmuş bir ulusun gururunu aşı­ lamakta başarılıydı. Okulda gördüğümüz bu terbiye, evde ve genel olarak çevrede esen hava ile de güçlendiriliyordu. Annemle ba­ bam, Balkan Harbl’ni, Selânik’ten kaçışları­ nı, Dünya Harbi sıralarında çekilen sefale­ ti, sultanların, yobazların ihanetini, İstan­ bul’un İşgalini öyle bir anlatırlardı kİ, bütün o koşullardan kurtulmuş olmak, karanlık bir geçmişe sırt çevirip, yeni birTürkiye’ye doğ­ ru gitmek gerçekten çok önemli bir olaydı. Biz ilkokul sıralarındayken, o karanlık geç­ miş çok uzak değildi, onun için olsa gerek, okulda ve çevrede bize, bağımsızlığa kavuş­ muş olmanın sevincini ve gururunu aşıla­ mak zor olmuyordu.

0 GÜNKÜ MİLLİYETÇİLİK

O dönemde okul terbiyesi sadece milli gurur aşılamakla yetinmiyordu. Birde işin, bağımsızlığın koruyucusu olmak tarafı var­ dı. Mustafa Kemal’in Gençliğe Hitabesi de­ falarca okunurdu ve biz gerçekten de böy­ le birödevimizolduğuna inanırdık. Bu duy­ gu iliklerimize işletilmişti. Görüyorum ki, o günleri yaşayan nesillerle daha genç kuşak­ lar arasında bu noktada bir anlaşmazlık var. Gençlerin birçoğu, o gün bize aşılanan yurt­ severlik duygularını şoven m illiyetçilik gi­ bi görüyorlar. Evet, doğru, üçüncü sınıftan itibaren her sabah ilk derste ayağa kalkar,.

“ Türk’üm, büyüğüm,atam, soyum uludur!”

derdik. Amma o günün koşullarında bu, Türk’ün başka soylara üstünlüğünü iddia et­ mek anlamına gelmiyordu. Daha ziyade Türk’ün kendini bulması, ezilmekten, küçük görülmekten kurtulması çabalarıydı bunlar. Sonradan, yakın tarihimizi okuduğum vakit anladım ki, o günkü m illiyetçiliğin köken­ leri Jön Türkler döneminde, imparatorluğun yıkılış günlerindeydi. İmparatorluğun için­ de kendini kaybetmiş olan Türk ulusu ken­ dini bulma çabalarına o vakit başlamıştı. Ammadahao günlerde Türk ulusunun ben­ liğini bulmasıyla, diğer ırklara üstünlük id­ diaları iki ayrı akım halinde gelişmişti. Ben ilkokul sıralarında, tabii ki bu farkları göre­ cek durumda değildim. Ancak Türk oldu­ ğumdan ötürü kendimi başkalarına üstün hissettiğim i,Türk veyagayri Türk çocuklar arasında ayrılık gayrdık olduğunu hiç dü­ şünmüyordum.

O döneme ait en önemli anılarımdan biri de yerli malı kullanma konusundaydı. Her tarafa, “ Vatandaş, yerli malı kullan!” diye afişler asılmıştı. Bize de okulda yerli malı kullanmanın gereği anlatılıyordu. Hepimiz yerli malından önlükler giyiyorduk. Bu ön­ lük, Sümerbank’ın dokuduğu çok kaba ve çirkin, gri renkte, çuhaya benzer birkumaş-

tandı. Yakası da, Rus kazaklarınınki gibi yük­

sek ve düğmeliydi. Oğlan çocukları da

ay-GERÇEKTEN DE BÖYLE BİR ÖDEVİMİZ OLDUĞUNA İNANIRDIK. BU DUYGU

İLİKLERİMİZE İŞLETİLMİŞTİ...

Babam hapse

B ü tü n o koşullardan k u rtu lm u ş

o lm a k , karanlık b ir geçm işe

sırt çe virip yeni b ir

T ü rk iy e 'y e d o ğ ­

ru g itm e k

g erçe kte n çok

ö n e m li b ir

olaydı

B

EN ilkokul çağına geldiğim vakit biz Kadıköy’e naklet­

miştik. Biraz da Nâzım Kadı­ köy’de oturduğu için. Oysa az sonra o hapse girdi. Ni­ şantaşı’nda, özel okul olan Şişli Terakki Lisesi’nin ilk kısmındaokurken, Kadıköy’­ de birdevlet okuluna gitmeye başlamıştım. Söylemek gerekir ki, o dönemde evde gördüğümüz eğitimin yanında ilkokulun da büyük ağırlığı vardı. Galiba ben üçüncü sı­ nıfa geçtiğim sıralardaydı, bizim okul nak­ letti. Tam bizim evin bitişiğindeki arsada çok güzel, çok modern birokul binası yapıl­ dı. (O vakit okul demiyorduk, mektep diyor­ duk). Sekizinci mektep bu binaya nakletti. Müdüremiz, Turhan Tan’ın karısı Zahide Ha-

nım’dı. Günde altı saat disiplinli okuyor ve pek çok şey öğreniyorduk. Öğretmenimiz Sevim Hocanım, genç ve ateşli bir Kema-

listti. Özellikle tarih dersinin üstünde duru­ yor, Kurtuluş Savaşı’nı, Birinci Dünya Har- bi’ni, vs. anlatıyordu. Duvarda Mustafa Ke­ mal’in çok güzel bir portresi asılıydı. Yurdu­ muzu bağımsızlığına kavuşturan oydu. Memleketi düşmana satan, geri bırakan sul­ tanlardan, bizi ezmek isteyen emperyalist­ lerden artık kurtulmuştuk. Yeni, moden bir Türkiye kuruluyordu.

" Y ıld ız ın babası h a p iste " d e d i­

koduları o k u ld a ya y ılm ış tı. O sı­

rada e v de d e ğ iş tird ik , b ilm e m

e k o n o m ik se b e p le rd e n m iydi?

Daha k ü ç ü k , daha fa k ir b ir eve

g e ç tik

H e p im iz yerli m a lın d a n ö n lü k ­

ler g iy iy o rd u k . Bu ö n lü k Süm er-

b a n k 'ın d o k u d u ğ u ç o k kaba ve

ç irk in , g ri re n k te çuh a ya b e n ­

ze r b ir k u m a ş ta n d ı

m kumaştan, aynı biçimde gömlekler giyi­ yorlardı. Çirkin de olsa, bu yerli malı kumaş­ tan önlükleri giymeliydik, çünkü dışardan mal almak ülkeyi borçlandırırdı, borçlanır­ sak gene boyunduruk altına girerdik. Ba­ ğımsız Türkiye’yi korumak için yerli malı al­ mak birödevdi. Annem ise Avrupamalı ku­ maş almayı tercih ederdi. Oncao kumaşlar hem dahazarif, hem daha dayanıklıydı, an­ cak pahalıydılar. Onun İçin sadece önemli giysiler İçin Avrupa kumaşı alınırdı. Özellik­ le basmalar ve pamuklular, Sümerbank mal­ ları güzelleştikçe hep yerli malı alınırdı. Ayakkabı ve diğer giysiler için de aynı şey bahis konusu idi.

Okulda bize yerli malı kullanmanın öne­

Babam

Zekeriya,

annem

Sabiha Sertel,

İ940 İstanbul

ayırır, koşulları nispeten iyi yerlere koyar­ lardı. Babamla Selim Ragıp’a hapishanenin arka tarafında, zemin katında, küçük birbah- çeye açılan bir oda vermişlerdi. Buraya adi mahkûmlar ancak müsaade ile gelebiliyor­ lardı. Küçük bahçe temiz ve çiçekliydi. Du­ varları çok yüksekti. Duvarın arka tarafında­ ki sette dipçikli bir jandarma eri dolaşırdı.

zıyorlardı. Adi suçlulardan birde aşçıları var­ dı, onlara mangalda pelemeç pişiriyordu. Babam boğazına düşkün olduğu için bun­ dan çok memnundu. Ancak hiçten yere ha­ piste olmasından ötürü de çok sinirliydi. Bi­ zim ziyaretlerimiz ona bir teselli oluyordu. Sonraları, dişçiye gitmek bahanesiyle ha­ pisten çıkmaya ve günübirliğine eve gelme­ ye başladı. Ama tabi i yaveriyle gelip gidiyor­ du.

Sultanahmet Hapisanesi’nde kendilerine verilen özel odada. Arkada, masa başında Ze­

keriya Sertel, önünde ortağı Selim Ragıp Emeç, 1932 yılında Son Posta gazetesinde

bir yazıdan ötürü hapse düştükleri sırada.

