• Sonuç bulunamadı

14. yüzyıl Anadolu kümbetlerinde kripta problemi

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "14. yüzyıl Anadolu kümbetlerinde kripta problemi"

Copied!
227
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

T.C.

MARMARA ÜNİVERSİTESİ

TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ TÜRK SANATI ANABİLİM DALI

14. YÜZYIL ANADOLU KÜMBETLERİNDE KRİPTA PROBLEMİ

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Burcu Öztürk

İstanbul 2008

(2)

T.C.

MARMARA ÜNİVERSİTESİ

TÜRKİYAT ARAŞTIRMALARI ENSTİTÜSÜ TÜRK SANATI ANABİLİM DALI

14. YÜZYIL ANADOLU KÜMBETLERİNDE KRİPTA PROBLEMİ

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Burcu Öztürk

Danışman: Prof. Dr. Selçuk Mülayim

İstanbul 2008

(3)
(4)

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ ... II ÖZET ... III ABSTRACT ...IV

1. GİRİŞ ... 1

1.1. Ölüm ve Mezar Mimarisi ... 2

1.2. Yayınlar ve Metod ... 8

1.3. Terminoloji ... 10

2. DEFİN GELENEĞİNDE MUMYA ... 14

2.1. Kurgan... 17

2.2. Selçuklu Mezar Anıtları... 20

3. 14. YÜZYILDA ANADOLU... 23

4. KATALOG ... 27

5. DEĞERLENDİRME ve TİPOLOJİ ... 184

5.1. 14. Yüzyılda Mezar Kültürü ve Defin... 184

5.2. Kümbet Mimarisi ve Kripta ... 187

6. SONUÇ ... 207

BİBLİYOGRAFYA ... 208

ŞEKİL LİSTESİ ... 213

FOTOĞRAF LİSTESİ... 217

(5)

II ÖNSÖZ

Moğol istilası ile Anadolu yeni bir Türkmen göçüne sahne olurken, Anadolu Selçuklu Devleti de zayıflamış ve Moğolların himayesi altına girmiştir. Bu bağlamda iktidar boşluğu yaşayan Anadolu topraklarında, Selçuklu Devleti’nin yıkılması ile birlikte yirmiye yakın Türkmen Beyliği kurulmuştur. Moğol istilasından kaçarak Anadoluya gelen Türkmen nüfusunun etkili olduğu Beylikler dönemi, Türklerin sosyo- kültürel hayatında Asyatik gelenekleri hatırlattığı için önemli olduğu gibi Selçuklu ve Osmanlı mimarisi arasında köprü durumunda bulunmasından dolayı da ayrı bir öneme sahiptir. Ölü kültünün bir parçası olan mezar mimarisi de bu dönemde değişikliğe uğramıştır. Türklerin ölü ve ölüme bakışını bize sunan mezar mimarisi, Selçuklu anlayışının Asyatik geleneklerle birleştiği ve Osmanlıya miras bıraktığı 14. yy.

incelenmesi gereken bir dönemdir. Bu dönemde Orta Asya’da bilinen ve kurganlarda korunan mumya, kümbet mimarisinde kripta katı ile devam etmektedir. Selçukluda da aynı uygulama görülmektedir. Ancak bu Asyatik gelenek Osmanlı ile birlikte yavaş yavaş beleklerden silinecektir. Beylikler dönemi mimarisi bu güne kadar yeterli bir şekilde incelenmediği gibi, 14. yy. kümbetleri ve özel olarak da kripta katları incelenmemiştir. Bu çalışmada Beylikler sanatının ve Asyatik Türk ölü kültünün Anadoluya ve mimariye yansıması olan kripta bölümü ile ilgili sanat tarihimizdeki bir boşluk doldurulmaya çalışılmıştır.

14. yüzyıl Anadolu kümbetlerinde kripta problemi ile ilgili çalışmamı tavsiye eden, ayrıca tarih lisans eğitimimden itibaren kendisinden feyz aldığım ve benden yardımlarını hiç bir zaman esirgemeyen hocam Prof. Dr. Selçuk MÜLAYİM’e sonsuz teşekkürlerimi bir borç bilirim. Çalışmamda yapıtların ölçümlerini almam için gerekli olan tüm rölöve araç ve gereçlerini çekinmeden bana veren hocam Dr. Mehmet ALPER’e, fikirleriyle destek olan Doç. Dr. Berrin ALPER’e, çizimlerin yapılmasında yardım eden Mimar Ülkü Ezgi AKGÜN, Y. Mimar Onur AKGÜN, Y. Mimar Ersel OLTULU’ya ayrıca çalışmamın tümünde yanımda bulunan sevgili aileme ve Gökhan PEHLİVANOĞLU’na teşekkürlerimi sunarım.

Burcu ÖZTÜRK Eyüp, 2008

(6)

III ÖZET

14. Yüzyıl Anadolu Kümbetlerinde Kripta Problemi

Moğol istilası ile Anadolu yeni bir Türkmen göçüne sahne olurken, Anadolu Selçuklu Devleti de zayıflamış ve Moğolların himayesi altına girmiştir. Bu bağlamda iktidar boşluğu yaşayan Anadolu topraklarında, Selçuklu Devleti’nin yıkılması ile birlikte yirmiye yakın Türkmen Beyliği kurulmuştur. Moğol istilasından kaçarak Anadoluya gelen Türkmen nüfusunun etkili olduğu Beylikler dönemi, Türklerin sosyo-kültürel hayatında Asyatik gelenekleri hatırlattığı için önemli olduğu gibi Selçuklu ve Osmanlı mimarisi arasında köprü durumunda bulunmasından dolayı da ayrı bir öneme sahiptir.

Ölü kültünün bir parçası olan mezar mimarisi de bu dönemde değişikliğe uğramıştır.

Türklerin ölü ve ölüme bakışını bize sunan mezar mimarisi, Selçuklu anlayışının Asyatik geleneklerle birleştiği ve Osmanlıya miras bıraktığı 14. yüzyıl incelenmesi gereken bir dönemdir. Bu dönemde Orta Asya’da bilinen ve kurganlarda korunan mumya, kümbet mimarisinde kripta katı ile devam etmektedir. Selçukluda da aynı uygulama görülmektedir. Ancak bu Asyatik gelenek Osmanlı ile birlikte yavaş yavaş belleklerden silinecektir.

14. Yüzyılda kaynaklara belgeleyebildiğimiz 89 adet kümbet bulunmaktadır. Bunlardan 36 adedi kriptalı olup, 53 adedi kriptasızdır. Selçuklu döneminde ise 111 kümbetin 59 tanesini kriptalı olarak görmekteyiz. Selçuklu döneminde daha fazla kriptalı kümbet bulunmakla beraber, Beylikler döneminde toplama oranla kriptalı örneklerin azaldığı yine de bu mekanın ciddi anlamda varlığını korumayı başardığını görmekteyiz.

Özet ve sonuç olarak araştırmamız boyunca yerinde gözlem ve ölçüm yaparak incelediğimiz 14. yüzyıl kümbetleri, biçim ve öz olarak Selçuklu geleneğini sürdürmektedir. Dönemin tüm mezar anıtlarını göz önüne aldığımızda, Osmanlı defin geleneği ve mezar anıtlarına ait bazı belirtilerin de bu dönemde ortaya çıktığı açıktır.

Bir başka değişle beylikler döneminin bir kısım örneklerinde kripta mekanının bütünüyle ortadan kalkmış olması, Osmanlı hazırlığının bir göstergesidir. Ancak ayrıntılı incelediğimiz 36 adet kümbet, zengin plan çeşitlemeleri sergileyerek kriptanın bir mimari unsur olarak 14. yüzyıl boyunca varlığını Selçuklu geleneğine bağlı olarak sürdürmektedir.

(7)

IV ABSTRACT

Crypt Problem in 14th Century Turkish Tombs

While Anatolia was witnessing a new Turkmen immigration because of the Mongolian invasion, Anatolian Seljuk State has grown weak and went under the auspices of Mongolia. With the fall of Seljuk State, near 20 Turkmen principalities were established on Anatolian territory, which was having a lack of power. Principalities period, in which Turkmen population was active, is important in Turks socio-cultural life, as it reminded Turks their Asiatic traditions and it is also important for being a bridge between Seljuk and Ottoman architecture. Grave architecture, which is a part of dead cult, changed in this period. 14th century, with the grave architecture, which presents us Turkish perspective about the dead and death, and in which Seljuk conception conjoins with Asiatic traditions and which is a legacy of the Seljuk to Ottoman, is a period that has to be studied. In this period mummies, which were known in Central Asia and which were protected in cairns, were carried on with the crypt floor in tomb architecture. Same application was seen in the Seljuk. However this Asiatic tradition was to be slowly erased from memories with the Ottoman tradition.

There are 89 tombs from 14th century that we are able to document with sources. 36 of them have crypts and 53 do not have crypts. In the Seljuk period, we see that 59 of 111 tombs have crypt. Although there were more examples of tombs, which have crypt, in Seljuk period, we see that in Providences period this number was diminished relative to the total, nevertheless, this place continued to exist substantially.

As a summary and result, 14th century tombs, that we studied by observation and measurement, carry on the Seljuk tradition. When we consider all the graves of the period, it appears that some indications of Ottoman burial tradition and mausoleums clearly came along in this period. In other words, total removal of the crypt in some examples of Providences period, is an indication of preparation to the Ottoman.

However, 36 tombs which we examined in detail and which have rich plan variations, shows us that crypt existed through out the 14th century in connection with the Seljuk tradition.

(8)

1.GİRİŞ

Tek-Tanrılı dinlerden çok önce, devlet anlayışının belirmediği, sosyal hayatın başlamadığı çağlardan itibaren, insanoğlu bir üst güce inanma ihtiyacı duymuş olmalıydı. Bu ihtiyaç doğrultusunda öncelikle çevresinde en çok gördüğü, en sık karşılaştığı korktucu doğa olaylarını veya canlıları üstün güç olarak kabul etmiş ve onlara tapmıştır. Zamanla ilahi dinlerin gelmesi ile birlikte bu bakış açısı değişmiş ve bu bağlamda inançlar daha farklı kurallar çerçevesinde değerlendirilir olmuştur. Bu uzun süreçte değişmeyen tek şey insanın, ölümün farkında olmasıdır.

