• Sonuç bulunamadı

BEYAZ USTA SİYAH ÇIRAK BAHADIR YENİŞEHİRLİOĞLU. Türk Roman-Öykü

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "BEYAZ USTA SİYAH ÇIRAK BAHADIR YENİŞEHİRLİOĞLU. Türk Roman-Öykü"

Copied!
18
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)
(2)

Türk Roman-Öykü

TİMAŞ YAYINLARI | 4078

Edebiyat Kitaplığı-Roman | 207

YAYIN YÖNETMENİ

İhsan Sönmez

EDİTÖR

Seval Akbıyık

KAPAK FOTOĞRAFI

Cristina Mitchell / Trevillion Images

KAPAK TASARIMI

Erdi Demir

İÇ TASARIM

Tamer Turp

1. BASKI

Haziran 2016, İstanbul

6. BASKI

Aralık 2019, İstanbul

ISBN

TİMAŞ YAYINLARI

Cağaloğlu, Alemdar Mahallesi, Alayköşkü Caddesi, No:5, Fatih/İstanbul

Telefon: (0212) 511 24 24 timas.com.tr timas@timas.com.tr

timasyayingrubu Kültür Bakanlığı Yayıncılık

Sertifika No: 45587

BASKI VE CİLT

Sistem Matbaacılık Yılanlı Ayazma Sok. No: 8 Davutpaşa-Topkapı/İstanbul

Telefon: (0212) 482 11 01 Matbaa Sertifika No: 16086

YAYIN HAKLARI

© Eserin her hakkı anlaşmalı olarak

(3)

KARTAL

Gerçeküstü gibi bir gerçek

Ömrün rüzgârı insanın üzerine kırbaç gibi indiğinde, ya- şanmış onca acı kalbine bir hançer gibi sokulduğunda onun gönül deryasından atılmış oltasının peşine düşüp kancasına takılmak ne hoş… Usul usul ona doğru çekilmek, kavuşma anını düşlemek ne hoş...

İnsan gerçekten hiç kimse olmak istiyor mu?

Ölüler sütunu şehirlerde ruhları çarmıha gerilmiş suretler, umutlarından, hayallerinden, aşklarından, nefretlerinden vazgeçmeye hazır mı?

Zamanı geldiğinde saf vicdanlar hepimizin gözleri önüne serilecek.

Hiç mi korkmuyor insan?

Ordularımın ufka doğru arkamda sıralanmış olmasından gurur duyuyorum. Benim için savaşmaya hazır bunca askere minnet borçluyum. Bütün ses ve nefes bana ait. Bu sessizlik, bu kan donduran ortam aslında benim. Bunu istiyor mu- yum? Evet, istiyorum. Buna hazırım.

(4)

Karşımdaki rakibim, dönüşü olmayan bir kararlılıkla kü- heylanını şaha kaldırıp dörtnala bana doğru sürüyor geride onca askeri bırakarak. Benim bu hesaplaşmadan kaçışım mümkün değil artık.

Bu cenk alanında sonuçlanacak her şey. Davullara işaret veriyorum elimi havaya kaldırarak, yüzlerce davul tek bir hareketimle vurmaya başlıyor tokmaklarını. Ben bu savaşı ne pahasına olursa olsun kazanmak istiyorum.

Fethedemedikten sonra kendimi, nasıl yaşayabilirim ki onurlu? Nasıl barışırım kendimle ve nasıl dik durabilirim arz üzerinde?

Yeleleri rüzgârda savrulan atımı dörtnala düşmanıma doğru sürüyorum. Kan ter içinde birbirimize yaklaşıyoruz. Gemi azıya almış küheylanlar, ağızlarından köpükler saçarak koş- turuyorlar havayı şimşek gibi yararak.

Gökyüzü, dağlar, ovalar nefesini tutmuş. Bütün askerler ne olacağını merak ediyor, bu karşılaşmanın galibi kim olacak diye.

