• Sonuç bulunamadı

YİNE YAZDIK. Beş öykücünün kaleme aldığı Sokağa taşan öykü başlıklı bildiride ise, Henüz çocukken etrafımızı

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "YİNE YAZDIK. Beş öykücünün kaleme aldığı Sokağa taşan öykü başlıklı bildiride ise, Henüz çocukken etrafımızı"

Copied!
12
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

DÜNYA ÖYKÜ GÜNÜ ÖZEL EKİ

İZ ÖYKÜ

15 Şubat 2021 Pazartesi www.izgazete.net / izgazete

İz Öykü’nün hazırlanması için öykülerini bi- zimle paylaşan birbirinden değerli yazarlara, büyük emekleriyle katkılarını esirgemeyen ya- zarlar Duygu Özsüphandağ Yayman ve Murat

Şahin’e, sayfa sekreteri Ömer Dinç’e, editör Yağız Barut’a teşekkür ediyoruz.

Hayatımızın öyküsü uzun ömürlü olsun

Ö yküyle hayatın birbirine dokuna- rak, birbirini izleyerek ilerlediğini söyleyen Zafer Doruk, hayatları- mızda sayısız öyküler yaşadığımıza ve kimi zaman kesişen öykülerimizin var olduğuna dikkat çekerken, öykü anlatıcısının da tüm yaşananları, hayata ayna tutacak bir kıva- ma getirdiğini ifade etti. Dünden bugüne anlatılan öykülerin birbirine eklemlenerek

‘insanlığın öyküsü’nü oluşturduğunu vurgu- layan Doruk, öykülerin tıpkı fotoğraflar gibi modern çağın hızına karşın zamanın dışına çıkarak bize başka bir hayatın da olabilece- ğini gösterdiğini kaydetti.

‘YENİ BİR UMUT’

Modern çağın, hayat tarzıyla birlikte öykü anlatma biçimlerini, zaman ve mekân algısını değiştirdiğini söyleyen Doruk, öykünün diğer tüm yazınsal türler içinde önemini koruduğuna da değinirken, öy- künün sırtından ‘olay’ ağırlığının

büyük ölçüde atıldığını ve olayın insanın iç dünyasındaki etkisine odaklandığını ifade

etti. “Yazarı hangi inançtan, ideolojiden yana olursa olsun, iyi bir öykü yazmışsa -öyküde hiç sözü edilmemiş de olsa- okuyup bitirdikten sonra içimizde sevgiden, barıştan yana yeni bir umut yeşerir” diyen Zafer Doruk, bildiriyi “Hayatını- zın öyküsü uzun ömürlü olsun” sözleriyle nokta- ladı.

‘YİNE YAZDIK’

Beş öykücünün kaleme aldığı ‘So- kağa taşan öykü’

başlıklı bildiri- de ise, “Henüz çocukken et- rafımızı kuşa- tan eril hege- monyayı, bir

kadın olarak yazma sürecinde de hissediyoruz. Kadınlığı ya değersiz ya da kutsal olma

ikiliğine hapsedenlere inat, yazma sürecimiz; kendi

kişiliğimizi bulduğumuz, benliğimize ve varlığımıza

sahip çıkabildiğimiz bir keşfe dönüşüyor. Toplum- sal normların dışına taşan

mürekkebimizi; yazarlı- ğımızı ve kadınlığımızı kendi kurguladığımız gibi yaşayabilmek adına akıtıyoruz” denildi.

Edebiyatın her alanın- da oluşturulmuş ataerkil normları kabul etmeden, ezici erkek belirleyici- liğinden geriye kalan sınırlı alanda yazma uğraşı verdiklerini söyleyen beş öykücü, “Nesneleştirme ça- balarını, söylem ve pratikle- rini içselleştirmedik, yazma- ya devam ettik. Eril düzeneğin

‘büyük’ erkek yazarlarının metinlerimizi ‘bok gibi’ bulma- sını umursamadık. Yetiştirmek zorunda bırakıldığımız tonlarca ev işini durdurarak yazdık. Kal- kıp çocuklara yemek hazırladıktan sonra yine yazdık. Yaşadığımız hayat bizim seçimimizmiş gibi yapmayı bırakıp özgürlüğün önündeki engelleri öyküleştirdik” dedi.

‘ÖYKÜ SOKAĞA TAŞIYOR’

“Biz yazmanın, yazar ve kadın olmanın tüm reçetelerine inat bir varoluşla, artık kendi hikâyelerimizi, istediğimiz gibi anlatmak istiyoruz” diyen beş öykücü;

ayrımcılığın, yok sayılmanın, tüm baskı ve tacizlerin, yaşamın ve yazının önünde- ki tüm engellerin ortadan kalkacağı bir dünyaya uyanmak için yazdıklarını belirtir- ken, “Artık öykü, yuvasını terk edip sokağa taşıyor” ifadelerini kullandı. Öykücüler; 14 Şubat Dünya Öykü Gününü edebi-

yatın özgürleştiği, sınırların ortadan kalktığı, eşit bir dünyada üretebil-

mek ümidiyle kar- şıladıklarını

vurguladı.

Türkiye PEN Mer- kezi, Türkiye Ya- zarlar Sendikası ve Edebiyatçılar Derneği tarafın- dan 2003 yılın- dan beri kutlanan

‘14 Şubat Dünya Öykü Günü’ ile ilgili bu yıl iki bildiri yayımlandı. ‘Öykü ve hayat’ başlıklı bildiriyi, yazar ve kütüphaneci Za- fer Doruk kaleme alırken, ‘Sokağa taşan öykü’ baş- lıklı bildiriyi ise yazarlar Burçin Tetik, Eylem Ata Güleç, Gamze Arslan, Mevsim Yenice ve Şengül

Can kaleme aldı İz Gazete’nin geçtiğimiz ay kutladı -

ğımız beşinci kuruluş yıl dönümünde, genç ekibimizin ortaya koyduğu id

-

dia ve heyecanın Türkiye’yi dönüş -

türeceğini ifade etmiştik. İşte bugün elinizde tuttuğunuz ‘İz Öykü’ özel eki

de aynı anlayışın ürünü. Öyle ki de -

mokratik, adil, özgür ve aydınlık bir geleceği hayal edenler olarak, sanatı;

güzel ve iyi olanı yaratmanın, kendini en doğru biçimde ifade etmenin ve hayatı dönüştürmenin en zarif yolu

olarak görüyoruz. Bu duygu ve dü -

şünceyle ‘14 Şubat Dünya Öykü Gü -

nü’nü kutlarken sanatın ve sanatçının sesine ses olabilmek için daha fazla çalışacağımızın sözünü veriyor

, keyifli

okumalar diliyoruz…

İZ GAZETE A

İLESİ

(2)

2 15 Şubat 2021 Pazartesi İZGAZETE

www.izgazete.net

Çizgi

Felsefe Pazarı

Teşekkür ederim kızım ama ben keki zeytinsiz yiyemem. Herkes gülüp dalga geçiyor ama öyle işte, yiyemem. Çünkü yıllar önce birbirimize söz verdik, yanında siyah zeytin olmadan kek yemeyeceğiz, diye. İnci’den bir gün önce…

Dördümüzün en zarifi, en incesiydi, adı gibi. Ancak gerçek bir inci onun kadar güzel olabilirdi. Hatice, Berna ve ben, birbirimiz arasında en çok onu severdik. Beyaz, yumuşak, ince, uçucu şeylerden yaratılmış gibiydi. Bir şey düşünülmeliyse İnci çoktan düşünmüş olurdu, bir şey fark edilmeliyse fark etmiş. Kimseyi kırdığı görülmemişti.