İnsanlar yaşarken inançları çerçevesinde ibadetlerini yapmakla beraber, ölüm karşısındaki çaresizliklerini de inançları doğrultusunda şekillendirmeye başlamışlardır.

Ölü ve bununla alakalı olarak da ölüyü bir şekilde defin etme gereği, inançların bakış açılarına göre farklılık göstermiştir. Bu bağlamda mezarlar sadece inançla alakalı olmayıp, insanı ve toplumu ilgilendirmesi bakımından da psikolojik ve sosyal içerikli bir kavram olarak biçimlenmiştir. Ayrıca zamanla ölünün konulacağı mezarın yine inanç çerçevesinde şekillendirilmesi, törenlerin yapılması ve elbetteki simgesel değer taşıyan eşyaların konulması ya da mezarların süslenmesi (bugünkü bakış açımıza göre), olaya sosyokültürel ve sanatsal bir boyut da katmıştır. Bu nedenle mezarlar, toplumların kültürel, sosyolojik ve sanatsal anlamda önemli göstergeleridir.

Mezarlar bu dünyada yaşamış insanların var olduklarına dair en önemli kanıttır.

Bu nedenden dolayı mezarların tarihsel bir kimliği de bulunmaktadır. Mezar yapıları diğer sanat eserlerine nazaran, bu özelliği ile insanın varlık karşısındaki tutumunu belirtmekle birlikte yaşam ve ölüm arasındaki çigiyi nasıl gördüklerini de göstermektedir. Ölüm-ölü, ölüyü defn etme, ölü kültü tamamen insanoğlunun var olma kavramını nasıl biçimlendirdiğini bize anlatır. Kültürler arasındaki ölü kültü ile ilgili farklılıklar kültürlerin inanç ayrımlarını ve yaşam biçimlerine dair ip uçları verdiğinden dolayı ayrı bir önem taşımaktadır. Bu da mezarlara tarihsel, milli bir değer vermektedir. Bu yüzden mezar yapıları diğer sanat eserlerine nazaran daha çok insanın duygu - düşünce dünyası ile ilgili olduğu kadar varlık karşısındaki tutumlarıyla da ilgilidir.

(9)

2 Dünyanın her yerinde ve her çağda mezar ve mezar kültü önem taşımıştır.

Öncelikle ölümden sonraki hayata inanma düşüncesiyle kralların ve asillerin anıtsal mezarlarının yapılması, bu bağlamda insanın yaşarken gereksinim duyduğu eşyaları ile birlikte gömülesi, milletlerin kültürü ile harmanlanmış ve birbirine paralel mezar kültlerinin doğmasına sebep olmuştur. Ölüme, Tanrılara ve ölümden sonraki hayata inanan eski çağ insanları kendi ölüm felsefelerini oluştururken, bu konudaki geleneklerini yeni kuşaklara aktarmışlardır. İlahi dinlerle birlikte yeni yorumlar getirilen bu kültler de yüzyıllarca varlıklarını aynı çıkış noktasından başlamalarına rağmen, farklı uygulamalarla devam ettirmişlerdir.

Tapınak mezar anlayışı eski çağlarda çok tanrılı dinlerle birlikte başlamasına rağmen, gerek Hristiyanlık da gerekse İslamiyet de etki alanlarını devam ettirmişlerdir.

Hristiyanlar kriptalı kiliseler yapmakla beraber, kutsal kabul ettikleri azizleri için anıtsal mezarlar da yapmışlardır. İsamiyette ise türbeler ve kümbetler, bünyelerinde bulundurdukları mihrapları ve kripta kısımları ile tapınak mezarların uzantıları olarak görülmektedir.

1.1. Ölüm ve Mezar Mimarisi

Yaşam kadar gerçek bir olgu olan ölüm, varlığı ile tüm canlıları etkisi altında tutar. Ölüm, yaşamın sıcak, heyecan veren yönüne nispeten; soğuk, hüzünlü bir olaydır.

Ölümden kaçmak, kurtulmak için türlü çareler aranmış, bu bağlamda da çeşitli efsaneler doğmuştur. Ama gerçek her yerde aynıdır: “Her can ölümü tadacaktır.”1 Kuran-ı Kerim’deki bu ayet İslam’ın ölüm karşısındaki duruşunu bize özetlemektedir. Başta

“Tek Tanrılı” dinler olmak üzere tüm inanç sistemlerinde ölümün evrenin bir gerçeği olduğu düşüncesi dinlerin ortak noktalarından biri olmakla birlikte, ölüme ve ölüye saygı çeşitli inançlara, farklı boyutları ile yansımıştır.

Ölümün varlığı, cansız bedenler karşısında “ne yapılacak?” sorusunu da beraberinde getirmiştir. Çeşitli kültür çevrelerinin bu soruna buldukları çözümler, farklı inanç sistemleri çerçevesinde ve zaman içinde gelişmiştir.

1 Al-i İmran, 3/145

(10)

3 İnsanlar milattan önceki çağlardan itibaren, ölülerini koymak amacıyla mezar yapma ihtiyacı duymuşlardır. İlkel insandan itibaren bu faaliyet başlamış ve hiç duraksamadan devam etmiştir. Çağlar arasında bu faaliyet ile ilgili tek fark, ölünün nasıl defin edildiği ya da öbür dünyaya (ki inanılıyorsa) nasıl hazırlanıldığıdır.

İlkel insanlar ölümü bir tür uyku biçimi olarak görmüşlerdir. Bundan dolayı da ölünün yok olmadığına ve bir şekilde yaşamının devam ettiğine inanmışlardır. Ölüyü bulunduğu yerden uzun süre kaldırmamışlar, yakın akrabalarını da onunla beraber gömmüşler ya da ölüyü çeşitli eşyalarla beraber yeni yolculuğuna hazırlamışlardır. İlkel insanlar, ölü ile arasında bağ olan canlı veya cansız her türlü maddeyi ya onunla beraber gömüyorlar ya da aralarındaki bağın yok olması için türlü törenler yapıyorlardı. Maji denilen bu bağ daha önce bir arada bulunan şeylerin, ölümle ayrılmalarına rağmen birbirleri üzerindeki etkilerinin devam etmesi anlamına gelmektedir. 2

Ölünün hayattayken sahip olduğu varlıklar ile arasında kurulduğuna inanılan bu bağ, ilkel insanlarla başlamış ve yüzyıllar boyunca sadece şekil değiştirmek suretiyle devam etmiştir. Ölü ve ölünün etkisine duyulan inanç, hem onu rahat ettirmek hem de onun etkisinden duyulan korkudan dolayı ölü kültlerini ortaya çıkartmıştır. Her kültür ve her inanç sistemi bu bağı kendi kültür dünyasında şekillendirmiştir. Bu bağlamda ölü gömme törenleri temelde aynı kaygılarla ortaya çıksa da zamanla gündeme gelen inanç sistemlerinin arasındaki farklılıklardan dolayı, şekil veya nitelik olarak birbirlerinden ayrılmaktadır.

Neandertal insandan itibaren ölünün gömüldüğü bilinmektedir. Bu gömme işlemi hayvan kemikleri ve çiçeklerle yapılmaktaydı.3 Zaman içerisinde cesedi dış etkenlerden korumak için kapalı bir alan oluşturma veya bu mekanı sağlam malzemelerle çevirerek koruma düşüncesi ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda karşılıklı iki taş bloğun dikilmesinden sonra, bunların üzerine yatay olarak başka bir taşın oturtulmasıyla oluşan mezar odaları, yani dolmenler yapılmaya başlanmıştır.4 Kelt ülkesinde doğduğu düşünülen dolmenlerin, Portekiz’de M.Ö. 5. bin yılda mezarlık

2 Orhan Acıpayamlı, “ İptidailerde Ölü Gömme İle İlgili Bazı Pratikler ve İzahlar”, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, Cilt: XX, Sayı: 3-4, Temmuz-Aralık 1962, Ankara, 1963, s. 243.

3 A.Tuğba Ökse, “Eski Çağlardan Günümüze Ölü Gömme ve Anma Gelenekleri”, Türk Arkeoloji ve Etnografya Dergisi, İstanbul, 2005, s. 1.

4 Metin Sözen/Uğur Tanyeli,”Dolmen”, Sanat, Kavram ve Terimleri Sözlüğü, Remzi Kitapevi, İstanbul, 2003, s.

70.

(11)

4 denilebilecek biçime dönüştüğü görülmektedir.5 Bu çağlarda ceset olduğu gibi korunmaya çalışılırken, bazı kültür çevrelerince de tamamen ortadan kaldırılma yoluna gidilmiştir. Bu düşünceyle M.Ö. 1000 yıllarında Avrupa’nın pek çok bölgesinde cesetler yakılmıştır. Ölü külleri vazolara konarak, ölüler kenti anlamına gelen nekropolislere gömülmekteydi.6 Zaman içerisinde mezarlıklar gelişecek, ölüye saygı farklı bir boyut alacaktır. M.Ö. 17. yüzyılda Grit uygarlığında kubbeli anıtsal mezarların ortaya çıkması “Tapınak-Mezar” kavramının doğuşunu göstermektedir. Bu yapılar kültür tarihindeki ölü kültü bakımından değer taşıdığı gibi arı kovanı şeklindeki kubbeleri ile mimari bakımdan da dikkat çekmektedir.7

Yunanlılar’da8 da zaman içersinde farklı ölü gömme adetleri görülmektedir.

Önceleri cesetleri yakarak küllerini bir vazoya koyan Yunanlılar, M.Ö. 7/6. yüzyılda üzeri çeşitli resimlerle ve heykelciklerle süslenmiş gömüt taşları kullanmışlar, daha sonraki çağlarda ise cesedi lahit içerisine koyarak gömmeye başlamışlardır. Sade, süslemeden uzak olan lahitlerin üzeri toprakla kapatılırken, süslü lahitler gömüt odalarına insanların görebileceği şekilde yerleştirilmiştir. Muhtemelen sade lahitler halktan kişilere aitken, süslü lahitler asillere aittir.