Düşmanıma gözlerimi dikmiş vaziyette yol aldığım sırada derinlerden bir kadın çığlık atıyor doğum sancıları içinde, ardından tazecik bir bebek ağlaması duyuyorum. Gözlerim- den yaşlar dökülmeye başlıyor. Babası, dudaklarını bebeğin pembe kulağına yaklaştırıyor. Gözyaşlarım daha da artıyor.

Bana doğru yaklaşanı artık önemsemiyorum. Doludizgin küheylanımın üzerinde yol alırken bebeğin kulağına eza- nın okunmasını dinliyorum. Gözyaşlarım rüzgâra kapılıp bebeğin gözyaşlarına karışıyor. Her yeni doğum gibi bu da gözyaşlarıyla geliyor.

(5)

Şimşekler çakıyor ovanın orta yerinde. Etraf toz duman.

Rüzgâr, cenk yerinde ne var ne yoksa önüne katarak bizimle birlikte at koşturuyor adeta.

Bu savaşı tek başıma göğüslemek ve sonu nasıl biterse bitsin yaşamak istiyorum.

Askerlerin ellerinde sımsıkı tuttuğu mızrakların uçlarında, her biri nefsi, gururu, merhameti, öfkeyi, güveni, acizliği, yokluğu, varlığı, aşkı, ihaneti temsil eden bayraklar gökyü- zünde rüzgâra çarparak dalgalanıyor.

Bu savaşı kazanacağım. Başka türlü kuramam, var edemem kendimi.

Düşmanımla birbirimize iyice yaklaşıyoruz. Aynı anda diz- ginlere asılıyoruz, hızını kesemeyip şaha kalkıyor üzerinde güç bela durabildiğimiz kan ter içindeki küheylanlar.

Artık yüz yüzeyiz.

Düşmanım miğferinin siperliğini kaldırıyor. O anda yüzünü görüyorum, gözlerini. Sırtımdan gelen bir titremeyle buz kesiyor bütün vücudum. Derin bir sarsılışın esiri oluyor bütün varlığım.

Aynaya bakar gibiyim adeta, yüzümü görüyorum karşımda.

Kendimle karşı karşıya geldim ben.

Bu cenk yeri benim içim.

Ben, cengin ta kendisiyim.

Düşman da benim, düşmanımla savaşan da.

***

Zifiri karanlıkta bir kartal olanca hızıyla yol almaya çalışıyor.

Gözlerini hedefine dikmiş; tüm gücünü kullanarak avını

(6)

yuvasına götürmek istiyor. Yerde insanlar, gökte melekler, bir de İblis bakakalıyor bu duruma.

Yer geçilir, gök delinir. Aslında ne gök vardır delinen, ne de geçilen yer. Zamanın ötesinde, âlemden âleme geçilen bir berzahta hızla kanat çırpmakta kartal.

Avın, kartala ne garezi vardır ne de ona ait olma isteği. Sadece ayağa kalkmaya mecali olmaksızın çöktüğü dizlerinin üze- rinden avazı çıktığı kadar bağırıyor; “Kıymetlim yetiş!” diye.

Felekler geçilir aşk-ı muhabbet ile. Felek deliye döner bu ateş de ne diye...

İzninizle biraz önceye döneceğim…

***

Huzurlu bahçede, dizlerinin üzerinde yeşil kareli battani- yesiyle Boğaz’a karşı otururken görmüştüm onu; huzurlu bir esintinin çam ağaçlarının genzi yakan keskin kokusunu dört bir yana yaydığı esnada.

Derin derin bakıyordu Boğaz’a. Gördüğü Boğaz mıydı? Baş- ka şeylere mi bakıyordu? Başka zamanlara, başka anlara ve olaylara? Bilinmez, bilmiyorum. Çocuksu, duru görünüşü- nün altında yeri göğü sarsacak bilgilere, emanetlere, sezişlere sahipti. Görüntüsüyle çölün dinginliğini hissettiren bu güzel insan ne kadar da aydınlıktı…

Bu liyakatli ermişe yaklaştığımda onun meleklerle çevrili olduğunu etrafını kaplayan titreşimlerden hissettim.

