2 HAZİRAN 1990
m
mm
D M
T / T < ia l
Yıldız Sertel
Kendimi bildiğim zaman, Nişantaşı'nda bir apartmanda oturuyorduk. Ancak, ba bam yoktu, sonradan öğrendiğime oöre onu Sinop’a sürmüşlerdi. Sebebini bile mezdim. Zaten o günleri hayal meyal da ol sa nasıl hatırladığıma şaşıyorum. Çünkü babam, “ Takrir-I Sükûn Kanunu” ndan son ra Sinop’a sürülmüştü, belirsiz bir sebep ten, yani 1925’te. Ben o tarihte 3 yaşınday dım. Tek hatırladığım şey, annemin eve ge celeri geç geldiği, (o sıralarda tek başına Resimli Perşembe dergisini çıkararak bizi geçindirmeye çalışıyormuş) ablam Sevim’- ie bana, babamın teyzesinin kızı Ayşe ab lamın baktığıydı. O güç yıllarında dahi, an nem bizden şefkatini eksik etmemişti. Ben korkunç zorluklar içinde olduğunun hiç far kında bile değildim. Birde hatırladığım şey, daha sonraları, babamı görmek üzere bizi Sinop’a götürmeleriydi. Sinop’ta gördüğüm bir manzara uzun zaman gözümün önün den gitmemişti: Bir yokuşun başında, göz lerine kadar örtülü siyah çarşaflı bir kadın. Herhalde Nişantaşı’nda hiç böyle bir man zara görmemiştim ki, o kadın uzun zaman gözümün önünden gitmedi.
Asıl fırtınalı yıllar, babam Sinop’tan döndükten sonra başlamıştı. O yıllar, an nemle babamın beraberce “ Resimli
Perşembe’’ ve “ Resimli Ay” dergilerini çı
kardıkları yıllardı. 1927 ile 1928 yılında Nâ zım Hikmet de “ Resimli Ay” da çalışmaya başlamıştı. O tarihlerde ben de artık gör düklerimi hatırlayabilecek yaştaydım.
NÂZIM I BOCAN CÜCE
O vakit, 25 yaşlarında bir deiikanlı olan Nâzım, yalnız dergide ve Türk basınında de ğil, bizim ailenin içinde de bir şimşek gibi çakmıştı. Sesi hâlâ kulaklarımdadır.“ O duvar, o duvarınız!.. Vız gelir bize vız!..”
Nâzım bu şiirini okurken, sanki bizim evin duvarları sarsılıyordu. Sarışın kıvırcık saçlı genç adam masanın başında ayakta okuyordu bu yeni şiirini. Masanın etrafın da annem, babam, Vâlâ Nurettin, Peyami Safa ve Mes’ut Cemil vardı. Bu toplantılar, bizim evde sık sık yapılır, Nâzım’ın şiirle rinden sonra, Mes'ut Cemil tamburunu ça lardı. içki içtikleri için, ablamla beni bu sof raya oturtmazlardı. Biz yemeğimizi bitişik odada yer, içerdeki olayları anahtar deliğin den seyrederdik.
Yaşım, Nâzım’ın şiirlerini anlamaya mü sait değildi. Ancak, bildiğim bir şey varsa, bütün evi istila ettiğiydi. Derin bir edebi kültürü olan annem, Fikret'i, Namık Ke mal’i okurken, şimdi bize sık sık Nâzım’ın şiirlerini okuyordu. Evde hep onun lafı olu yordu. Ben, 5 yaşlarında küçük bir kızdım. Nâzım geldiği vakit, beni kucağına alır, saç larımı okşar “ Allah var mı?” gibi acayip so rular sorar, aldığı cevaplara da kahkahalarla gülerdi. Onu çok seviyor, şiirlerinden
hiç-2 5 yaşlarında birdelikanlı olan N a zım H ik m e t
yalnız Resimli A y d erg isin d e v e T ü rk
basınında değil, b izim ailenin içinde d e
şim şek gibi çakmıştı
Fırtınadan
önceki yıllar
IRTINALI bir ailede dünyaya gelmiştim. Anlattıklarına göre, annemle-babam Amerika’da tahsilde oldukları sırada orada doğmuş, küçücük bir bebek olarak Türkiye’ye getirilmiştim. O yıllar, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarıydı (1923). Babamın anlattığına göre, Ankara çamur içinde bir köydü. İçinde otu rulacak doğru dürüst bir ev bile yoktu. Mus tafa Kemal ve etrafındakiler yeni bir Türki ye yaratmak çabasındaydılar. Babama da Matbuat Müdürlüğü görevi verilmişti. An cak, Amerika’da mikrop görmemiş olan kü çük bebek (ben), Ankara'nın mikroplu süt lerine dayanamıyordu. Ben hastalanınca, annem beni apar topar İstanbul’a götürmek zorunda kalmıştı.
bir şey anlamadığım halde, büyük bir adam olduğunu hissediyordum,
İşte, bu Nâzım’ın evimize bir fırtına gi bi girdiği ve hepimizi fethettiği günlerdey di, bir gece odama bir cüce girdi. Cüce ba na doğru yürüyor, beni boğmaya geliyor du. Büyük bir çığlıkla yataktan fırladım, haykırıyordum. Annem koşarak içeri oda dan geldi. Beni kucağına aldı:
— Ne var, Yıldız, niye ağlıyorsun?
— Anne cüce var odada, beni boğrria- ya geliyor!
— Yok, öyle bir şey odada. Hem niye cüce seni boğsun?
— Nâzım’ı uykusunda boğarlar da be ni boğmazlar mı?
Korkunç bir hayal görmüştüm o gece. Bu hayal Nâzım’ın şu şiirinden mülhemdi:
Zekeriya ve Sabiha Sertel kızları Sevim ’¡e (New York, 1921) tahsilde bulundukları sırada.
CEVAP 1 Behey!
Kara boynuz gibi kaşlı mukaddes apis başlı adam. Behey!
Kara maça bey! Ben bilirim
Bu tehevvür bu şikâyaat niçin? Bilirim
beni uykumda boğmak için bekliyorsun geceyi...
ÇOCUK NASH DOĞAR?
Annem, bize, adeta ninni yerine Nâzım’- ın şiirlerini okurken, bu şiirlerin çocuk ru hunda yapacağı tepkileri düşünememişti. Ben ise, gerçekten Nâzım’ı uykusunda bo ğacaklar diye, çok üzülüyordum. Çok şü kür böyle bir şey olmadı. O sohbet gece leri uzun zaman devam etti. Nâzım ilk şiir lerini orada okuyordu. Okuyup, karşısında- kilerin fikirlerini almaya bayılırdı. Araların daki tartışmalardan, bir tek şey kafamda bir iz bırakmıştı: Peyami Safa’ya “ şüpheliadam” demeleri. Anneme sormuştum, “ Neden Peyami şüpheli adam?..” Annem
anlatmıştı, “ Peyami hiçbir şeye inanmıyor,
gerçeği arıyor, Nâzım da onu kendi fikirle rine inandırmak istiyor.” Annemle, baba
mın konuşmalarından anladığım şey de, Nâzım’ın etrafına adam toplamak istediği
de yokken birisi bize elini kaldırsa, o gel diği vakit kıyametler kopardı. Çocuk terbi yesi sevgiye ve bilince dayanmalıydı. An nemi gerçekten de çok severdik. Bizim için en büyük ceza onun bize gücenmesiydi. Sözünü o yolla geçirirdi. Bu da yetmezse, ceza verirdi.
Bir seferinde, yasak ettiği halde simit yediğim için kızmış, ceza olarak bana çi kolata vermemişti. Ne kadar önemli bir olaymış ki, hâlâ hatırlıyorum. Bunun dışın da, her şeyi anlatırdı: Niçin yasak, niçin ya pılmaz, veya niçin yapmak gerek? Anlatma konusunda babam da annemden geri kal mazdı. Her şey, bütün olaylar anlatılır, izah ları yapılır, hiçbir soru cevapsız bırakılmaz dı. Dünya, düz mü yuvarlak mı? Sorun uzun boylu münakaşa edilir, bazen bu münaka şalara Nâzım da katılır, bizim çocukça laf larımıza kahkahalarla gülerdi. Ancak bir so run cevapsız kalıyordu: “ Çocuk nasıl do
ğar?” Annem kızarıp, bozarıp, “ Her şeyin doğrusunu anlatmalıyız” diyordu, ama, hık
mık ediyordu. Babam ise susuyordu. Bir şeyi takdir etmek gerek. Hiçbir zaman,
“ Leylek getirdi” demediler.
A n la d ığ ım k a d a rıy la 19 3 0 lu y ılla rd a y ü k s e k m e m u r , tic a r e t
b u rju v a s ı, a v u k a t, d o k t o r g ib i m e s le k s a h ip le r in d e n o lu ş a n
o g ü n ü n im tiy a zlı z ü m re s i m o d e r n le ş m e y e a ç ık tı
idi. Peyami’yi de bir aday gibi görüyordu. Oysa sonraları, Peyami onu bıraktı, tam karşı cepheye geçti. O masanın başında oturanlardan ikinci sevdiğim adam da Vâ lâ Nurettin’di. Onu çok zeki ve kurnaz bu luyordum, onun için de ona “ tilk i” diyor dum.