Etrüskler ölümü dünyadaki yaşamın bir uzantısı olarak görmüşlerdir. Bu bağlamda mezar anıtlarını da toprak altında bir oda şeklinde biçimlendirmişlerdir. Yer altındaki bu oda dünyadaki evlerin aynısı olup, odanın içi türlü eşyalarla donatılmıştır.

Bu mezar anıtları, tek tek birbirlerinden ayrı olabildiği gibi bir yol üzerinde sağlı sollu dizilmiş olarak nekropol şeklinde de olabilmektedir.9

Anadolu’nun farklı kültür çevrelerinde, değişik inanç sistemleri ve bunlara bağlı olarak farklı defnetme törenlerine ve mezar yapılarına rastlamaktayız.

“Bin Tanrılı il” olarak bilinen çok tanrılı inanca sahip, Anadolu’nun en eski uygarlıklarından biri olan Hititlerin (M.Ö. 2000- 1200) ölümden sonraki hayata inanıp inanmadıkları hakkında kesin bir bilgimiz bulunmamaktadır. Ancak ölülerini yaktıkları,

5 Jean-Bernard Roy, “ Cilalıtaş Devri ve Bakır Çağı”, Thema Larousse, Tematik Ansiklopedi, Milliyet, C. 5., İstanbul, 1993, s. 144.

6 Jean-Bernard Roy, “Tunç Çağı”, Thema Larousse, Tematik Ansiklopedi, Milliyet, C. 5., İstanbul, 1993, s. 146.

7 A.rif Müfid Mansel, Ege ve Yunan Tarihi, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2004, s. 39.

8 Gisela Richter, Çev. Beral Madra Yunan Sanatı, Cem Yayınevi, İstanbul, 1984, s. 35.

9 Behçet Ünsal, Mimari Tarihi, C. 1., İ.D.M.M.A. Yayınları, İstanbul, 1973, s. 434.

(12)

5 küllerini ise büyük küplere koyarak defnettikleri bilinmekle birlikte, cesetlere hiçbir işlem yapmadan doğrudan küplerin içine koyarak toprağa defnettikleri de görülmektedir.10 Hititler cesede gerekli işlemi yaptıktan sonra ölü kültü olarak “taş ev”11 denilen yerde ölü yemeği yerlerdi. Bu geleneğin eski çağın pek çok topluluğunda var olduğu bilinmektedir.

Güneybatı Anadolu’ya yerleşmiş kültür çevrelerinden biri olan Likyalılar, kayalıkları oyarak etkileyici mezar anıtları yapmışlardır. Kayaların oyulması ile meydana getirilen bu mezarların bazen sadece cephesi şekillendirilirken, bazen de bir kısmının ya da tamamının görüleceği şekilde inşa edilmiştir. Mezar odalarında bulunan ölüler toprağın altında bulunmayıp, toprağın üzerindeki 3-5 m. yüksekliğindeki bir kaide üzerinde yer almaktadır.12

Lidya mezar yapıları da çağdaşları gibi kayalara oyulmuş hücreler veya yanları taşlarla örülü, üstü sivri kemerle kapalı şekilde bulunmaktadır. Gediz ovasının kuzeyinde rastlanan bu mezar anıtlarının en yükseği 69 m. yüksekliğindedir.13

Orta Anadolu’da M.Ö. 750-300 civarında hüküm sürmüş olan Frigyalılar ölülerini kaya mezarlarına defnetmişlerdir. Ayrıca tüm Orta Anadolu’da görülen bir mezar şekli olan tümülüs (höyük)ler yaptıkları ve cesetleri ya olduğu gibi ya da yakarak defn ettikleri bilinmektedir.14 Eskişehir ili yakınlarında bulunan, ünlü Frigya Kralı Midas’ın mezarı, 17 m. yüksekliğinde büyük bir kaya bloğunun oyulmasından meydana gelmiştir.15

Van ve çevresinde kurdukları çok uluslu devlet yapısıyla önem teşkileden Urartularda da asiller için kaya mezarlarının yapıldığı görülürken, kaya yarığına, taş sandukaya ve toprak altına gömülü cesetlere de rastlanmaktadır.16

10 Nazmi Özçelik, İlk Çağ Tarihi ve Uygarlığı, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara, 2002, s. 91.

11 A.T.Ökse, a.g.m., s. 3.

12 Ekrem Akurgal, Anadolu Kültür Tarihi, TÜBİTAK Yayınları, Ankara, 2005, s. 300-301.

13 B. Ünsal, a.g.e., s. 188.

14 B. Ünsal, a.g.e., s. 185.

15 Selçuk Mülayim, “Anadolu, 5. Sanat”, İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı, C. 3., İstanbul, 1991, s. 131.

16 Ayrıntılı bilgi için bkz. Nevzat Çelik, Urartu Kaya Mezarları ve Ölü Gömme Gelenekleri, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2000.

(13)

6 İran kültür çevresinde M.Ö. 7. yüzyıl civarında Zerdüştlük adı verilen bir inanç sisteminin yaygın olduğunu görüyoruz, bu inanca göre toprağa saygı duyulduğundan ölüler toprağa gömülmezdi. Ölüler “sessizlik kuleleri”17 denilen yüksek yerlere bırakılarak, yırtıcı kuşların parçalaması sağlanırdı. Bu işlemden sonra cesedin kemikleri toplanır ve özel kaplara konulurdu.18

İnsanın beden ve ruhtan oluştuğunu kabul eden Mısırlılar ise ölümden sonraki hayata inanan toplumlardandır. Ölümden sonra insanı bekleyen bir sınavın varlığına inanan Mısırlılar, bu sınavın tanrı Oziris’in huzurunda verileceğini düşünmekteydiler.

Ölümden sonraki hayata inanma ölü gömmeyi de çeşitli törenlere ve uygulamalara tabi tutmuştur. Ölüm onlar için bir son değil, aksine bir başlangıçtır. Bu yüzden, önemli olan sonsuz yaşama kavuşmaktır. Sonsuz yaşam için ölünün mumyalanarak korunması ve bundan sonra da ölünün bulunduğu mezar odasında özel ayinler yapmak, sulamak, tütsülemek gerekirdi. Ayrıca başta ekmek ve bira olmak üzere çeşitli gıdaların buraya adak olarak sunulması da önemliydi. Mısırlılar ölüyü mumyalandıktan sonra anıtsal mezarlarının girişine dikerlerdi. Bu mezarların duvarları, ölünün hayattayken yaptıklarını sahneleyen resimlerle doluydu. Çünkü Mısırlılar ölünün mumyalandığı yerden ayrılıp bu resimlere bakarak hayatta yaptıklarını tekrar yaşayabileceklerine inanmaktaydılar.19

Roma dünyasında bir kişi öldüğü zaman yıkanıp, yağlanmakta ve beyaz bir giysi ile yatağa yatırılmaktaydı. Bundan sonra yatağın etrafını saran ve özel olarak parayla tutulmuş kişiler ağlamaya başlarlardı. Roma dünyasında ölülerin toprağa verildiği gibi yakıldıkları da görülmektedir.20

Hindulara göre hayat gerçek bir haç yolculuğudur ve ölüm ezeli hayata kavuşmaktır. Hindu bir kişi öldüğünde cesedin tırnakları ve saçı kesilip temiz elbiseler giydirilir ve bundan sonra başı güney tarafa döndürülüp, etrafında üç ateş yakılmaktadır.

Bu sırada dualar okunur ve ceset odun yığını üzerine konularak yakılmaktadır. Cesetten

17 Kürşat Demirci, “Cenaze”, İslam Ansiklopedisi, C. 7.,Türk Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul, 1993, s.354.

18 N. Özçelik, a.g.e., s. 142-144., B. Ünsal, a.g.e., s. 211.

19 Afet İnan, Eski Mısır Tarihi ve Medeniyeti, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1992, s. 230-232., Pascal Vernus, “Eski Mısır, Ahiretin Hizmetinde Bir Sanat”, Thema -Larousse, Tematik Ansiklopedi, Milliyet, C. 5., İstanbul, 1993, s. 156-157.

20 K. Demirci, a.g.m., s. 353.

(14)

7 arta kalan kemikler ise saklanmaktadır. Budizm’de ise ölüler, ölümden üç–yedi gün içerisinde ya yakılır ya da toprağa verilmektedir.21

Yahudilikte bir kişi öldüğünde gözleri en yakını tarafından kapatılır, elleri - ayakları ve çenesi bağlanır ve daha sonra da tırnakları kesilerek vücudundaki kılları tıraş edilen ölü, yıkanır ve keten bir kefene konarak defin edilmektedir. Hz. Yusuf tabuta konularak defin edilmiştir. Halk önceleri tabuta konulmadan doğrudan defin edilmiş; ancak zamanla tabutla defin etme geleneği doğmuştur. Yahudiler Ortaçağ’a kadar ölülerini kaya oyuklarına koyarlarken daha sonraları toprağa gömmeye başlamışlardır. Toprağa gömme işleminde ölünün yakınları mezara sırasıyla toprak dökmekte ve ölünün başında dualar okumaktadır.22

Hıristiyanların ölü gömme adetlerinde Yahudiliğin izleri görülmektedir. Bir kişi öldüğünde yaşlı bir kadın onun gözlerini kapatır ve daha sonra Yahudilikte olduğu gibi çenesi, elleri-ayakları bağlanır ve keten bir beze sarılır. Bu işlemden sonra şehir dışında yer altında kayalara oyulmuş Katakomb adı verilen mezarlara gömülürdü. Bu mezarlar uzun nişler şeklinde dörtgen odalardır. Katakomplardan başka Hristiyanların mozoleum adı verilen mezar anıtları yaptıkları da görülmektedir.23 Ancak zamanla bu gelenek değişmiştir. Ceset ketene sarıldıktan sonra siyahlar içindeki yas alayı ile birlikte kiliseye getirilmesiyle burada rahip tarafından son tövbe ve dualar okunması âdeti yerine getirilmeye başlanmıştır. Bu törenden sonra ölü, daha önceleri şehir dışında bulunan kayaların içine değil, mezarlığa ve toprağa gömülmeye başlanmıştır. Bir Hıristiyan eğer istiyorsa yakılabilmektedir.24 Ayrıca eskiçağlarda ölünün eşyaları ile birlikte gömülme geleneği Hıristiyanlıkta bir ölçüde devam etmektedir. Eğer kişi istenmişse kendi kıyafetleri ile birlikte ve istediği bir eşya ile gömülebilmektedir. 25

İslam dininde bir kişi öldüğünde çenesi bağlanır, gözleri kapanır, elleri iki yana gelecek şekilde tutulur ve sonra yıkanması için götürülmektedir. Yıkama işlemini en yakınları veya onların görevlendirdiği kişiler yapmaktadır. Ayakları kıbleye doğru uzatılan beden, önce sabunla ılık suda yıkanır daha sonra ise gusül abdesti aldırılarak

21 K. Demirci, a.g.m., s.353- 354.

22 K. Demirci, a.g.m., s. 354.

23 M.Lütfi Yazıcıoğlu, İlk Hıristiyan Mimarisi, Yıldız Üniversitesi Matbaası, İstanbul, 1984, s. 21.

24K. Demirci, a.g.m., s. 354.