Rüzgâr, saçlarımı şefkatli bir el gibi karıştırıyor, çam kokusu ciğerlerimin en ücra köşelerine kadar doluyordu.

(7)

Kıymetlimin etrafına yaydığı hale öyle parlaktı ki ona do- kunmaya çekiniyordum. O kadar yalın, o kadar derin ve o kadar bir billur görüntüye sahipti ki ona dokununca zarar vereceğimi düşündüm.

Malından mülkünden, makamından mevkiinden, evlad ü iyalinden arınmış, kuşkunun karanlık yollarında istikame- tini şaşırmamış, aklın oyunlarında kaybolmamış, aklını ve gönlünü Kur’an ve Sünnet çizgisinden ayırmamış bu özel insanla geçirilen her an hayatın anlam iksirini teneffüs et- mek gibiydi.

Onunla daha çok zaman geçirmeyi ne kadar çok isterdim.

Çok pişmanım.

Her şeyi sevgiyle kuşatmış özel biriydi o. Varlığı ile zamanı değerli kılandı. Bütün varı muhabbetle var olmuş, muhabbet- le yoğrulmuştu. Aşk alır, aşk verir, aşk’ı aşkla bilirdi. Ondaki düzen ancak evrenin özündeki düzen kadar kusursuzdu.

Ondaki güzellik ancak güldeki güzellik kadardı; hatta gül onun yanında kusurlu kalırdı. O denli ipeksi görünen ve o denli güzel kokan başka biri var mıydı acaba dünyada?

Şefkatin merkezi, disiplinlerin de en zorlusu oydu aslında.

Okyanuslar kadar geniş yüreğinde her şeyi bütün eksikliğiyle görür, o kadar güzel halleder ve düzeltirdi ki kusurunuzla yüzleşmeniz bile mümkün olmazdı. Sizi bambaşka diyarlara götüren ve yepyeni keşifler sunan bir koku gibi sirayet eder- di; görmezdiniz, duymazdınız ama yeşerdiğinizi hisseder, yepyeni diyarları keşfe başlardınız.

Bir bakardınız bahçenizde hanımeli açmış da size sadece güzel kokularını teneffüs etmek kalmış.

(8)

Yaklaştım. Gözlerimiz birbirine baktı. Kıymetlimi selam- ladım. Elini cebine attı ve bana küçük bir çakı hediye etti.

Çakı. Üzeri ahşap kaplı, bir parmağı geçmeyecek uzunlu- ğuyla avucumda duruyordu. Munis ama kararlı bir sesle:

“Kesmen gereken zamanlar olacak ve kullanmaktan çekin- meyeceksin. Acı verecek ama emin olmak, kararlı davran- mak zorunda olduğun durumlarla karşılaşacaksın, o zaman aç çakıyı ve beni çağır. Korkma…” dedi. O an gözlerimin önünde bir görüntü canlandı.

Bir köy evinde, odanın içindeydim. Odada iki kişi daha vardı. Hava çok sıcaktı. Evin biraz ilerisinden büyük bir nehir akıyordu. Geceydi. Parmaklarım cebimdeki küçük çakıya değiyordu. Onu avucumun içine aldım. Çakıyı çıkar- dım. O kadar parlak ve keskindi ki yüzümü görebiliyordum.

Birden olanca hızla sağa sola doğru sallamaya başladım.

Hayal perdesinde ne varsa kesiyordum. Her yer sarsılıyor, her şey savruluyordu. Her sallayışımda bütün damarlarım kesiliyor, oluk oluk kanıyordum. Bir yandan da inanılmaz bir rahatlama hissediyordum.

Kıymetlimin ne demek istediğini ve bu görüntünün ne ma- naya geldiğini çok sonraları anlayacaktım. Nice sonraları en çok ihtiyaç duyduğum, en çaresiz kaldığım ve dehşete kapıl- dığım anda elimi cebime atacak, parmaklarımı cebimdeki küçük çakıya değdirecek, onu avucumun içine alacaktım.