Düşünüyorum da, o günler herhalde an nemle, babamın da mutlu günleriydi. Hum malı bir faaliyetin içindeydiler, yavaş yavaş büyük bir davanın da içine girmişlerdi, her halde. Bu yüzden, ablam Sevim ile bana ayırabildikleri vakit azdı. Gündüzleri biz ya Ayşe abla, ya da anneannemle kalırdık. An cak çok kültürlü bir kadın olan annem, bi zim terbiyemizi onlara bırakmıyordu. Ame rika’da, John Devvey’in eğitim nazariyele- rini öğrenmişti: Dayak yasaktı. Kazara, o
ev-0 ZAMANIN BURJUVALARI
Sabiha Sertel, (1928 İstanbul). Resimli Ay ve Resimli Perşembe dergilerini tek başı na çıkardığı günlerde.
ile Azâde’nin tenis oynamaya gitmeleri idi. Apartmanımızın alt dairesinde meşhur jim nastik öğretmeni Selim Sırrı oturuyordu. Kızları Selma ile Azâde bizden çok büyük, 1516 yaşlarında idiler. Bu iki kızın tenis oy namaya gitmeleri bizi çok özendiriyordu. Biz de evde, elimize raket gibi bir şeyler alıp, tenis oynamaya çalışırdık. Herhalde, o zaman (1930'larda) iki genç kızın panto lon giyip, tenise gitmesi yeni bir şeydi. İl ginç olanı mahallemizde kınanmıyor, aksi ne iyi bir örnek olarak görülüyordu. Bu o dönemin, modernleşme gayretlerinin bir parçasıydı herhalde kaydetmek gerekir ki, mahallemiz burjuva mahallesiydi. O zama nın burjuvazisini, bugünkü burjuvazi gibi düşünmemek gerek. O zaman, holdingler, çokuluslu şirketlerle ortaklık yapan milyar derler yoktu. Bir zengin en çok büyük bir tüccardı. Örneğin, annemin akrabalarının birçoğu, bizim mahallede oturuyorlardı. Bir kaç tanesi kumaş tüccarı idi,-bir dayım avu kattı, amcam tütün tüccarı idi. Hepsi, zen gindi. Ancak malları mülkleri yoktu. Mükel lef apartmanlarda kira ile oturuyorlardı.
Anladığım kadarıyla, yüksek memur, ti caret burjuvazisi, avukat, doktor gibi mes lek sahiplerinden oluşan o günün imtiyaz lı zümresi modernleşmeye açıktı. Annem le, babam, Balkan Harbi sırasında Selanik’ ten göçüp, İstanbul’a gelmişlerdi. Mahal le halkımızın birçoğu da Balkanlardan, özel likle Selanik’ten göçmüş Rumelililerdi. Ba- tılaşma, daha Osmanlı döneminde, Batı’y- la ticaret yapan tüccarlar, Avrupa’ya oku maya giden genç aydınlar arasında yaygın dı. Onun için olsa gerek, modern kılık kı yafet, bizim mahallede çok yaygın ve tabii idi. Selma i!e Azâde de onun için aykırı düş müyorlardı. Herhalde onun için olsa gerek, Sinop'ta gördüğüm çarşaflı kadın beni çok şaşırtmıştı.
Daha henüz çocuk yuvasına gittiğim c yıllarda, aklımda kalan ikinci olay da, hiz metçimiz Sofi’nin gece dershanesine git mesiydi. Gece dershaneleri, halka okuyup yazma öğretmek için açılan kampanyanır bir parçasıydı ve de galiba mecburiydi. Za vallı Sofi, bir türlü işin içinden çıkamıyor- du. Her akşam, ablamla beraber kitapların başına otururlardı: “ A, B, C...” Doğu illerin de bir köyden gelen bu kadına alfabenin harflerini dahi öğretmek kabil değildi. Ni hayet, bir gün kuzinim Atiye, gelmişti. Ab lam, alfabenin ilk harfini hatırlatmak için Sofi'ye, “ Bak Atlye’nln başında ne var?” dedi. Sofi, dikkatle Atiye’ye baktı: “ Saç var” dedi... Gece dershaneleri her yerde böyle sonuçlar mı veriyordu bilmiyorum. Ancak belli ki, sultanların yüzyıllar boyunca, yol suz, okulsuz bıraktığı Anadolu halkını okut mak kolay bir iş değildi. Rakamlar da, oku yup yazma bilmeyenlerin oranının, çok uzun yıllar yüksek kaldığını gösteriyordu.
O günlerde bende iz bırakan olaylardan bir tanesi de komşumuzda oturan Selma
YARIN:
Yıldız Sertel
Sevim Hocanım, bize savaşarak esi r ol
maktan kurtulmuş bir ulusun gururunu aşı lamakta başarılıydı. Okulda gördüğümüz bu terbiye, evde ve genel olarak çevrede esen hava ile de güçlendiriliyordu. Annemle ba bam, Balkan Harbl’ni, Selânik’ten kaçışları nı, Dünya Harbi sıralarında çekilen sefale ti, sultanların, yobazların ihanetini, İstan bul’un İşgalini öyle bir anlatırlardı kİ, bütün o koşullardan kurtulmuş olmak, karanlık bir geçmişe sırt çevirip, yeni birTürkiye’ye doğ ru gitmek gerçekten çok önemli bir olaydı. Biz ilkokul sıralarındayken, o karanlık geç miş çok uzak değildi, onun için olsa gerek, okulda ve çevrede bize, bağımsızlığa kavuş muş olmanın sevincini ve gururunu aşıla mak zor olmuyordu.
0 GÜNKÜ MİLLİYETÇİLİK
O dönemde okul terbiyesi sadece milli gurur aşılamakla yetinmiyordu. Birde işin, bağımsızlığın koruyucusu olmak tarafı var dı. Mustafa Kemal’in Gençliğe Hitabesi de falarca okunurdu ve biz gerçekten de böy le birödevimizolduğuna inanırdık. Bu duy gu iliklerimize işletilmişti. Görüyorum ki, o günleri yaşayan nesillerle daha genç kuşak lar arasında bu noktada bir anlaşmazlık var. Gençlerin birçoğu, o gün bize aşılanan yurt severlik duygularını şoven m illiyetçilik gi bi görüyorlar. Evet, doğru, üçüncü sınıftan itibaren her sabah ilk derste ayağa kalkar,.“ Türk’üm, büyüğüm,atam, soyum uludur!”
derdik. Amma o günün koşullarında bu, Türk’ün başka soylara üstünlüğünü iddia et mek anlamına gelmiyordu. Daha ziyade Türk’ün kendini bulması, ezilmekten, küçük görülmekten kurtulması çabalarıydı bunlar. Sonradan, yakın tarihimizi okuduğum vakit anladım ki, o günkü m illiyetçiliğin köken leri Jön Türkler döneminde, imparatorluğun yıkılış günlerindeydi. İmparatorluğun için de kendini kaybetmiş olan Türk ulusu ken dini bulma çabalarına o vakit başlamıştı. Ammadahao günlerde Türk ulusunun ben liğini bulmasıyla, diğer ırklara üstünlük id diaları iki ayrı akım halinde gelişmişti. Ben ilkokul sıralarında, tabii ki bu farkları göre cek durumda değildim. Ancak Türk oldu ğumdan ötürü kendimi başkalarına üstün hissettiğim i,Türk veyagayri Türk çocuklar arasında ayrılık gayrdık olduğunu hiç dü şünmüyordum.
O döneme ait en önemli anılarımdan biri de yerli malı kullanma konusundaydı. Her tarafa, “ Vatandaş, yerli malı kullan!” diye afişler asılmıştı. Bize de okulda yerli malı kullanmanın gereği anlatılıyordu. Hepimiz yerli malından önlükler giyiyorduk. Bu ön lük, Sümerbank’ın dokuduğu çok kaba ve çirkin, gri renkte, çuhaya benzer birkumaş-
tandı. Yakası da, Rus kazaklarınınki gibi yük
sek ve düğmeliydi. Oğlan çocukları da
ay-GERÇEKTEN DE BÖYLE BİR ÖDEVİMİZ OLDUĞUNA İNANIRDIK. BU DUYGU
İLİKLERİMİZE İŞLETİLMİŞTİ...
Babam hapse
B ü tü n o koşullardan k u rtu lm u ş
o lm a k , karanlık b ir geçm işe
sırt çe virip yeni b ir
T ü rk iy e 'y e d o ğ
ru g itm e k
g erçe kte n çok
ö n e m li b ir
olaydı
B
EN ilkokul çağına geldiğim vakit biz Kadıköy’e nakletmiştik. Biraz da Nâzım Kadı köy’de oturduğu için. Oysa az sonra o hapse girdi. Ni şantaşı’nda, özel okul olan Şişli Terakki Lisesi’nin ilk kısmındaokurken, Kadıköy’ de birdevlet okuluna gitmeye başlamıştım. Söylemek gerekir ki, o dönemde evde gördüğümüz eğitimin yanında ilkokulun da büyük ağırlığı vardı. Galiba ben üçüncü sı nıfa geçtiğim sıralardaydı, bizim okul nak letti. Tam bizim evin bitişiğindeki arsada çok güzel, çok modern birokul binası yapıl dı. (O vakit okul demiyorduk, mektep diyor duk). Sekizinci mektep bu binaya nakletti. Müdüremiz, Turhan Tan’ın karısı Zahide Ha-
nım’dı. Günde altı saat disiplinli okuyor ve pek çok şey öğreniyorduk. Öğretmenimiz Sevim Hocanım, genç ve ateşli bir Kema-
listti. Özellikle tarih dersinin üstünde duru yor, Kurtuluş Savaşı’nı, Birinci Dünya Har- bi’ni, vs. anlatıyordu. Duvarda Mustafa Ke mal’in çok güzel bir portresi asılıydı. Yurdu muzu bağımsızlığına kavuşturan oydu. Memleketi düşmana satan, geri bırakan sul tanlardan, bizi ezmek isteyen emperyalist lerden artık kurtulmuştuk. Yeni, moden bir Türkiye kuruluyordu.
" Y ıld ız ın babası h a p iste " d e d i
koduları o k u ld a ya y ılm ış tı. O sı
rada e v de d e ğ iş tird ik , b ilm e m
e k o n o m ik se b e p le rd e n m iydi?
Daha k ü ç ü k , daha fa k ir b ir eve
g e ç tik
H e p im iz yerli m a lın d a n ö n lü k
ler g iy iy o rd u k . Bu ö n lü k Süm er-
b a n k 'ın d o k u d u ğ u ç o k kaba ve
ç irk in , g ri re n k te çuh a ya b e n
ze r b ir k u m a ş ta n d ı
m kumaştan, aynı biçimde gömlekler giyi yorlardı. Çirkin de olsa, bu yerli malı kumaş tan önlükleri giymeliydik, çünkü dışardan mal almak ülkeyi borçlandırırdı, borçlanır sak gene boyunduruk altına girerdik. Ba ğımsız Türkiye’yi korumak için yerli malı al mak birödevdi. Annem ise Avrupamalı ku maş almayı tercih ederdi. Oncao kumaşlar hem dahazarif, hem daha dayanıklıydı, an cak pahalıydılar. Onun İçin sadece önemli giysiler İçin Avrupa kumaşı alınırdı. Özellik le basmalar ve pamuklular, Sümerbank mal ları güzelleştikçe hep yerli malı alınırdı. Ayakkabı ve diğer giysiler için de aynı şey bahis konusu idi.
