• Sonuç bulunamadı

Bizi kimlik sahibi yapan; bizim bağlandığımız, iman ettiğimiz, inandığımız değerlerdir.

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Bizi kimlik sahibi yapan; bizim bağlandığımız, iman ettiğimiz, inandığımız değerlerdir."

Copied!
46
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

“Bizi kimlik sahibi yapan;

bizim bağlandığımız, iman ettiğimiz,

inandığımız değerlerdir.

Hasan AYCIN Özel Röportaj :

YIL: 1 SAYI : 2 / HAZİRAN 2017

(2)
(3)

İmtiyaz Sahibi Dursunbey

Anadolu İmam Hatip Lisesi adına Hüseyin AVCI

Okul Müdürü Editör Dilek ARAS Kübra BAKIRCI Editör Yardımcıları Esma Nur GÖKTAŞ Yunus Emre GÖKGÜL

Mustafa OCAKDEN Çalışma Grubu

Yazarlar Emine YILDIZ Rüveyda KIRCA

Ayşenur ÜNAL

İçerik-Araştırma-Yazı aktarım Betül ÇALIM

Büşra TURAN Rabia YILDIRIM

Ayşe YONGA Hacer DAĞDEVİREN

İki şey mühimdir;

Biri okyanus gibi bol haysiyet, İkincisi elif gibi dimdik şahsiyet…

Mevlana Celaleddin Rumi

Ah ile başladık, Elif ile devam ediyoruz yolumuza. Mevlana’nın dediği gibi;

“Aşk da tıpkı elif gibidir, isminde gizlidir.

O olmadan da besmele sesi gelmez. O her şeyin başıdır.”

Yine aşkla, manayla, sırlarla geldik kalbinize dokunmaya. Elif’ten büküldük Ah’ı anlatmak için. Çokluğu ‘bir’den, Elif’ten derledik ve size anlatmak istedik.

Belki okuduğunuz bir yazıdan, şiirden, hikâyeden; gördüğünüz bir kelime, bir çizimden gönlünüze akarız diye karşınızdayız yine. Gönüllere dokunmak temennisiyle…

(4)

İÇİNDEKİLER

Heybemde Biriktirdiklerim/Hüseyin AVCI ...4

Röportaj/ SIRRINI SANATLA SIZDIRAN ÇİZGİZAR: HASAN AYCIN ...5

Yine Matematik/Burhan ARAS ...12

Beyaz Esaret/Mustafa OCAKDEN ...13

Kış Baharı Yüreğinde Saklar/Ahmet TOSUN ...14

Rabbini Tanımak/Betül ÇALIM-Emine YILDIZ...15

GÖNLÜNÜ SUYA DAMLATAN SANATÇI: GARİP AY ...16

İz Bırakan Âlimlerden: ÖMER NASUHİ BİLMEN/Dilek ARAS ...18

Ömer Nasuhi/Ayşenur ÜNAL (Şiir) ...21

Gidenlerin Ardından/Kübra BAKIRCI ...22

Ey Ecel/Narin BALABAN ...23

Karanlık Gecelerim Var Benim/Hatice ALATAŞ...24

Gül Yüzlü Sevgili-1/Feyzullah KIRCA ...25

Üçleme/Dilek ARAS-Nurgül AYDIN ...26

Dijital Göçmen Öğretmenlerin Dijital Yerli Öğrencileri-İbrahim YILDIRIM ...27

Umut/Rüveyda KIRCA-Ayşe YONGA ...28

Âşık Bir Ben/Ayşenur ÜNAL ...29

Dursunbey’in Değerleri ...30

Kitap Köşesi ...31

Yazar ve Şairlerin Yaratılış Yüzü ...33

Hu-Kübra BAKIRCI ...35

İncili Öğrenciler ...36

Öğretmenime Akrostiş/Ümmügülsüm DEMİRDAĞ ...38

Sosyal Etkinlikler ...40

Yeni Okulumuz ...43

38 4

5

13 12

22 14

15

28 27

26 17 29

23

24

16 25

34

38

40

(5)

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.

O benim milletimin yıldızıdır parlayacak!

O benimdir, o benim milletimindir ancak!

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal!

Kahraman ırkıma bir gül... ne bu şiddet, bu celâl?

Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal.

Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklal.

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım;

Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!

Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.

Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar.

Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.

Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imânı boğar,

‘Medeniyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakın;

Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.

Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın, Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

İs tiklal

M arşı

Bastığın yerleri ‘toprak’ diyerek geçme, tanı!

Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.

Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı.

Verme, dünyâları alsan da bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?

Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!

Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ, Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.