Ve her şeyin sonlandığı acılı bir zamanda Jammer’ı bütün çıplaklığıyla görecektim. Çünkü artık gerçeğin doğum san- cılarının arifesinde olacaktım. Ama bunu görmek için daha çok yol almam gerekiyordu. Anlamam için çok şeyler yaşa- mam gerekiyordu. Pek çok kişinin yaşayamayacağı cinsten şeyler hem de.

(9)

Verilenin çakı olması ve Kıymetlim tarafından verilmiş olma- sı güçlü kılmıştı beni. Ama korkutmuştu da... Kıymetlimin bunu bana vermiş olmasının bambaşka sebepleri olmalıydı.

Yaşamam ve öğrenmem gerekiyordu.

Çakı yuvasında kendini saklar gibiydi. Sakin sessiz, “Henüz zamanı değil,” der gibi duruyordu avucumda. Sıradan bir çakı gibi görünüyor ama hiç de öyle değil. İçinde sakladığı sırlar ve anlamlar bambaşka. Bu sırları ona yükleyen tabii ki Kıymetlim. Yoksa sıradan bir çakı ne anlam ifade edebilir ki?

Şimdilik sadece onun sıradan bir çakı olmadığını biliyor- dum. O kadar…

Öyle değil midir, bazı şeyleri yaşamadan bilemezsiniz. Ateşin sıcaklığını elini alevlerin içine sokmamış birine anlatmanız mümkün değildir ve bu ancak bizzat tecrübe edilmekle an- laşılabilir. Aynen onun gibi bir şey işte.

Yaşamam ve yanmam gerekiyordu. Kıymetlim biliyordu.

Ben bilmiyordum. Fakat hissediyordum.

Gözümün önünden bir anda gelip geçen görüntünün ar- dından Kıymetlimin yüzüne tekrar baktım. Fakat o yüzü- nü serin suların aktığı Boğaz’a çevirmişti. İçimden ne olur yüzüme bakın ve bana anlatın Kıymetlim, diye geçirdiğim anda beni duymuşçasına yavaşça döndü, dudaklarında tatlı bir gülücük vardı:

“Sevdiklerimizi kıskanırız, kendimiz için değil. Asla! Sevilen zarar görmesin diye yanı başımızda tutmak isteriz onu. Başka diyarlarda gurbeti yaşamasını ve yaralanmasını istemeyiz.

Yaralanırsa yardım etmek isteriz. Talep edilirsek tabii ki…”

(10)

Sonra başını tekrar çevirdi. Artık konuşma bitmişti, gitmek zamanıydı. Etrafa hanımeli kokuları yayıldı, kokuyu derin derin içime çektim ve usulca geri geri yürüyerek ayrıldım huzurundan.

Damarlarımda yürüdü aşk, geldi sokuldu yüreğimin oda- larına. Kavuşuyor kaynağına, aşk denen anafora. Titremesi bu yüzdendi ruhumun.

Savaş başlayacak. Savaş sürgüne gönderecek beni. Ordusuz bir savaş bu. Tek kişilik bir serüven hem de. Bunu ancak yaşayarak öğrenebilirim. Bana kimselerin yardım etmesini beklemeden cevheri kendi çabamla bulabilirim. Bu bir im- tihan ve bütün cevapları ancak kendim bulabilirim. Şifreleri verecekler ama çözmek benim işim.

Ne söylemelerini bekleyebilirim ki… Anlattıkları takdirde anlayabilir miyim?

Acıyı anlatarak öğretebilir misiniz insanoğluna ya da sevinci öğrenebilir mi insan yaşamadan?

Arz üzerine indirildiğimiz günde başladı bu serüven aslında.

Kara büyüler içerisinde hayat, ak büyülere, efsunlara takılıp kalmadı mı? Ak ile karanın savaştığı bir meydan değil mi aslında insanoğlunun beyni?