Okulda bize yerli malı kullanmanın öne
Babam
Zekeriya,
annem
Sabiha Sertel,
İ940 İstanbul
ayırır, koşulları nispeten iyi yerlere koyar lardı. Babamla Selim Ragıp’a hapishanenin arka tarafında, zemin katında, küçük birbah- çeye açılan bir oda vermişlerdi. Buraya adi mahkûmlar ancak müsaade ile gelebiliyor lardı. Küçük bahçe temiz ve çiçekliydi. Du varları çok yüksekti. Duvarın arka tarafında ki sette dipçikli bir jandarma eri dolaşırdı.
zıyorlardı. Adi suçlulardan birde aşçıları var dı, onlara mangalda pelemeç pişiriyordu. Babam boğazına düşkün olduğu için bun dan çok memnundu. Ancak hiçten yere ha piste olmasından ötürü de çok sinirliydi. Bi zim ziyaretlerimiz ona bir teselli oluyordu. Sonraları, dişçiye gitmek bahanesiyle ha pisten çıkmaya ve günübirliğine eve gelme ye başladı. Ama tabi i yaveriyle gelip gidiyor du.
Sultanahmet Hapisanesi’nde kendilerine verilen özel odada. Arkada, masa başında Ze
keriya Sertel, önünde ortağı Selim Ragıp Emeç, 1932 yılında Son Posta gazetesinde
bir yazıdan ötürü hapse düştükleri sırada.
“ Yıldız’ın babası hapiste” dedikodula
rı okuldayayılm ıştı. Ben, babamın kötü bif insan olmadığını, kötü bir iş için hapse gir mediğini biliyordum. Ama bunu çocuklara nasıl anlatabilirdim? Babam hapiste oldu ğu sıradaev de değiştirdik. Bilmem ekono mik sebeplerden mlydi?Yoğurtçu'da,daha küçük, daha fakir bir eve geçtik. Bitişiğin de kocaman Yoğurtçu Çayırı vardı. Babamın hapiste olmasının acısıyla m ıdır bilmiyo rum, bu dönem, çocukluğumun en azgın dö nemiydi. Yoğurtçu Çayırı'nda, yedinci ve se kizinci ilkokul öğrencileri arasında taş mu harebeleri yapılıyordu. Tabii ben en ön saf larda... Bunu da gene cesur kız olmanın ge reği sayıyordum. Bazen de gene korku b il mez olduğumu göstermek için geceleri eve dönerken kapkaranlık çayırı yalnız geçer dim. Anneme bunları anlattığım vakit, “ Yok” dedi, “ Ben sana cesur ol dedim ama, o ka
dar da değil. Taş muharebesi tehlikeli, ba şını yararlar ve bir daha öyle karanlık arsa lardan yalnız geçme!” Ben gene taş muha
rebelerinden kendimi alamadım. Ama bir daha karanlık çayırlardan yalnız geçmedim. mini anlatmakla kalmadılar, bir de yarışma
açtılar. “ Neden yerli malı kullanmalıyız?” konulu birer tahrir vazifesi yazdırdılar. Bu, ilkokul çocukları arasında Türkiye ölçüsün de biryarışmaydı. İşin önemli tarafı, bu ya rışmada ben ikinciliği kazanmıştım. Arma ğan olarak da Eğitim Bakanl ığı, eve bir çu val kuru üzüm, bir çuval da fındık gönder mişti. Evde benim fındıklarla üzümleryen- dikçe taframdan geçilmiyordu.
Babamla Selim, odalarına kitap etajerleri, masa falan koyarak biraz da biçim vermiş lerdi.
Hapishanede oldukları düşünülürse, iyi koşullardaydılar. Misafirkabul ediyor, Pan-
defti Lokantası’ndan yemek getirtiyor, ak
şama kadar tavla oynuyor ya da okuyup
ya-BAYRAM HAVASI
Y ıld ız ın babası h a p is te ; d e d iko
duları o k u ld a y a y ılm ış tı. O sıra
da e v d e d e ğ iş tird ik , b ilm e m
e k o n o m ik se b e p le rd e n m iyd i?
D ah a kü çü k b ir e v e g e ç tik
Tam bu sırada babam hapse girdi. Şe kerci Hayrl Bey’in ihtikâr yaptığım yazdığı için. Of ! Annem gene yalnızdı. Gene bütün gün çalışıyordu, yüzünü göremiyorduk. Ar tık Ayşe ablam da evlenmişti. Bize ya halam ya da anneannem bakardı. Hafta sonların da, babamı Sultanahmet Hapishanesi’nde zi yarete giderdik. Babam o vakit üç ortağı ile beraber Son Posta gazetesini çıkarıyordu. Hapse, ortaklarından biri olan Selim Ragıp
Emeç’la beraber girmişti. O zaman hapis-
.hanelerde siyasi mahkûmlar ayrı muamele görürlerdi. Hapishane müdürleri, hele biraz da anlayışlıysalar, onları adi mahkûmlardan
Bütün bunların içindeokumuyordade- ğildim. Annemle babam bize daima okul dersleri dışında kitap okumamızı salık ve rirlerdi. Ben de her yaşımda kendime göre kitap okudum. O sıralarda, “ Peri Masalları” ,
“ Perili Köşk” gibi kitaplara meraklıydım. Ba
bam da bize Ömer Seyfettin’in “ Çoban ile
Peri Kızı” masalını okurdu. Çok sevdiği için
çok güzel okurdu. Sonra Nat Pinkerton ve
Sherlock Holmes’lara merak sardım. Ba
bam, “ Bunlar iyidir, edebi değeri olan kitap
lardır, oku” derdi.
Cumhuriyetin 10’uncuyılında“ 10’uncu
Yıl Marşı” nı okuduk:
“ Çıktık açık alınla 10 yılda her savaş tan...”
Cumhuriyetin 10’uncu yılında (1933) ge nel af ilan edildi. Babamla Nâzım hapisten çıktılar. Evimizde bayram havası esti. An nem, babam ve evimizi ziyaret eden aydın lar arasında 10 yılın bilançosu yapıldı. Bas kı ve hürriyetsizlik yerilmekle beraber, ba ğımsız ve saygıdeğer bir Türkiye kurmak, saltanat ve hurafelerden kurtulmak konu sunda Mustafa Kemal’e iyi not veriliyordu.
Babam hapisteyken hafta sonlarında eve geliyor ve ablam Sevim ve benimle yakın dan ilgileniyordu.
‘SENİN RUMİNO HAİTİ
N E « .D O T ’İ ^ H
4 HAZİRAN 1990
ra z ı
y a m
M ustafa Kem al'in ö lü m ü n d e n sonra Halide E d ip le eşi
A d n a n B e y s ü rg ü n d e n geri d ö n m ü ş le rd i.
Ziya re tle rin e g ittiğ im izd e Halide H a n ım a n n e m e
"Sabiha, M ustafa Kem al haklıym ış" d e d i
“ Senin majino
Yıldız Sertel
hatbna
ne oMu?”
Zekeriya Sertel kızı Sevim ve torunu Deniz’te Moda'daklj evin balkonunda.M
İstanbul Arnavutköy Amerikan Kız Koleii'nde diplomamı al- Aİm diktan sonra.Ben A rn a vu tk ö y Kız Koleji nde
okuyordum . Orada bile harbin
dışında kalam ıyorduk. Harbin
koleje en hoş yansıması bize
konan askerlik dersleriydi
KİNCİ önemli olay,
150’likle-I
rin, bu arada Halide Edip’in yurda dönmeleri idi. HalideEdip, annemle babamın çok
eski bir dostuydu. Babam, İstanbul’un işgali sırasında
Halide Edip’in önderliğini
yaptığı mukavemet hareketi nin içinde çalışıyordu. Zaten ilk tutuklanma sı o yüzden olmuştu. Annem ise Halide Ha- nım’ ın habercisiydi. Ondan aldığı haberle ri çarşafına gizleyip, gizli cemiyetin diğer üyelerine götürüyordu. Babamın tevkifin den sonra, işgale karşı birsavaş organı olan
Büyük Mecmua’yı çıkarıyor, Halide Edip de
bu dergiye başyazılaryazıyordu. Halide Ha nım, Amerikan Koleji’nde okumuştu, o fe laketli günlerde başka çıkar yol görmediği için Amerikan mandacılığını savunmuştu. Amerikalılarla teması vardı. Bir Amerikalı milyoner (Kreyn Komisyonu’nun Başkanı,
Kreyn) ondan Amerika'ya tahsile gönder
mek üzere birkaç genç tavsiye etmesini is teyince, Halide Hanım, Ömer Seyfettin ve diğer bir-iki gençle beraber, annemle baba mı tavsiye etmişti. Annemle babamın Ame- rika'daokumaları Halide Hanım sayesinde olmuştu.
Mustafa Kemal, günün çok kötü şartla
rına bakmayarak, tam bağımsızlıktan yana olduğu için, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Amerikan mandasından yana olanları yurt tan sürmüştü. Bunların içinde, annemle ba bamın tanıdıkları RızaTevfikve Halide Edip de vardı. Annemle babam daha o zaman mandacılığa karşıymışlar ama, bu, o günün bütün aydınlarını beraberce işgale karşı sa vaşmaktan alıkoymamıştı. Sonradan Hali
de Edip’in “ The Turkish Ordeal” adlı kita
bında okuduğuma göre, kendisiyle M. Ke
mal arasında görüş ayrılığı sadece “ manda”
sorunundan ötürü değildi. Halide Hanım, Kurtuluş Savaşı boyunca Mustafa Kemal’ in karargâhında, onunla beraber çalışmış tı. Harbin sonunda, sıra yeni bir Anayasa ya pılmasına gelince, Halide Hanım’la, koca sı Adnan Bey, bu Anayasa’yla Cumhurbaş- kanı’na fazla yetkiler verilmesinden, M.