“ Yıldız’ın babası hapiste” dedikodula­

rı okuldayayılm ıştı. Ben, babamın kötü bif insan olmadığını, kötü bir iş için hapse gir­ mediğini biliyordum. Ama bunu çocuklara nasıl anlatabilirdim? Babam hapiste oldu­ ğu sıradaev de değiştirdik. Bilmem ekono­ mik sebeplerden mlydi?Yoğurtçu'da,daha küçük, daha fakir bir eve geçtik. Bitişiğin­ de kocaman Yoğurtçu Çayırı vardı. Babamın hapiste olmasının acısıyla m ıdır bilmiyo­ rum, bu dönem, çocukluğumun en azgın dö­ nemiydi. Yoğurtçu Çayırı'nda, yedinci ve se­ kizinci ilkokul öğrencileri arasında taş mu­ harebeleri yapılıyordu. Tabii ben en ön saf­ larda... Bunu da gene cesur kız olmanın ge­ reği sayıyordum. Bazen de gene korku b il­ mez olduğumu göstermek için geceleri eve dönerken kapkaranlık çayırı yalnız geçer­ dim. Anneme bunları anlattığım vakit, “ Yok” dedi, “ Ben sana cesur ol dedim ama, o ka­

dar da değil. Taş muharebesi tehlikeli, ba­ şını yararlar ve bir daha öyle karanlık arsa­ lardan yalnız geçme!” Ben gene taş muha­

rebelerinden kendimi alamadım. Ama bir daha karanlık çayırlardan yalnız geçmedim. mini anlatmakla kalmadılar, bir de yarışma

açtılar. “ Neden yerli malı kullanmalıyız?” konulu birer tahrir vazifesi yazdırdılar. Bu, ilkokul çocukları arasında Türkiye ölçüsün­ de biryarışmaydı. İşin önemli tarafı, bu ya­ rışmada ben ikinciliği kazanmıştım. Arma­ ğan olarak da Eğitim Bakanl ığı, eve bir çu­ val kuru üzüm, bir çuval da fındık gönder­ mişti. Evde benim fındıklarla üzümleryen- dikçe taframdan geçilmiyordu.

Babamla Selim, odalarına kitap etajerleri, masa falan koyarak biraz da biçim vermiş­ lerdi.

Hapishanede oldukları düşünülürse, iyi koşullardaydılar. Misafirkabul ediyor, Pan-

defti Lokantası’ndan yemek getirtiyor, ak­

şama kadar tavla oynuyor ya da okuyup

ya-BAYRAM HAVASI

Y ıld ız ın babası h a p is te ; d e d iko ­

duları o k u ld a y a y ılm ış tı. O sıra­

da e v d e d e ğ iş tird ik , b ilm e m

e k o n o m ik se b e p le rd e n m iyd i?

D ah a kü çü k b ir e v e g e ç tik

Tam bu sırada babam hapse girdi. Şe­ kerci Hayrl Bey’in ihtikâr yaptığım yazdığı için. Of ! Annem gene yalnızdı. Gene bütün gün çalışıyordu, yüzünü göremiyorduk. Ar­ tık Ayşe ablam da evlenmişti. Bize ya halam ya da anneannem bakardı. Hafta sonların­ da, babamı Sultanahmet Hapishanesi’nde zi­ yarete giderdik. Babam o vakit üç ortağı ile beraber Son Posta gazetesini çıkarıyordu. Hapse, ortaklarından biri olan Selim Ragıp

Emeç’la beraber girmişti. O zaman hapis-

.hanelerde siyasi mahkûmlar ayrı muamele görürlerdi. Hapishane müdürleri, hele biraz da anlayışlıysalar, onları adi mahkûmlardan

Bütün bunların içindeokumuyordade- ğildim. Annemle babam bize daima okul dersleri dışında kitap okumamızı salık ve­ rirlerdi. Ben de her yaşımda kendime göre kitap okudum. O sıralarda, “ Peri Masalları” ,

“ Perili Köşk” gibi kitaplara meraklıydım. Ba­

bam da bize Ömer Seyfettin’in “ Çoban ile

Peri Kızı” masalını okurdu. Çok sevdiği için

çok güzel okurdu. Sonra Nat Pinkerton ve

Sherlock Holmes’lara merak sardım. Ba­

bam, “ Bunlar iyidir, edebi değeri olan kitap­

lardır, oku” derdi.

Cumhuriyetin 10’uncuyılında“ 10’uncu

Yıl Marşı” nı okuduk:

“ Çıktık açık alınla 10 yılda her savaş­ tan...”

Cumhuriyetin 10’uncu yılında (1933) ge­ nel af ilan edildi. Babamla Nâzım hapisten çıktılar. Evimizde bayram havası esti. An­ nem, babam ve evimizi ziyaret eden aydın­ lar arasında 10 yılın bilançosu yapıldı. Bas­ kı ve hürriyetsizlik yerilmekle beraber, ba­ ğımsız ve saygıdeğer bir Türkiye kurmak, saltanat ve hurafelerden kurtulmak konu­ sunda Mustafa Kemal’e iyi not veriliyordu.

Babam hapisteyken hafta sonlarında eve geliyor ve ablam Sevim ve benimle yakın­ dan ilgileniyordu.

‘SENİN RUMİNO HAİTİ

N E « .D O T ’İ ^ H

(3)

4 HAZİRAN 1990

ra z ı

y a m

M ustafa Kem al'in ö lü m ü n d e n sonra Halide E d ip le eşi

A d n a n B e y s ü rg ü n d e n geri d ö n m ü ş le rd i.

Ziya re tle rin e g ittiğ im izd e Halide H a n ım a n n e m e

"Sabiha, M ustafa Kem al haklıym ış" d e d i

“ Senin majino

Yıldız Sertel

hatbna

ne oMu?”

Zekeriya Sertel kızı Sevim ve torunu Deniz’te Moda'daklj evin balkonunda.

M

İstanbul Arnavutköy Amerikan Kız Koleii'nde diplomamı al- Aİm diktan sonra.

Ben A rn a vu tk ö y Kız Koleji nde

okuyordum . Orada bile harbin

dışında kalam ıyorduk. Harbin

koleje en hoş yansıması bize

konan askerlik dersleriydi

KİNCİ önemli olay,

150’likle-I

rin, bu arada Halide Edip’in yurda dönmeleri idi. Halide

Edip, annemle babamın çok

eski bir dostuydu. Babam, İstanbul’un işgali sırasında

Halide Edip’in önderliğini

yaptığı mukavemet hareketi­ nin içinde çalışıyordu. Zaten ilk tutuklanma­ sı o yüzden olmuştu. Annem ise Halide Ha- nım’ ın habercisiydi. Ondan aldığı haberle­ ri çarşafına gizleyip, gizli cemiyetin diğer üyelerine götürüyordu. Babamın tevkifin­ den sonra, işgale karşı birsavaş organı olan

Büyük Mecmua’yı çıkarıyor, Halide Edip de

bu dergiye başyazılaryazıyordu. Halide Ha­ nım, Amerikan Koleji’nde okumuştu, o fe­ laketli günlerde başka çıkar yol görmediği için Amerikan mandacılığını savunmuştu. Amerikalılarla teması vardı. Bir Amerikalı milyoner (Kreyn Komisyonu’nun Başkanı,

Kreyn) ondan Amerika'ya tahsile gönder­

mek üzere birkaç genç tavsiye etmesini is­ teyince, Halide Hanım, Ömer Seyfettin ve diğer bir-iki gençle beraber, annemle baba­ mı tavsiye etmişti. Annemle babamın Ame- rika'daokumaları Halide Hanım sayesinde olmuştu.

Mustafa Kemal, günün çok kötü şartla­

rına bakmayarak, tam bağımsızlıktan yana olduğu için, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Amerikan mandasından yana olanları yurt­ tan sürmüştü. Bunların içinde, annemle ba­ bamın tanıdıkları RızaTevfikve Halide Edip de vardı. Annemle babam daha o zaman mandacılığa karşıymışlar ama, bu, o günün bütün aydınlarını beraberce işgale karşı sa­ vaşmaktan alıkoymamıştı. Sonradan Hali­

de Edip’in “ The Turkish Ordeal” adlı kita­

bında okuduğuma göre, kendisiyle M. Ke­

mal arasında görüş ayrılığı sadece “ manda”

sorunundan ötürü değildi. Halide Hanım, Kurtuluş Savaşı boyunca Mustafa Kemal’­ in karargâhında, onunla beraber çalışmış­ tı. Harbin sonunda, sıra yeni bir Anayasa ya­ pılmasına gelince, Halide Hanım’la, koca­ sı Adnan Bey, bu Anayasa’yla Cumhurbaş- kanı’na fazla yetkiler verilmesinden, M.

Kemal’in bir diktatör kesilmesinden kork­

muş, demokratik Anayasa, demokratik se­ çim üzerinde durmuşlardı. Türkiye’den uzaklaştırılmalarının önemli sebeplerinden biri de buydu...

Mustafa Kemal’in ölümünden bir süre

sonra mandacılar affedilince, Halide Ha-

nım’la Adnan Bey de geri döndüler. Bir gün

annemle beraber, Halide Hanım’ ı Cağaloğ- lu’ndaki evlerinde ziyarete gittik. Hiç unut­

mam, kapıyı Halide Ha.nm açtı ve ilk söyle­ diği söz şu oldu:

— “ Sabiha, Mustafa Kemal haklıymış!”