Fransızca okuyordu ve bu ona çok yakı- şıyordu. Gözbebeğimizdi.

Bizimki de diğer öğrenci evleri gi- biydi işte. Evin tek sayısalcısı Berna’nın Kayserili oluşu yetmezmiş gibi üzerine bir de muhasebe okuması dünyayı dar ediyordu hepimize. Evet, çok az paray- la geçiniyorduk ama… Son günlerde Hatice’ye sabah namazının özellikle karanlıkta kılınmasının sevap olduğu- nu yutturmaya çalışıyordu ki Hatice’nin yakarışlarının mahiyetini ve elektrik faturasını düşünecek olursak, bu haklı bir uğraştı. Üç kuruşumuzun cabbar bekçisiydi Berna.

Hatice… Göztepe’deki o çatı katı, bize bir yuva olduysa onun sayesindey- di. Her yuvanın bir anası olur. Gerçekte evi çekip çeviren oydu. Oynarken düşüp dizi kanayan çocuklar gibi ilk koştuğumuz da o. Hatice sormaz, sor- gulamaz, koşulsuz şefkat gösterirdi.

Ankaralıydı. Ama dışından.

Birbirimizin kaderi, hayatı, ailesiy- dik.

O akşam yine Kadıköy’ün tüm kitap- çılarını dolaşıp nihayet eve gelmiştim.

İçeri girince kendimi koltuğa atıp “Ak- şam …Yine akşam…Yine akşam… Bir sırma kemerdir suya baksam.” dedim.

İnci “Yahya Kemal miydi o?” dedi. Böy- le bilemediler mi çok seviniyordum.

Yok dedim, Ahmet Haşim. Yalnız Yahya Kemal de ne büyük adam ya… “ Meh- tâp, iri güller ve senin en güzel aksin...”

diye okumaya başlamıştım ki Hatice yemeğe çağırdı. Tarhana kokuyordu yine. Hatice “Aaa kızlar, çok besleyici ama!…” diye diye iki günde bir dayıyor- du tarhanayı. Yiyorduk tabii, mecbur.

Annem en çok tarhana yolluyordu.

Çorba bitince Berna “E, geçen gün

iki tane tavuk budu almıştık, onlara noldu?” dedi saf saf. Hatice köpürdü:

“Tövbe estagfurullah! Vallahi sen beni deli edeceksin Berna, kız, patatesli sulu yemek yaptım ya onları, salçalı hani, dün yemedik mi?” diye çıkıştı.

İnci kadife bir sesle araya girdi “Kızma annesi, unutmuş çocuk.” Berna “Par- don Patron! “dedi. “Ben tavukları fark edememişim suyun içinde.” Gülüştük.

Allahtan her tartışmayı bir şekilde de- liliğe vurup gülüşerek bitiriyorduk da kavga gürültü olmuyordu evde. Ama acı hep vardı. Ortada, kaskatı, koca- man. Bazen bir telefonla geliyordu, ba- zen mektupla. Bazen de analarımızdan birinin yolladığı koliden çıkıyordu acı.

Sirkeli turşu kılığına girdiği de oluyor- du, bazen de sadece 20 lira. “Bizde de yok ki kızım.” oluyordu bazen, bazen de “Dayınlar okulu bıraksın diyor.” Acı, evimizden çıkmıyordu hiç. Alışmıştık, onu bir köşeye oturtuyor, etrafından dolanıyorduk usulca. Ama geceleri ille de birimizin koynuna giriyordu şeref- siz, uyutmuyordu.

Tarhanamızı içmiştik ama kimse doymamıştı tabii. Hatice “Durun kız- lar” dedi, “Çay yaparız yanına diyordum ama madem doymadınız, kek verdi Selma Abla akşamüstü, koyayım da yeriz.” Berna, iyi de dedi, ne o öyle yemeğin ortasında tatlı mı yiyeceğiz?

Başka ne var dolapta? Hatice buzdo- labını açtı, raflarla bir süre bakıştılar.

“Zeytin” dedi, “Biraz siyah zeytin var.”

Masada dört dilim kek ve yarım kâse siyah zeytin duruyordu şimdi. Keyfimiz kaçmıştı. Kimse yemiyordu. İlk önce İnci uzandı bir zeytin attı ağzına, sonra da kekten bir parça kopardı. “Ay çok güzel oluyormuş kızlar! ” dedi. “Valla böyle bir tuzlu, bir tatlı, dengeliyor işte birbirini.” Hayat gibi, dedim. “Hayat insana verilmiş hem tatlı hem acı bir armağandır.” Kim demiş, dedi Hatice.

“Tarkovski demiş.” Hatice güldü, “Afe- rin edebiyatçı hanım, hadi ye bakalım armağanını şimdi.” Sonra bir güzel, afiyetle yedik kekle zeytinleri. Yemek eğlenceli bir oyuna dönüşmüştü yine.

Berna masadaki kırıntıların üzerine işaret parmağını bastırıyor, sonra par- mağındakini düşürmeden çilli burnu- na kadar kaldırıp kedi gibi yalıyordu.

Hatice ona gülmekten kırılırken israf haramdır, nimet bu nimet, hah şöyle, diye dalga geçiyordu.

O zaman hiç fark etmemiştik. İnci her zamanki gibi ince, her zamanki gibi düşünceli ve zarifti ama sanki

etrafındaki sedef kabuk incelmişti o gece. Sanki daha kırılgandı, dokunsan dağılıverecekmiş gibi. Dokunmadık.

Sofradan kalkmadan önce İnci “Kızlar”

dedi, gözleri bir tuhaf buğunun ardın- dan bakıyor gibiydi. “Mis gibi doyduk işte, değil mi? Bir daha bu kadar lezzet- li bir yemek yiyeceğimi sanmıyorum. O zaman bundan sonra keki sade yemek yok. Ne yapıp edip yanına siyah zeytin bulacağız, tamam mı? Söz mü?” Haya- tımız boyunca ettiğimiz edeceğimiz en büyük yemin olduğunu bilmeden, gü- lüşerek bağırdık bir ağızdan “Söz!”

O gece önce Hatice yattı. Yatsıdan sonra bir iki dolanır, çok da dayanamaz hemen uyurdu zaten. Salonun kapı- sında durmuş, elinde tesbihi, üzerinde geceliği hepimizi bir süzdükten sonra

“Ben yatıyorum kızlar, Allah rahatlık versin.” dedi. Sırf gıcıklık olsun diye

“Hatice korkmuyor musun uyumak- tan?” diye sordum, Hz Muhammed bile

“Uyku ölümün kardeşidir.”diyor. Gül- memeye çalışıyordum. Önce bir tövbe çekti, sonra niyetimi anlamış olacak ki

“Aman deli şey, ne uğraşıyorsun benle, git Allah aşkına” dedi. Kalkıp sarıldım.

“Şaka bebeğim, şaka yapıyorum, git uyu canım. Uyku en sakin yolculuktur, de- dim ve içimden ona kadar saydım. Bu sefer Berna atladı “Öf Elif, hadi söyle de kurtulalım, kim demiş?”diye. Yine bilememişlerdi, güldüm.“Tevfik Fikret demiş.”