25 A.T.Ökse, a.g.m., s. 1.

(15)

8 kefenlenmektedir. İslam’da ölen kişinin saçları kesilmez, hatta yıkandıktan sonra taranmaz. Bu işlemlerden sonra ölünün cenaze namazı kılınır ve namazdan sonra tabut dört kişi tarafından mezarlığa doğru taşınır. Cenazeye katılan kişiler tabutun önünde ve arkasında sessizce yürürler ve bu sırada yüksek sesle Kuran okumak mekruh kabul edilmiştir. Tabut mezarlığa getirilince kıble ile 90 derecelik açı yapan kabre, ölünün konulması için hazırlık yapılmaktadır. Ölü tabutla kabre konulmamaktadır. Ceset yüzü kıbleye gelecek şekilde kabre konulmakta ve daha sonra üzeri toprakla örtülmektedir.26

Türkler ölüm olgusuna ve ölüye bulundukları coğrafya olan Orta Asya’da Gök Tanrı inancı ve Şamanî gelenekler çerçevesinde yaklaşmaktadırlar. Bu bağlamda kurgan adı verilen mezarlarına mumyalanmış şekilde ölülerini gömen Türkler, daha sonraları inanç sistemindeki değişikliklerle beraber ölü gömme törenlerini de değiştirmişlerdir.

Tek Tanrılı Müslümanlığa geçen Türkler bununla beraber kurgan yerine türbe yapmaya başlamışlardır.

1.2. Yayınlar ve Metod

Anadolu Selçukluları’nın yıkılmasıyla birlikte Anadolu’da kurulan Beylikler dönemini kapsayan, 14. yüzyılın sosyokültürel durumunu ve kümbet mimarisini açıklayan yeteri kadar kaynak bulunmamaktadır. Beylikler dönemi mimarisi ile ilgili toplu bir kaynak olmadığı gibi kümbet mimarisi ve özel olarak da kripta katı ile ilgili bir yayın yoktur. Bu konuyla bağlantılı olan kaynaklar bir beylik hakkında yapılan tez ve kitapların ilgili bölümlerinde, kümbet ve türbe mimarisini anlatan kitaplarda ya da makalelerde dağınık bir halde bulunmaktadır. Ancak Orhan Cezmi Tuncer’in “Anadolu Kümbetleri” adlı eseri özel olarak kripta katını incelemese de kümbetler hakkında toplu bir yayın olduğu için çalışmamızda kaynak eser olarak kullanılmıştır. Bu yayının dışında kümbet mimarisi hakkında bilgi veren yayınlarla, farklı kültür çevrelerinin ve Türkler’in ölü gömme adetlerini ele alan kitaplar, makaleler ve tezlerden de faydalanılmıştır. Yararlandığımız bu kaynaklar bibliyografya bölümünde sunulmaktadır.

26 Mehmet Şener,” İslam’da Cenaze”, İslam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı C.7,İstanbul, 1993, s. 354-356.

(16)

9 Araştırmamıza önce, konumuzla ilgili yayınlanmış belgeleri toplamakla başladık. Bu çalışma sırasında sadece kripta mekanları hakkında değil, ölü ve ölüyü defnetme törenleri ile ilgili de kaynak taraması yaptık. Çalışmamızın temelini 14. yüzyıl kripta katı oluştururken, ölü gömme geleneğini de içermektedir. Bu yüzden Türk dünyasında ve diğer kültür çevrelerindeki ölü kültü ve mezar mimarisi hakkında da kaynak taramasında bulunduk. Ölü kültleri ve Türkler’in ölü gömme gelenekleri ile ilgili yeteri kadar kaynağın var olması bu konudaki çalışmayı hızlandırırken, Beylikler dönemi kümbetleri ve kripta katını içeren yayınların az olması çalışmamızı yavaşlatmıştır. İlk aşama olarak yayınlardan ulaşabildiğimiz kümbetlerin listesini çıkardık. Kripta katı hakkında özel olarak yayınlanmış belgelerin eksikliğinden dolayı da konu ile ilgili yapıtların bulunduğu Eskişehir, Erzurum, Erzincan, Bitlis, Van bölgelerine gittik ve yerinde incelemelerde bulunduk. Konu ile ilgili diğer bölgelerde bulunan yapıtları ise kaynaklardan ulaşabildiğim kadarıyla derledik.

Çalışmamız altı bölümden oluşmaktadır. Giriş bölümünde kültür çevrelerinin ölü ve ölüme bakışını açıklamaya çalıştık. İkinci bölümde Türklerin inanç çerçevesinde mumya ve mumyalığı gelişimini anlatırken, üçüncü bölümde yaptığımız çalışmanın sınırlarını belirleyen 14. yüzyıl Anadolusunun siyasi durumu hakkında bilgi verdik.

Dördüncü bölümü araştırmamızın temelini oluşturan katalog kısmıdır. Kataloğa, 14. yüzyılda yapıldığı belgelerle desteklenen ve kriptalığı bulunan kümbetler alınmıştır.

Bu bölümde, otuzaltı (36) yapı incelenmiştir. Erzurum, Erzincan, Van, Bitlis ve Eskişehir’deki yapılar yerlerinde incelenerek ölçümleri alınmış ve fotoğraflarla belgelenmiştir. Yerinde inceleme olanağı bulamadığımız diğer yapılar ise kaynaklardan elde ettiğimiz bilgilerle derlenmiştir. Katalogda yer alan her yapı plan ve kesitleriyle beraber sunulmaktadır. Yerinde inceleme olanağı bulduğumuz ve ölçümlerini aldığımız yapıları kendimiz çizerken, diğerlerini kaynak belirterek kulandık.

Beşinci bölüm değerlendirme ve tipoloji kısmı olup, bu bölümde katalogda yer alan yapılardan yola çıkarak 14. yüzyıl Anadolu kümbet mimarisinde kripta bölümünü mekan, plan ve kesit olarak değerlendirdik.

Altıncı bölümümüz olan sonuç kısımında ise 14. yüzyıl Anadolu kümbetlerindeki kripta bölümünün temelinin hangi düşünce sisteminin ürünü olduğunu

(17)

10 belirterek, kripta mekanının anlamını ve mimari açıdan da yapı tasarımının geldiği noktayı beliredik.

1.3. Terminoloji

Cesetlerin gömüldüğü çukurlara mezar denilmektedir. Türkistan’da mezara

“gavr” denilmekle olup, kabir kelimesi de gavr’dan türemiştir.27 “Kabir”, mezarın fiziki özelliklerini ifade ederken; ebedi istirahat yeri anlamında “merkad ve hâbgâh”

kelimeleri de kullanılmıştır. Şehitlerin gömülü olduğu yerlere “meşhed” denilirken;

cesedin gömülü olduğu yer anlamındaki “gömüt” sık kullanılan bir kelime olmamıştır.28 Genellikle şehir dışında mezarların toplu halde bulunduğu yerlere eski çağlarda

“nekropol” denilmekle beraber Türkler, “mezarlık “ olrak adlandırmıştır.

Ceset toprağa değil de kaya oyularak onun içine konuluyorsa buna “kaya mezar”

denilmektedir. Eski çağlardan itibaren hemen hemen bütün toplumların kullandığı taş, mermer gibi farklı malzemelerden yapılmış örneklerine rastladığımız “lahitler”, içine cesedin konulduğu bir çeşit muhafaza kabıdır. Müslümanların mezar yapılarında sıklıkla görüğümüz “sandukalar” ise lahitlerden farklıdır. Sandukaların içinde ceset bulunmamakla beraber, simgesel bir anlam taşımaktadır. Ceset sandukanın altındaki toprağa gömülüdür. Sanduka ziyarete açılan mezar yapılarında cesedin yerini belirtmek amacıyla konan bir işarettir.

Tarih boyunca cesetler farklı şekillerde de olsa mutlaka defin edilmişlerdir.

Farklı kültür çevreleri tarafından toprağa ya da taşın oyulmasıyla oluşturulan oyuğa defin edilen ceset, yakılabiliyor, bir tepede kendi haline bırakılabiliyor, lahit içine konularak, mumyalanarak ya da ceset görülmeyecek, ancak ziyaret edilebilecek bir mekana konulabiliyordu.

İlk Hristiyanlar döneminde azizlerin gömülü olduğu mezar odalarına “kripta”

adı verilmiştir. Ayrıca Ortaçağ’da Klise’nin doğusunda bulunan koruluklar altında azizlerin kemiklerinin muhafaza edildiği bölümlere de kripta denilmiştir.29 Kripta ile

27Celal Esad Arseven, “Mezar”, Sanat Ansiklopedisi, C. 3, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1943, s. 1315.

28 Hakkı Önkal, “İslam’da Ölü Mekanları (Sosyo Kültürel Bir Değerlendirme)”, Konya Ticaret Odası İpek Yolu Dergisi Konya Kitabı X, Özel Sayı, 2007, s. 490.