Annemle ikimiz donakalmıştık. Daha, merhaba, nasılsınız demeden, Halide Ha­

nım, “ Sabiha, Mustafa Kemal haklıymış!”

diyordu ve de Mustafa Kemal yüzünden 15 yıl çok sevdiği yurdundan uzak kaldığı hal­ de. Onun için önemli olan, bağımsız birTürk devletinin kurulmuş olmasıydı. Bu 15 yılı Fransa ve Ingiltere’de geçirmişlerdi. O ül­ kelerin basınında, kurulan yeni, modern Türk devleti hakkında yazılanlar gururları­ nı okşamış, yapılan işleri yakından izlemiş, sonunda Amerikan mandasının değil, her ne pahasına olursa olsun bağımsız birTürk devleti kurmanın doğru biryol olduğunu ka­ bullenmişler “ Mustafa Kemal’in seçtiği yol

doğruymuş” diyordu Halide Hanım. Ne de­

meli, belki de o zamanın aydınları daha ol­ gundular. Belki de o dönemde bir başka tür­ lü yurtseverlik anlayışı vardı. Kişisel duygu- ların üstüne çıkan.___________________

İKİNCİ DÜNYA HARBİ

VE BİZİM EV

İkinci Dünya Harbi’nde dünyadevletle- ri ikiye bölünmüşlerdi: Müttefikler ve mih­ ver devletleri. Türkiye tarafsızdı. Ne var ki, bütün gazeteler bu iki cepheden birinde yer almak zorundaydılar. Babamın çıkardığı

Tan, kesinlikle müttefikler cephesindeydi.

Böyle olduğu için de, birden babamın Ingi­ liz ve Amerikan gazetecileri ile temasları art-. tı. Zaten bizim evde yaşayan eniştem F. O’-

Brian, AP’nin Türkiye’deki harp muhabiri ol­

muştu. İngiliz Basın Ataşeliği de babama çok önem veriyordu. Babam artık çok tecrü­ beli, kulağı çok delik bir gazeteci olmuştu. Temasları çok genişti,Türkiye'yi içerden ta­ nıyan, özel kaynakları olan bir başyazar, bu

yabancı gazeteciler için bulunmaz bir kay­ naktı. Bu sebepten bizim ev bir nevi yerli ve yabancı gazetecilerin biryuvası haline gel­ mişti.

Babamın açık kapı siyaseti yürümüştü. Bu sayede toplumun bütün çevrelerinde dostları, yardımcıları vardı, taa bakanlıkla­ ra, yüksek devlet adamlarına kadar ulaşabi­ liyordu. Tan’ın haber servisi de çok güçlüy- dü. Babam, özellikle gazetenin Ankara mu­ habiri Emin Karakuş’u çok methederdi. Ak­ şam yemeklerinde annemle babam birer ka­ deh çekerlerdi ve bâbam anlatırdı o gün al­ dığı haberleri. Bunların bazıları fazlasıyla il­ ginçti. Hiç kimsenin bilmediği ve hiçbir ga­ zetede çıkmasına imkân olmayan haberler de vardı bunların içinde. Böyle olduğu için de sıkı birdisiplin koymuştu. O sofrada söy­ lenen sözler hiçbir yerde hiç kimseye söy- lenmeyecekti. Biz de bu kaideye sıkı sıkı ri­ ayet ederdik, zira çok ilginçti bu akşam sof­ raları...

Harp ilerledikçe gazeteciliğin zor ve can sıkıcı tarafları da belirmeye başladı. Harp içinde, tarafsız bir ülkede, önemli bir gaze­ tenin başyazarı olmak kolay bir iş değildi. Bereket versin, babam yazılarını evde yazar, yazıhanesine öğleden sonra giderdi. Ama bir defa gitti mi, orası bir arı kovanıydı. Sonra sık sık Ankara’dan telefon gelirdi. Basın Ya­ yın Müdürlüğü’nden, “ Beyefendi, filan yazı­

nız!..” Annem ise birkaç defa yazı yazmak­

tan men edilmişti. Yorgunluk atmak için haf­ ta sonlarında İstanbul dışına kaçmaya baş­ lamıştı babam. Ya Yalova'ya ya da Bursa'- ya ailece giderdik. Ne var ki orada bile ra­ hat vermezlerdi. Ya Ankara’dan ya da İstan­ bul'dan birtelefon gelirdi: “ Beyefendi, Hii-

ler Çekoslovakya’ya harp İlan etti.” Haydi,

palas-pandıras dönerdik. Aksi gibi, Hitler, her hafta sonu bir ülkeye harp ilan ediyor, biz de alelacele İstanbul'a dönüyorduk. Ab­ lam ve eniştemle bir yere gittiğimiz vakit de

aynı şey oluyordu. Sonunda gazeteci aile­ sinden olduğuma küfretmeye başlamıştım. Hiçbir hafta sonunda rahat etmek olanağı yoktu.

Kolejde, Boğaz’ın tepeleri üzerine dizil­ miş mükellef binalarımızda, dünyada bir harp olduğundan habersiz de olabilirdik. Ama bu tam böyle olmuyordu, içimizde be­ nim gibi aydın çocukları vardı. Her ne kadar aramızda siyaset konuşulmazsa da. Örne­ ğin o sıralarda tuttuğum hatıra defterine sonradan baktığım vakit hayretler içide kal­ mıştım. Özel duygularım, arkadaşlarım, vs. gibi konuların yanında, Hitler’in çılgınlıkları, dökülen kan, bu dünya nereye gidiyor gibi konuları işlemiştim bu defterde. İngilizce hocamız, seçeceğimiz herhangi bir konuda sözlü bir ödev vermemizi istediği vakit, “ Ma-

Jlno H atlı” üzerine bir konuşma yapmayı

teklif etmiştim. Harp arifesinde müttefik devletlerden yana olan gazetelerin başya­ zarları bir Avrupa ve Amerika gezisine da­ vet edilmişlerdi. Babam, Abidin Daver, Ah­

met Emin Yalman, Şükrü Esmer, Hüseyin Cahit Yalçın ve diğer gazetecilerle'beraber

yaptığı bu geziden döndükten sonra, bize akşam sofrasında Majino Hattı'nı anlatmış­ tı. Fransızlar Alman istilasını önlemek için Fransız-Alman sınırına muazzam bir hat dö- şemişlerdi, çelikten ve betondan. Babam, bu hattın kalınlığını, bölümlerini, vs. ayrın­ tılarıyla anlatmıştı. Ben de İngilizce dersin­ de, tahtaya Majino H attı’nı çizmiş, bu hat­ tın nasıl yarılmaz bir hat olduğunu anlatmış­ tım. Kısa bir süre sonra Hitler’in orduları Belçika yoluyla Fransa’ya girince, öğretme­ nimiz Miss Monrovv, bana “ Yıldız, senin Ma­

jino Hattı ne oldu?” diye sormuştu.

Ne de olsa, kolejde de gene harbin için­ deydik. İstanbul Belediyesi korunma dene­ meleri yapılmasına karar vermişti, bazen alarm işareti çalardı ama, kaçacak sığınak falan olmadığı için kimse birşey yapamaz­ dı. Harbin koleje en hoş yansıması, bize ko­ nan askerlik dersleriydi. Her hafta bir-iki genç subay gelir, bize “ gez, göz, arpacık” diye bir şeyler anlatırlardı. Sonra da tüfek­ leri elimize alıp, talime çıkardık. Ben tek gö­ zümü kapatamadığım için nişan almakta güçlük çekerdim. En kötüsü, tüfeğin geri tepmesiydi. Omuzumun ağrısına dayana­ mazdım. Askerlik derslerinin en ilginç tarafı, genç subayların okulumuza gelmesiydi. Hangisinin dahayakışıklı olduğu tartışılır­ dı. Onlar da güzel buldukları kızları gözal­ tından süzerlerdi. Genç ve güzel öğretmen hanımlarla kolejin bahçesinde at gezisine çıktıkları da olurdu. Tabii ne dedikodular olurdu!..

(4)

IDÎZt

Milliye«

11

Lo n d ra 'd a bilgin v e aydınlar, h arp s o n u n d a b un alım sız

bir kapitalist d ü ze n k u rm a n ın yollarını arıyorlardı.

"P a rla m e n te r dem okrasinin alternatifi to p la m a

kam plarıdır" d iye n Laski'ye ta p m a y a başlam ıştım

Annemle babam

tevkif edilm işleri^

Üyesi o ld u ğ u m öğrenci k ulübü­

n ü n m üdiresi Miss Trevalyan 'a

olayları a nlattıktan sonra sordu:

"Sen k o m ü n is t misin?"