İnsanoğlunu aç, genişlet ve yay bütün arzın üzerine. Onda her şeyi göreceksin aslında bütün gerçekliği ile. Bu yüzden insan küçük bir kâinat aslında. Sevilmemiş her can sevilmeyi arzu eder. Bunu gösterme şekilleri farklıdır sadece. Bazıla- rında acı olarak gerçekleşir, bazılarında şiddet, bazılarında kutsanma ihtiyacı olarak. Böylece bir cazibe alanı olmayı ve doyasıya sevilmeyi arzu eder insan.

(11)

Gerçekleştir meydan muharebelerini nefsinde. Dünya de- diğin bu aslında.

Ruhlar âleminde verdiğin sözün ne kadar yakınında ne kadar uzağında kaldığına bir bak ve tanı kendini.

Söz yaratıldı kâinat yaratılmadan önce ve aşk bu muhare- benin tam özünde.

Varlık sebebimiz olan aşk tam da merkezde.

Aşkla yaratılan insanoğlu serüvenini yaşamadan öğrenemez hiçbir şekilde.

Hani dağların kabul edemediği, taşıyamadığı o kutsal yük var ya, işte bu kutsal maceranın ta kendisi.

Nerede kalmıştık?

Hatırladım.

Hatırladım, felek deliye dönmüştü bu ateş topu ne diye.

Dizlerinin üzerine çöken, avazı çıktığı kadar bağırıyordu,

“Kıymetlim, yetiş!” diye.

Diğer yandan kartal, ağzının içindeki kanlı, koyu mora çalan harfleri bir türlü bırakmak istemiyordu. Nefes bile alması mümkün değildi sanki. Evet, bulmuştu. Evet, onundu. Baş- kasına gerek yoktu.

“Bunu ancak ben yerine ulaştırırım, bu görev benim, bu benim avım,” diyerek uçmaya çabalıyordu.

Hava o kadar ağır ve o denli yoğundu ki uçmak değildi bu, başka bir şeydi.

(12)

Kartalın gri, mor bulutlar arasında sürtünmesi o kadar art- mıştı ki kanatları alev almış, gözlerinde korku peyda olmuştu.

O zaman ikileme düştü ve içinden konuşmaya başladı:

“Ben değil miyim acaba bu âdemin sahibi? Ama nasıl olur, hayır! Sahibi benim bu avın, onu menzile ulaştıracak olan benim, başkası değil. Ben bunun için seçilmedim mi? Bu muhabbetli dostu bana sevgilim kendi evinde, hücre-i saa- detinde buldurdu. Adeta al diye bana sundu, şimdi yok olma zamanı değil, bu görev benim. Hazreti Hüseyin Efendimiz bu görevi bana verdi. Diyar diyar dolaştım ve aradıklarımın tümünü buldum. Peki, o zaman kanatlarım neden tutuştu?”

Tam bu sırada yerde yanmakta olan tutku ile bağlandığı avına baktı. Onun da tutuştuğunu, yanmaya başladığını fark etti. Sonra kendi kanatlarına baktı. Bütün tüyleri yanmış ve kanat çırpması çok zorlaşmıştı. Derin bir acı hissetti kartal.

“O zaman,” dedi. “O zaman neden istemiyor? Ben onu böy- lesine severken ve onun aşkını kendi aşkıma mühürlemişken neden böyle yanıyor? Ben ona zarar vermiyorum, ona asla zarar veremem, ben onu seviyorum, bunu bilmiyor mu?

Neden ikimizi de yakıyor alev alev?”

“Böyle devam edemez, devam ederse buna yaşamak denmez, bu ölümden beter. İnandığım ne varsa yerle yeksan oluyor.

O zaman ölmek tek kurtuluşumuz,” diyerek şimşek hızıyla yanmakta olan sevgili avına doğru pike yapmaya başladı.

Pençelerini bütün heybetiyle açtı, avının göğsüne geçirdi, tam sevgili avının kalbini söküp yok edeceği anda büyük bir patlama sesi duyuldu ve kesif bir barut kokusu yayıldı etrafa.