Hatice yattıktan sonra İnci onun uyumasını bekledi yine, sonra üstünü örttü. Hatice uyanıkken asla örtüne- mezdi. Allahtan hemen dalıyordu da kızcağız çok beklemiyordu. Sonra İnci duşa girdi, biz de Berna’yla salonun ge- niş penceresinin önünde elbette ışıklar kapalı olarak oturduk. Sokak lambası içerideki üç beş eşyamızla ikimizi ay- dınlatmaya yetiyordu. Berna yine göz- lerini tavana dikmiş, bu ay artacak olan kirayı ve aidatı bize bölmeye çalışıyor- du ki “İnci’ye mektup geldi bugün.”

dedi. Hiç bahsetmemişti bize. Berna’ya da bir şey söylememiş okuduktan son- ra. Hepimizin mektup geldiğinde yap- tığı gibi odaya kapanıp ağlamış, sonra çay koymuş. ”Yarın anlatır, üstüne var- mayalım.” dedim. İnci gelince ikimizi de öptü. Küçükken banyodan çıkınca anneannesinin elini öpermiş hep, ondan bizi de böyle öperdi her yıkan- dığında. Saçları deniz, meltem, yosun gibi bir şeyler kokuyordu. Hepimiz aynı sabunla yıkanırdık, bir o böyle kokardı.

Biraz konuşup yattık.

Aradan yarım saat geçmişti ki İnci bizim odaya geldi, Ber- na derin uykudaydı. Benim okumadan uyumayacağımı bilirdi. “Elif” diye fısıldadı,

“Buzdolabına yeni bir şey asmışsın ‘Ve gece /uygun de- ğildi /beklemeye/yine de bek- ledim…’ yazıyor. Kimin o şiir?”

“Ah canım, Nilgün’ün o. Nilgün Marmara’nın” dedim. “Ya… Öyle mi?

Yazık.” dedi. N’oldu İncim? diye sor- dum, uyuyamıyor musun? Gözlerimin içine derin derin baktı, gözlerindeki buğu gitmiş, görmek istediği şeyleri görmüş gibi ışıklıydı bakışları “Uyu- yacağım canım, merak etme.” dedi ve sessizce gitti.

Sabaha karşı kapımıza güm güm vurulmasıyla beraber tam bir kâbu- sa uyandık. Hatice delikten kapıcıyı görünce bismillah deyip açtı. Sonrası felaket… Adamcağızın sürekli İnci İnci diye bağırması, odaya koşup İnci’yi bu- lamayışımız, toplanmış eşyaları, hazır bavulu, işler kolay halledilsin diye sa- bahı beklemesi, atlarken pervaza çıkıp evi soğutmamak için ardından camı kapaması, yere bile düşemeyip bahçe duvarına asılı kalan kuş gibi bedeni, buğulu camda elinin izi, siren sesi, kar- şı apartmanın meraklı gözleri, akşama doğru gelen baba, hastanenin soğuk beyaz duvarları… Onu daha da uzağa götüren çirkin yeşil araba…

Kendimize geldiğimizde aradan üç gün geçmişti. Ailelerimizin ısrarına rağmen memleketlerimize dönmemiş, evimizde, hiç görmediğimiz kadar bü- yük bu acıyla kalmıştık. Bütün daire- lerden yiyecek bir şeyler gelmişti, dolap doluydu ama hiçbir şey yemiyorduk. O sabah Berna masayı hazırladı, bir şarkı mırıldanıyordu sanki arada. Hatice üç gündür başını secdeden kaldırmıyordu.

Berna, işi bitince bize seslendi. Gittik.

Hatice masadaki dört tabağı görünce ağlamaya başladı. “Niye böyle yapıyor- sun Berna?” dedi. Berna önce Hatice’ye sonra bana baktı, anlamamıştı. Masayı işaret ettim. O zaman farkına vardı tabakların. “Ve bazıları yokken bile vardır, fazlasıyla” dedim. Kim demiş diye bağırdı, Berna. Edip Cansever de- miş. İyi halt etmiş diyerek, tabaklardan birini aldığı gibi yere çarptı. Sustuk, hiçbir şey olmamış gibi sofraya otur- duk. Berna “Yiyin hadi” dedi. “Vallahi bozulacak her şey.” Hatice kesik kesik hıçkırıyordu, mecbur yemeye başla- mıştık ki kapı çaldı. Hatice çabucak

gözlerini sildi, ben açarım diye fırladı.

Berna’yla kulak kabartmış bekli- yorduk. “Buyur?” dedi Hatice, demek tanımıyordu geleni. İncecik, korkak bir ses “Günaydın ” dedi. “Beni İnci abla gönderdi de…” Hatice’nin besmelesi, elinden düşen çatalın sesiyle birleşip apartman boşluğuna dağıldı. Berna kolumu sımsıkı tutmuş titriyordu.

“Dur, hemen öyle şey yapma” dedim, birbirimize tutunarak kalktık, kapıya koştuk. Bir kızcağız, kocaman açtığı kahverengi gözleriyle hepimize birden bakıyordu. Dümdüz siyah bir manto- nun altında dal gibi bir vücut, dümdüz saçlar, ağzı kapalı bir çizgi, öylesine dümdüz ki yok gibi nerdeyse. Üçümüz yan yana durmuş korkunç suskunluğu biri bozsun da zaman işlemeye devam etsin diye bekliyorduk. Bizden ses çık- mayınca kız tekrar konuşmaya başladı.

“İnci Ablayla geçen hafta kantinde tanıştık. Yani o benle… Yani ben ağlı- yordum da abla geldi benle konuştu, sağ olsun. Ben durumu anlatınca o dedi ki ‘Sen üzülme, bizim evde yer var, ben ayrılacağım bu hafta, bizim kızlar seni alır benim yerime. Kirayı paylaşırsınız…’Çok üzüldü halime, ne iyi ablaymış. Ben bu sene geldim, ba- bamın üvey amcasının kızında kalıyo- rum, ama Elmas ablamın kocası, Arif eniştem çok şey… Yani nasıl desem…

Ben İnci Ablaya anlattım ama şimdi…

” Sonra kız ağlayacak gibi oldu, sustu.

Yanında duran bavulu o zaman fark ettik. Neden sonra Hatice akıl etti de

“Geç gülüm içeri, geç de konuşuruz.”

dedi. Anne sözü dinler gibi Hatice’nin peşinden içeri girdik hepimiz. Otur demeden oturmadı kız. Hepimiz ayrı ayrı otur dedik. Bir daha baştan anlat- tırdık her şeyi.

Hikâyesini bitirince derin bir soluk aldı, kız. Yüzü aydınlandı, gülümsedi “ İnci Abla memlekete mi döndü? N’ap- tı? ” Dayanamadım, ayağa fırlamışım.

“N’apacak İnci? Hayatın üstünü çizdi!”

Berna ağlayarak kendini Hatice’nin ku- cağına attı. İçimden ona kadar saydım.

Kim demiş bunu diye soran olmadı.

Hatice Hanım, her çarşamba olduğu gibi elleriyle diktiği alış- veriş çantasını koluna, çiçekli pazar arabasını peşine takmış, semt pazarının yolunu tutmuştu.

Belediye aracının tozu yatışsın diye erken saatlerde suladığı yol- lardan, engebeli arazileri andıran kaldırımları ufak adımlarıyla ine çıka taksi durağına vardı. Emekli olduktan sonra “Evde boş boş sıkılıyorum” dese de geçim sı- kıntısından durakta değnekçilik yaptığını mahalleliden saklaya- mayan öğretmen Suphi Bey’e başıyla selam verdi. Adamın “Gel soluklan, bir çayımızı iç.” teklifini ısrarla reddetti. Ihlaya tıslaya Hastane Bayırı’nı tırmandı.