ÜTTEFİK gazetecilerle dost­ luğun sonucu, benim üni­ versite tahsilimi yapmak üzere, harp içinde İngiltere’­ ye gitmem oldu. Birtakım girişimlerin sonucunda, bir gün kendimi Akdeniz’de bir Ingiliz harp gemisinde bul­ dum. Yıl 1943, 4 defa Alman d e n iz a tla rı­ na rastladık. Londra’da kaldığım ev her ge­ ce bombalanıyordu. Keymbric’de (Camb- rldge), Harold Laskl, M.Keynes, Bevrldge gibi bilgin ve aydınlar, harp sonunda buna- lımsız bir kapitalist düzen kurmanın yolla­ rını arıyorlardı. “ Parlamenter demokrasinin

alternatifi, toplama kamptandır” diyen Las-

k i’ye tapmaya başlamıştım.

Harp sonunda Londra’ya dönmüştüm ki, İstanbul’da Tan olayları patlak verdi. Ga­ zete, sorumsuz bir kalabalık tarafından bal­ yozlarla yıkılmış, annemle babam tevkif edilmişlerdi. Bu, Türkiye’de demokrasi için verdikleri savaşın sonucuydu. Her ikisinin de polis müdüriyetinde masaların üstünde yattıkları haberini alınca tepem attı. Ben­ ce bu, falakaya çekildikleri anlamına geli­ yordu. Annemin, bu haberi veren mektubu elimde, üye olduğum öğrenci kulübünün oturma salonuna girdiğim vakit, kulübün müdiresi, Miss Trevelyan'la karşılaştım.

— “ Neyin var, rengin bembeyaz!” dedi,

bana.

3en olayları anlattıktan sonra sordu:

— “ Sen komünist misin?”

— “ H ayırdeğilim .”

— "B ir Ingiliz ailesinin yanında bir haf­ ta kalmak ister misin?”

— “ İsterim.”

TÜRKİYE'Yİ SORUYORLARDI

Trevelyan beni, Londra’nın epeyi dışın­ da bir eve gönderdi. Bu ev kırsal bir yöre­ de mükemmel bir köşktü. Daha doğrusu köşk de değil, bir çiftlikti. Önündeki tara- çadan, alabildiğine yeşillikler görünüyor­ du. Etraf ormandı. Evin ahırlarında atlar var­ dı. Bu güzel çiftliğin sahibi Phillips Price’- ti. Yaşlıca, çok'kûltürlü bir adam olan P.Pri- ce, gazeteci, aynı zamanda, parlamentoda, İşçi Partisi’nden milletvekiliydi. Karısıyla, kızı da hem çok sevimli ve nazik, hem de çok kültürlüydüler. Bu evde herkes siyasiy­ di. Aramızda çok ilginç tartışmalar oluyor­ du. Bana boyuna Türkiye’yi soruyorlardı. Ben de bildiğim kadarıyla, siyasi durumu, Tan olaylarını, sebeplerini vs. anlatıyor­ dum.

B e nim d em o kra si kah ra m a n ım

g ö zü m d e n d ü şm ü ştü b ird e n b i­

re. A yn ı za m a n d a İşçi Partisi nin

tu tu m u da m id e m i bula n dırı­

y o rd u

Price bir İngiliz gazetesinin muhabiri olarak Türkiye’de bulunmuştu. Türkiye hak­ kında çok şeyler biliyordu...

Bir gün bana, Türkiye’de çekilmiş fo­ toğraflarıyla dolu bir fotoğraf albümü ver­ di. Albümün sayfalarını çevirirken, bir de ne göreyim. Price Mehmetçik kıyafetinde. Kendisine fotoğrafı gösterdim ve sordum:

— “ Bu ne?”

— “ Bu, Birinci Cihan Harbi’nde, ben Kafkas Cephesi'ndeydim.”

— “ Peki, Türkçe bilmeden, nasıl Meh­ metçik taklidi yaptınız?"

— "Sağır ve dilsiz rolü oynadım.” Demek ki, Price Birinci Dünya Harbi’n­ de casusluk yapmıştı. İngiliz gizli servisin­ de çalışıyordu. Ya |im d i? Babamın söyle­ diğine göre, bu servislere giren insanlar, bir daha oradan ayrılamazlardı. O vakit, Miss

Zekerlya Serial, 1945’te Moda'daki evinin

bahçesinde.

min aslı yoktu. Ancak babamın boynunda şiripençe çıkmıştı. Bu da ameliyatla alın­ mıştı, şimdi kendisi iyidi. Muhabir, kendi­ lerini mevkufhanede ziyaret etmişti. Şim­ di ise haklarında dava açılmıştı.

Büyük Millet M eclisi’ne ve hükümete hakaretten suçlandırılıyorlardı. Tan matba­ asını balyozlarla yıkanlar bulunmamıştı. Bir İngiliz gazeteci için bütün bunlar gülünç­ tü. Tutuklamanın keyfi ve kanunsuz oldu­ ğunu, yapılan suçlamaların demokratik ba­ sın prensipleriyle yakından uzaktan bir iliş­ kisi olmadığını pekâlâ biliyordu. İstanbul'­ daki olayları geniş ayrıntılarıyla bana anlat­ tıktan sonra sordu: “ Sizin için yapabllece- ?” Duruma üzgün

oldu-ğim bir şey var mı?”

Sabiha Serial, İstanbul 1946, Tan olayların

dan önce.

Trevelyan ne oluyordu? O da mı öyleydi. Belki de benim bu eve gelmem bir tesadüf değildi. Kendi kendime, Türkiye’de yaptı­ ğımız gibi birtakım sorular sormaya başla­ mıştım. Oysa, İngiltere’ye geleli beri, harp koşullarına rağmen, böyle bir sorun oldu­ ğunu unutmuştum. Gene de çok önem ver­ medim. İngiliz istihbaratının benden öğre­ neceği ne olabilirdi? Zaten biz, bu adam­ larla iç içe, dış dışa yaşamaya alışmamış

c? İç

mıydık? İçlerinde çok sempatik ve hatta gerçek dost olanları da vardı. Bir gazeteci kızı, bu yan yana yaşamayı kabul etmek ve hatta bazı numaralar yapmak zorundaydı. Üstüne üstlük, belki de bu, Price için uzak bir geçmişti, bundan aşağısı benim kurun- tumdu.

İNGİLİZ BASINI VE

TAN OLAYLARI

Londra’ya dönüşümde, Daily Mail ga­ zetesinin İstanbul muhabiri bana telefon etti. Babamın dostuydu, bana İstanbul’dan haber getiriyordu. “ Annenizle babanız ser­

best bırakıldılar, sağlık durumlan iyidir. Me­ rak etmeyin” diyordu. Benim falaka

şüphe-ğunu anlıyordum: “ Benim İçin yapabilece­

ğiniz şey, bütün bu anlattıklarınızı gazete­ nizde yazmanızdır” dedim. Cevabı şu oldu: “ Evet blllyorüm, ama ne yazık ki, bu kabil olmayacak. Benim elimde de değil” Belli

ki gazetesi, her şeye rağmen Türk hüküme tini tutmak politikasını güdüyordu, o da hiçbir şey yapamıyordu.

H iç b ir g a z e te d e Ta n olayları

h a k k ın d a b ir şey ç ık m ıy o rd u .

B e n de b u n a k u d u r u y o r d u m .

Bu nasıl d e m o k r a tik ü lk e yd i? ..

Ingiliz basını hakkında çok şeyler öğ­ reniyordum, bu olay dolayısıyla. Hiçbir ga­ zetede, Tan olayları hakkında hiçbir şey çıkmıyordu. Ben de buna kuduruyordum. Bu nasıl demokratik ülkeydi? Nasıl olur da Türkiye’de demokrasi için savaşan insan­ ları savunmazlardı? Üstüne üstlük iktidar­ da İşçi Partisi vardı.

Dayanamadım, Profesör Laski’ye git­ tim. Faşizme karşı bir harpten çıkıyorduk. Türkiye'de demokratik basın harp boyun­ ca, demokrasilerin kozunu savunmuştu. Bu basına yapılan baskıya Ingiliz işçi hüküme­ ti nasıl ilgisiz kalabilirdi? Laski, çok sert konuştu: “ Ben, böyle kulaktan duyma söz­

lerle hareket etmem, doküman isterim” de­

di. Bir nevi “ Senin sözlerine inanmıyorum” demek istiyordu. İstanbul'da bütün yabancı gazetecilerin gözleriyle gördükleri Tan olayları için, arşivlerden dokümanlar geti­ recek değildik ya! Besbelli, İşçi Partisi’nin politikasını tutuyor, beni başından savuyor- du. Hayal kırıklığına uğramıştım. Benim, demokrasi kahramınım gözümden düş­ müştü birdenbire. Aynı zamanda İşçi Par­ tis i’nin tutumu da mide bulandırıyordu.

