Osmanlılarda Taşra Yönetimi ve Tımar
Sistemi
• Osmanlı Devleti’nde taşra yönetiminin özelliklerini anlayabilmek için, tımar sistemini ve onun tamamlayıcısı olan iltizam usulünü bilmek gerekir. Çünkü bu sistemler sayesinde birtakım politikalar uygulanabilmiştir.
• Tımar sistemi, Osmanlı Devleti’nin en temel kurumlarından biridir. Eyâlet yönetimi esas itibariyle tımar
sistemine dayanır. Ayrıca devletin ekonomik, sosyal, ziraî politikaları ile askerî teşkilatı ve vergi düzeni de tımar sistemi ile iç içedir. Tımar sistemi, en kısa biçimiyle, bir kısım asker ve devlet görevlilerine belirli bölgelerden vergi kaynaklarının ayrılması ve buna karşılık onlardan devlet için hizmet beklenmesi usulü idi. Devletin tımar için ayırdığı, miktarı belirlenmiş vergi kaynaklarına ise genel olarak dirlik denirdi. Tımar sahibi, kendisine dirlik olarak ayrılmış gelir kaynaklarının mülkiyeti üzerinde hak iddia edemeyip, yanlızca vergi gelirlerini toplama hakkına sahipti. Esas itibariyle vergi gelirlerinden oluşan tımarı, yalnız toprağa dayalı vergiler değil, şahıslardan ve konar-göçer cemaatlerden alınan vergiler ile birtakım suç ve cezalara ait vergiler de oluşturmaktaydı.
• İmparatorluğun büyük bir bölümünü oluşturan ve saliyânesiz eyâletler olarak isimlendirilen tipik Osmanlı
eyâletlerinde tımar sistemi uygulanırdı. İlk Osmanlı hükümdarı Osman Gazi zamanından itibaren uygulanan ve zamanla geliştirilen bu sistem, büyük bir imparatorluk ordusunu Ortaçağ ekonomisine dayanarak ayakta
tutabilme kaygısından doğmuş ve imparatorluğun eyâlet yönetimi ile malî, sosyal ve ziraî politikalarına şekil vermiştir. Nitekim bu politikaların hemen hemen hepsi, devletin askerî ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla geliştirilmişti.
• Para darlığı Ortadoğu devletlerinin temel sorunlarından biriydi. Altın ve daha önemli olan gümüş, para sisteminin temeliydi. Bu metallerin kıtlığı karşısında devlet, büyük çaplı girişimler, özellikle de beslediği büyük bir ordu için para bulmakta zorlanırdı. Öte yandan, aynı nedenlerden dolayı köylüler de en önemli vergi olan tahıl öşrünü nakit olarak ödeyemedikleri için, ürün olarak öderlerdi. Ortaçağ devleti ise ürün olarak ödenen vergiyi toplayıp paraya çevirme imkanlarından yoksun olduğundan, bu gelir kaynaklarını düşük fiyatlarla mültezimlere satardı. Böylece devlet gelir kaybeder, ordunun maaşlarını ödeyebilmek için gereken parayı toplayamazdı. Bu yüzden, devletin tarıma dayalı olan vergi gelirlerini askerlere tımar olarak vermesi,
Ortadoğu’nun Müslüman imparatorluklarının en eski geleneklerinden biriydi.
Askerler, maaş yerine doğrudan doğruya kendilerine ayrılmış bu vergi gelirlerini
köylerinde oturup tahsil ederlerdi. Başlıca gelirleri askerlere maaş olarak bırakılan bu
toprak birimleri, Bizans’ta pronoia, İslam ülkelerinde ise iktâ’ veya tımar diye bilinirdi.
• Bu sistemde sipahi, gelir kaynağı olan köyde yaşar, ürün olarak ödenen bir vergi olan öşrü de kolayca toplayabilirdi. Böylece asker, mültezimin yerini alır, öşrü nakde
çevirme sorumluluğunu da üstlenirdi. Böylesi bir sistemin bir üstünlüğü de, Ortaçağ ordularının temel ögesi sipahinin yaşadığı köyde atına kolayca bakabilmesiydi.
• Tımar sistemi ile devlet çok fonksiyonlu bir uygulamayı gerçekleştirmiş oluyordu.
Devlet, vergileri kaynağında toplama işlemini tımar sahibi olan görevlilere bırakıyordu.
Ayrıca bu görevliler, bir yandan tımar bölgelerini kadı kontrolünde yöneterek önemli bir örf görevini yani padişah adına yürütme görevini yerine getiriyor, diğer yandan da çağrıldıkları anda tımarlarının miktarına göre beslemek zorunda oldukları cebelü
denilen askerleriyle birlikte seferlere katılıyorlardı. Devlet böylece ordusunun büyük bölümünü bu eyâlet atlı askerleriyle oluşturuyordu. Ayrıca hem yönetici hem de asker olan tımar sahipleri, tımar bölgelerindeki üretici halkı koruyup kollama yoluyla
üretime de katkıda bulunuyorlardı.