Rûhumun senden İlahî, şudur ancak emeli:

Değmesin ma’ bedimin göğsüne nâ-mahrem eli!

Bu ezanlar-ki şehâdetleri dinin temeli- Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.

O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım.

Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım;

Fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na’şım;

O zaman yükselerek arşa değer belki başım!

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!

Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.

Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl;

Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet, Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!

Mehmet Akif ERSOY

(6)

I

Üzerinde bir tedirginlik vardı. Güneş yazın son sıcak- larını çorak topraklara ,kırların yamaçlarına ,insanların kavruk yüzlerine savuruyordu. Köyünün bir ucundan diğer ucuna defalarca dolaşmak, köyünün sırt verdiği te- peye çıkıp avazı çıkıncaya kadar bağırmak istiyordu. Kö- yünün insanlarını kucaklamaya, köy odasına girip ocak başında demlenen çaydan içmeye can atıyordu. Bir yan- dan da içi burkuluyor , kalbi kanat çırpıyordu. Annesinin gelen misafirler için özel pişirdiği ,diğer zamanlarda ye- mek için can attığı sumaklı ciğer çorbasını canı çekmi- yordu. Ancak boğazına takıla takıla birkaç kaşık alabildi.

Fırından daha yeni çıkmış somun ekmekleri buram bu- ram kokuyordu. Kendi kendine ah keşke bir günün daha olsa dedi. Komşulara da eve toplanmıştı.

Annesi “uğurlar olsun oğlum” dedi. Önceki uğurla- malara ,salavatlardan farklı olarak. Kendi eliyle ördüğü yöresinin kültürünün ,inancının rengini taşıyan heybeyi oğlunun omuzuna astı. İçinde maniler ,nasihatler , dualar olan heybeyi.

Olduğu yerde gözlerini bir yere dikmiş kendini gizle- meye çalıştı. Sadece kendine uzanan elleri sıkabildi .Dili şişmiş boğazı düğümlenmişti sanki. En nihayet hakkınızı helal edin diyebildi. Ansızın ,kilometrelerce yürüyece- ği yolu hızlı ama isteksiz adımlarla arkasına bakmadan adımlamaya başladı.

Şehir düşmüştü artık. Her şey çok yabancıydı. Hiçbir şey heybesindeki azığa benzemiyordu. İnsanlar köyü- nün insanı hiç mi hiç değildi. Geceler yıldızsızdı. Güneş köyünün güneşi gibi doğmuyordu. Yağmurlar daha bir başka ıslatıyordu. Heybesi omzunda şehrin korkunç bul- varlarında yalnız kalakalmıştı. Bazen heybesi düşer gibi oluyor , şiddetli bir ürperti ile annesini ,köyünü, insanla- rını ve onların beklentilerini hatırlayarak büyük binalar arasında sığınacağı bir minare arıyordu.

Nihayet şehir yalnızlığı ile tanıştı. Yoğun bir hayat ve bitmek tükenmek bilmeyen bir hasret. İlerisi onu durma- dan düşündürüyordu. O artık bir noktaya çekilip yaşamak , kitaplarının ve kendisinin olmak istiyordu. Ne düşündü- ğünü bilmek istiyordu. Her şeyin dışında bir şeye ilişme- den yaşamak istiyordu. Niçin bu şehirde olduğuna anlam veremiyordu. Bazen şehre sık sık çıkıyor bazen beyni çö- zülmüşçesine odasına kapanıyordu.

II

Otobüs durağında güzel bir kız gördü. Çok güzeldi.

Bakışlarını ondan ayırmadı. Otobüs hiç gelmesin istedi.

Bir an kız da fark etmişti. Sonra bakışlarını çevirdi. Önü- ne baktı. Hep önüne baktı. Kızın hep kendisine baktığını sandı. Yaşam dursa böylece donup kalsalar istedi.

Kafasını kaldırıp baktığında kız uzak bir semtin oto- büsüne bindi. O da arkasından binmek istedi ama cesaret edemedi.

………

Her fırsatta o durağa gitti. Zamanın küflü çarkları işlemeye başlamıştı. Güneş köyünün güneşi gibi mi do- ğuyordu ne ? Kitapları daha da canlanmıştı. Koltuğunun altında adeta çırpınıyorlardı.

Her an o durak ,her an o kız hayali ,her an kaçan ders- ler her an müdürden fırça. O gün kız durakta yine yoktu.

Bir daha bir daha…

Bir gün kızı beyaz gelinlikler içinde fotografçıdan çı- karken gördü. Ve son görüşü oldu.

III

Annesinin dokuduğu heybeyi hatırladı. Otobüs du- rağını hatırladı. Beyaz gelinlikler içindeki kızı hatırladı.