29 Adnan Turani, “Kripta”, Sanat Terimleri Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1993, s. 75.

(18)

11 aynı anlamı içeren “konfessio”, Erken Ortaçağ Kiliselerinde apsisin altında ya da arkasında toprak altında kalan ve azizlerin gömülü olduğu bölümdür.30 Kripta önceleri ziyaret edilen bir mekan değilken; Korolenj döneminde bu mekanlara ziyaret için giriş kapıları yapılmış ve bu şekilde kripta azizlerin mezarlarının bulunduğu ve ziyaret edildiği yer haline gelmiştir.

Kripta mekanlarının ilk ortaya çıkışı, kutsal kişinin cesedini korumak ve onu zarar görmeden ziyarete açmak ihtiyacından doğmuştur. Yer altı kilisesi anlamına gelen “kript”, Eski Roma’da Hıristiyanların putperestlerden saklanmak ve ibadet etmek için yaptıkları mekanlardır. Romalılar etrafı kapalı avlularla çevrili mekanlara da

“kripta” demişlerdir. Fransızcaya “cripta” olarak geçen bu sözcük, etrafı kapalı manastır anlamına gelmektedir. Bu bağlamda kript yer altında yapılmış gizli mabetlere verilen isimken, kripta etrafı kapalı ve hiçbir yeri görmeyen mekanlara verilen isimdir.31 Kripta kelimesinin anlamı zamanla değişmiş ve kiliselerin bodrum katını ifade etmeye başlamıştır. Burası ibadet etmek için kullanıldığı gibi sadece mezarların bulunduğu bir yer olarak da kullanılmıştır.32

Hristiyanlar tarafından kripta olarak tabir edilen bu yer altı mezarları, Müslümanlar tarafından “mahzen mezar”, “cenazelik”, “serdap”, gibi aynı anlamı içeren farklı adlarla tabir edilmiştir. Yer altında ölülerin konulması için yapılmış oda şeklindeki mezarlara “mahzen mezar” denilmiştir. Kiliselerin altında böyle mezar mahzenleri bulunduğu gibi kümbetlerin kripta kısmı da mezar mahzenleri anlamına gelmektedir.33 Serdap kelimesinin ise iki anlamı bulunmaktadır. Anadolu’da pek görülmemekle birlikte sıcak ülkelerdeki evlerin altında ve toprak içerisinde yiyecek ve içecekleri soğuk tutmak için yapılan odalara verilen isimdir.34 Ayrıca Eski Mısır mezar ve türbelerinde bulunan yer altı odalarına da serdap denilmektedir.35

30 A. Turani, a.g.e., s.73.

31 Celal Esad Arseven, “Kriptos veya Kript”, Sanat Ansiklopedisi, C. 3, Millli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1943, s.

1142.

32 M. Sözen/U. Tanyeli,”Kripta”, a.g.e., s. 139.

33 C.E.Arseven, a.g.e., , s. 1318.

34 M. Sözen/U. Tanyeli “Serdap”, a.g.e., s. 213., Ferit Develioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lugat, Aydın Kitabevi, Ankara, 1992, s. 941.

35 Celal Esad Arseven, “Serdab”, Sanat Ansiklopedisi, C.4, Millli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1943, s. 1782.

(19)

12 Kazak Türkleri ölüyü gömdükleri yerin etrafını duvarla çevirmişlerse “korğan”

(kurgan) eğer buna kubbe yapmışlarsa da “kümbez” (kümbet) demişlerdir.36 Türbe ve kümbet arasında fark olmasına rağmen her ikisi de genel anlamıyla İslam sanatında anıtsal mezarlara verilen isimdir. Kubba kelimesi Arapça yazı dilindeki “turba” (türbe) kelimesinin yerini almış ve üstü kubbe ile örtülü tüm mezar yapılarına “kubba”

denilmiştir. Türk kültüründe ise üstü kubbe ile örtülü mezar yapılarına (turba) “türbe”

denilirken, Azarbeycan ve İran’da kubba yerine kunbat, türbe yerine de turbat kullanılmıştır. 37 Türbe kelimesi ise Arapça “türb” kökünden gelen ve “toprak”

manasını taşıyan kelimeden türediği bilinmektedir.38

Anadolu’nun pek çok bölgesinde karşımıza çıkan türbe ve kümbetler, öncelikle Anadolu Selçuklu ve daha sonra da onların ardılları döneminden günümüze ulaşmıştır.

Literetürde kümbet kelimesi daha çok Türklerin kullandıkları külah örtü sistemine ve kripta bölümüne sahip olan mezar yapıları olarak geçmektedir. Kümbetler güney İslam ülkelerinde pek fazla görülmemekte olup, bir sınır çizmek gerekirse Kafkasya ve Kuzey İran’dan Afganistan’a kadar yayılmış ve İranda güneyde orta Keverin, doğu kenarında Kişmar’da ve İsfehan’da son bulan bu mimari, Anadolu’da da Akdeniz kıyısında pek fazla bulunmamaktadır.39

Bu tür yapılarda kullanılan çift örtü sisteminin hem içten hem de dıştan ayrı ayrı anlam boyutu bulunmaktadır. Yapının dışında hakim bulunan külahın gökyüzüne doğru uzanması hem şamanik geleneklerle hem de Göktanrı inancı ile bağlantılıdır. Ayrıca bazı araştırmacıların da üzerinde durduğu gibi, konik külahlı mezar yapıları olan kümbetler, Orta Asya halkının kullandığı çadırlara benzemektedir. Bunun nedeni şu olabilir: Orta Asya Türkleri gibi ölü için kurganlarını hazırlayana dek, ölüyü kendi çadırının içerisinde tutmuşlardır.40 Uygur mezar anıtları olan stupaların temelinin yurt tipi çadırlara dayandığı düşünülmektedir. Stupalar, ölen ve dini kimliği bulunan bir kişinin kemiklerinin ve eşyalarının saklandığı kubbeli yapılardır. Stupaların çadırlardan

36 Halife Altay, Anayurttan Anadolu’ya, Modern Matbaa, Ankara, s. 182.

37 İsmail Hakkı Ayverdi, “Kubbe”, İslam Ansiklopedisi, C.6., Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1977,, s. 930-944.

38 Hakkı Önkal, Anadolu Selçuklu Türbeleri, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi Yayını-Sayı: 91, Ankara, 1996, s.1.

39 Ernest Diez, Türk Sanatı, Başlangıcından Günümüze Kadar, Çev. Oktay Aslanapa, İstanbul Üniversitesi Yayınlarından Sanat Tarihi Enstitüsü, No:1, İstanbul, 1946, s. 81.

40Aziz Doğanay, “Türklerde Ahiret İnancının Mezar Yapı ve Bezemelerine Tesiri”, Sanat ve İnanç/2, Türk Sanatı Tarihi Uygulama ve Araştırma Merkezi Yayınları, Şubat, 2004, s. 134.

(20)

13 esinlenerek oluşturulduğu düşünülmekle beraber, kümbet mimarisinin temelini de stupalara bağlayan araştırmacılar bulunmaktadır.41

Sanat tarihi terminolojisinde yaygın kullanımıyla kümbet, silindirik ya da çokgen planlı gövde üzerinde konik ya da piramidal şekilde yükselen örtü sistemiyle oluşturulmuş mezar yapısıdır. Türbelerle arasında şekil ve nitelik bakımından fark olmasına rağmen C. E. Arseven “künbed” olarak kullandığı bu sözcüğün anlamını, sadece örtü sistemi şeklinde açıklamıştır. Ona göre mezar yapılarında kullanılan kubbenin şişkin ve kabarık olan şekillerine göre yapıt künbed olarak isimlendirilmektedir.42 Ancak kümbet ile türbe arasındaki tek fark örtü sisteminden ileri gelmemektedir. Kümbetlerde kiliselerin altında kripta olarak adlandırılan mezar mekanı gibi ayrı bir oda bulunmaktadır. Kiliselerin ana mekanında ibadet edilirken alt katındaki kripta mekanında, azizlerin mezarları bulunmaktadır. Kümbetler de iki katlı olup; üst kat olarak belirtebileceğimiz yerde mihrabın bulunması orada ibadet edildiği izlenimini bize vermektedir. Bu bağlamda üst katta ibadet edilen mekan, alt katta ise mumyalı cesedin ya da mezarın bulunduğu ayrı bir mekanın var olması, bize kripta isimlendirmesini ve yapıda bulunduğu konumu hatırlatmaktadır. Bu yüzden kümbetlerin alt katındaki mekanlara cenazelik, mezar odası ya da serdap demek yerine kripta demek bizce daha uygun olmaktadır.

Kümbet kelimesi sanat tarihçileri tarafından “künbed” olarak da kullanılmıştır.

Ancak en yaygın kullanılan şekli “kümbet olduğu için biz de bu yazılış biçimini kullanmayı tercih edeceğiz.

41 Yaşar Çoruhlu, Erken Devir Türk Sanatı, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2007, s. 255.

42 Celal Esad Arseven,”Künbed”, Sanat Ansiklopedisi, C. 3, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1943 s.1192-1193.

(21)

14 2. DEFİN GELENEĞİNDE MUMYA

Türk kültür ve sanat tarihinde mezarların özel bir yeri bulunmaktadır. Orta Asya’dan itibaren mezar yapmaya başlamış olan Türkler, bu coğrafyada gelişen mezar mimarisinin en seçkin örneklerini Anadolu’da vermişlerdir.

Orta Asya Türk inanç sisteminin kökeni, Göktanrı dini olarak kabul edilmektedir. Türkler’in bu dini benimsedikleri çağlarda, dünyanın pek çok bölgesinde çok tanrılı dinlerin ve totemizmin yaygın olduğu görülmektedir. Türklerin bu inanç sisteminde Tanrı yaratıcı, en yüksek güç ve tüm evrenin merkezinde bulunmaktadır.