Kemal’in bir diktatör kesilmesinden kork
muş, demokratik Anayasa, demokratik se çim üzerinde durmuşlardı. Türkiye’den uzaklaştırılmalarının önemli sebeplerinden biri de buydu...
Mustafa Kemal’in ölümünden bir süre
sonra mandacılar affedilince, Halide Ha-
nım’la Adnan Bey de geri döndüler. Bir gün
annemle beraber, Halide Hanım’ ı Cağaloğ- lu’ndaki evlerinde ziyarete gittik. Hiç unut
mam, kapıyı Halide Ha.nm açtı ve ilk söyle diği söz şu oldu:
— “ Sabiha, Mustafa Kemal haklıymış!”
Annemle ikimiz donakalmıştık. Daha, merhaba, nasılsınız demeden, Halide Ha
nım, “ Sabiha, Mustafa Kemal haklıymış!”
diyordu ve de Mustafa Kemal yüzünden 15 yıl çok sevdiği yurdundan uzak kaldığı hal de. Onun için önemli olan, bağımsız birTürk devletinin kurulmuş olmasıydı. Bu 15 yılı Fransa ve Ingiltere’de geçirmişlerdi. O ül kelerin basınında, kurulan yeni, modern Türk devleti hakkında yazılanlar gururları nı okşamış, yapılan işleri yakından izlemiş, sonunda Amerikan mandasının değil, her ne pahasına olursa olsun bağımsız birTürk devleti kurmanın doğru biryol olduğunu ka bullenmişler “ Mustafa Kemal’in seçtiği yol
doğruymuş” diyordu Halide Hanım. Ne de
meli, belki de o zamanın aydınları daha ol gundular. Belki de o dönemde bir başka tür lü yurtseverlik anlayışı vardı. Kişisel duygu- ların üstüne çıkan.___________________
İKİNCİ DÜNYA HARBİ
VE BİZİM EV
İkinci Dünya Harbi’nde dünyadevletle- ri ikiye bölünmüşlerdi: Müttefikler ve mih ver devletleri. Türkiye tarafsızdı. Ne var ki, bütün gazeteler bu iki cepheden birinde yer almak zorundaydılar. Babamın çıkardığı
Tan, kesinlikle müttefikler cephesindeydi.
Böyle olduğu için de, birden babamın Ingi liz ve Amerikan gazetecileri ile temasları art-. tı. Zaten bizim evde yaşayan eniştem F. O’-
Brian, AP’nin Türkiye’deki harp muhabiri ol
muştu. İngiliz Basın Ataşeliği de babama çok önem veriyordu. Babam artık çok tecrü beli, kulağı çok delik bir gazeteci olmuştu. Temasları çok genişti,Türkiye'yi içerden ta nıyan, özel kaynakları olan bir başyazar, bu
yabancı gazeteciler için bulunmaz bir kay naktı. Bu sebepten bizim ev bir nevi yerli ve yabancı gazetecilerin biryuvası haline gel mişti.
Babamın açık kapı siyaseti yürümüştü. Bu sayede toplumun bütün çevrelerinde dostları, yardımcıları vardı, taa bakanlıkla ra, yüksek devlet adamlarına kadar ulaşabi liyordu. Tan’ın haber servisi de çok güçlüy- dü. Babam, özellikle gazetenin Ankara mu habiri Emin Karakuş’u çok methederdi. Ak şam yemeklerinde annemle babam birer ka deh çekerlerdi ve bâbam anlatırdı o gün al dığı haberleri. Bunların bazıları fazlasıyla il ginçti. Hiç kimsenin bilmediği ve hiçbir ga zetede çıkmasına imkân olmayan haberler de vardı bunların içinde. Böyle olduğu için de sıkı birdisiplin koymuştu. O sofrada söy lenen sözler hiçbir yerde hiç kimseye söy- lenmeyecekti. Biz de bu kaideye sıkı sıkı ri ayet ederdik, zira çok ilginçti bu akşam sof raları...
Harp ilerledikçe gazeteciliğin zor ve can sıkıcı tarafları da belirmeye başladı. Harp içinde, tarafsız bir ülkede, önemli bir gaze tenin başyazarı olmak kolay bir iş değildi. Bereket versin, babam yazılarını evde yazar, yazıhanesine öğleden sonra giderdi. Ama bir defa gitti mi, orası bir arı kovanıydı. Sonra sık sık Ankara’dan telefon gelirdi. Basın Ya yın Müdürlüğü’nden, “ Beyefendi, filan yazı
nız!..” Annem ise birkaç defa yazı yazmak
tan men edilmişti. Yorgunluk atmak için haf ta sonlarında İstanbul dışına kaçmaya baş lamıştı babam. Ya Yalova'ya ya da Bursa'- ya ailece giderdik. Ne var ki orada bile ra hat vermezlerdi. Ya Ankara’dan ya da İstan bul'dan birtelefon gelirdi: “ Beyefendi, Hii-
ler Çekoslovakya’ya harp İlan etti.” Haydi,
palas-pandıras dönerdik. Aksi gibi, Hitler, her hafta sonu bir ülkeye harp ilan ediyor, biz de alelacele İstanbul'a dönüyorduk. Ab lam ve eniştemle bir yere gittiğimiz vakit de
aynı şey oluyordu. Sonunda gazeteci aile sinden olduğuma küfretmeye başlamıştım. Hiçbir hafta sonunda rahat etmek olanağı yoktu.
Kolejde, Boğaz’ın tepeleri üzerine dizil miş mükellef binalarımızda, dünyada bir harp olduğundan habersiz de olabilirdik. Ama bu tam böyle olmuyordu, içimizde be nim gibi aydın çocukları vardı. Her ne kadar aramızda siyaset konuşulmazsa da. Örne ğin o sıralarda tuttuğum hatıra defterine sonradan baktığım vakit hayretler içide kal mıştım. Özel duygularım, arkadaşlarım, vs. gibi konuların yanında, Hitler’in çılgınlıkları, dökülen kan, bu dünya nereye gidiyor gibi konuları işlemiştim bu defterde. İngilizce hocamız, seçeceğimiz herhangi bir konuda sözlü bir ödev vermemizi istediği vakit, “ Ma-
Jlno H atlı” üzerine bir konuşma yapmayı
teklif etmiştim. Harp arifesinde müttefik devletlerden yana olan gazetelerin başya zarları bir Avrupa ve Amerika gezisine da vet edilmişlerdi. Babam, Abidin Daver, Ah
met Emin Yalman, Şükrü Esmer, Hüseyin Cahit Yalçın ve diğer gazetecilerle'beraber
yaptığı bu geziden döndükten sonra, bize akşam sofrasında Majino Hattı'nı anlatmış tı. Fransızlar Alman istilasını önlemek için Fransız-Alman sınırına muazzam bir hat dö- şemişlerdi, çelikten ve betondan. Babam, bu hattın kalınlığını, bölümlerini, vs. ayrın tılarıyla anlatmıştı. Ben de İngilizce dersin de, tahtaya Majino H attı’nı çizmiş, bu hat tın nasıl yarılmaz bir hat olduğunu anlatmış tım. Kısa bir süre sonra Hitler’in orduları Belçika yoluyla Fransa’ya girince, öğretme nimiz Miss Monrovv, bana “ Yıldız, senin Ma
jino Hattı ne oldu?” diye sormuştu.
Ne de olsa, kolejde de gene harbin için deydik. İstanbul Belediyesi korunma dene meleri yapılmasına karar vermişti, bazen alarm işareti çalardı ama, kaçacak sığınak falan olmadığı için kimse birşey yapamaz dı. Harbin koleje en hoş yansıması, bize ko nan askerlik dersleriydi. Her hafta bir-iki genç subay gelir, bize “ gez, göz, arpacık” diye bir şeyler anlatırlardı. Sonra da tüfek leri elimize alıp, talime çıkardık. Ben tek gö zümü kapatamadığım için nişan almakta güçlük çekerdim. En kötüsü, tüfeğin geri tepmesiydi. Omuzumun ağrısına dayana mazdım. Askerlik derslerinin en ilginç tarafı, genç subayların okulumuza gelmesiydi. Hangisinin dahayakışıklı olduğu tartışılır dı. Onlar da güzel buldukları kızları gözal tından süzerlerdi. Genç ve güzel öğretmen hanımlarla kolejin bahçesinde at gezisine çıktıkları da olurdu. Tabii ne dedikodular olurdu!..
IDÎZt
Milliye«
11
Lo n d ra 'd a bilgin v e aydınlar, h arp s o n u n d a b un alım sız
bir kapitalist d ü ze n k u rm a n ın yollarını arıyorlardı.
"P a rla m e n te r dem okrasinin alternatifi to p la m a
kam plarıdır" d iye n Laski'ye ta p m a y a başlam ıştım
Annemle babam
tevkif edilm işleri^
Üyesi o ld u ğ u m öğrenci k ulübü
n ü n m üdiresi Miss Trevalyan 'a
olayları a nlattıktan sonra sordu:
"Sen k o m ü n is t misin?"
ÜTTEFİK gazetecilerle dost luğun sonucu, benim üni versite tahsilimi yapmak üzere, harp içinde İngiltere’ ye gitmem oldu. Birtakım girişimlerin sonucunda, bir gün kendimi Akdeniz’de bir Ingiliz harp gemisinde bul dum. Yıl 1943, 4 defa Alman d e n iz a tla rı na rastladık. Londra’da kaldığım ev her ge ce bombalanıyordu. Keymbric’de (Camb- rldge), Harold Laskl, M.Keynes, Bevrldge gibi bilgin ve aydınlar, harp sonunda buna- lımsız bir kapitalist düzen kurmanın yolla rını arıyorlardı. “ Parlamenter demokrasinin
alternatifi, toplama kamptandır” diyen Las-
k i’ye tapmaya başlamıştım.