Envaiçeşit meyvenin, sebzenin satıldığı, orta halli ailelerin ça- maşır, üst baş ihtiyacını giderdiği pazara yaklaştıkça satıcıların manili, türkülü çağrıları az işiten kulağının bile duyacağı ölçüde artmıştı. Merhum Halit Bey’le muhallebi yemek bahanesiyle buluştukları eski Beyler Pastane- si’nin -şimdilerde internet kafe olmuş- köşesini döner dönmez renk renk çadırların gölgelediği panayır alanına dönmüş tezgâh- lara hevesle yanaştı. Tazecik ye- şilliklerin görüntüsüyle gözlerini, enfes meyve kokularıyla ruhunu doyurdu önce.

“Hanım teyze! Madem tezgâ- hı bu kadar süzdün, maşallah de, al bir şeyler bari de nazarın değ- mesin!” diye seslendi genç pazar esnafı. Hatice Hanım tam okkalı bir, “Münasebetsiz, hadsiz…”

tümcesi hazırlamıştı ki pazarcı çapkın bir gülümsemeye eklediği göz kırpışı torbaya bile koymaya gerek duymadan Hatice Hanım’a tutuşturuverdi.

“Ver şuradan bir kilo domates, yarım kilo da taze fasulye,” dedi mecburen yaşlı kadın. Yıllardır iltifat görmemiş yanakları al al olmuştu.

“Yarım kilo mu? Teyzeciğim al bir kilo yorma beni. Bak bu fa- sulyeyi başka yerde bulamazsın.”

dedi dövmeli kollarını sıvarken delikanlı.

“Bir başıma o kadar fasulyeyi ne yapayım a çocuk! Etim ne, bu- dum ne? Az az ver, sonra ziyan zebil oluyor, atılıyor.”

“Yanlış seçimler hep böyle

yapılır zaten. Baş- ka seçimin olma- dığına kendini inandırarak…”*

dedi pazar- cı, torbanın ağzını sıkıca bağlarken.

Yan tezgâhta elleri, yeşil pazarcı önlüğünün içinde kâğıt para arayan orta yaşlı balıkçı,

“Oğlum, bir gün de felsefe yap- ma! Aklını karıştırdın hanım teyzenin. Ablacım, Metin psiko- loji okumuş, üstüne felsefe yük- seği yapmış. Bundan ders ala ala domates, fasulye bile tencereye atıldı mı dile gelir.” deyip güldü.

“Vah evladım madem bu ka- dar okul okudun, pazarda işin ne!” diye hayıflandı kadıncağız.

“Kendime bile tam açıklaya- madığım şeyleri, başkaları için anlaşılır kılmak gibi bir niyetim hiç olmadı,’’** dedi genç, tatlı gülümsemesini bahşederken.

Patlıcan tarttığı müşteriye para üstü vermek için uzaklaştı.

“Gel, hanım abla, gel bey abi! Taze sardalya vereyim. Bak denizden yeni çıktı, kıpır kıpır!”

diye bağırdı balıkçı. Tezgâhların önü itişe kakışa akşam sofraya koyacakları yemeğin derdine düşmüş hanım ablalar, bey abi- lerle dolmuştu.

Pazarcı Metin tartıya koyduğu salatalıklardan birini kefeden çıkarırken, “Heyt be! Gören de Sinağrit Baba’yı sen tuttun sanır Reis!” diyerek güldü.

“Abasını yaktığımın dünyası!”

dedi balıkçı, kafalarını tek ham- lede kestiği, içlerini ustaca çıkar- dığı balıkları bir bir kanlı suya atarken. Elindeki bıçakla karşı tezgâhı gösterdi.

“Bak hanım abla; şu peynir tezgâhındaki sakallı çocuk ziraat, arkadaki kel de inşaat mühendisi. İlerde, iç çamaşırı tezgâhının üstünde başına don takmış oğlan da radyo televizyon okumuş. Pazarda kime yanaşsan mürekkebi ucundan yalamıştır.

Ha, ‘Pazarcılığın okulu mu var?’

dersen yok. Yakında onu da çı- karırlar gerçi. Memlekette ürete- mediğimiz uçakların mühendisi, çıkaramadığımız gazın, petrolün uzmanı var.

Yaşlı kadın dönüp tek tek tezgâhları inceledi. Üzerine beyaz havlu çarşaf dolamış genç

bir kadın, taburenin üzerine çıkmış bir tirat okuyordu. Dal- galı saçlarıyla mermer bir Helen heykeli gibi başı dimdik halkına sesleniyordu.

Dostlar, Romalılar, yurttaşlar, dinleyin;

Ben Sezar’ı gömmeye geldim, övmeye değil.

İnsanın ettiği kötülük yaşar ardından,

İyilikleriyse toprağa gider kemikleriyle...

Bırakın, öyle olsun Sezar için de.Öyleyse ne diye zorba olur bu Sezar?

Zavallı adam! Biliyorum niçin kurt olduğunu:

Romalıları birer koyun görü- yor da ondan.

Aslan kesilmezdi, Romalılar ceylan kesilmese.***

Çevreden gelen alkışlara ve

“Silivri soğuktur şimdi,” esprile- rine gülerek karşılık verdi kadın, belli ki tiyatro eğitimi almıştı.

“Havlu çarşaf yirmi lira, üç alana bir bedava! Hiçbir Tiran ölünce dirilmedi. Böyle dokuma ne Ho- meros’ta ne Bizans’ta görüldü.

Gel!”

Hatice Hanım ancak yarısını doldurabildiği pazar arabası, boş cüzdanıyla sabahki neşesini yitirmiş olarak döndü evine.

Yan apartmandan kırk yıllık ahretliği Neriman Hanım ses- lendi.

“Hatice ne oldu? Ne diye kendi kendine söylenerek geli- yorsun?”

Durup soluklanan yaşlı kadın sinirinden ağlamaklı bir sesle,

“Sorma Neriman, sorma!

Okumuş gencecik çocuklar don, paçavra satıyor. Bizim sosyete pazarı, felsefe pazarı olmuş.

Devletin başına da akbaba gibi diplomasızlar konmuş.”

*Irvin D. Yalom, Divan

** Stephan Zweig, Olağanüs- tü Bir Gece

*** William Shakespeare, Julius Caesar

Şebnem ÖZKÖROĞLU

Gamze YAYIK

Dünya Öykü Günü

(3)

3

15 Şubat 2021 Pazartesi

İZGAZETE

www.izgazete.net

Dünya Öykü Günü

“Varoluş kapanına kısılmış durumdayız.”

(Sartre) Göğsümün ortasında dayanıl- maz bir acı var. Güçlükle soluk alabiliyorum. Başım dönüyor, gözlerimi açamıyorum. Bir ıslak- lık var bağrımda. Ter mi yoksa kan mı bu? Göğsümle direksiyon arasında, bir yaşam kadar uzak- lık... Ellerimi duyumsamıyorum;

ikisi de yok olmuş sanki. Ayakla- rım hareket etmiyor. Tutsak mı- yım? Yaşam mı beni tutsak etti kendine, yoksa ölüm mü? Dar bir yerde sıkışmak ve ölmek...

Acılar içinde... Hiç düşünme- diğim bir son olur bu... Damla damla bir sıcaklık bedenimden yavaşça iniyor. Her damlada özümden bir şeyler akıp gidiyor.

Bir soluk, bir anı, bir görüntü, bir parıltı, bir kımıltı, bir...

HHH

“Şimdi nereye gidiyoruz baba- cığım?”