Kartal kendini yok etmişti. Ağzından dökülen harfler etrafta uçuşuyordu.

(13)

Kartal tarafından kalbinin sökülmesine ramak kalan sevgili, etrafa yayılmış barut kokusu ve duman arasında yerde ya- tıyordu. Nice sonra bembeyaz bir odada ve bembeyaz bir yatakta gözlerini açtı. Sözler dökülüyordu dilinden.

“Kartal, kartalım ben bunu arzu etmedim ki… Zamanın çok ötelerinden gelen bir aşkla sevdim seni. Onca acıya ve örselenmeye rağmen senin yok olmanı hiç ama hiç isteme- dim. Sadece sevdim seni. Seni sevmeyi sevdim. Sendeki çocuğu sevdim. Ama buna katlanmak çok zordu. Senin se- vilmemişliğinin ağırlığı öylesine arttı ve o kadar büyüttün ki kendini, benim buna katlanmam mümkün değildi. Seni kurtaramadım. Seni döndüremedim pınarın kaynağına. Bu zor, çok zor bir durum. Anlatmak bu kadar zorken yaşamanın ne demek olduğunu anlayabiliyor musun? Kartal senin yok olmanı ben istemedim.”

“Yetiş!” diye bağıranın çağırdığı kişi hani...

“Kesmen gereken zamanlar olacak ve kullanmaktan çekin- meyeceksin. Acı verecek ama emin olmak, kararlı davranmak zorunda olduğun durumlarla karşılaşacaksın,” diye uyaran, çakıyı hediye edendi. Yani Kıymetlim, yani Ustam.

Kim yanar? Kim yakar? Jammer kim? Kıymetlim kim? “Ye- tiş!” diye bağıran kim?

Söz veriyorum hepsini öğreneceksiniz.

Hayal zannettiğiniz her şey aslında gerçeğin ta kendisi. İna- nıp inanmamak sizin seçiminiz ama ben yaşadım hepsini, o yüzden biliyorum bu hikâyeyi.

Neyse, devam ediyorum.

***

(14)

Sonra bir melek belirdi. Etrafa yayılan harfleri ağzının için- de bir araya getiriyor ama birini bir türlü bulamıyordu. “E”

vardı, “S” vardı, “L” vardı, “İ” vardı, “M” vardı, “Y” vardı; “T”

yoktu. Birden “T”nin kartalın pençesine takılmış olduğunu gördü. Hışım gibi üzerine uçtu, “T”yi oradan çekip çıkardı ve ağzının içine alarak uzaklaştı.

Dizleri üzerine çöken adamın göğsündeki kan durdu, etek- lerindeki alevler söndü, fakat etrafa yanık et kokusu yayıl- mış, her yere kan sıçramış, duvarlara beyin parçaları yapışıp kalmıştı.

Kartal, pençelerini sevdiğinin göğsüne geçirmeden ve kör kurşun ateşlenmeden önce aklından şu cümleler geçti:

“Zaman mı? Mekân mı? Ne zamanın hükmü var, ne de mekâ- nın. Sen zaman var sanıyorsun, mekân var sanıyorsun. Sen sadece var sanıyorsun. Sen aslında… Sana benzeyen her şeyi tekrar değiştiriyorsun. Aklın oyunları işte, senin ne suçun var ki. Sonu baştan yazılmış bir ilişkinin zorluğunda zihnimin oyunları. Zerre kanım akmaz suçum olsa. Ama hiç görmedin ki bendeki beni. Öyle bir coştu ki içim. Geceyi şevkle tutup ucundan, aşka sürmek istedim. Sesi titretti can telimi. Tenimi yırtmak gelir içimden. Ustanın beyazına siyah bir çırağım, siyahtan mı kara, karadan mı siyahım? Gün doğar geceden. Bir muhabbet yayılır etrafa bu muhabbet-i şahaneden ve arz ve gök lal kesilir şahitliğinden. Bütün sular seyre aksın aşka. Gel, muhabbetinle ör duvarlarımı. Ne olur açık kapı bırakma. Tek isteğim içerden tamamla. Yalnızca içerden tamamla. Görüyor musun? Seni yaşatan, sendeki ruhu görüyor musun? Bir bıçak üzerine atladım. Atladım ki ne atladım. Aşka atladım. Ama ışıkları sönüyor ikimizin gittiği yolun. Terk ediyorum hayalleri. Beni terk edemezsin,

(15)

sonsuz âleme beraber gideceğiz o zaman. Kollarımdan kayıp gitmene dayanamam, asla buna izin veremem.”