Harp sonunda Londra’ya dönmüştüm ki, İstanbul’da Tan olayları patlak verdi. Ga zete, sorumsuz bir kalabalık tarafından bal yozlarla yıkılmış, annemle babam tevkif edilmişlerdi. Bu, Türkiye’de demokrasi için verdikleri savaşın sonucuydu. Her ikisinin de polis müdüriyetinde masaların üstünde yattıkları haberini alınca tepem attı. Ben ce bu, falakaya çekildikleri anlamına geli yordu. Annemin, bu haberi veren mektubu elimde, üye olduğum öğrenci kulübünün oturma salonuna girdiğim vakit, kulübün müdiresi, Miss Trevelyan'la karşılaştım.
— “ Neyin var, rengin bembeyaz!” dedi,
bana.
3en olayları anlattıktan sonra sordu:
— “ Sen komünist misin?”
— “ H ayırdeğilim .”
— "B ir Ingiliz ailesinin yanında bir haf ta kalmak ister misin?”
— “ İsterim.”
TÜRKİYE'Yİ SORUYORLARDI
Trevelyan beni, Londra’nın epeyi dışın da bir eve gönderdi. Bu ev kırsal bir yöre de mükemmel bir köşktü. Daha doğrusu köşk de değil, bir çiftlikti. Önündeki tara- çadan, alabildiğine yeşillikler görünüyor du. Etraf ormandı. Evin ahırlarında atlar var dı. Bu güzel çiftliğin sahibi Phillips Price’- ti. Yaşlıca, çok'kûltürlü bir adam olan P.Pri- ce, gazeteci, aynı zamanda, parlamentoda, İşçi Partisi’nden milletvekiliydi. Karısıyla, kızı da hem çok sevimli ve nazik, hem de çok kültürlüydüler. Bu evde herkes siyasiy di. Aramızda çok ilginç tartışmalar oluyor du. Bana boyuna Türkiye’yi soruyorlardı. Ben de bildiğim kadarıyla, siyasi durumu, Tan olaylarını, sebeplerini vs. anlatıyor dum.B e nim d em o kra si kah ra m a n ım
g ö zü m d e n d ü şm ü ştü b ird e n b i
re. A yn ı za m a n d a İşçi Partisi nin
tu tu m u da m id e m i bula n dırı
y o rd u
Price bir İngiliz gazetesinin muhabiri olarak Türkiye’de bulunmuştu. Türkiye hak kında çok şeyler biliyordu...
Bir gün bana, Türkiye’de çekilmiş fo toğraflarıyla dolu bir fotoğraf albümü ver di. Albümün sayfalarını çevirirken, bir de ne göreyim. Price Mehmetçik kıyafetinde. Kendisine fotoğrafı gösterdim ve sordum:
— “ Bu ne?”
— “ Bu, Birinci Cihan Harbi’nde, ben Kafkas Cephesi'ndeydim.”
— “ Peki, Türkçe bilmeden, nasıl Meh metçik taklidi yaptınız?"
— "Sağır ve dilsiz rolü oynadım.” Demek ki, Price Birinci Dünya Harbi’n de casusluk yapmıştı. İngiliz gizli servisin de çalışıyordu. Ya |im d i? Babamın söyle diğine göre, bu servislere giren insanlar, bir daha oradan ayrılamazlardı. O vakit, Miss
Zekerlya Serial, 1945’te Moda'daki evinin
bahçesinde.
min aslı yoktu. Ancak babamın boynunda şiripençe çıkmıştı. Bu da ameliyatla alın mıştı, şimdi kendisi iyidi. Muhabir, kendi lerini mevkufhanede ziyaret etmişti. Şim di ise haklarında dava açılmıştı.
Büyük Millet M eclisi’ne ve hükümete hakaretten suçlandırılıyorlardı. Tan matba asını balyozlarla yıkanlar bulunmamıştı. Bir İngiliz gazeteci için bütün bunlar gülünç tü. Tutuklamanın keyfi ve kanunsuz oldu ğunu, yapılan suçlamaların demokratik ba sın prensipleriyle yakından uzaktan bir iliş kisi olmadığını pekâlâ biliyordu. İstanbul' daki olayları geniş ayrıntılarıyla bana anlat tıktan sonra sordu: “ Sizin için yapabllece- ?” Duruma üzgün
oldu-ğim bir şey var mı?”
Sabiha Serial, İstanbul 1946, Tan olayların
dan önce.
Trevelyan ne oluyordu? O da mı öyleydi. Belki de benim bu eve gelmem bir tesadüf değildi. Kendi kendime, Türkiye’de yaptı ğımız gibi birtakım sorular sormaya başla mıştım. Oysa, İngiltere’ye geleli beri, harp koşullarına rağmen, böyle bir sorun oldu ğunu unutmuştum. Gene de çok önem ver medim. İngiliz istihbaratının benden öğre neceği ne olabilirdi? Zaten biz, bu adam larla iç içe, dış dışa yaşamaya alışmamış
c? İç
mıydık? İçlerinde çok sempatik ve hatta gerçek dost olanları da vardı. Bir gazeteci kızı, bu yan yana yaşamayı kabul etmek ve hatta bazı numaralar yapmak zorundaydı. Üstüne üstlük, belki de bu, Price için uzak bir geçmişti, bundan aşağısı benim kurun- tumdu.
İNGİLİZ BASINI VE
TAN OLAYLARI
Londra’ya dönüşümde, Daily Mail ga zetesinin İstanbul muhabiri bana telefon etti. Babamın dostuydu, bana İstanbul’dan haber getiriyordu. “ Annenizle babanız ser
best bırakıldılar, sağlık durumlan iyidir. Me rak etmeyin” diyordu. Benim falaka
şüphe-ğunu anlıyordum: “ Benim İçin yapabilece
ğiniz şey, bütün bu anlattıklarınızı gazete nizde yazmanızdır” dedim. Cevabı şu oldu: “ Evet blllyorüm, ama ne yazık ki, bu kabil olmayacak. Benim elimde de değil” Belli
ki gazetesi, her şeye rağmen Türk hüküme tini tutmak politikasını güdüyordu, o da hiçbir şey yapamıyordu.
H iç b ir g a z e te d e Ta n olayları
h a k k ın d a b ir şey ç ık m ıy o rd u .
B e n de b u n a k u d u r u y o r d u m .
Bu nasıl d e m o k r a tik ü lk e yd i? ..
Ingiliz basını hakkında çok şeyler öğ reniyordum, bu olay dolayısıyla. Hiçbir ga zetede, Tan olayları hakkında hiçbir şey çıkmıyordu. Ben de buna kuduruyordum. Bu nasıl demokratik ülkeydi? Nasıl olur da Türkiye’de demokrasi için savaşan insan ları savunmazlardı? Üstüne üstlük iktidar da İşçi Partisi vardı.
Dayanamadım, Profesör Laski’ye git tim. Faşizme karşı bir harpten çıkıyorduk. Türkiye'de demokratik basın harp boyun ca, demokrasilerin kozunu savunmuştu. Bu basına yapılan baskıya Ingiliz işçi hüküme ti nasıl ilgisiz kalabilirdi? Laski, çok sert konuştu: “ Ben, böyle kulaktan duyma söz
lerle hareket etmem, doküman isterim” de
di. Bir nevi “ Senin sözlerine inanmıyorum” demek istiyordu. İstanbul'da bütün yabancı gazetecilerin gözleriyle gördükleri Tan olayları için, arşivlerden dokümanlar geti recek değildik ya! Besbelli, İşçi Partisi’nin politikasını tutuyor, beni başından savuyor- du. Hayal kırıklığına uğramıştım. Benim, demokrasi kahramınım gözümden düş müştü birdenbire. Aynı zamanda İşçi Par tis i’nin tutumu da mide bulandırıyordu.
TAN OLAYI PARLAMENTODA
Bir pazar sabahı, can sıkıntım ı gider mek için, Londra’nın kuzeyinde bir parkta gezmeye çıkmıştım. “ Hemstead Heath” adı verilen bu geniş kırlık, kuzey Londralı ların nefes alma yeriydi. Şehrin kuzey ma hallelerinde pek çok profesör ve aydın otur duğu içtn de bu parkta şehrin aydın taba kalarına rastlanırdı. Nitekim, birden karşı ma bizim üniversiteden mezun bir gazete ci çıktı. “ New Statesman and The Nation” adlı haftalık gazeteye henüz başyazar ol muştu. Bu gazete sosyal demokrattı ve çok geniş bir okuyucu kitlesi vardı. Sanki ara dığım adam karşıma çıkmıştı. Bu gazete cinin adı Norman Mackenzie idi. Üniversi tede benden büyük sınıftaydı. Ne var ki, bi limsel toplantılarda, siyasi tartışmalarda kendisini sık sık görmüştüm. Türkiye’de ki durumu, Tan olaylarını kendisine anlat tım. “ Bunları bana yazılı olarak ver” dedi. Bu işi hemen ertesi gün yaptım. Ve niha yet o hafta, ilk defa olarak Ingiliz basının da bir yazı çıktı. Bu, benim verdiğim bilgi nin kısaltılm ış şekliydi. Yazım gazete bü yüklüğündeki derginin yarım sayfasını tu tuyordu.Ertesi gün gazetelerde çok ilginç bir ha ber okuyacaktım, işçi Partisi Milletvekili Phillips Price, parlamentoda Dışişleri Ba kanı Bevin’e şöyle bir soru sormuştu: “
Müt-tefikimlz Türkiye, diyorsunuz. Bu müttefl--- - ıl ç i ...
kin harp yıllan içindeki tutumunu unutma dık. Türkiye’de hâlâ faşistlere karşı sava şanların matbaalarını yıkıyorlar, sosyalist partileri kapatıyorlar, kuruculannı hapsedi yorlar. Sabiha Sertel gibi aydın bir kadını, katillerle, hırsızlarla bir arada yatırıyorlar.”
^ •'» ı_
Yıldız Seriel, Ingiltere'de tahsilde bulunduğu
6 HAZİRAN 1990
T A N O LA Y LA R I
H A K K IN D A K İ
Y A Z IM
İN G İLT E R E'D EN
A Y R IL M A M A
N E D E N
O LD U V E
A M E R İK A 'Y A
GEÇTİM .