“Tiyatroya, Özgür. Küçük Prens’i izleyeceğiz.”

“Yaşasın!”

Nasıl da pırıl pırıldı gözleri.

O içten çocuk gülümsemesi ince yüzünü aydınlatıyordu. Elimi daha güçlü tuttuğunu duyum- sadım. Avuçlarımdaki küçücük elin sevgi dolu kavrayışında ses- siz bir güç vardı. İçimde bir pı- narın çağıltısı... O küçücük eller yıllar sonra başarılı bir piyanistin elleri oldu; oğlumun elleri...

Ne zor yıllarda tanıdım seni.

Acılar, yürek yangınlarıyla geçip gitti gençliğimiz. Dışımızdaki ve içimizdeki o büyük sava- şım... Forumlar, mitingler, ölen arkadaşlara yapılan görkemli törenler... Tutuklanmalar, işken- celer, kaçışlar... Nasıl da sımsıkı kenetlenmiştik o günlerde; ya- şamlarımız bir bütün olmuştu.

Seninle her şey kolay geliyordu;

güzel ve özgür günler çok ya- kınlardaydı... O günlerdeki

dayanışmamız, büyük bir aşka dönüşmüştü. Belki de bir yanılsamaydı bu. Bir an bile senden ayrı kalamadı-

ğım ise bir gerçekti;

benim gerçe- ğimdi. Sonra evlilik... O çok sorguladığı- mız, anlamını bulmaya çalış- tığımız evlilik de bizi tutsak etti sonunda. Özgür’ün dünyaya geldiği günler...

Sorumluluklar... O günlerde her şey toplumsallığa göre biçimle- niyordu; kaçınılmaz bir yaşama biçimiydi bu. Arandığımızı öğrendiğimizde ne kadar güç olmuştu yaşam. Arkadaşlarla bağlantı kurup gizli bir evde sak- lanmıştık. Özgür’ü önce güvenilir bir komşuya bırakmıştık, sonra da ninesine. Daha yaşama bebek gülücükleriyle bakarken.

HHH

Hiç kimse gelmeyecek mi?

Ölümü beklemek istemiyorum burada yapayalnız; bu kıstırıl- mışlık içinde. Yarın gazetelerde ölümün resmi olmak; acı bir haber olmak istemiyorum. Da- yanmalıyım; tıpkı hücrede da- yandığım gibi. Direnmek, içimde yaşattığım tek sanatım; direne- rek var olacağım… var edeceğim.

Biraz gözlerimi açabilsem, baka- bilsem dışımdaki yaşama. Daha yapmak istediklerim var; üret- mek, paylaşmak istediklerim...

Sonra, Özgür... Sahnede nasıl da büyülüyor, parmakları tuşlarda gezinirken. İçimde bitmemiş bir sonat var; yaşamın tuşlarında benim çalacağım bir sonat.

Zor yıllar içinde acıyı derin- den tattım; taş duvarlar, tutsak günlerimin tek arkadaşı oldu.

Günler çürüye çürüye akıp ge- çiyor; yıllar birikiyor, bataklığa dönüşüyordu. Özgür, büyümüş- tü gün ışığına kavuştuğumda.

Ayten kısa sürede hapisten kur- tulmuştu; ama ben… Çıktığımda, Ayten’le yabancıydık birbirimize.

Soğuktu, uzaktı, sevgi yoktu gözlerinde. Başka birinin izleri vardı yaşamında. Beni bırakıp gitti. Ayrıldık. “Aşkın ve devri- min öyküsü” ayrılıkla sona erdi.

İhanetle mi demeliyim yoksa?

Acımasızlık mı olur bu? Ayda bir

kez Özgür’ü görebiliyordum.

Çocuk tiyatrolarında, çocuk filmlerinde, oyun parklarında baba - oğul birlikteliğini yaşama- ya çalışıyorduk. Daha çok emek vermek isterdim ona. Elimden ancak bu kadar geliyordu.

Acıları büyüttüm içimde, ayrılığı büyüttüm. Özgür, başka bir evde büyüdü. Başka bir ba- bayla. O, bir keman sanatçısıydı;

Özgür’ü de müziğin görkemli yolunda eğitiyordu. Bana hiç söz düşmüyordu artık.

Bir daha evlenmedim. Saçları- ma yılların sisi çöktü, gözlerime mor akşamüstleri indi. “Hoy- rattır bu akşamüstüler daima.”

Evet, yorgunum… Ben yarı yolda bırakılmış bir... sevgiliyim. Yoksa değil miyim?

Kente dönüyordum arabay- la... arabamla yani. Araba, ev sahibi olmak… çok aykırı gelirdi bana o zamanlar. Şimdi, bir ev ve bir araba için çalışıyoruz ömür boyu.

Düşlerimizde hep o “güzel dünya”… İçimizde tuhaf çelişki- ler… Aragon’un şarkıya dönüşmüş dizelerini dinliyordum direksi- yon başında: “...gözlerin anlatı- yor; mutlu aşk yoktur…”

Sonra…

Acı içinde gözlerimi açmaya çabalarken buldum kendimi.

Direksiyon, göğsümde yaşamı ezmeye çalışıyordu. Galiba, o korkunç çatırtıdan sonra... Cam kırıklarını, metal parçalarını yüreğimin içinde duyumsuyor- dum. Büyük bir çarpışmaydı...

Çarpışma derinlerde sürüyor şimdi. Olmak olmamak arası…

Yoğun sessizlik…

Bekliyorum…

Sirenler karanlığı yırtıyor!

(Aynadaki Ayna’dan, Pagos Yayınları, 2020)

Her adımda “Acele et,” diye in- liyordu sanki ahşap basamaklar.

Ağır ağır çıktı yukarı, çatı katının o gizemli havasından korkmaya- cak kadar büyümüş, bir solukta tırmanamayacak kadar yaşlan- mıştı. Pirinç aslan başı şeklindeki kapı tokmağını avuçlayınca canı yandı. Kalbinden koca bir ısırık aldı acısı. İçeri girdiğinde eşya- ların üzerine örtülmüş beyaz çarşafları canavarlara benzetti ya da karla kaplı dağlara. Tavandaki yuvarlak camdan sızan güneş ışığının koridorunda uçuşan pı- rıltıların içinden geçti. Karşısın- daki konsolun çekmecesini açtı.

Oradaydılar… Sararmış onlarca zarf, yılların ağırlığıyla eprimiş kâğıtlar. Ya içindeki cümlelerin ağırlığı, hâlâ yerinde miydi?

“Sığ, bulanık bir suda yüzmek gibi burada olmak. Dizlerimin dibe çarpmasına aldırmadan uzaklaşıyorum karşı kıyıdan, de- rinleşme umudu yavaş yavaş terk ediyor beni. Geriye dönüp baktı- ğımda yine o derin boşluk, bakışı- mın yerini alıyor artık. Cebimdeki hikâyelerden birini çıkarıyorum.

Kendimi tanıyabilmek için bunca çaba, bunca sayfa, sözcük, cümle.

Kaç kadınsın ve kaç ateş böceğine dönüşebilirsin? Varlığımı kaybet- tiğim o deniz…”

Ateş böceklerini izlemeyi se- verdi. Gecenin bir vakti bu büyük konağın bahçesine ne zaman çıksa, bir masal dünyası içinde bulurdu kendini. Sonra oturur saatlerce yazardı, hiç bıkmadan usanmadan. Bir ateş böceğine dönüşmeyi isterdi hep. Bütün ço- cukluğu bu bahçede ışıklı minik böcekleri kovalamakla geçmişti.