Bütün bu kargaşanın üzerine hanımeli kokuları yayılıyordu.

Bir de genzi yakan çam kokusu.

Âdem arza ilk adımını attığında sarsıldı tüm âlem, bu da kim diye. Bir damla yaş aktı o an yere ve yok oldu ne var ne yoksa. Ezel de ebed de aynen böyle işte.

***

Şeyh Feridüddin-i Attâr’ın Mantıku’t-Tayr adlı mesnevî- sindeki ana hikâye “Sîmurg”dur. Hikâyenin özeti şöyledir:

Dünyadaki bütün kuşlar bir araya gelerek olağanüstü bir kongre tertip ederler. Padişahsız yapamayacaklarını söyleye- rek bir padişah aramaya karar verirler. Aralarında “Hüthüt”

adlı akıllı ve zeki bir kuş vardır. Hüthüt, önce kendi bilgi ve tecrübesini aktarır. Sonra da Kaf dağının ardında “Sîmurg”

adlı bir padişahın varlığından haber verir. Sîmurg’un me- ziyetlerini uzun uzadıya anlatır. Beraberce yola koyulup onu aramaya çıktıkları takdirde, kendisinin derin bilgi ve engin tecrübesiyle onlara kılavuzluk edebileceğini söyler.

Yolun zorluklarını ve karşılaşabilecekleri sıkıntıları bir bir anlatır. Kuşlar yola koyulurlar. Fakat hepsi menzile varmayı arzuladığı halde içlerinden bazıları çeşitli mazeretler ileri sürüp yolculuğu bırakır. Hüthüt her defasında kuşları ikna etmeye çalışır. Yolun uzunluğundan şikâyet edenlere yolda istek, aşk, marifet, istiğna, tevhit, hayret ve fakr u fena adlı yedi vadinin olduğunu, ancak bu yedi vadiyi aştıktan sonra Kaf dağının ardındaki padişaha ulaşabileceklerini söyler.

(16)

Yol alındıkça yolcuların sayısı azalır. Kimi kuşlar, vadilerde sınavı kaybedip sürüden geri kalır veya türlü nedenlerle yol- da telef olur. Yaşanan sıkıntılar kuşların sayısını azaltmakta, ancak gücü ve iradesi yetenler yola devam edebilmektedir.

Karşılaşılan birçok sıkıntı Hüthüt’ün başarılı kılavuzluğu sayesinde atlatılmakta ve hedefe biraz daha yaklaşılmaktadır.

Nihayet, yolun sonuna gelirler. Yüz binlerce kuş olarak yola çıktıkları halde yolun sonuna gelindiğinde geriye sadece otuz kuş kalmıştır. Bu kuşlar Kaf dağının ardında gördükleri man- zaranın güzelliği karşısında hayretler içinde kalırlar. Burası daha önce hiç görmedikleri ve hayal bile edemeyecekleri kadar büyüleyici bir yerdir. Önlerinde büyük ve görkemli bir bina vardır. Binadan bir elçi çıkıp kendileriyle konuşur. Kim olduklarını, nereden ve niçin geldiklerini sorar. Sîmurg’u bulmak maksadıyla yola koyulan yüz binlerce kuştan geri- ye kalan otuz kuş olduklarını söylerler. Fakat kendileriyle muhatap olan elçi, onlara Sîmurg’un ululuğu karşısında herhangi bir anlam ifade etmediklerini belirterek geri dön- melerini tavsiye eder. Kuşlar, aldıkları bu cevap karşısında adeta yıkılır ve kendilerinden geçerler. Bir müddet sonra Sîmurg’a yakın olmanın yansıttığı nurun etkisiyle kendi- lerine gelirler. Sîmurg’un cemali aksedince onun yüzünü görürler. Fakat gördükleri karşısında şaşkınlığa düşerler.