M CCARTİZM K O L
G E Z İY O R D U
Yıldız Sertel. Moda, 1943 - Arnavutköy Kız Koleji’nde tahsiline devam ettiği sjrada.
I
NGİLTERE’de, yabancı öğrencilerin işleriyle uğraşan “ B ritishCouncil” adlı örgüt, New Stateman
dergisinde çıkan yazımdan hoş lanmamıştı. İngiltere’yi ne vakit terk edeceğimi sordular. Ben de harbin bitmiş olmasından faydala narak Amerika’ya geçtim. Harp görmemiş Amerikalılar, Avrupa’nın savaş sürecinde neler çektiklerini anlamıyorlardı. McCar- tizm’in fikir özgürlüğüne getirdiği kısıtlama lar, beni hayrete düşürüyordu.
1948’de Türkiye’ye döndüğüm vakit ise, evimizi polis kontrolü altında buldum. Bu na bakmayarak, M.A.Aybar, Behice Boran,
Adnan Cemgil, Niyazi Berkes gibi sol aydın
ların merkezi haline gelmişti. Sabahattin A li’nin öldürülmesi, bu grup üzerinde çok derin etkiler yaptı. Tam bu sırada Sivas ve Kayseri köylerinde bir sosyolojik araştırma ya çıktım. Kalkındığına inandığımız Türki ye’de, köylerin ne kadar fakir ve geri oldu ğunu hayretle kaydettim. Jandarma kontro lü de çalışmalarımı güçleştirdi.
D ah a g e n ç tim , yaş am ak ,
h a ya ta g irm e k is tiy o rd u m .
T ü rk iy e ’de b ü tü n kap ılar
ö n ü m e k a p a n m ış, e tra fım a
sanki d e m ir ö rg ü le r
ç e k ilm işti. Y e n i b ir d ü n y a y a
g id iy o rd u m
İstanbul’a döndüğüm vakit, Nazım Hik- met’in Bursa’dan Üsküdar hapisanesine ge tirilm iş olduğunu öğrendim. Derhal ziyare tine gittim . Aynı hapisanede bulunan M.A.Aybar’la beraber, misafirlerini karşıla mak için, müdürün odasına getirilmişlerdi.
Münevver’i ilk defa orada gördüm. Çok za rif buldum, onu. Yüksek ökçeli ayakkabıla rı, giysileriyle, tam bir İstanbul hanımefen- disiydi.
Nazım’ın yorgun bir hali vardı. Kuşku suz, İstanbul’da olmak, sevgilisini ve bizleri görmek onu mutlu ediyordu. Kurtuluşunun dünya ölçüsünde bir dava halini alması da sevindiriciydi. Öte yandan, hâlâ hapistey di. Artık bu çileye bir son verilmesi gereki yordu. ____________
KÖYÜN AĞASI YOK MU?
Bana ne yaptığımı, nelerle meşgul oldu ğumu sordu. Ben de ona Anadolu köyleri ne gittiğimi anlattım. “ Çok iyi etmişsin” de di. “ Ey! Neler gördün oralarda?” Ben Çimen köyünü ayrıntılarıyla anlatmaya başlayınca,“ Peki bu köyün bir ağası yok muydu?” di
ye, sordu. Ben, “ Yoktu” deyince, “ Olmaz
böyle şey” dedi, “ Sen iyi anlamamışsın, git tiğin köyün koşullarını.” Nazım Anadolu'
yu hapisanede tanımış, bol bol ağaların kad rini çeken köylülerin öykülerini dinlemişti. .Benim gittiğim, Sivas’ın dağ köyleri ise,
“ küçük köy ekonomisinin” yaygın olduğu
bir bölgede bulunuyordu. Nazım’a bunu an latmaya çalıştım.
içerden ve dışardan yapılan bütün bas kılara rağmen, hükümet, birtürlü Nazım için bir af çıkarmaya yanaşmıyordu. Türkiye, tek partili rejimden, çok parti sistemine geçme süreci içindeydi. Bayarve Menderes’in kur duğu Demokrat Parti, seçimleri kazandığı halde birtürlü hükümet kurulamıyordu. İş te tam bu sırada Nazım açlık grevine baş ladı.
Babam, hapisanede ziyaretine gidiyor, hükümet olmadığını ileri sürerek Nazım’ı
grevden vazgeçirmeye çalışıyordu. Ama, o kararlıydı, “ dünya halklarına söz verdim,
vazgeçemem’ diyordu. Grev uzadıkça, du
rumu kötüleşti. Bir gün, hastane dönüşü ba bam, “ Nazım’ın hali fena, karnı şişti, ateşi
yüksek” deyince, dünyamız tersine döndü.
Bunun üzerine derhal, bizim evde dost ay dınların katıldığı bir toplantı yapıldı. Bu grup, ortada sorumlu bir hükümet bulunma dığını ileri sürerek, Nazım’dan, hükümet ku rutana kadar grevi bırakmasını isteyen bir başvuru hazırladı. Bu başvuruyu Nazım’a babam iletti, büyük zorluklarla kabul ettir di. Böylece Nazım muhakkak bir ölümden kurtuldu.
Nihayet hükümet kuruldu, bir af kanu nu çıkardı. Bundan faydalanarak hapisten çıkan Nazım, Münevver'le beraber, annesi nin Cevizlik’teki evine yerleşti. Üç gün, g it menin sakıncalarını tartıştıktan sonra, ni hayet ziyaretlerine gittik.
Cevizlik te, ahşap bir evde oturuyorlar dı, Nazım’la, Münevver. Kapı açılıp da biz içeri girince, daha yukarı kattan, “ Vay efen
dim! Buyursunlar, hoş geldiniz!” sözleriy
le karşıladı bizi Nazım. Çok sevindiği bel liydi. Ziyaretçilerinin az olduğu anlaşılıyor du. Herkes bizim gibi birtakım hesaplarya- pıyordu, zaar. Yukarı kata çıktığım ız vakit, duvarları baştan aşağı yağlı boya resimle rin kapladığını gördük. Hârika bir resim ser- gisiydi bu. Ressamı, Nazım’ın Bursa hapi- sanesinde yetiştirdiği, Balaban’dı. Genç ressam Nazım’ın yanında duruyordu. Ben bu resimlere o kadar kapıldım ki, Nazım’a doğru dürüst selam da veremedim. Bala- ban’ın mandaları hâlâ gözümün önündedir ve de renkleri.
Biraz sohbetten sonra, Nazım cebinden son yazdığı şiirleri çıkardı. Pol Robson’a yazdığı şiirdi bu. Ben onu yarım kulakla
din-Annem Sabiha Sertel, Moda'daki evimizde torunlarıyla 1949.
liyor, Balaban’ın tablolarından gözümü ala mıyordum. Her vakit yaptığı gibi, şiirini oku duktan sonra herkesin fikrini sordu. Tabii annemle babam çok beğenmişlerdi. Sıra ba na gelince, “ Şiir çok güzel, amma ben bu
tablolardan gözümü alamıyorum” deyince
kızdı: “ Zaten sen şiirden anlamazsın!” de di.
M ü n e v v e r i İlk d e fa g ö r d ü m .
Ç ok z a r if b u ld u m o n u . Y ü k s e k
ökçeli a ya k ka b ıla rı,
giysileriyle ta m b ir İstan bul
h a n ım e fe n d is ly d i
Nazım hapisten çıkm ıştı, evine ziyare tine bile gitm iştik, ama hava ağırdı gene, kurşun gibi ağır. Gizli emniyet neonu bıra kıyordu, ne bizi. Emniyette çalışan çok es ki birarkadaşı, ona, “ dikkatli ol, seni öldür
meye hazırlanıyorlar” demişti. Biz de, önü
müzde, arkamızda polis, dostlarımız arasın da polis görmekten bunalmıştık. Ne çalış mak mümkündü, ne yazmak, ne de normal, olumlu bir hayat yaşamak. Hele, “ polis
devletinden” nefret eden, hürriyet âşığı ba
bam, dayanamaz hale gelmişti.
ilk ziyaretimizden bir kaç hafta sonra, Nazım’la Münevver’e Moda Caddesi’nde rastgeldim. Onlar karşı kaldırımdaydılar. Moda’ya doğru yürüyorlardı, ben aksi is ti kamete gidiyordum. Nazım, uzaktan beni gördü, büyük bir ihtiyatla, kirpiklerinin al tından gizlice süzdü beni. Kendisini gör- mek«isteyip istemeyeceğimi anlamak is ti yordu. Belli ki onu görmemezlikten gelen dostları vardı. Ben hemen karşı kaldırıma geçtim. Selâmlaştık. Nazım sordu:
— Baban ne düşünüyor?
— Babam Türkiye’den ayrılmayı düşü nüyor.
— Doğru düşünüyor. Benim de elimde olsa, ben de aynı şeyi yapardım. Babana söyle, düşüncesine katılıyorum.
Bu, Türkiye’de Nazım’ı son görüşümdü. Bundan kısa bir süre sonra da, uzun zaman dönmemek üzere Türkiye’den ayrıldık. An nem, “ Roman Gibi” adlı yapıtında, uçağı mız Yeşilköy’den ayrıldığı andaki duygula rını şöyle anlatır: “ Başımı uçağın koltuğu
na dayadım. Gözlerimi kapadım. Savaş do lu bir hayatı arkamda bırakıyordum. Uğrun da bu kadar fedakârlık yaptığım halkımın, en güç günlerinde onların davasını savun mak hürriyetinden yoksundum... içim sız ladı... Gözlerimden akan yaşların sıcaklığı nı dudaklarımda duydum.”
Ben annemin yanında oturuyordum. Dü şüncelerim, büsbütün başka yöndeydi. Da ha gençtim, yaşamak, hayata girmek istiyor dum. Türkiye’de bütün kapılar önüme ka panmış, etraf ima sanki demlrörgüler çekil mişti. Yeni bir dünyaya gidiyordum, önüme yeni imkânlar açılacaktı, yaşayacaktım. Her üçümüz de, bu ayrılığın çok uzun sürmeye ceğini düşünüyorduk. Bir beş yıl söz konu suydu. Arkada bıraktığımız karanlıkların ay dınlığa çıkacağına inanıyorduk. Paris’e var dıktan sonra, üç gece arka arkaya polis rü yası gördüm. Bu kâbusu arkada bırakmak mutlu ediyordu beni.