Göğün Tanrı olarak kabul edilmesinin en büyük nedeni, Orta Asya bozkırlarının coğrafi şartları göz önünde bulundurulursa, göğün her yere hâkim olan uçsuz bucaksız görüntüsü olsa gerektir. Büyük Göktanrı’nın dinsel ifadesi farklı isimlerde hayat bulabilmektedir.43

Göktanrı inancının Türkler tarafından ne zaman ve ne şekilde kabul edildiğine dair elimizde belge bulunmamakla birlikte, semavi bir Tanrıya inandıkları, ona dua ettikleri konusunda elimizde pek çok kaynak bulunmaktadır. Bu kaynaklardan en önemlisi Türk kozmogonisini de açıklayan şu cümledir: “Üze kök Tengri asra yagız yer kılındıkta ikin ara kişi oğlı kılınmış.” ” Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insanoğlu kılınmış.”44

Göktanrı inancı çerçevesinde ölümden sonraki hayata inanan Türkler, bu bağlamda ölülerini kurgan adı verilen yapıların içine sıklıkla mumyalayarak gömmüşlerdir. Çağlar boyunca da ölülerini mumyalamayı sürdürmüşlerdir. Mumyalama işleminde cesedin kafatasında açılan bir delikle beyin çıkartıldığı gibi, karın boşluğunun içindeki organlar da çıkartılmıştır. Boşalan bu yerlere güzel kokulu otlar ve toprak doldurularak kapatılmıştır.45 Cesedlerin mumyalama işleminde kemiklerinin bir bütün halinde tutulması önem taşımaktaydı. Özellikle kafatasının tam olarak muhafaza edilmesi en önemli kemik olarak görüldüğü için ayrı bir önem taşımaktaydı. Cesedin iç

43Mircea Eliade, Şamanizm, çev. İsmet Birkan, İmge Kitabevi, Ankara, 1999, s. 28.

44Muharrem Ergin, Orhun Kitabeleri, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 2001, s. 8-9.

45N. Diyerbekirli, a.g.e., s. 65, S. Mülayim, a.g.m., s. 186.

(22)

15 organları çıkartıldıktan sonra derinin kemiğe doğrudan teması sağlanır; bu sayede kemikler bir bütün halinde korunurdu.46

Orta Asya Türkleri Müslüman olmaya başladıktan sonra da uzun bir süre mumya yapma geleneklerini sürdürdüler. Oğuzlar 10. yy.’da İslamiyeti kabul etmeye başlamışlar ve 11. yy.’da da tamamı Müslüman olmuştur. Oğuz hatunlarından olan Barçın Hatun’un kendi adı ile anılan şehirde bulunan mavi çinili kümbeti 19. yüzyılda arkeologlar tarafından bulunmuştur. Moğol saldırılarında yıkıldığı düşünülen bu eserin keşfi, Türklerin Müslüman olduktan hemen sonra eski geleneklerini unutmadıklarını bize göstermektedir.47

Oğuzların Müslüman olduktan sonra ölüyü eski Türk adetlerine göre gömme faaliyeti olan mumyacılığı unutmadıklarını bize gösteren en güzel kanıtlardan biri de Birunî’nin (973/1051) aktardıklarıdır. Birunî, her yıl Harezmşahı’nı ziyarete gelen bir tabibten bahsetmektedir. Bu tabip, ilaç yapmasını bilmenin yanında mumya yapmasını da bilmektedir. Bu bağlamda Birunî’nin aktardıklarından yola çıkarak, Türkler’in Müslümanlığı kabul ettikleri 10. asırdan sonra mumya yapma faaliyeti son bulmamış ya da en azından mumyacılık unutulmamıştır. Harezmşahlar’ın etkinlik yıllarına denk gelen 11. yy.’da da mumyacılık ile ilgili bilgileri hala taze durumda hatta âlimler arasında bir öneme sahiptir ki Birunî bundan bahsetme gereği duymuştur.48

Türkler tarih boyunca ilahi bir kuvvete inanan, tek tanrılı bir inanç sistemi içerisinde bulunmuşlardır. Gök Tanrı ile başlayan bu ilk inanç süreci, İslamiyet ile son bulmuştur. Her iki inanç sisteminde de ahiret inancının bulunması, ölüyü toprağa bırakma âdetinde sürekliliğin oluşmasını sağlamıştır. Ölümden sonraki hayata inanan Türkler, büyük mezar odaları yapmak ve ölüyü mumyalamak suretiyle öbür dünyaya hazırlık yapmaktaydılar. İslamiyet’i kabul ettikten sonra da bu geleneklerini sürdürmüşlerdir. Bazı araştırmacılar Orta Asya Türkleri’nin ölümden sonraki hayata inandıklarını, fakat mahşer gününü bilmediklerini belirtirlerken, bazıları Türkler’in

46 Jean-Poul Roux, Altay Türklerinde Ölüm, çev. Aykut Kazancıgil, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 1999, s. 126

47Faruk Sümer, “Türk Kültür Tarihine Umumi Bir Bakış”, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, Ankara Üniversitesi, C.XX., Sayı 3-4., Temmuz-Aralık 1962, s. 216.

48 F. Sümer, a.g.m., s. 216.

(23)

16 öldükten sonra yaptıkları iyilik ve kötülüklere göre hesaba çekileceklerine, yani mahşer gününe inandıklarını belirtilmektedir.49

İslamiyet ölüyü doğrudan toprağa gömmeği emrettiği gibi büyük ve kalıcı mezarlar yapmayı da yasaklamıştır. Fakat buna rağmen, Türkler İslamiyet’ten sonraki dönemlerde de mezar anıtı yapmaya büyük itina göstermişlerdir. Bunun yanında önemli Türk büyüklerini de İslamiyet’ten önce olduğu gibi mumyalayarak defin etmişlerdir.

Türklerin İslamiyet’e inandıktan sonra da ölülerini mumyalayarak gömmelerinin en büyük nedeninin “cesedi çürümeyen kişinin kutsallığına” inanmaktan geldiğini düşünmekteyiz. Orta Asya halkının inançları arasında yer alan, “cesedin insan şeklini sürekli muhafaza etmesiyle birlikte, kişinin dünyadaki varlığını devam ettireceği düşüncesi”,50 mumya yapmanın en önemli sebeplerinden birini oluşturmaktadır. Bu bağlamda özellikle Selçuklu hükümdarlarının cesetlerinin mumyalanmış olmasına bakılarak mumyalama işleminin, onların ilahi vasıflarına duyulan inançtan kaynaklandığını söyleyebiliriz. Özelikle Türklerin “kut” inanışında (devleti yönetme yetkisinin Tanrı tarafından o aileye verilmesi ve bunun kan yoluyla babadan oğla geçtiğine duyulan inanç.)51 hükümdar bir nevi Tanrı’nın yeryüzünde milleti idare eden temsilcisi durumundadır. Bu inanç, Orta Asya Türkleri’nin düşünce dünyasında doğmuş olmakla beraber, Osmanlı İmparatorluğu dahil tüm Türk devletlerinde kabul edilmiştir.

Kurgan mimarisinin bir uzantısı olarak kabul ettiğimiz kümbet mimarisinin İslamiyet’le tam örtüşmeyen başka yönleri de bulunmaktadır. Türkler kümbet adı verilen bu mezar anıtlarının üst katına mihrabı bulunan bu bağlamda ibadet edilen mescid katı diyebileceğimiz bir üst katın inşa edilmesini İslam âleminde bazı fıkıhçılar haram demelerine rağmen sürdürmüşlerdir. Türklerin Kuran-ı Kerim’deki dayanaklarıda muhtemelen şu ayet olmalıdır: “Böylece Allah’ın vaadinin hak olduğunu, kıyametin şüphe götürmez gerçek olduğunu bilmeleri için insanları onlardan haberdar ettik. Hani onlar, aralarında Ashab-ı Kehf’in durumu hakkında tartışıyorlardı. (Bir grup): Üzerine bir bina yapın. Çünki Rableri onları daha iyi bilir (diyorlardı. Halbuki) onların durumuna vakıf olanlar ise : Biz onların üzerine bir mescid yapacağız dediler.”52 Bu bağlamda bu ayet ışığında kripta katının üstüne ya da türbelerin içine mihrap

49 A. Doğanay, a.g.m., s. 127.

50 J.P. Roux, a.g.e., s. 126

51 J.P. Roux, a.g.e., s. 34-37.

52 Keht Sûresi/21. ayet.

(24)

17 koyarak mezarların üzerinde ibadete açık mekanlar yapmışlardır. İslam dünyasında Türkler ile ortaya çıkan alt katı kriptalı üst katı mihraplı ve sivri külahlı olan kümbetler, Büyük Selçuklu Devleti’nin kurulmasıyla İran ve Azerbaycan’a yayılmış, Anadolu Selçuklu Devleti ile de Anadolu’da gelişimini sürdürmüştür. Mezar üzerinde ibadet etmek İslamiyet’e göre ters olduğuna göre bunun kökenlerini eski Türk inançlarında aramak gerekmektedir. Çünkü eski Türkler’in mezarlar üzerinde ibadet mekanları yaptıkları bilinmektedir. Mezar yapısı üzerinde ibadet alanı geleneği, kripta uygulamasının çoktan kalktığı Osmanlı döneminde de sürmektedir. Osmanlı’nın ilk yıllarında bu tür örneklere rastlanmakla beraber zaman içerisinde bu tür uygulamalar kalkmıştır.53 Ancak Osmanlı döneminde yapılan türbelerin içinde ölünün bulunduğu yeri simgeleyen sandukanın olmasına rağmen mekanda mihrabın yer alması, burayı ibadete açık bir duruma getirmektedir. Bu bağlamda kripta katı kalksa da yapı içinde ölü, simgesel olarak belirtilmeye devam edilmiştir.

Müslüman olduktan sonra da eski geleneklerini korumayı başaran Oğuzlar, dönemin siyasi şartlarından dolayı göç etmeye başlamışlardır. 1071’de Anadolu’ya geldiklerinde buraya sadece Müslüman Oğuzlar olarak gelmemişlerdir. Onlar aynı zamanda Türklerin ana yurdu olan Orta Asyadaki geleneklerini de bünyelerinde taşıyarak gelmişlerdir. Bu bağlamda geldikleri yeni yurtta, İslamiyet’in tüm etkilerinin kesin olarak hissedildiği Osmanlı dönemine kadar, pek çok adetlerini yaşatmaya devam etmişlerdir. Özellikle Uygur Türkleri’nden Eretna ve Türkmen Karakoyunlu ile Akkoyunlu beyliklerinin Anadolu’da egemen oldukları 14. yy.’da kendi sahalarında pek çok kümbet inşa ettikleri bilinmektedir. Bu da Orta Asya geleneklerinin Türkmenler tarafından İslamiyete rağmen çok uzun süre yaşatıldığını ve hatta bir inanç sisteminin en kesin göstergelerinden biri olan ölü defnetme faaliyetinde kendini hissettirecek kadar canlı olduğunu göstermektedir.