Evlat edinildikten sonra “annem”

dediği kadının hiç beklenmedik hamileliği… Duvarları inleten bir bebeğin çığlığıyla birlikte görün- mez oluşu…

Karşı köşedeki büyük aynanın üzerinden hızla çekti çarşafı, ilk defa gördüğü bir kadın vardı kar- şısında, saçları erkenden kırlaş- mış, çizgileri avuç içlerindekine benzeyen yüzü, incecik bedeni…

Tanımadığı bu kadına arkasını döndü. Konsolun çekmecesinden bir kâğıt daha çekti. Şimdi elle- rinde başka bir sayfa, muhtemel üniversite yılları, anarşist ruhu ve hiç değişmeyen yalnızlığı titriyor- du parmaklarının arasında.

“Kalbimdeki derin boşluğun içine çekiliyorum sanki. Göz gözü

görmüyor. Önce kendimi sevmek- ten vazgeçi- yorum, sonra diğerlerini.

Orda kimseye yer yok. Eğile- miyorum, ayağa da kalkamıyorum.

Her şey birdenbire değişiyor. Şu koskoca ev ezilip büzülerek küçülüyor, bir ceviz kabuğunun içine sığışıyoruz hepimiz. Söz anlamını çoktan yitirdi, dokunmuyor tenime.

Zihnimdeki milyonlarca görüntü kirliliğinin içinden geçiyorum usulca. Her görüntü, bir parçamı tutuşturuyor… Bir çocuk ağlıyor, bir kadın ölüyor, bir adam vuru- luyor, bir ağaç yanıyor, bir çiçek soluyor, nehir kuruyor… bir… bir…

bir….”

Elindeki sararmış kâğıdı parmaklarının arasında ezdi.

Bu koskoca ev onundu artık.

Bir adam vurulmuş, bir kadın ölmüştü. Hiç kimse inanmamıştı ona. Duvarları ağlamalarıyla çın- latan çocuğun büyüyüp ailesini katledeceği önce kimsenin aklına gelmemiş, sonra bu cinayetleri ondan bilmemişlerdi. Kimsesiz- lik adil değildi. Eğer kilit nokta- larda tanıdığın üç beş isim varsa hayat çok kolay olabiliyordu, bu gölge gibi yaşadığı büyük konak- ta çok görmüştü; lüks arabalar gelir, gider; sorun çözülürdü.

Bağırgan bebek de büyüyünce öğrenmişti sorunlarını kirlilerle çözmeyi… Dünya hukuksuz bir adaletin etrafında dönüyordu.

Koskoca on yılı taş duvarların ardında, gökyüzünden uzakta, sessizliğin içinde boğularak geçirmek… Koğuşun iki duvarı arasında bir öğretmen, bir ga- zeteci, bir avukatla yürümek…

Çatı katının büyük pencerelerini açtı sonuna kadar, rüzgâr odanın içinde şöyle bir tur atıp çekmece- deki kâğıtları uçuşturdu, birini havada yakaladı.

Sen orda kal, kalbindeki o boş- luğun içinde, yüzlerce ateş yansa da içinde inan ona. Senden başka doğru yok, senden başka yalan da yok. Bir yıldırım geçiyor o boşluk- tan, ikiye bölünüyor an. Karanlık tarafında yaşamaya alışmalısın.

Karanlık olanı sevmelisin artık. O sensin, dinlemeyi öğren, duy onu.

Bir tek onun sözleri kalsın… Usul usul yanan ateşböceğine dönsen de kıpırdama olduğun yerden.

Hatırlayamadığı çocukluğuna sığınmıştı; o karanlık boşluğa.

Sanki bu evde altı yaşınday- ken doğmuştu. Öncesi yoktu, sonrası minik bir ateş böceği… O bağırgan bebeği de yıllar sonra o güvendiği kirli üç beş isim bu evde vurmuştu. Adaletin ilahi olanı mı makbuldü?

Bir gün infaz koruma memuru gelmiş,

“Topla eşyalarını,” demişti.

Bir “Geçmiş olsun”un omzuna dokunmasıyla irkilmiş; memu- run,

“Acele etmezsen bırakırım seni burada,” demesiyle kendine gelmişti.

Büyük demir kapı açılmış, tanıdığı birkaç iyi ismi içeride bırakıp çıkmıştı dışarıya. Gözleri sekiz metre mesafeden fazlasını yıllardır göremediği için kamaş- mış, ardında bıraktığı, buruk bir sevinçle kalanları unutmamaya yemin etmişti.

Odanın ortasındaki beyaz çarşafı öfkeyle çekti, çalışma masasının ceviz yüzeyinde toz bulutu havalandı. Çekmeceyi açtı, mutlaka bir kalem ve kâğıt olurdu. Şimdiye kadar aklını hep yazarak korumuştu, yine aynısını yaptı. Masanın üzerine eğildi, yazdı…

Çıkabileceğin bir kıyı var mı?

O kıyıda uzun sazlıklar, sazlık- larda ateş böcekleri, dokunduğu yeri yakan, yaktığı yere yerleşen.

Bir ateş böceği olsan, yine de ışığa koşar mısın? O boşluğun içinden çıkabilir misin? Karanlığın için- de minicik bir ateş, şu koskoca evren. Uzaklaştıkça küçülüyor her şey, sonra birden yok oluyor.

Uzaklaşacak kadar güçlü müsün?

Yazdıklarını masanın üzerinde bıraktı, konsolun çekmecesin- deki sararmış kâğıtları topladı.

Hepsini son yazdıklarının yanına koydu, hiç acele etmeden yere düşenleri topladı. Gecenin tam orta yeriydi. Aşağıya inerken bütün ışıkları yaktı… elindeki çakmağın ışığını tuttu bütün perdelere, koltuklara…

Gecenin ortasında koca konak yüzlerce ateş böceğine dönmüş- tü… Etraftan koşup toplananlar alevlerin arasından yükselen ateş böceğini fark etmediler…

Mahalle çalkalanıyor, Fatoş orospu olmuş. Laf! Fabrikada çalışıyor olsa tamam da... Öyle demiş babası, “Fabrikada çalışan kız önünde sonunda orospu olur, unutma.” Onun için ablam gibi ip- lik fabrikasında değil de bir zengin evinde yatılı çalışıyor Fatoş. Hafta içi izne geldiğinde de hemen beni buluyor.

O benim arkadaşım. Benden altı yaş büyük ama arkadaşım.

“Sen akıllı bir kızsın, hiç on bir yaşında gibi değilsin,” der hep bana, “bu mahalledeki herkesten akıllısın.” Çalıştığı evi anlatır uzun uzun. Beyinin ne kadar iyi bir adam olduğunu, hanımının cadılı- ğını. “Bir süpürgesi eksik. Bir gör- sen, korkunç uzun tırnakları var.

İş yapmıyor ki tabii. Ben olmasam bokun içinde kalırlar vallahi,” der.

Beyinin aldığı altın bilekliği gösterdi bir keresinde gizlice. Oda kapısını kilitleyip dışarıyı dinle- dikten sonra. Annesinin mutfakta iş yaptığından emin olunca, çanta- sından çıkardığı bilekliği “Baaak, nasıl, güzel mi?” diye uzattı. “Adın yazıyor, çok güzel,” dedim, ilk kez görüyormuş gibi benden daha merakla baktı elindekine. “Şe’nin noktası pırlanta,” dedi. Öyle bir söyledi ki pırlantanın altından daha kıymetli olduğunu anladım.