TAN OLAYI PARLAMENTODA

Bir pazar sabahı, can sıkıntım ı gider­ mek için, Londra’nın kuzeyinde bir parkta gezmeye çıkmıştım. “ Hemstead Heath” adı verilen bu geniş kırlık, kuzey Londralı­ ların nefes alma yeriydi. Şehrin kuzey ma­ hallelerinde pek çok profesör ve aydın otur­ duğu içtn de bu parkta şehrin aydın taba­ kalarına rastlanırdı. Nitekim, birden karşı­ ma bizim üniversiteden mezun bir gazete­ ci çıktı. “ New Statesman and The Nation” adlı haftalık gazeteye henüz başyazar ol­ muştu. Bu gazete sosyal demokrattı ve çok geniş bir okuyucu kitlesi vardı. Sanki ara­ dığım adam karşıma çıkmıştı. Bu gazete­ cinin adı Norman Mackenzie idi. Üniversi­ tede benden büyük sınıftaydı. Ne var ki, bi­ limsel toplantılarda, siyasi tartışmalarda kendisini sık sık görmüştüm. Türkiye’de­ ki durumu, Tan olaylarını kendisine anlat­ tım. “ Bunları bana yazılı olarak ver” dedi. Bu işi hemen ertesi gün yaptım. Ve niha­ yet o hafta, ilk defa olarak Ingiliz basının­ da bir yazı çıktı. Bu, benim verdiğim bilgi­ nin kısaltılm ış şekliydi. Yazım gazete bü­ yüklüğündeki derginin yarım sayfasını tu­ tuyordu.

Ertesi gün gazetelerde çok ilginç bir ha­ ber okuyacaktım, işçi Partisi Milletvekili Phillips Price, parlamentoda Dışişleri Ba­ kanı Bevin’e şöyle bir soru sormuştu: “

Müt-tefikimlz Türkiye, diyorsunuz. Bu müttefl--- - ıl ç i ...

kin harp yıllan içindeki tutumunu unutma­ dık. Türkiye’de hâlâ faşistlere karşı sava­ şanların matbaalarını yıkıyorlar, sosyalist partileri kapatıyorlar, kuruculannı hapsedi­ yorlar. Sabiha Sertel gibi aydın bir kadını, katillerle, hırsızlarla bir arada yatırıyorlar.”

^ •'» ı_

Yıldız Seriel, Ingiltere'de tahsilde bulunduğu

(5)

6 HAZİRAN 1990

T A N O LA Y LA R I

H A K K IN D A K İ

Y A Z IM

İN G İLT E R E'D EN

A Y R IL M A M A

N E D E N

O LD U V E

A M E R İK A 'Y A

GEÇTİM .

M CCARTİZM K O L

G E Z İY O R D U

Yıldız Sertel. Moda, 1943 - Arnavutköy Kız Koleji’nde tahsiline devam ettiği sjrada.

I

NGİLTERE’de, yabancı öğrencile­rin işleriyle uğraşan “ B ritish

Council” adlı örgüt, New Stateman

dergisinde çıkan yazımdan hoş­ lanmamıştı. İngiltere’yi ne vakit terk edeceğimi sordular. Ben de harbin bitmiş olmasından faydala­ narak Amerika’ya geçtim. Harp görmemiş Amerikalılar, Avrupa’nın savaş sürecinde neler çektiklerini anlamıyorlardı. McCar- tizm’in fikir özgürlüğüne getirdiği kısıtlama­ lar, beni hayrete düşürüyordu.

1948’de Türkiye’ye döndüğüm vakit ise, evimizi polis kontrolü altında buldum. Bu­ na bakmayarak, M.A.Aybar, Behice Boran,

Adnan Cemgil, Niyazi Berkes gibi sol aydın­

ların merkezi haline gelmişti. Sabahattin A li’nin öldürülmesi, bu grup üzerinde çok derin etkiler yaptı. Tam bu sırada Sivas ve Kayseri köylerinde bir sosyolojik araştırma­ ya çıktım. Kalkındığına inandığımız Türki­ ye’de, köylerin ne kadar fakir ve geri oldu­ ğunu hayretle kaydettim. Jandarma kontro­ lü de çalışmalarımı güçleştirdi.

D ah a g e n ç tim , yaş am ak ,

h a ya ta g irm e k is tiy o rd u m .

T ü rk iy e ’de b ü tü n kap ılar

ö n ü m e k a p a n m ış, e tra fım a

sanki d e m ir ö rg ü le r

ç e k ilm işti. Y e n i b ir d ü n y a y a

g id iy o rd u m

İstanbul’a döndüğüm vakit, Nazım Hik- met’in Bursa’dan Üsküdar hapisanesine ge­ tirilm iş olduğunu öğrendim. Derhal ziyare­ tine gittim . Aynı hapisanede bulunan M.A.Aybar’la beraber, misafirlerini karşıla­ mak için, müdürün odasına getirilmişlerdi.

Münevver’i ilk defa orada gördüm. Çok za­ rif buldum, onu. Yüksek ökçeli ayakkabıla­ rı, giysileriyle, tam bir İstanbul hanımefen- disiydi.

Nazım’ın yorgun bir hali vardı. Kuşku­ suz, İstanbul’da olmak, sevgilisini ve bizleri görmek onu mutlu ediyordu. Kurtuluşunun dünya ölçüsünde bir dava halini alması da sevindiriciydi. Öte yandan, hâlâ hapistey­ di. Artık bu çileye bir son verilmesi gereki­ yordu. ____________

KÖYÜN AĞASI YOK MU?

Bana ne yaptığımı, nelerle meşgul oldu­ ğumu sordu. Ben de ona Anadolu köyleri­ ne gittiğimi anlattım. “ Çok iyi etmişsin” de­ di. “ Ey! Neler gördün oralarda?” Ben Çimen köyünü ayrıntılarıyla anlatmaya başlayınca,

“ Peki bu köyün bir ağası yok muydu?” di­

ye, sordu. Ben, “ Yoktu” deyince, “ Olmaz

böyle şey” dedi, “ Sen iyi anlamamışsın, git­ tiğin köyün koşullarını.” Nazım Anadolu'­

yu hapisanede tanımış, bol bol ağaların kad­ rini çeken köylülerin öykülerini dinlemişti. .Benim gittiğim, Sivas’ın dağ köyleri ise,

“ küçük köy ekonomisinin” yaygın olduğu

bir bölgede bulunuyordu. Nazım’a bunu an­ latmaya çalıştım.

içerden ve dışardan yapılan bütün bas­ kılara rağmen, hükümet, birtürlü Nazım için bir af çıkarmaya yanaşmıyordu. Türkiye, tek partili rejimden, çok parti sistemine geçme süreci içindeydi. Bayarve Menderes’in kur­ duğu Demokrat Parti, seçimleri kazandığı halde birtürlü hükümet kurulamıyordu. İş­ te tam bu sırada Nazım açlık grevine baş­ ladı.

Babam, hapisanede ziyaretine gidiyor, hükümet olmadığını ileri sürerek Nazım’ı

grevden vazgeçirmeye çalışıyordu. Ama, o kararlıydı, “ dünya halklarına söz verdim,

vazgeçemem’ diyordu. Grev uzadıkça, du­

rumu kötüleşti. Bir gün, hastane dönüşü ba­ bam, “ Nazım’ın hali fena, karnı şişti, ateşi

yüksek” deyince, dünyamız tersine döndü.

Bunun üzerine derhal, bizim evde dost ay­ dınların katıldığı bir toplantı yapıldı. Bu grup, ortada sorumlu bir hükümet bulunma­ dığını ileri sürerek, Nazım’dan, hükümet ku­ rutana kadar grevi bırakmasını isteyen bir başvuru hazırladı. Bu başvuruyu Nazım’a babam iletti, büyük zorluklarla kabul ettir­ di. Böylece Nazım muhakkak bir ölümden kurtuldu.

Nihayet hükümet kuruldu, bir af kanu­ nu çıkardı. Bundan faydalanarak hapisten çıkan Nazım, Münevver'le beraber, annesi­ nin Cevizlik’teki evine yerleşti. Üç gün, g it­ menin sakıncalarını tartıştıktan sonra, ni­ hayet ziyaretlerine gittik.

Cevizlik te, ahşap bir evde oturuyorlar­ dı, Nazım’la, Münevver. Kapı açılıp da biz içeri girince, daha yukarı kattan, “ Vay efen­

dim! Buyursunlar, hoş geldiniz!” sözleriy­

le karşıladı bizi Nazım. Çok sevindiği bel­ liydi. Ziyaretçilerinin az olduğu anlaşılıyor­ du. Herkes bizim gibi birtakım hesaplarya- pıyordu, zaar. Yukarı kata çıktığım ız vakit, duvarları baştan aşağı yağlı boya resimle­ rin kapladığını gördük. Hârika bir resim ser- gisiydi bu. Ressamı, Nazım’ın Bursa hapi- sanesinde yetiştirdiği, Balaban’dı. Genç ressam Nazım’ın yanında duruyordu. Ben bu resimlere o kadar kapıldım ki, Nazım’a doğru dürüst selam da veremedim. Bala- ban’ın mandaları hâlâ gözümün önündedir ve de renkleri.