2.1. Kurgan

Orta Asya Türk halkının ölülerini gömmek için yaptıkları üstü yığma toprakla örtülü mezar odalarına “kurgan” adı verilmektedir.54 Kurganlar yayılış coğrafyasından

53 A. Doğanay, a.g.m., s. 132.

54 S.elçuk Mülayim,” Kurganların Sırrı”, Thema-Larousse, Tematik Ansiklopedi, Milliyet, C. 6, İstanbul, 1993, s.

186, M. Sözen/U. Tanyeli, a.g.e., 142., Y. Çoruhlu, a.g.e., s. 75-87.

(25)

18 dolayı önce Rus arkeologların ilgisini çekmiş ve onlar sayesinde de tüm dünyaya tanıtılmıştır. 1895 yılında ilk kurgan kazısını başlatan bilim adamı, Rus arkeolog Radloff’dur (1837-1918). Bu bilim adamından sonra kurganlar, dikkat çekmeye başlamış ve birçok bilim adamı tarafından incelenmiştir.55 M.Ö. 2. binyıldan itibaren Orta Asya bozkırlarını kaplamaya başlayan bu kurganlar, M.Ö. 1000 yıllarında klasik biçimlerini almakla beraber, M.S. 4. yy.’dan itibaren yapılmamaya başlanmıştır.56 Kurganların yavaş yavaş tarih sahnesinden silinme tarihleri Orta Asya Türklerinin İslamiyet ile tanışmaları ile alakalıdır. Bu değişim, hem inanç sistemindeki değişme, hem de mimari teknolojinin gelişimi ile paralellik gösterir.

Îbni Fazlân seyahatnamesinde Oğuz Türklerinden birisi öldüğünde, onu ev gibi büyük bir çukura tüm şahsi eşyaları ile birlikte gömdüklerinden bahsetmektedir.57 Îbni Fazlân’ın bahsettiği hiç kuşkusuz kurgan olarak isimlendirdiğimiz mezarlardır.

Gerçekten de kurganların toprak altında kalan kesimleri mezar odası olup, içleri sanki bir evmiş gibi tasarlanmıştır. Ölümden sonraki hayata inancın bir uzantısı olarak tasarlanmış bu mezar odalarına ölü mumyalanarak, kişisel eşyaları ile beraber gömülmüştür.

Kurganların hepsi aynı büyüklükte olmayıp, çeşitli çaplarda yapılmıştır.

Kurganların merkezi planlı dairesel formda yapılması, Orta Asya Türkleri’nin yaşam biçimi olan göçebelik ve çadır kültürüne bağlanabilir. Çaplarının ölçüsü 13-50 m.

arasında değişen bu kurganlar, Anadolu’da silidirik planlı ya da dıştan değişik formlarda olsa da içeriden daire planlı olan mezar yapılarının kökeni olarak gösterilebilir.

Büyük kurganlarda genellikle önemli kişilerin gömülü olduğu görülmektedir.58 Bu bağlamda kurganların boyutları da ölünün sahip olduğu saygınlığa göre değişiklik göstermektedir. Kurganlar dışarıdan tek bir parçaymış gibi gözükse de toprak altında devam eden kesitte belli bölümlere ayrılmaktadır. Toprak altında mumyalanmış ölünün gömülü olduğu oda, genellikle dikdörtgen bir hacimdir. Bu hacmin yan duvarları kütüklerle kaplanırken, zemini, kütükten duvarlarının üstü ve üst kısmı keçe veya halılar

55 Nejat Diyarbekirli, Hun Sanatı, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınevi, İstanbul, 1972, s. 99.

56 S. Mülayim, a.g.m., s. 186.

57 R. Şeşen, a.g.e., s. 36.

58 S. Mülayim, a.g.m., s. 186.

(26)

19 ile kaplanmaktadır.59 mumyalanmış ceset bu odaların güney bölümünde, toprağın içine gömülmüştür. Ölüye ait kişisel eşyalar da ölü ile beraber gömülmüşdür. Bu bağlamda ölünün atı, at arabası, silahları, kıyafetleri, mücevherleri mezar odasında yer almaktadır.

Hatta bu odalarda çeşitli yiyecek ve içecek kalıntılarına da rastlanılmıştır.60 Bu eşyaların konulmasının nedeni ölünün öbür dünyada dirildiğinde de buradakine benzer bir hayat yaşayacağına duyulan inançtır. Kurganların içinde yer alan bu değerli eşyalara karşı duyulan merak, tarihte birçok kez bu yapıların talan edilmesine neden olmuştur.

Ölünün toprağa gömülmesinin nedeni toprağın sahip olduğu kutsallıktan ileri gelmektedir. Göktanrı’nın karşısında yer alan Yer Tanrısı “dirilme” inancının bir uzantısıdır. Çünkü Yeryüzü, Gökyüzünün çocuklarını dünyaya getiren üretken Tanrı’dır. Bu bağlamda Göktanrı’nın yeryüzüne getirdiği insan, Yeryüzü tarafından öbür dünyaya götürülecek ve diriliş sağlanacaktır.61 Öbür dünyada dirilişin batıdan olacağına duyulan inançla, ölüler buraya başları doğuya yönlendirilmiş bir vaziyette gömülmüşlerdir. Çünkü onlara göre öbür dünyada yaşam batıdan başlar.62 Orada yaşamın batıdan başlayacağı inancının nedeni, öbür dünyandaki tüm yaşamsal uzantıların buradakinin tam tersine işlediğine duyulan inanç olabilir. Şamanlar ölüler dünyasının, bu dünyanın tersine işleyen bir düzeni olduğuna inanırlardı. Yani burada sabahken, orada gecedir. Bu bağlamda buranın batısı, oranın doğusu olabilir.63

Diriliş inancı doğrultusunda Orta Asya Türkleri’nin ölülerini yıkayıp temizledikten sonra mumyaladıklarını ve onları “esük/eşük” adı verilen kefene sararak gömdüklerini görmekteyiz.64 Ölümden sonra gerçekleşecek dirilişte insan vücudunun tek bir parça halinde ve bozulmadan kalması amacıyla bu mumyalama işlemi gerçekleştirilmektedir. Tüm ölüler mumyalanmamış olup, daha çok asil kişilerin cesetleri mumyalanmıştır.

59 N. Diyarbekirli, a.g.e., s. 100.

60 Y. Çoruhlu, a.g.m., s. 49, S. Mülayim, a.g.m., s. 186.

61 Yaşar Çoruhlu, “Kurgan ve Çadır (Yurt)’dan Kümbet ve Türbeye Geçiş”, Geçmişten Günümüze Mezarlık Kültürü ve İnsan Hayatına Etkileri Sempozyumu (18-20 Aralık 1998, AKSM-İstanbul), Mezarlıklar Vakfı Yayınevi, İstanbul, 1990, s. 54.

62 N. Diyarbekirli, a.g.e., s. 64.

63 Ramazan Şeşen, “Şamanizm Üzerine Birkaç Söz”, Orta Asya’dan Anadolu’ya Türk Sanatı ve Kültürü, Prof.

Dr. Nejat Diyarbekirliğe Armağan, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2006, s. 60.

64 A. Doğanay, a.g.m., s. 128.

(27)

20 Ölü mumyalandıktan sonra bir süre çadırda bekletilmekteydi. Bunun nedeni ölünün gömüleceği kurganın inşa edilmesidir.65 Mumyalanan cesedin bir süre çadırda bekletilmesi Türk defin gelenekleri içerisinde önemli bir yer tutmaktadır.

Mumyalanmış cesedin çadır içerisinde bekletilmesinin pratik bir sebebi bulunmaktaydı.

Ayrıca bölgenin coğrafi şartları düşünülürse toprak hemen hemen her mevsim belli seviyeye kadar donmuş bulunmaktadır. Bu yüzden de kurganların inşası uzun sürmektedir. Orta Asya’da başlatılan bu gelenek Osmanlı’ya kadar sürmüştür. Bu süreç içerisinde mumyalanmış ceset çadırın içerisinde korunmaktaydı. Kanuni Sultan Süleyman’ın (öl. 1566) cesedi mumyalanmış ve geleneğe göre mumyalama işleminde çıkartılan iç organlar, türbenin inşasına kadar mumyanın da içinde bulunduğu çadırın içine gömülmüş, asıl beden ise yapılan türbe binasına defn edilmiştir.66

Türkler’in mezar mimarisinde kurganlar ve mumyalama özel bir anlam taşımaktadır. Türk geleneklerinin Asyatik unsurlarından bir olan mumyalama ve mumyalanan cesedin kurganlarda korunması, İslamiyet’in kabulünden sonra da devam etmiştir. Ancak İslamiyetten sonra Türkler, kurgan tipi mezar anıtı yerine alt katı mumyalık üst katı ise mihrabı ile ibadet edilmeye açık olan iki katlı kümbetler ya da mumyalığı olmayan tek katlı türbeler inşa etmeye başlamışlardır.

2.2. Selçuklu Mezar Anıtları

Türklerin anıtsal mezar yapma düşüncesi, İslamiyetten önceki dönemlerde Orta Asya’daki kültür çevresinde gelişmiştir. Bu bağlamda kurganlar yapan Türkler, Uygurlar zamanında kubbeli mezar yapıları yapmaya başlamışlardır.