“Hanımın duymasın, dedi verir- ken biliyor musun? Onun için ne orada takabiliyorum ne de burada.

Gezmeye gidelim mi bugün?”

“Nereye?”

“Ne yapacaksın? Takıl bana hayatını yaşa.”

Annelerimize benim yıllık öde- vim için kütüphaneye gideceğimi söyleyeceğiz. Fatoş ablalık edecek bana güya. Ben okuyorum, orta birdeyim. “Üzerimi değişeyim de, hemen çıkalım,” diyor. Üzerindeki yeşil, boğazlı kazağı çıkardığıyla dantelli sutyeniyle kaldığı bir olu- yor. Ama ne sutyen! Benim me- melerim iki mercimek tanesi daha göğsümün üzerinde. Fatoş’un ki öyle mi ya? “Kazak kaşındırmıyor mu seni?” diyorum. “Of, buna- lıyorum ya, fanila giyemiyorum.

Ateşliyim ben, ateşli,” diyor.

Birlikte gülüyo- ruz. Kazaktan sonra sutyeni- ni de çıkarıyor.

Bakışlarımı kaçırıyorum.

“Ne o kız utandın mı?” diyor. “Yok ya, utanmak değil de…”

Siyah sutyenin yerini kırmızısı alıyor. İçindekini kim görecekse?

Aklımı okumuş gibi karşılık veri- yor. “İnsan kendi için süslenmeli kızııııım. Sel gider kum kalır.”

Evden izinleri kopardığımızla yoldayız.

“Rujlarımızı kuytu bir yerde süreriz artık.”

Ateşe düşmüş gibi, “Ben süre- mem. Babam görmese amcalarım görür,” diyorum.

Küçümseyerek bakıyor, acıyan gözlerle. “Adı İstanbul. Köy gibi bir yer burası, kız. Yaşım on sekiz olsun, beni zor görürsünüz bu- rada.”

“Ne yapacaksın ki?”

“Kimseye söylemezsen anlatı- rım.”

Evin beyini idare ediyormuş.

Asıl sevdiği dışarıdaymış. Şimdi de onunla buluşmaya gidiyormuşuz zaten. “Babam duyarsa öldürür beni,” diyorum. Yanımızdan geçenleri bize baktıracak kadar güçlü bir kahkaha atıyor. Gözünü üzerimizden çekmek bilmeyen gence, “Ne bakıyon lan, açıkta bi şey mi gördün?” diyor.

Kötü bakışlı, saçı sakalı bir- birine karışmış, dişlerinin arası kapkara bir oğlan buluştuğumuz.

Taksi çeviriyor yoldan. Lunaparka gidiyoruz, Dolmabahçe’ye. Haya- tımda ilk kez taksiye biniyorum, ilk kez lunaparka gidiyorum. Yarı korkuyorsam yarı seviniyorum.

Korkum biraz daha önde yalnız.

Babam bir fark ederse yandım ki yandım.

Dondurma yiyoruz. Gazoz içiyoruz. Dönme dolaba biniyo- ruz. Uçan salıncakta eteklerimizi, saçlarımızı uçuruyoruz. Her şeyin parasını Fatoş veriyor. Sevdiği ço- cuk, “Kimin yari be?” dedikçe nasıl bir keyifleniyor, “Öyle diyorsun

ama karıyı boşadığın yok.”

E v l i m i y m i ş? Babam kesin bacaklarımı kıracak. Bir an önce eve dönmek istiyorum.

Birden “Bu ne diyor?” adam.

Evli olduğuna göre adam o.

“Ne, ne?” diyor Fatoş.

“Kolundaki.”

“Haaa patronumun hediyesi.

Sanma ki tek hayranım sensin.”

“Lan Allahsız, başlatma şimdi hayranından. Ben borca batmı- şım diyorum, sen kolunda altınla inciyle mi geziyorsun? Arama lan beni bir daha.”

Donup kalıyor Fatoş. “Dur, saçmalama,” diyor. Yardım isteyen gözlerle bakıyor bana. “Ben çocu- ğum, ne yapabilirim ki?” demem an meselesi. “Koş,” diyor, “peşin- den yetişelim, koş!”

“Al ne olur, senin olsun,” diyor Fatoş. “Akıl edemedim, ne olur al.”

“Köpek gibi pişmanım diyecek- sin lan.”

“Derim. Yeter ki sen al bilekliği.

Köpek gibi pişmanım.”

Fatoş’la son görüşmemiz oluyor bu. Tam eve girecekken, “Dört ay sonra on sekiz oluyorum,” diye bağırıyor arkamdan.

Mahalle çalkalanıyor, Fatoş oros- pu olmuş. Çolak Nuri getirmiş ha- beri. Odasına kadar girmiş, gözüyle görmüş. “Yaman orospu olmuş,”

demiş kahvede. Kızılca kıyamet kopmuş karısı duyunca. Ben inan- mak istemiyorum. Ablam sırıtarak baktı yüzüme. “Ne habeeer? Benim yerime koymuştun orospuyu değil mi?” dedi.

“Sensin orospu! Fabrikada çalı- şan sensin!”

Odanın kapısı açıldığında, ba- ğırtımıza uyanan babam sanıyorum geleni. Islak bir sıcaklık yayılıyor o dakikada bacaklarımdan ayak- larıma. Kapıdan kafasını uzatan annem, gözünü yere dikip, “Gözün kör olmasın, ne yaptın kız?” diyor.

Beni bir hikâyesinden ödünç aldı yazar. “Olmaz!” dedim,

“Olur olur…” dedi. Kahraman domino taşı mı, taşınsın öyle hikâyeden hikâyeye, memle- ketten memlekete? Filibe Hü- dâvendigar Camii karşısında laternacıyım. Kahraman olmak derdim yok, gümüşi saçlarımı örerim, döpiyes giyer, mekik yüzüğümle lavantamı eksik etmem. Şapkam mı yazara hoş geldi, bilmem? Her millet insanı üşüşünce yanıma, beni konu kumkuması sanmış ola- bilir. Öğleyin “işyeri tatil, bişey sormayınız!” yazdığım kartonu koyar, kitap okurum. Kocamın ayaklı Lecia’sı da yanımda, şip- şak fotoyum ayrıyetten. Millet- ler Fotoğrafhanesi. Derler, “Ne çalışırsın, bu yaşta?” Şaşarım.

Derim, eşitlik isterim, hem burada hem öbür tarafta. Cen- net misali yaşanacak bu dünya- da anlamam neyin kavgasıdır bu?Kuşlarla yarışan uçaklara bineyim isterdim, bir de mor manto, ipekli fistan. Balkanlar hem ipeğe hasret hem barışa.

“Yaşamak delisi,” demiş bana;

“her yeni gün hem de insan, sevinçtir ona. Geçtiği sokak- lar güler, hayata iştahlıdır.”

Aman, ne çok bilirmiş! Yazar dediğinin dilinde olur, elinde olmaz. Hayat zati çok bilmeye gelmez, bildikçe şaşarsın. “Bu kadar bilmiş olma” dedim ona, bir yazarın hayali gerçekten daha gerçekmiş, eh, o öyle diyorsa öyledir. Bi İzmirli var bizim Maya’ya vurgun, kalk sen Amerikanya yeşil kartına yazıl.

Dedim, yakışır Eşrefpaşalı fı- rıncı İsa’ynan bizim kız orlara?