Biraz sohbetten sonra, Nazım cebinden son yazdığı şiirleri çıkardı. Pol Robson’a yazdığı şiirdi bu. Ben onu yarım kulakla

din-Annem Sabiha Sertel, Moda'daki evimizde torunlarıyla 1949.

liyor, Balaban’ın tablolarından gözümü ala­ mıyordum. Her vakit yaptığı gibi, şiirini oku­ duktan sonra herkesin fikrini sordu. Tabii annemle babam çok beğenmişlerdi. Sıra ba­ na gelince, “ Şiir çok güzel, amma ben bu

tablolardan gözümü alamıyorum” deyince

kızdı: “ Zaten sen şiirden anlamazsın!” de­ di.

M ü n e v v e r i İlk d e fa g ö r d ü m .

Ç ok z a r if b u ld u m o n u . Y ü k s e k

ökçeli a ya k ka b ıla rı,

giysileriyle ta m b ir İstan bul

h a n ım e fe n d is ly d i

Nazım hapisten çıkm ıştı, evine ziyare­ tine bile gitm iştik, ama hava ağırdı gene, kurşun gibi ağır. Gizli emniyet neonu bıra­ kıyordu, ne bizi. Emniyette çalışan çok es­ ki birarkadaşı, ona, “ dikkatli ol, seni öldür­

meye hazırlanıyorlar” demişti. Biz de, önü­

müzde, arkamızda polis, dostlarımız arasın­ da polis görmekten bunalmıştık. Ne çalış­ mak mümkündü, ne yazmak, ne de normal, olumlu bir hayat yaşamak. Hele, “ polis

devletinden” nefret eden, hürriyet âşığı ba­

bam, dayanamaz hale gelmişti.

ilk ziyaretimizden bir kaç hafta sonra, Nazım’la Münevver’e Moda Caddesi’nde rastgeldim. Onlar karşı kaldırımdaydılar. Moda’ya doğru yürüyorlardı, ben aksi is ti­ kamete gidiyordum. Nazım, uzaktan beni gördü, büyük bir ihtiyatla, kirpiklerinin al­ tından gizlice süzdü beni. Kendisini gör- mek«isteyip istemeyeceğimi anlamak is ti­ yordu. Belli ki onu görmemezlikten gelen dostları vardı. Ben hemen karşı kaldırıma geçtim. Selâmlaştık. Nazım sordu:

— Baban ne düşünüyor?

— Babam Türkiye’den ayrılmayı düşü­ nüyor.

— Doğru düşünüyor. Benim de elimde olsa, ben de aynı şeyi yapardım. Babana söyle, düşüncesine katılıyorum.

Bu, Türkiye’de Nazım’ı son görüşümdü. Bundan kısa bir süre sonra da, uzun zaman dönmemek üzere Türkiye’den ayrıldık. An­ nem, “ Roman Gibi” adlı yapıtında, uçağı­ mız Yeşilköy’den ayrıldığı andaki duygula­ rını şöyle anlatır: “ Başımı uçağın koltuğu­

na dayadım. Gözlerimi kapadım. Savaş do­ lu bir hayatı arkamda bırakıyordum. Uğrun­ da bu kadar fedakârlık yaptığım halkımın, en güç günlerinde onların davasını savun­ mak hürriyetinden yoksundum... içim sız­ ladı... Gözlerimden akan yaşların sıcaklığı­ nı dudaklarımda duydum.”

Ben annemin yanında oturuyordum. Dü­ şüncelerim, büsbütün başka yöndeydi. Da­ ha gençtim, yaşamak, hayata girmek istiyor­ dum. Türkiye’de bütün kapılar önüme ka­ panmış, etraf ima sanki demlrörgüler çekil­ mişti. Yeni bir dünyaya gidiyordum, önüme yeni imkânlar açılacaktı, yaşayacaktım. Her üçümüz de, bu ayrılığın çok uzun sürmeye­ ceğini düşünüyorduk. Bir beş yıl söz konu­ suydu. Arkada bıraktığımız karanlıkların ay­ dınlığa çıkacağına inanıyorduk. Paris’e var­ dıktan sonra, üç gece arka arkaya polis rü­ yası gördüm. Bu kâbusu arkada bırakmak mutlu ediyordu beni.

(6)

---r> t

7

t m

i L A K = ™ i

3

Hapishanede yitirdiği yılların acısını çıkarmak, doludizgin yaşamak istiyordu

ÖZEL SOHBETLERDE İKİ DÜNYA: KAPİTALİST-SOSYALİST ARASINDA MUKAYESELER YAPILIYORDU

KİNCİ Dünya Harbi’nden sonra Pa­

ris’te siyasi hayat çok canlıydı. Na­

zizme karşı mukavemet hareketine büyük katkısı olan Komünist Par­ tisi güçlüydü. Tertip ettiği toplan­ tılarda Jacques Duclos gibi önder­ ler, sosyalizmin galebesinden bah­ sediyordu. Pierre Courtad, Domini­

que Desentis gibi yazarlar ziyaret ettikleri

Sovyetler Birliği'ni bir cennet gibi anlatı­ yorlardı. Paris’te esen bu hava beni baya­ ğı heyecanlandırmıştı.

Biz Paris’teyken, Nâzım da Türkiye’den kaçtı. Ona ilk defa 1951, Berlin Gençlik Festivali'nde rastladım. O da harpten sonra kurulacak yeni dünyanın heyecanına kapıl­ mış görünüyordu. Oysa, Berlin şehri baş­ tan başa bir harabeydi.

Nâzım, merkezi Viyana’da bulunan Dünya Barış Konseyi'ne üye olduktan son­ ra, babamı da Viyana’ya getirtti. Bu sırada Viyana müttefik devletlerin işgali altınday­ dı. Şehir, Amerikan, Ingiliz ve Sovyet bö­ lümlerine ayrılmıştı. Güncel yaşantıda bu hissedilmiyor, özel sohbetlerde iki dünya: Kapitalist, sosyalist, arasında mukayese­ ler yapılıyordu. Kapitalizmden yana olan­ lar şöyle bir hikâye anlatıyorlardı: "Bir Sov­ yet askeriyle, bir Amerikalı asker bir kah­ vehanede konuşuyorlarmış, Amerikalı as­ ker, ‘Bizim ülkemizde hürriyet var. Ben is­

tersem, şu masanın üstüne çıkıp, kahrol­ sun Elsenhower (x) diye bağırabilirim’ de­

miş. Sovyet askeri cevap vermiş: ‘Bizde de

aynı öyle, ben de istersem, şu masanın üs­ tüne çıkıp, kahrolsun Eisenhower diye ba­ ğırabilirim!’ cevabını vermiş." Sovyet yan­

lıları ise harbin Sovyetler sayesinde kaza­ nıldığını, İnsancıl bir rejim olan sosyaliz­ min dünyaya yayıldığını söylüyorlardı.

N â zım şiirini o ka d a r ta tlı ve

h a zin b ir sesle o k u rd u ki, nere­

deyse ağlam aklı o lu rd u m

O sıralarda, dünya barış hareketi, ger­ çekten de geniş kapsamlı bir hareketti. So­ runu sadece S.B.’nin ve sosyalizmin

güven-Nâzım, Dünya Barış Konseyt’nde Pablo Neruda ile.

Nâzım, katıldığı toplantılarda sosyalist realizmin çerçevesini aşan sanat görüşünü or­

taya koymuştu.

cesi olarak koymuyorlardı. Bu, insanlığın geleceği davasıydı. Amerikalıların, Japon­ ya’da Hiroşima ve Nagazaki’ye attıkları atom bombaları, bu İki şehri bir anda tama­ men yok etmiş, yüz binlerle insanı topra­ ğa gömmüştü. Zamanla daha da güçlü bombalar keşfedilecek, bir atom harbi in­ sanlığın yok olmasına sebep olabilecekti. Dava böyle konduğu için, harekete kaplan­ ların, çevresi de çok genişti.

Yarası b ü y ü k tü . Ko rku n ç b ir sı­

laya tu tu lm u ş tu . G e rid e b ıra k ­

t ığ ı M ü n e v v e r , M e m e t v e

m e m le k e t, bu üç sıla birleşi-

y o rd u şiirlerinde

Dünya Paris Konseyi’nin değişik ülke­ lerde tertip ettiği toplantılara, J.Huxley, Irè­

ne ve Juliot Curie gibi büyük bilginler, Pab- io Neruda, Picasso, Paul Eluard, Aragon, Uya Ehrenbourg, Fadayev gibi dünya çapın­

da sanatkârlar katılıyordu. Nâzım da, bu bü­ yükler arasında yerini almıştı. Barış Kon­ seyinden ötürü, Viyana’ya sık sık geliyor­ du. Her vakit olduğu gibi yazdığı yeni şiir­ leri bize okuyordu:

“ Badem gözlüm beni unut, Bu gemi bir kara tabut, iumbarından giren olur. Üstümüzden geçti bulut.”