Türkler, Müslüman tüccarlar ile arasındaki ticari ilişkiler sayesinde İslamiyeti tanımışlar ve 10. yüzyılda İslamiyete inanmışlardır. Ayrıca Müslüman şeyhlerin Türkler arasında yaptıkları propaganda çalışmaları da Türkler’in din değiştirmesinde etkili olmuştur. Ancak din değiştirmekle beraber tüm geçmişin getirdiği gelenek-görenekler değişmemiş, Türkler uzun çağlar boyunca eski inançlarının izlerini üzerlerinde

65 Nejat Diyarbekirli, “Kazakistanda Bulunan Esik Kurganı”, Cumhuriyet'in 50. Yılına Armağan, Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1973, s. 292.

66 Y. Çoruhlu, a.g.e., s. 55.

(28)

21 taşımışlar, özellikle ölüm ve ölü üzerindeki örflerin izleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun erken dönemlerine kadar etkisini göstermiştir.

İslamiyetin mezar ve mezarlık kavramına bakışınını “en iyi mezarlar en çabuk ortadan kaybolan mezarlardır.” hadisi bize özetlemektedir. Türkler müslümanlığı kabul edene kadar geçen ortalama üçyüz yıllık süre içerisinde mevcut bilgilerimize göre İslam aleminde iki tane mezar anıtı yapılmıştır Bunlardan bir Samerra’daki Kubbetü’s- Süleybiye (860) diğeri ise Buhara’daki Sâmânî Türbesi (10. yüzyılın başları) dir.

Türkler’in İslamiyet’e inanmalarıyla beraber mezar anıtlarının sayısında bir artış görülmektedir. Orta Asya’dan itibaren ölü kültünde mezar odası yapma geleneği bulunan Türkler, İslamiyet’e rağmen bu geleneklerini devam ettirmişler ve türbe, kümbet gibi farklı formlarda mezar anıtları yapmışlardır.

Selçuklular Anadolu’ya gelmeden evvel de bulundukları coğrafyada mezar anıtları yaptıklarını biliyoruz. Karahanlılar, Gazneliler, Harzemşahlar ve Büyük Selçuklu Devletini kapsayan bu dönemde yapılan mezar anıtları, bölgenin coğrafi şartları nedeniyle tuğladandır. Bu yapılar plan itibariyle kubik gövdeli, sekiz, on, oniki kenarlı ya da silindirik gövdeli olarak inşa edilmiştir. Büyük Selçuklu dönemini kapsayan mezar anıtlarının çoğu tek katlı olmakla beraber iki katlı olanları da mevcuttur. Tarihlendirebildiğimiz en eski kriptalı Türk mezar anıtı Büyük Selçuklu eseri olan Künbed-i Surh (1147)’dur.67 Künbed-i Surh’un kripta ve üst katı kare planlıdır. Bu kümbetten başka, Azerbaycan Atabeğleri dönemi eseri olan Yusuf bin Kuseyr Türbesi’nin (1162) kripta ve üst katı sekizgen, yine Azerbaycan Atabeğleri döneminede yapılmış olan Mümine Hatun Türbesi’nin (1186-7) ise alt ve üst katı ongen, Büyük Selçuklulara ait Künbed-i Kebud’dun (1196-7) kripta katı haç, üst katı ongen, Büyük Selçuklulara tarihlendirilen (12. yüzyılın ilk yarısı) Burc-u Demavend’in kripta katı dikdörtgen, üst katı ise daire planlıdır.68 Bu eserler Anadolu’da devam eden kriptalı mezar yapılarının temelini oluşturmaktadır. Künbed-i Surh kare planlı kripta bölümü ile ayrı bir önem taşımaktadır. Çünkü özellikle kare planlı kripta katı Anadolu’da sıklıkla tercih edilen bir uygulama olmuştur.

67 Nusret Çam, “Türk Mezar ve Türbelerinin Özellikleri İle İlgili Bazı Düşünceler” Geçmişten Günümüze Mezarlık Kültürü ve İnsan Hayatına Etkileri Sempozyumu (18-20 Aralık 1998, AKSM-İstanbul), Mezarlıklar Vakfı Yayınevi, İstanbul, 1990, s. 65.

68 H. Önkal, a.g.e., s. 17., Orhan Cezmi Tuncer, Anadolu Kümbetleri, 1 Selçuklu Dönemi, Güven Matbaası, Ankara, 1986, s. 261.

(29)

22 Anadolu Selçuklu Devleti’nin Anadoluya getirdiği yapı tiplerinden biri olan kümbet mimarisi, genelde sultan ve hanedan üyelerine ait mezar yapılarıdır.

Kaynaklardan tespit edebildiğimiz kadarıyla 111 tane Anadolu Selçuklu mezar anıtı bulunmaktadır. Bunlardan 72 tanesi iki katlı olup, 59 tanesinin kripta katına halen girilebildiği belirtilmektedir. 69 Bu kümbetlerin çoğunluğu Beylikler Dönemin’de de devam edecek bir uygulama olarak taş bir kaide üzerinde yükselmektedir. Selçuklu kümbetlerinin üst katı genelde sekizgen olmakla beraber, ongen, onikigen, daire ve kare planlı örnekleri de bulunmaktadır.

Selçuklu kümbetlerinin kripta mekanı kare, dikdörtgen, haç, sekizgen ve daire planlıdır. Bu plan şemalarından en sık uygulanan kare iken en az tercih edilen daire ve sekizgen plan şemaları olmuştur. Bu bölümlerin örtü sistemi olarak ise en fazla beşik tonoz tercih edilmiş, ancak tonozun değişik tiplerinin kullanıldığı örneklerde bulunmaktadır. Kubbe ise kripta mekanı için en az tercih edilen örtü sistemi olmuştur.

69 H. Önkal, a.g.e., s. 447.

(30)

23 3. 14. YÜZYILDA ANADOLU

Anadolu Selçuklu Devleti’nin ilk başta Moğollara bağlı bir devlet konumuna indiği daha sonra da çöktüğü 14. yüzyılda Anadolu toprakları farklı Türkmen gruplarının yönetimi arasında kendiliğinden bölünmüş ve iktidar kavgasının sahnesi haline gelmişti. Bu yüzyıl Anadolu’nun son büyük Türkmen göçünü yaşadığı dönem olması bağbında ayrı ve özel bir anlam taşımaktadır. Selçuklular’ın Anadoluya yerleşmeye başladığı 11. yüzyıldan 14. yüzyıla kadar Anadolu, büyük oranda Türkleşmiş ve Türkler de İslamlaşmıştı. Ancak Moğollar’ın baskısından kaçarak gelen bu yeni Türkmen göçü, Asyatik unsurların Anadolu’da hatırlatılması bakımından taze bir kandı. Moğolların baskısıyla göç eden Türkmenler Anadoluya gelirken, Anadolu’daki Türkler de zayıf Bizans’a doğru yayılmaya başlamışlardı.

Moğollar Anadolu hakimiyetini tam olarak ele geçirmeden önce, bölgede otoritesinin hissedilmesi için vali yetkisiyle komutanlarını Anadoluya göndermekteydi.

Bu komutanlardan biri olan Emir Çobanoğlu Demirtaş da kendi başına devlet kurmak isteyince, İlhanlı baskısına dayanamadı ve Mısır’a kaçtı. Ancak kendi yerine naip olarak kayınbiraderi Eretna/Ertana’yı bıraktı. Bu sırada İlhalı hükümdarı Ebu Said Bahadır’ın oğulsuz ölümü üzerine iktidar kavgasından yararlanan Eretna, 1335’de Sivas merkez olmak üzere kendi devletini kurdu. Kayseri, Niğde, Aksaray, Ankara, Tokat, Amasya, Şebinkarahisar ve Erzincan bölgelerini de sınırlarına ekleyen Eretna Beyliği, kısa zamanda büyüdü. 1352 tarihinde Eretna öldü ve beyliğin yönetimi 1381’de Kadı Burhaneddin’in eline geçti.70

Harezm kökenli olan ve Oğuzların Sular boyuna mensup bulunan Kadı Burhaneddin Ahmed, Eretna yönetimindeki Kayseri’nin kadısı durumundaydı (1365).

Bölgedeki karışıklıkları fırsat bilerek yönetimi ele geçiren Kadı Burhaneddin, kısa sürede dönemin en kuvetli beyliklerinden biri haline geldi. Kadı Burhaneddin’in batıya yayılma politikası Osmanlılarla da karşı karşıya gelmesine neden olmuş ve beylik 1442 senesinde Osmanlı hakimiyetine girmiştir.71

70 Erdoğan Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, İstanbul Üniversitesi Yayınları No: 3316, Edebiyt Fakültesi Yayınları No: 3211, Güven Matbaası, İstanbul, 1985, s. 294-296.

71 E. Merçil,a.g.e.,, s. 300-302.

Referanslar

Benzer Belgeler

Tekrarlı hava Ģartlarında yıpranma deneyine maruz kalan deney parçalarının, tabii don tesirlerine dayanıklılık deneyine maruz kalan deney parçalarının ve

Zaferden sonra geniş çaplı bir harekata girişen Selçuklu Sultanı niha- yet 60.yıllık bir aradan sonra Göller Bölgesinin başkenti Ulu Borlu'yu ele geçirdi. Seferine devam

Böylece kadınlar ikincil statüde bir varlık olarak konumlandırılıp kocalarının ancak özel mekândaki birincil varlığı olarak yüceltiliyorlardı.  Bütünsel

Türkiye’den de Çevre ve Orman Bakanl ığı Müsteşarı Hasan Zuhuri Sarıkaya’nın yanı sıra Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) Genel Müdürü Fevzi İşbilir, Özel

Glandular trichomes are involved in secreting various substances such as water, mucilage, terpenes, salts, nectar, digestive enzymes.. They can also be classified on the basis of

Mesîhî, ilk beytinde şarap dudaklı sevgilinin kendisine misafir olması durumunda bu şaraba meze olması için ahıyla bütün bülbülleri kebap edeceğini; ikinci

Üyeleri arasında bağlaç bulunmayan ikilemelerin Türk Dili asıllı kelimelerle kurulanları olduğu gibi alıntı kelimelerle kurulanları da mevcuttur.. Gerek Türk Dili

Özal, Şeref Salo- nu’nda Ankara’dan birlikte geldiği A- NAP Milletvekilleri İbrahim Özdemir, Yusuf Namoğlu, Rasim Zaimoğlu ve A- NAP'tan bir yıl süreyle