---r> t
7
t m
i L A K = ™ i
3
Hapishanede yitirdiği yılların acısını çıkarmak, doludizgin yaşamak istiyorduÖZEL SOHBETLERDE İKİ DÜNYA: KAPİTALİST-SOSYALİST ARASINDA MUKAYESELER YAPILIYORDU
KİNCİ Dünya Harbi’nden sonra Pa
ris’te siyasi hayat çok canlıydı. Na
zizme karşı mukavemet hareketine büyük katkısı olan Komünist Par tisi güçlüydü. Tertip ettiği toplan tılarda Jacques Duclos gibi önder ler, sosyalizmin galebesinden bah sediyordu. Pierre Courtad, Domini
que Desentis gibi yazarlar ziyaret ettikleri
Sovyetler Birliği'ni bir cennet gibi anlatı yorlardı. Paris’te esen bu hava beni baya ğı heyecanlandırmıştı.
Biz Paris’teyken, Nâzım da Türkiye’den kaçtı. Ona ilk defa 1951, Berlin Gençlik Festivali'nde rastladım. O da harpten sonra kurulacak yeni dünyanın heyecanına kapıl mış görünüyordu. Oysa, Berlin şehri baş tan başa bir harabeydi.
Nâzım, merkezi Viyana’da bulunan Dünya Barış Konseyi'ne üye olduktan son ra, babamı da Viyana’ya getirtti. Bu sırada Viyana müttefik devletlerin işgali altınday dı. Şehir, Amerikan, Ingiliz ve Sovyet bö lümlerine ayrılmıştı. Güncel yaşantıda bu hissedilmiyor, özel sohbetlerde iki dünya: Kapitalist, sosyalist, arasında mukayese ler yapılıyordu. Kapitalizmden yana olan lar şöyle bir hikâye anlatıyorlardı: "Bir Sov yet askeriyle, bir Amerikalı asker bir kah vehanede konuşuyorlarmış, Amerikalı as ker, ‘Bizim ülkemizde hürriyet var. Ben is
tersem, şu masanın üstüne çıkıp, kahrol sun Elsenhower (x) diye bağırabilirim’ de
miş. Sovyet askeri cevap vermiş: ‘Bizde de
aynı öyle, ben de istersem, şu masanın üs tüne çıkıp, kahrolsun Eisenhower diye ba ğırabilirim!’ cevabını vermiş." Sovyet yan
lıları ise harbin Sovyetler sayesinde kaza nıldığını, İnsancıl bir rejim olan sosyaliz min dünyaya yayıldığını söylüyorlardı.
N â zım şiirini o ka d a r ta tlı ve
h a zin b ir sesle o k u rd u ki, nere
deyse ağlam aklı o lu rd u m
O sıralarda, dünya barış hareketi, ger çekten de geniş kapsamlı bir hareketti. So runu sadece S.B.’nin ve sosyalizmin
güven-Nâzım, Dünya Barış Konseyt’nde Pablo Neruda ile.
Nâzım, katıldığı toplantılarda sosyalist realizmin çerçevesini aşan sanat görüşünü or
taya koymuştu.
cesi olarak koymuyorlardı. Bu, insanlığın geleceği davasıydı. Amerikalıların, Japon ya’da Hiroşima ve Nagazaki’ye attıkları atom bombaları, bu İki şehri bir anda tama men yok etmiş, yüz binlerle insanı topra ğa gömmüştü. Zamanla daha da güçlü bombalar keşfedilecek, bir atom harbi in sanlığın yok olmasına sebep olabilecekti. Dava böyle konduğu için, harekete kaplan ların, çevresi de çok genişti.
Yarası b ü y ü k tü . Ko rku n ç b ir sı
laya tu tu lm u ş tu . G e rid e b ıra k
t ığ ı M ü n e v v e r , M e m e t v e
m e m le k e t, bu üç sıla birleşi-
y o rd u şiirlerinde
Dünya Paris Konseyi’nin değişik ülke lerde tertip ettiği toplantılara, J.Huxley, Irè
ne ve Juliot Curie gibi büyük bilginler, Pab- io Neruda, Picasso, Paul Eluard, Aragon, Uya Ehrenbourg, Fadayev gibi dünya çapın
da sanatkârlar katılıyordu. Nâzım da, bu bü yükler arasında yerini almıştı. Barış Kon seyinden ötürü, Viyana’ya sık sık geliyor du. Her vakit olduğu gibi yazdığı yeni şiir leri bize okuyordu:
“ Badem gözlüm beni unut, Bu gemi bir kara tabut, iumbarından giren olur. Üstümüzden geçti bulut.”
Bu üzerinden geçen atom bulutu yü zünden hastalanan bir Japon balıkçısının hikâyesiydl. O zaman yazdığı en güzel şi irlerden biri de, Hiroşima’da ölen bir kız ço cuğu üzerineydi:
“ Kapıları çalan benim kapıları birer birer. Gözünüze görünemem göze görünmez ölüler"
“ Bir vapor geçer Varna önünden, uy Karadeniz'in gümüş telleri, Bir vapor geçer Boğaz’a doğru. Nâzım usulcacık okşar vaporu,
yanar elleri...”
N â zım ın ö n e m li b ir d e rd i de
S o v y e tle r Birliği n d e sa n a tk â r
lara yap ıla n b a skıy d ı. Y a ra ta n
insana g e re ke n ö zg ü rlü k ta
n ın m ıy o r "sosyalist re a lizm "
g ibi b ir şem a ç iziliy o r, bu çer
çeve İçine g irm e y e n le r a fo r o z
e d iliyo rd u
söylerim” diyordu. Anlattığına göre, genç
Sovyet şairi Yevtuşenko da muhalif şair sa yıldığı için, büyük bir baskı altındaydı. Hat ta bir defa, Sovyet Yazarlar Blrllği'nde bu lunduğu sırada, Fadayev’le Aragon’un, Yev tuşenko yüzünden sert bir tartışmaya giriş tiklerine şahit olmuştu. Fransız şairi Ara- gon da, isyan etmişti, Merkez Komitesi’nin dargörüşlülüğüne. Bağrı yana yana bütün bunları anlattıktan sonra, işi şakaya çevir mesini, kahkahalarla gülmesini de becerir di. O kahkahalar, belki do bir kaçamaktı. Öte yandan, hapishanede yitirdiği yılların acısını çıkarmak, doludizgin yaşamak isti yordu, Nâzım, yüreği müsaade ettiği süre ce. Sosyalist realizmle ilgili olarak bize şu fıkrayı anlatmıştı:
“ Çalıyorum kapınızı teyze, amca, bir imza ver. Çocuklar öldürülmesin şeker de yiyebilsinler.”
Nâzım bu şiirini o kadar tatlı ve hazin bir sesle okurdu ki, nerdeyse ağlamaklı olurdum.
Böyle güzel, dokunaklı şiirlerle ve güçlü kişiliğiyle bir dünya hareketine katılmak, el bette ki Nâzım için iyi oluyordu. Bu eylem içinde değişik ülkelere davet ediliyor, yal nız kendi ülkesinde değil, dünyanın dört bucağında ezilen ve savaşan insanların öy küsünü belirten şiirler yazıyordu. Gitgide daha çok bütün insanlığın malı oluyordu. Ne var ki, bütün bunlar onu doyurmuyor du. Yarası büyüktü. Bir kere, korkunç bir sılaya tutulmuştu: Geride bıraktığı Münev
ver, Memet ve memleket. Bu üç sıla b ile
şiyordu şiirlerinde. Bu şiirleri okurken, elini yüreğinin üstüne koyardı. O hasta yürek de onu rahat bırakmıyordu. Bir ara Sovyetler - de hastanede yatmış ve hatta öleceğini da hi sanmış, Memet'e son mektubunu yaz mıştı. Bu sıla şiirlerinden bana en çok do kunanlardan biri de şuydu:
Avrupa’da tekrar bulduğumuz Nâzım, Türkiye’de tanıdığımız genç ve ateşli şair den çok farklıydı. Bir kere, nispeten yaş lanmıştı. İkincisi uzun hapishane yıllarının,
“ anjino pektoris” in üzerinde bıraktığı izler
vardı. Bütün bunlara bir de sıla ekleniyor du. Viyana'ya her gelişinde bizimle, özel likle babamla beraber olmaktan mutlu olur. Her seferinde de bize dertlerini açardı. Önemli bir derdi de, Sovyetler B irliği’nde sanatkârlara yapılan baskıydı. Yaratan in sana gereken özgürlük tanınmıyor, “ sosya
list realizm” gibi bir şema çiziliyor, bu çer
çevenin içine girmeyenler ya aforoz edili yor ya da Merkez Komitesi adına, Sovyet Yazarlar Birliği'ni idare eden Fadayev'den •zılgıt yiyorlardı. Nâzım da bu zılgıt yiyen ler arasındaydı. Genç Sovyet şairlerinin toplantısında konuşmuş, “ sosyalist realiz
min” çerçevesini aşan geniş bir sanat gö
rüşü ortaya koymuştu. Bu da bürokratların hoşuna gitmiyordu. O dönem, Stalin döne miydi, Merkez Komitesi'nin çizdiği yolu tenkit, büyük cesaret isteyen bir şeydi. Nâ zım, “ Ben namuslu komünistim, Türk hal
kına, ikinci vatanım saydığım S.B.’nin hal kına yalan söyleyemem, düşündüğümü
M e rk e z Kom itesi nin çizdiği y o
lu te n k it b ü y ü k cesaret iste
y e n b ir şeydi
Bir sosyalist devlet başkanı büstünü yaptırmak istemiş. Başkanın bir gözü kör müş. Çağrılan heykeltıraşlardan birçoğu, başkanı kör gözlü yaptıkları takdirde ceza landırılacaklarını düşünerek, vazgeçmişler bu işten. Nihayet, bir heykeltıraş kabul et miş. Başkanın sağ gözü kör olduğu için, sol profilini veren bir büst yapmış. Başkan,
“ Neden sol profilim i yaptın?” diye sorun
ca, “ Sosyalist realizme uyması için” ceva bını vermiş. Yani, sosyalist realizm, olay ların yalnız bir yönünü vermek, kötü yön lerini örtbas etmek anlamına geliyordu. (x) İkinci Dünya Harbi nde, Avrupa'da Amerikan askeri kuvvetlerinin başkomutanı, harpten son- ra Amerika-Cumhurbaşkanı.