Bu üzerinden geçen atom bulutu yü­ zünden hastalanan bir Japon balıkçısının hikâyesiydl. O zaman yazdığı en güzel şi­ irlerden biri de, Hiroşima’da ölen bir kız ço­ cuğu üzerineydi:

“ Kapıları çalan benim kapıları birer birer. Gözünüze görünemem göze görünmez ölüler"

“ Bir vapor geçer Varna önünden, uy Karadeniz'in gümüş telleri, Bir vapor geçer Boğaz’a doğru. Nâzım usulcacık okşar vaporu,

yanar elleri...”

N â zım ın ö n e m li b ir d e rd i de

S o v y e tle r Birliği n d e sa n a tk â r­

lara yap ıla n b a skıy d ı. Y a ra ta n

insana g e re ke n ö zg ü rlü k ta ­

n ın m ıy o r "sosyalist re a lizm "

g ibi b ir şem a ç iziliy o r, bu çer­

çeve İçine g irm e y e n le r a fo r o z

e d iliyo rd u

söylerim” diyordu. Anlattığına göre, genç

Sovyet şairi Yevtuşenko da muhalif şair sa­ yıldığı için, büyük bir baskı altındaydı. Hat­ ta bir defa, Sovyet Yazarlar Blrllği'nde bu­ lunduğu sırada, Fadayev’le Aragon’un, Yev­ tuşenko yüzünden sert bir tartışmaya giriş­ tiklerine şahit olmuştu. Fransız şairi Ara- gon da, isyan etmişti, Merkez Komitesi’nin dargörüşlülüğüne. Bağrı yana yana bütün bunları anlattıktan sonra, işi şakaya çevir­ mesini, kahkahalarla gülmesini de becerir­ di. O kahkahalar, belki do bir kaçamaktı. Öte yandan, hapishanede yitirdiği yılların acısını çıkarmak, doludizgin yaşamak isti­ yordu, Nâzım, yüreği müsaade ettiği süre­ ce. Sosyalist realizmle ilgili olarak bize şu fıkrayı anlatmıştı:

“ Çalıyorum kapınızı teyze, amca, bir imza ver. Çocuklar öldürülmesin şeker de yiyebilsinler.”

Nâzım bu şiirini o kadar tatlı ve hazin bir sesle okurdu ki, nerdeyse ağlamaklı olurdum.

Böyle güzel, dokunaklı şiirlerle ve güçlü kişiliğiyle bir dünya hareketine katılmak, el­ bette ki Nâzım için iyi oluyordu. Bu eylem içinde değişik ülkelere davet ediliyor, yal­ nız kendi ülkesinde değil, dünyanın dört bucağında ezilen ve savaşan insanların öy­ küsünü belirten şiirler yazıyordu. Gitgide daha çok bütün insanlığın malı oluyordu. Ne var ki, bütün bunlar onu doyurmuyor­ du. Yarası büyüktü. Bir kere, korkunç bir sılaya tutulmuştu: Geride bıraktığı Münev­

ver, Memet ve memleket. Bu üç sıla b ile ­

şiyordu şiirlerinde. Bu şiirleri okurken, elini yüreğinin üstüne koyardı. O hasta yürek de onu rahat bırakmıyordu. Bir ara Sovyetler - de hastanede yatmış ve hatta öleceğini da­ hi sanmış, Memet'e son mektubunu yaz­ mıştı. Bu sıla şiirlerinden bana en çok do­ kunanlardan biri de şuydu:

Avrupa’da tekrar bulduğumuz Nâzım, Türkiye’de tanıdığımız genç ve ateşli şair­ den çok farklıydı. Bir kere, nispeten yaş­ lanmıştı. İkincisi uzun hapishane yıllarının,

“ anjino pektoris” in üzerinde bıraktığı izler

vardı. Bütün bunlara bir de sıla ekleniyor­ du. Viyana'ya her gelişinde bizimle, özel­ likle babamla beraber olmaktan mutlu olur. Her seferinde de bize dertlerini açardı. Önemli bir derdi de, Sovyetler B irliği’nde sanatkârlara yapılan baskıydı. Yaratan in­ sana gereken özgürlük tanınmıyor, “ sosya­

list realizm” gibi bir şema çiziliyor, bu çer­

çevenin içine girmeyenler ya aforoz edili­ yor ya da Merkez Komitesi adına, Sovyet Yazarlar Birliği'ni idare eden Fadayev'den •zılgıt yiyorlardı. Nâzım da bu zılgıt yiyen­ ler arasındaydı. Genç Sovyet şairlerinin toplantısında konuşmuş, “ sosyalist realiz­

min” çerçevesini aşan geniş bir sanat gö­

rüşü ortaya koymuştu. Bu da bürokratların hoşuna gitmiyordu. O dönem, Stalin döne­ miydi, Merkez Komitesi'nin çizdiği yolu tenkit, büyük cesaret isteyen bir şeydi. Nâ­ zım, “ Ben namuslu komünistim, Türk hal­

kına, ikinci vatanım saydığım S.B.’nin hal­ kına yalan söyleyemem, düşündüğümü

M e rk e z Kom itesi nin çizdiği y o ­

lu te n k it b ü y ü k cesaret iste­

y e n b ir şeydi

Bir sosyalist devlet başkanı büstünü yaptırmak istemiş. Başkanın bir gözü kör­ müş. Çağrılan heykeltıraşlardan birçoğu, başkanı kör gözlü yaptıkları takdirde ceza­ landırılacaklarını düşünerek, vazgeçmişler bu işten. Nihayet, bir heykeltıraş kabul et­ miş. Başkanın sağ gözü kör olduğu için, sol profilini veren bir büst yapmış. Başkan,

“ Neden sol profilim i yaptın?” diye sorun­

ca, “ Sosyalist realizme uyması için” ceva­ bını vermiş. Yani, sosyalist realizm, olay­ ların yalnız bir yönünü vermek, kötü yön­ lerini örtbas etmek anlamına geliyordu. (x) İkinci Dünya Harbi nde, Avrupa'da Amerikan askeri kuvvetlerinin başkomutanı, harpten son- ra Amerika-Cumhurbaşkanı.

YARIN: NÂZIRI'DAN

PAPARA YEDİM...

(7)

8 HAZİRAN 1990

YAZIL

| AZIM, Viyana'ya sık sık ge-

j liyor, her gelişinde de bize

yüreğini açıyor, Sovyetler

i Birliği'ndeki bürokrasiden,

yolsuzluklardan, yaratılan bir imtiyazlı zümreden, hal­ kın çektiği sıkıntılardan bahsediyordu. Buna rağmen, bizim, daha doğrusu annemle benim için Sovyetler Bir­ liği, dağın arkasındaki köydü. Bütün kusur­ larına rağmen, orada jyi işler yapıldığına, büyük bir sanayi kurulduğuna, yeni bir top­ lum yaratıldığına inanıyorduk. Nâzım, şair hayaliyle her şeyi büyütüyor diye düşünü­ yorduk. O ülkeyi görmek de en büyük is­ teklerimizden biriydi. Bir gün, Moskova'da bir uluslararası öğrenci toplantısı olduğu­ nu öğrendim. Nâzım, bu toplantıya Paris'­ ten iki öğrenci davet ettirmişti. Derhal ken­ disine yazdım, niye beni de bu gruba kat­ madın diye. Bunun arkasından bana da bir davet geldi. Hem de diğer öğrenciler gibi, öğrenci yurdunda değil, Nâzım’ın evinde kalacaktım.

NÂZIM'IN KIR EVİNDE BİR HARA

Moskova’da Nâzım’ın iki evi vardı: Şe­ hirdeki apartmanı, bir de şehir dışındaki köşkü. Beni köşkte misafir etti. Bu köşk, Moskova'nın 50 km kadar dışında Perldel-

kino denen bir kırsal mahalledeydi. Etrafta

hep, meşe ormanının içine serpilmiş köşk­ ler görünüyordu. Bu köşklerde, Ehrenburg,

Slminov, Fadayev ve diğer Sovyet yazarla­

rı oturuyordu. Burası yazarların mahallesiy- di. Eski Erenköy köşklerini andıran bu vil­ lalara “ Daça” deniliyordu. Nâzım, Daça’sın- da doktoru Galina'yla beraber kalıyordu. Bir de, Kocabaş adında kocaman köpekleri var­ dı. Daha kapıdan girerken ısınmıştım bu eve. Galina (ona daha ilk günden, ben de herkes gibi Galya demiştim) çok sevimli, candan bir kadındı. Beni dostça karşıladı. İlk işleri bana evi gezdirmek oldu.