Çünkü ona baktıklarında kendilerinden başka bir şey göre- mezler. Kendilerine baktıklarında ise onu görürler. Görenle görülenin aynı olması kuşların aklını başından alır. Bunu anlamakta güçlük çeker ve işin sırrını öğrenmek isterler. O sırada karşılarındaki binadan dil ve dudaktan müstağni bir ses duyarlar. Bu ses, karşılarındaki büyük ve görkemli yapının bir ayna görevi gördüğünü, oraya kim gelirse gelsin ancak

(17)

kendi kendini görebileceğini, Sîmurg’un menzile gelebilen otuz kuş olduğunu söyler.

İnsan kendini arıyor bütün hayat hikâyesi boyunca.

Aynı benim gibi.

(18)

BAKLAVA 12 Eylül sonrası

Babamın öldüğünü Evren’e söylememiz mümkün değildi.

Kendi derdi yetiyordu zaten. Fakat ben neden böyle bir işe kalkıştım ki? Neden? Hâlâ anlamıyorum.

Çocukluğumda da böyleydim… Aman benden kaynakla- nan bir problem olmasın, ben sebep olmayayım, aman bir pürüz çıkmasın, aman her şey iyi olsun… Mutlu olalım, mutsuzlukları yok edelim diye elimden gelen ne varsa yap- maya çalışırdım.

Sinemaya giderdik bazen; yazlık sinemalarda gazoz bile almak istemezdim. Canım isterdi ama, şimdi bir problem çıkmasın, içmeyeyim daha iyi, kimsenin canını sıkmayayım, rahatsızlık vermeyeyim türünden gereksiz ve manasız has- sasiyetlere takılır kalırdım.

Küçük bir çocuğun böyle vehimlere kapılması ne acı, ne büyük yara. Geçmişte böyle düşünmeme sebep olan has- talıklı ne varsa bugünümü ne çok yaralıyor. Sürekli tamir etmeye çalışıyorum.

Referanslar

Benzer Belgeler

Selahattin Ağbi bütün kuşçular gibi yerde değil gökte ge- zerdi. Biz de ondan öğrenmiştik öyle gezmeyi, ama herif ka- çak kuşların nereden geleceğini bilirmişçesine yedi

“Her şey yasak!” diyordu Matmazel d’Espard, kendi kendine konuşur gibi; sonra koridordaki o plakanın sadece uykusuz yaşlılar için kon- duğunu açıklıyordu.. Ayağa

Hatta o zaman dedesi Mümin de şim- di olduğundan çok başka biri olurdu.. Iki kızı

“Altınkapı” ve “Bestekâr”da eski âşıkların kavuşmasıyla onarılır. “Altınkapı”da hatıratını yazmak için huzurevinin sükûnetini tercih eden Şakir’i ziyarete

Mehmed Han ile birlikte en önemli topar- layıcı siması olan Salih Bey’e teşkilat içinde halen çok büyük hürmet gösterilirdi.. Kul Ömer’in üçüncü sırrı ise

Sözü edilen ilk kişi, kısa adı MASSOLİT* olan, Moskova’nın büyük ve hatırlı edebiyat derneklerinden birinin başkanı, aynı za- manda sanat alanında yayın yapan

Rüzgâr güç- lendikçe alçak tepelerin üstündeki kar yığınları kalın bir tabaka halinde yerinden, ansızın biri bir hançer saplamış gibi irkilerek kalkıyor, sonra

Siss, kendi küme arkadaşlarını kazanmak için bütün gücünü kullandı ve başardı; bununla bir- likte, hiçbir şey yapmasa ve dayanağı olmasa da Unn’un orada en