• Tımar sisteminde reâyâ, sipahi ve devlet olmak üzere üç temel taraf bulunmaktaydı. Bu sistemde tımara verilen toprağın mülkiyeti devlete aitti. Tımar sahibi olan sipahi ise devlete ait toprağı işleten, devletin reâyâdan alacağı vergileri kendi adına toplayan devlet görevlisi
konumundaydı. Topladığı vergi gelirlerinin bir kısmını kendisine
ayırmakta, kalan kısmı ile asker besleyip savaşlara beslediği askerler ile katılmaktaydı. Bu haliyle sipahi devlete ait toprağı işleten bir kimseydi ve reâyâ üzerinde herhangi bir tasarruf yetkisi bulunmamaktaydı.
Sorumluluğu altında olan topraklarda padişahın otoritesini temsil
etmekteydi. Reâyâ ise üzerinde yaşadığı toprakları işleyip vergisini
sipahiye vermek zorundaydı.
• Tımar sistemini kurmak ve sürekli bir merkezî denetim sağlamak için hükümet, eyâletlerdeki bütün gelir kaynaklarını ayrıntılı olarak tespit etmek ve bu kaynakların tımar olarak dağılımını gösteren defterler düzenlemek zorundaydı. Bir bölgenin fethinin hemen ardında, tahrîr (sayım) yapılır, o sancağın gelir kaynaklarını belirlemek üzere tahrîr emini veya il yazıcısı denilen bir
görevli gönderilirdi. Sonraları, her 20-30 yılda bir veya bölgenin vergi gelirlerinde değişiklik göze çarptığında il yazıcısı gönderilir olmuştur. Tahrîr tamamlanınca, padişah yani devlet hazinesi, vezir ve beyler için ayrılan hâslar çıkartılır, geri kalanı da sipahiler arasında tımar ve zeâmet olarak
dağıtılırdı. Zeâmet, resmî anlamda, yıllık geliri 20.000 ile 100.000 akçe arasında olan, subaşı,
alaybeyi, tımar defterdarı, defter kethüdâsı, Dîvân-ı Hümâyûn katipleri, beylerbeyi ve sancakbeyi oğulları gibi orta dereceli devlet görevlilerine ve askerlere verilen bir dirlikti. Başta padişah olmak üzere padişahın oğulları, kızları, annesi ve kızkardeşleri ile vezir-i azam, vezirler, beylerbeyileri ve sancakbeyleri gibi yüksek dereceli devlet görevlilerine verilen yıllık geliri 100.000 akçeden çok olan dirliklere hâs denirdi. Yıllık geliri 20 bin akçenin altındaki sipahilere verilen dirliklere ise tımar denilmekteydi. Tımar sisteminde dirliklerin büyük bir bölümünü tımarlı sipahilere verilen dirlikler oluşturmaktaydı.
• Tımar sisteminde hâs ve zeâmetler, sahiplerine görevleri devam ettiği sürece verilirdi. Görevleri sona erdiğinde, yerlerine atananlar aynı dirlikleri tasarruf ederlerdi. Oysa tımar, sipahiye kanuna aykırı bir
davranışı olmadığı sürece ömür boyu verilirdi. Ölümü halinde de belli koşullarla tımar mirasçılarına kalırdı.
Bu sistemde toprağı işleyen köylüler ise babadan oğula geçen kiracı konumundaydılar. Tapu vergisi denilen bir parayı ödeyerek toprağı tasarruf hakkı kazanırlardı. Köylünün toprak üzerindeki hakları yalnız babadan oğula geçer, köylü toprağını satamaz, hediye olarak bağışlayamaz veya izinsiz olarak başkasına
devredemezdi
• Bir yönetim kurumu olarak tımar sistemi, beylerbeyinden tımarlı sipahiye kadar, padişahın eyâletlerdeki yürütme gücünü temsil ederdi. Tımarlı sipahilerin çeşitli yöneticilik görevleri vardı. Kırsal alandaki reâyânın korunmasıyla yükümlü bir tür polis gücü oluşturdukları gibi, tımar olarak ayrılmış vergilerin toplanmasında ve devletin mülkiyetindeki tımar topraklarına ait yasaların uygulanmasında önemli görevler üstlenirlerdi.
• Tımar sistemi, yüzeysel olarak Ortaçağ Avrupa feodalizmine benzer; ancak ikisi arasında temel ayrılıklar vardır. Devlet, tımar sistemini uygulayabilmek için, toprak üzerinde hiçbir özel sahiplik hakkını kabul etmeksizin kendi mutlak denetimini kurmuştur. Osmanlı Devleti, daha önceki İslam devletleri örneğine uyarak, bütün tahıl ekilen tarım topraklarının devlete ait olduğunu ilan etmiştir. Yalnız mülk ve vakıf topraklar bu kuralın dışında tutulmuştur.