Daha kapıdan girerken ısın­

mıştım bu eve. Galina çok

sevimli, candan bir kadın­

dı. Beni dostça karşıladı

Bu, iki katlı köşkü, Nâzım kendi zevki­ ne göre döşemişti. Beğenmemek mümkün değildi. Birinci katta geniş bir mutfak, ya­

0 ODA BENİM YATAK ODAM OLACAIÇTI. MOSKOVA'DA

KALDIĞIM SÜRECE BU HENGÂMENİN İÇİNDE YATACAKTIM,

b ü t ü n

e s e r l e r

! ¡

n c e

İ

n c e

t e t k ik

e d e r e k

Nâzrnı’dan güzel

bir papara yedim

zim bilmediğimiz bir hava içinde yaşıyor­ lardı. Özür diledim, bunu düşünemeyece­ ğimi kendisine anlattım. Zaten o da bunu biliyordu: “ Sen bilemezsin, bu Komünist

Partisi Katolik kilisesi gibi bir şeydir her işe, benim hususi hayatıma da karıs.ırlar”

dedi. Sonradan, parti üyelerinin karılarını aldattıkları takdirde, tenkit edildiklerini, partinin onayı olmadan ayrıldıkları vakit ise, partiden atılmaya kadar giden büyük ceza­ lar gördüklerini öğrendim. Nâzım, 17 yıl ha­ piste kadınsız yaşamış, sonra çok sevdiği karısından ayrılmak zorunda kalmış, ondan sonra da S.B. Komünist Partisi Merkez Ko- m itesi’nin kontrolü altına girmişti. Galya’- nın o evde yaşaması da onların müsaade­ siyle oluyordu.

Mahallede Sovyetler Birliği­

nin en İlginç insanları oturu­

yordu. Nâzım, Ehrenburg1-

la, Fadaev’le, simonovla

görüştüğünü söylüyordu

Moskova'da Nâzım'm en iyi dostu Azeri yazar Ekber Babayef’ti.

nında güzel bir yemek odası vardı, bir de Nâzım’ın yatak odası, ikinci katta, Nâzım, çok güzel bir Şark odası döşemişti: Duvar kenarları hep minder ve yastıklar, yerlerde kilimler, ortada mangal. En çok sevdiğim oda bu olmuştu. Bunun yanında da müze­ ye benzer büyük bir odaya girdik. Burada ne yoktu ki? Nâzım’a ta Çin’den, Küba’ya kadar dünyanın dört bir bucağından gelen hediyeler; kilimler, yastıklar, akvaryum, sehpalar, kılıçlar, bebekler, vazolar, portre­ ler ve daha aklınıza ne gelebilirse. Bu oda, rengârenk bir kültür cümbüşüydü. Bir yığın el emeği, sanat eseri birikmişti burada. Ay­ nı zamanda Nâzım’ın büyüklüğünü göste­ riyordu. Dünyada ne kadar çok insan, Nâ- zım’ı düşünmüş, ona bir armağan vermiş­ ti. O oda, benim yatak odam olacaktı. Mos­ kova’da kaldığım sürece, bu hengâmenin içinde yatacaktım, bütün eserleri ince in­ ce tetkik ederek.

rak rolü büyüktü. Nâzım’ın yaşantısını bü­ yük bir intizama koymuştu. İçki, sigara ya­ saktı. Gerektiği vakit, iğnesini, tedavisini yapıyordu. Nâzım da dinliyordu onun sö­ zünü. Nâzım’ı çok sevdiği, onun hayatını uzatmak için elinden geleni yaptığı belliy­ di Galya’nın. Bu sayede de evde bayağı bir ahenk vardı. Ancak, Münevver ve Me- met asla unutulmuyorlardı.

Bu İlk tartışmadan sonra, Nâzım gene o neşeli, candan insan oldu. En güçlü ta­ rafı, çabuk affetmesiydi. Ona kötülük eden­ leri affettiğine defalarca şahit olmuştum. Bu onun olgunluğundan geliyordu. Hayatta affetmediği iki insan vardı. Birisi, Mosko­ va’da, Merkez Komitesi’ne onun aleyhinde raporlar veren bir eski Türk komünisti, bi­ risi de, Türkiye’de beraber hapiste bulun­ dukları sırada, yalan yere Nâzım’ı suçlu gösteren bir eski dostu. Kazığı hep dost­ larından yemişti zaten. O ilk hava geçtik­ ten sonra, beni ağırlamaya koyuldular. Ye­ mekleri Nâzım pişiriyordu. Özellikle pilavı çok güzel pişiriyor, bununla övünüyordu.

GALİNA, NÂZIM I DÜZENE

SOKMUŞTU

İkinci kata çıkarken, ilk gözüme çarpan şey, merdiven boyunca bütün duvarın, Mü- nevver’in ve Nâzım’dan doğan oğlu Me- met’in fotoğraflarıyla dolu olmasıydı. Ne kadar da güzel bir çocuktu Memet! Bu sı­ la yakıyordu Nâzım’ı. Galya, bunu biliyor, Münevverle Memet geldikleri gün, çekilip gideceğini, eğer isterse Nâzım’ın doktoru kalacağını söylüyordu. Aslında, doktor

ola-r ola-r Sonradan benim de Galya diye çağıracağım Galina Nâzım'm hayatını düzene sokmuştu

Bu sıla yakıyordu Nâzım ı.

Galya bunu biliyor, Münev­

verle Memet geldikleri gün

çekilip gideceğini, eğer is­

terse Nâzımın doktoru ola­

rak kalacağını söylüyordu

NSzım’ın evi adeta bir müze gibiydi.

Nâzım’m evinde bir hafta benim için il­ ginç bir şey oldu. İlk günü, Nâzım’dan gü­ zel bir papara yedim. Kendimi davet e ttirt­ mek için ona gönderdiğim mektup yanlış bir şey olmuştu. Ben bilmiyordum, ama bü­ tün mektuplar açılıyordu. Merkez Komite- si’nden, beni davet etmediği için papara ye­ mişti. Bu sözleri söylerken sinirleniyor, hid­ detini saklamak için kirpiklerini indiriyor­ du. Ben ise şaşıp kalmıştım. Viyana’dan ge­ len bir insan için, bunu anlamak güçtü. Herhalde bu S.B. başka türlü bir âlemdi.

Bi-Yemek pişirmesini hapishanede öğrenmiş­ ti. Sonra, beni Moskova’da gezdirmeye baş­ ladılar. Bu gezintilere, Nâzım’m Azerbay­ canlI dostu Ekber Babayef ve şiirlerinin çe­ virmeni Moza da katılıyordu.

Mahallede S.B.’nin en ilginç insanları oturuyordu. Nâzım, Ehrenburg’la, Fadayev’- le, Simonov’la görüştüğünü, ancak bu gö­ rüşmelerin resmi olduğunu söylüyordu. Türkiye’de olduğu gibi, teklifsiz, kapıyı açıp, “ merhaba!..” diyemiyorlardı birbirle­ rine. Bu açıdan, en yakın dostu Babayef’­ ti. Azeri gelenekleriyle, Türk gelenekleri bir­ birine uyuyor, bir Azeri’yle yakın dostluk çabuk kurulabiliyordu. Bundan başka, Ba­ bayef çok zeki ve Nâzım’m her işine koşan bir insandı. Aşağı yukarı hem dost, hem sekreter durumundaydı. Nâzım’ı çok sev­ diği, bütün hizmetleri severek yaptığı da belliydi.

m

NİYE BİZİ ALDATMIŞLARDI?

Referanslar

Benzer Belgeler

Sovyetler Birliği döneminde, Aral Gölü’nü besleyen Emuderya ve Sirderya ırmaklarının sularının pamuk tarlalarına ak ıtılması sonucu 1960’lı yıllardan bu yana

● Anaerob Mikroorganizmaların Neden Olduğu Hastalıklar Tartarik Asit Azaltımı

Güneş gibi G sınıfın- dan olan Tau Ceti üzerinde yapılan gözlemler, yaşı için kesin bir kanı sağla- madıysa da bu yıldızın Güneş’ten biraz daha genç yada

Kamera kayıtlarının iOS ve Android işletim sistemi kullanan akıllı telefon ve tabletlere yüklenebilen CanaryApp üzerinden takip edilebildiği akıllı güvenlik kamerası ile

Kaymak şekeri, öteki adıyla Afyon kaymağı, şehirde günlük olarak seksen kilo civarında üretiliyor.. Bunun yüzde yirmisi kaymak, ötesi şeker

Hadiscilerce mevzû kabul edilen bir haber 17 şâirlerimizi çok sayıda manzum ve mensur &#34;kırk hadis tercümeleri&#34; yazmaya sevketmiştir 18. Bunun gibi, yukarda

Kemal Ahmet Aru da, kendilerinden sonra İs­ viçre’den mimarlar ge­ tirilip, yeni projeler ha­ zırlatıldı­ ğını kay­ detti.

BİR ÖLÜNÜN AKŞAM GEZİNTİSİ Derin ve ıslak gölgem suda ölü yaz dalgalarından biraz incelmiş bana kalırsa bir ölünün deniz kenarıyken ayaklarını