YARIN: NÂZIRI'DAN
PAPARA YEDİM...
8 HAZİRAN 1990
YAZIL
| AZIM, Viyana'ya sık sık ge-
j liyor, her gelişinde de bize
yüreğini açıyor, Sovyetler
i Birliği'ndeki bürokrasiden,
yolsuzluklardan, yaratılan bir imtiyazlı zümreden, hal kın çektiği sıkıntılardan bahsediyordu. Buna rağmen, bizim, daha doğrusu annemle benim için Sovyetler Bir liği, dağın arkasındaki köydü. Bütün kusur larına rağmen, orada jyi işler yapıldığına, büyük bir sanayi kurulduğuna, yeni bir top lum yaratıldığına inanıyorduk. Nâzım, şair hayaliyle her şeyi büyütüyor diye düşünü yorduk. O ülkeyi görmek de en büyük is teklerimizden biriydi. Bir gün, Moskova'da bir uluslararası öğrenci toplantısı olduğu nu öğrendim. Nâzım, bu toplantıya Paris' ten iki öğrenci davet ettirmişti. Derhal ken disine yazdım, niye beni de bu gruba kat madın diye. Bunun arkasından bana da bir davet geldi. Hem de diğer öğrenciler gibi, öğrenci yurdunda değil, Nâzım’ın evinde kalacaktım.
NÂZIM'IN KIR EVİNDE BİR HARA
Moskova’da Nâzım’ın iki evi vardı: Şe hirdeki apartmanı, bir de şehir dışındaki köşkü. Beni köşkte misafir etti. Bu köşk, Moskova'nın 50 km kadar dışında Perldel-kino denen bir kırsal mahalledeydi. Etrafta
hep, meşe ormanının içine serpilmiş köşk ler görünüyordu. Bu köşklerde, Ehrenburg,
Slminov, Fadayev ve diğer Sovyet yazarla
rı oturuyordu. Burası yazarların mahallesiy- di. Eski Erenköy köşklerini andıran bu vil lalara “ Daça” deniliyordu. Nâzım, Daça’sın- da doktoru Galina'yla beraber kalıyordu. Bir de, Kocabaş adında kocaman köpekleri var dı. Daha kapıdan girerken ısınmıştım bu eve. Galina (ona daha ilk günden, ben de herkes gibi Galya demiştim) çok sevimli, candan bir kadındı. Beni dostça karşıladı. İlk işleri bana evi gezdirmek oldu.
Daha kapıdan girerken ısın
mıştım bu eve. Galina çok
sevimli, candan bir kadın
dı. Beni dostça karşıladı
Bu, iki katlı köşkü, Nâzım kendi zevki ne göre döşemişti. Beğenmemek mümkün değildi. Birinci katta geniş bir mutfak, ya0 ODA BENİM YATAK ODAM OLACAIÇTI. MOSKOVA'DA
KALDIĞIM SÜRECE BU HENGÂMENİN İÇİNDE YATACAKTIM,
b ü t ü n
e s e r l e r
! ¡
n c e
İ
n c e
t e t k ik
e d e r e k
Nâzrnı’dan güzel
bir papara yedim
zim bilmediğimiz bir hava içinde yaşıyor lardı. Özür diledim, bunu düşünemeyece ğimi kendisine anlattım. Zaten o da bunu biliyordu: “ Sen bilemezsin, bu Komünist
Partisi Katolik kilisesi gibi bir şeydir her işe, benim hususi hayatıma da karıs.ırlar”
dedi. Sonradan, parti üyelerinin karılarını aldattıkları takdirde, tenkit edildiklerini, partinin onayı olmadan ayrıldıkları vakit ise, partiden atılmaya kadar giden büyük ceza lar gördüklerini öğrendim. Nâzım, 17 yıl ha piste kadınsız yaşamış, sonra çok sevdiği karısından ayrılmak zorunda kalmış, ondan sonra da S.B. Komünist Partisi Merkez Ko- m itesi’nin kontrolü altına girmişti. Galya’- nın o evde yaşaması da onların müsaade siyle oluyordu.
Mahallede Sovyetler Birliği
nin en İlginç insanları oturu
yordu. Nâzım, Ehrenburg1-
la, Fadaev’le, simonovla
görüştüğünü söylüyordu
Moskova'da Nâzım'm en iyi dostu Azeri yazar Ekber Babayef’ti.
nında güzel bir yemek odası vardı, bir de Nâzım’ın yatak odası, ikinci katta, Nâzım, çok güzel bir Şark odası döşemişti: Duvar kenarları hep minder ve yastıklar, yerlerde kilimler, ortada mangal. En çok sevdiğim oda bu olmuştu. Bunun yanında da müze ye benzer büyük bir odaya girdik. Burada ne yoktu ki? Nâzım’a ta Çin’den, Küba’ya kadar dünyanın dört bir bucağından gelen hediyeler; kilimler, yastıklar, akvaryum, sehpalar, kılıçlar, bebekler, vazolar, portre ler ve daha aklınıza ne gelebilirse. Bu oda, rengârenk bir kültür cümbüşüydü. Bir yığın el emeği, sanat eseri birikmişti burada. Ay nı zamanda Nâzım’ın büyüklüğünü göste riyordu. Dünyada ne kadar çok insan, Nâ- zım’ı düşünmüş, ona bir armağan vermiş ti. O oda, benim yatak odam olacaktı. Mos kova’da kaldığım sürece, bu hengâmenin içinde yatacaktım, bütün eserleri ince in ce tetkik ederek.
rak rolü büyüktü. Nâzım’ın yaşantısını bü yük bir intizama koymuştu. İçki, sigara ya saktı. Gerektiği vakit, iğnesini, tedavisini yapıyordu. Nâzım da dinliyordu onun sö zünü. Nâzım’ı çok sevdiği, onun hayatını uzatmak için elinden geleni yaptığı belliy di Galya’nın. Bu sayede de evde bayağı bir ahenk vardı. Ancak, Münevver ve Me- met asla unutulmuyorlardı.
Bu İlk tartışmadan sonra, Nâzım gene o neşeli, candan insan oldu. En güçlü ta rafı, çabuk affetmesiydi. Ona kötülük eden leri affettiğine defalarca şahit olmuştum. Bu onun olgunluğundan geliyordu. Hayatta affetmediği iki insan vardı. Birisi, Mosko va’da, Merkez Komitesi’ne onun aleyhinde raporlar veren bir eski Türk komünisti, bi risi de, Türkiye’de beraber hapiste bulun dukları sırada, yalan yere Nâzım’ı suçlu gösteren bir eski dostu. Kazığı hep dost larından yemişti zaten. O ilk hava geçtik ten sonra, beni ağırlamaya koyuldular. Ye mekleri Nâzım pişiriyordu. Özellikle pilavı çok güzel pişiriyor, bununla övünüyordu.
GALİNA, NÂZIM I DÜZENE
SOKMUŞTU
İkinci kata çıkarken, ilk gözüme çarpan şey, merdiven boyunca bütün duvarın, Mü- nevver’in ve Nâzım’dan doğan oğlu Me- met’in fotoğraflarıyla dolu olmasıydı. Ne kadar da güzel bir çocuktu Memet! Bu sı la yakıyordu Nâzım’ı. Galya, bunu biliyor, Münevverle Memet geldikleri gün, çekilip gideceğini, eğer isterse Nâzım’ın doktoru kalacağını söylüyordu. Aslında, doktor
ola-r ola-r Sonradan benim de Galya diye çağıracağım Galina Nâzım'm hayatını düzene sokmuştu
Bu sıla yakıyordu Nâzım ı.
Galya bunu biliyor, Münev
verle Memet geldikleri gün
çekilip gideceğini, eğer is
terse Nâzımın doktoru ola
rak kalacağını söylüyordu
NSzım’ın evi adeta bir müze gibiydi.
Nâzım’m evinde bir hafta benim için il ginç bir şey oldu. İlk günü, Nâzım’dan gü zel bir papara yedim. Kendimi davet e ttirt mek için ona gönderdiğim mektup yanlış bir şey olmuştu. Ben bilmiyordum, ama bü tün mektuplar açılıyordu. Merkez Komite- si’nden, beni davet etmediği için papara ye mişti. Bu sözleri söylerken sinirleniyor, hid detini saklamak için kirpiklerini indiriyor du. Ben ise şaşıp kalmıştım. Viyana’dan ge len bir insan için, bunu anlamak güçtü. Herhalde bu S.B. başka türlü bir âlemdi.
Bi-Yemek pişirmesini hapishanede öğrenmiş ti. Sonra, beni Moskova’da gezdirmeye baş ladılar. Bu gezintilere, Nâzım’m Azerbay canlI dostu Ekber Babayef ve şiirlerinin çe virmeni Moza da katılıyordu.
Mahallede S.B.’nin en ilginç insanları oturuyordu. Nâzım, Ehrenburg’la, Fadayev’- le, Simonov’la görüştüğünü, ancak bu gö rüşmelerin resmi olduğunu söylüyordu. Türkiye’de olduğu gibi, teklifsiz, kapıyı açıp, “ merhaba!..” diyemiyorlardı birbirle rine. Bu açıdan, en yakın dostu Babayef’ ti. Azeri gelenekleriyle, Türk gelenekleri bir birine uyuyor, bir Azeri’yle yakın dostluk çabuk kurulabiliyordu. Bundan başka, Ba bayef çok zeki ve Nâzım’m her işine koşan bir insandı. Aşağı yukarı hem dost, hem sekreter durumundaydı. Nâzım’ı çok sev diği, bütün hizmetleri severek yaptığı da belliydi.