Vardır orda ıhlamur ağaçları, Sofya şarap, ulu ceviz ağacı, bu hava? Kart çıkmadı, oh oldu, güzel oldu, korudu İzmirliyi ıhlamurlar, bizim Maya, bel- kim sevda…

“E o vakit gidelim Havra sokakta bi meyhane açalım,”

diye tuttursun mu İsa… Adını

“Yaşasın Hayat” koyalım. De- dim ona, evladım gidecektin niyçün geldin? Balkanlı ol, kır k…ı, otur, tamam herkes vata- nında güzel, memlekettir bur- cu burcu kokar ama buralar da güzel, insan az, ağaç çok, yok- tur düşman. O “iyi ki çıkmadı”

şenliğinde, başladım, “Aldın

gittin sevdiğimi Çern Omore”yi söylemeye.

İsa da katıldı bana, “Ah bir ataş ver”

türküsüynen.

Diller, kollar karıştı, “Açasın şuracığa bi kum- rucu tükkanı be İsa!”

dedim; bu dedi, “Havra soka- ğını bi görsen, nasıl burnumda tüter, üç masalık bi meyhane ha Mariyana? Yaşasın Hayat Meyhanesi.” Yaşasın aşk, ey İsa, hayat aşk vermez sana ama bir aşk hayat verir, bütün dünyayı verir bre…”

“Ah, nasıl cıvıl cıvıldır şimdi Havra!”…E öyledir, oğlan haklı, iki kadeh atınca, İsa, Musa, Muhammed hepsi Havra’da.

Dedim ona, “Döndük Stalin’in komekonuna be oğlum, hani Çek’le doğu Alman sanayici, Romanya’ynan Bulgarı tarımcı tayin ettiydi masa başında…

Balkanların kaderini biz çize- ceyizdir artık, diyerek, nerdey- se aşkı bile onlar dağıtacak…”

“Sahi, aşk merkezden plan- lanıp dağıtılır mı Mariyana?”

dedi. “Onu bilmem, öyle olsa senin burada işin ne? Ama aşkın enfarktüse benzediğini bilirim, ilk krizde gitmezsen yaşadın.”

Çekoslovakya’da deniz ba- kanlığı kurulduğunda demişler moole, sizin orda deniz var mı da bakanlığını kurdunuz?

Onlar da demiş ki, “Sizin Rus- ya’da adalet bakanlığı var ya…”

Te burada gülecen! Ruslar da demişkine “E sizin Bulgaryada da kültür bakanlığı var, dinine yandıklarım!”

“Eşrefpaşalı gibi söyledin be Mariyana.” da, İsa, öyle, ben Balkanlı ana, hem Elen hem Pomak hem Eşrefpaşa. Kızlı- ğım, gelinliğim hep sizinkilerle geçti. Ölüm, dirim, loğusalık, düğün, sizle, şarapla, şerbetle.

Komşum varıdı. Nisan yağmu- runu sürahiye koyar, dolunay- da avluya bırakır, sabah Yasin okur, içerdi. Bize de dağıtırdı o suyu, şifa niyetine. Ay’ı içtik diye sevinirdik. Bana Tuna’yı anlattı İsa, apakmış, kanalın mavnaları gölgesini hayal ge- miler gibi suya bırakmış, ep kitap gibi mi konuşur bu oğlan, niyçün yapa- madı memleketinde?

Çalışkan, türkü söyler,

diz kırıp oynar. Bilmez mi Eşrefpaşa oğullarının kıymeti- ni, bu nasıl paşa? Değildir mi, öyleysem nedir? Sanmışım İsa paşazâde. Değilimiş meğerse.

Akşam olurkana kafede bizim papazla sizin hoca karşılıklı oturmuş, önlerinde kupalar ama niyeyse dirsekleri masaya denk gelmiyor bi türlü. “Âfi- yet şeker olsun” dedim. “Bu mübarek de Allah’ın üzüm suyu ve gene yaradanın hik- meti be hatun,” dedi papaz efendi…”Kendiliğinden şey olmuş, haddi aşan şıra, adamı sersem eder,” dedi Rasim hoca.

Bunların hâline Rabbim bile kızamaz. Gördün Eşrefpaşalı?

Sizin orda külhan çok, bizim burada hocaylan papaz ser- mest… Sen bilin gayrı, Maya yanında, kupa elinde, hadsiz şıra içinde, yok beyzâdelerde sendeki safa… Kalasınız bura- da. Seslen duysun karşıdakiler.

Zati baban Eşref değilimiş, paşa baban yok madem, biz seni burada general yapalım, otur oturduğun yerde, aç bi kumru tezgâhı, kuğurdayıp gidin. Mutluluk başka ne ki?

Yerin, yenin dar olmasın, kal- binde şarkın tükenmesin. Şu ömrü keyifle yaşa, hikâyen güzel yazılsın, varsın külhan olma, memlekette olma, n’ol- muş? Koca dünya memleket sana, daha ne?

Hem İsa, bak dünyada sınır mınır kalmamış, herkes atlıyor atına, dıgıdık gidiyor başka diyâra. At mat yok elbet, uçup gidiyor, göçüp gidiyor. Kır dizini, kal burada, ne varmış Eşrefpaşa’da?

İzmir’in meltemi ha, şet’tir gitsin be meltemi. Vatan da vatan, yârin nerde, nafaka ner- de, vatan orda. Havra sokağı mı vatanın, nah sana! Gidersin orda sonra, dersin “Ah Maya!”

Kalbin çerağı nerde yanıyor, onu söyle, vatan orası, aşk

orda.

Aşk’a içelim, ay’lı sudan içelim, hayden, nazdrave

bütün güzel insanlar, sen de Eşrefpaşalı,

Yarı Yolda

Ateş Böceği

Fatoş

Ay’lı Su

Hülya

SOYŞEKERCI Süreyya

KÖLE

Handan

GÖKÇEK Ayşe

KILIMCI

Referanslar

Benzer Belgeler

Diyaframı ne kadar kısarsak yani f/16 veya f/22 gibi diyafram değerleri kullanırsak alan derinliği o kadar büyük olur.. Bazen yetersiz ışık şartlarından dolayı her

Bayramda geyik kültünün önemli bir yer tutması ve geyik ile Arinna’nın Güneş Tanrıçası ve Arinna Kenti’nin ilişkisinin metinlerle de kanıtlanması, bu bitkinin

Longa tibi cunctisque diu spectata senectus felicesque anni nostrique novissimus aevi circulus innocuae clauserunt tempora vitae.. Nec minus hinc nobis gemitus lacrimaeque

Yapılan araştır- malar deniz memelilerinde miyoglobin oranının fazla ol- masının nedenlerinden birinin, deniz memelilerindeki mi- yoglobin proteinin yapısının insanlardakinden

En yüksek bulutlar yaklaşık 80 kilometre yükseklikte oluşan, mavimsi beyaz ve korkutucu bir ışık saçan gece bulutlarıdır.. Gündüzleri görülmeyen bu bulutlardaki

Bir grup hücre hep beraber ve aynı şekilde büyür ise, bu esnada komşu hücrelerarasındaki çeperler değişmez ve yeni bölgelerin oluşmadığı büyüme şekli.. Pek çok hücre

1532 yılında Dimboviça Nehriꞌni geçerken boğulan Vladꞌın yerine Osmanlı Devletiꞌnin desteğini alarak 1535 yılında Eflâk Voyvodası olan Petro Poisi, boyarlar

30 yıl önce Enerji Bakanımız, uluslararası dev petrol şirketlerine çağrı yapar: "Gelin ülkemizde petrol arayın." Onlar ın yanıtı açık: "Topraklarınızın 5