Şehirdeki yaşadığı ömrü tekrar yaşadı.

Valizini hazırladı.

Onun yeri burası olamazdı. Ondan hiçbir iz taşımı- yordu. Artık dönebilirdi. Kendisini de bekleyenler vardı.

O buraya gelirken geride kalanların gönlünde umutlar yeşermişti. Şehre geçici bir zaman için gelmişti. Şehirde bilgilenecek, aydınlanacak, yeni insanlar, yeni dünyalar tanıyacaktı. Okuyacaktı ve geride bıraktıklarına

Heybemde

Biriktirdiklerim

Hüseyin AVCI Okul Müdürü

(7)

Sırrını sanatla sızdıran çizgizar:

Hasan Aycın

1.İslam ile sanat arasındaki bağı, ilişkiyi bir çizer ve yazar ola- rak nasıl anlatır ya da nasıl tanım- larsınız?

İslam ve sanatı konuşurken, ken- dimi de işin içine katarak konuşu- yorum, biz dışından konuşuyoruz, bugünkü Müslümanlar olarak konu- şuyoruz ama dışından konuşuyoruz.

Sebebi de şu: Bir kere İslam’ın şu sanatı bu sanatı demek çok da doğru bir tanımlama olmaz. Sonuç itibari ile İslam her şeyin üstünde ve her şeyi kuşatandır. İslam›a teslim olmuş insanların ürettikleri sanat, Müslü- manların sanatı konuşulabilir: Hat, ebru gibi... Bugün bu sanatları re- vaçta değil. Dolayısıyla ben kendim de o klasik sanatlardan, geleneksel sanatlardan biriyle iştigal etmiyo- rum. Karikatür sonuçta modern bir sanat, üstelik de batılı bir sanattır.

Ben onu bir Müslüman olarak icra ediyorum. Bu konuda bana çok soru geliyor. İsteseniz de istemeseniz de bağlı olduğumuz ilkeler, inanç de- ğerlerimiz sonunda bir mesele teşkil ediyor kafalarda. Bugünkü sanatları icra eden sanatçılar eğer Müslüman iseler kendi değerlerinden beslenebi- lir mi? Ayetlerden etkilenebilir mi?

Bunları eserlerine taşıyabilirler mi?

İslam’ın mesajını eserlerinde verebi- lirler mi gibi sorular peş peşe geliyor.

Okul dergimizin yeni sayısı için röportaj isteğimizi kabul eden Hasan AYCIN´la Balıkesir´de buluştuk.

Öğrencilerimizin kendisine yönelttiği tüm sorulara samimi bir şekilde cevap veren üstat, okul dergimiz için oldukça keyifli bir röportajın gerçekleşmesine vesile oldu. Hasan AYCIN, sanatını kırk yıldır, gül- düren olmak yerine, düşündüren, tefekkür ettiren bir üslupla çiziyor. İçindeki manayı ustaca bir hü- nerle dışa aktaran, sırrını manayla birleştirip sızdı- ran bir ÇİZGİZAR. Güler yüzü ve mütevazı kişiliğiy- le bizi kendisine hayran bırakan Hasan AYCIN’a bu güzel zaman dilimi ve keyifli röportaj için teşekkür ediyoruz.

(8)

Ben bunlara bir Müslüman olarak ce- vap veriyorum, o gelenek adına değil çünkü o geleneğin temsilcisi değilim kendim de o yüzden diyorum. Ben batılı bir sanatı bir Müslüman olarak icra ediyorum.

- O yüzden siz kendinize kari- katürist demiyorsunuz kendinize, çizer diyorsunuz.

(Gülümsüyor)-Ben hiçbir şeye itiraz etmiyorum ama zaten bir şey dememe de gerek kalmadı çizer de- diler.

2. Eserlerinize yüklediğiniz an- lam, misyon nedir? Kalıcı olmasını ve geleceğe taşımak istediğiniz ne- dir? Kısaca Hasan AYCIN’IN yaz- ma ve çizme amacı nedir?

Bu sorunun cevabı romanlık bir cevap olur.(Gülümsüyor)Mesele bi- raz şöyle. Bir gazeteci ile bir tarih- lerde yaptığımız röportajda: ‘Ben ne sorarsam sorayım sen bir şair gibi evirip çevirip sonunda kendi ceva- bını veriyorsun.’ demişti. Tolstoy,

‘Sanat Nedir? ’adlı eserinde-bildi- ğim kadarıyla o Tolstoy’un en son eseridir ve otoriteler tarafından da kabul edilmemiş, Tolstoy’a ait ama Tolstoy bu değil diyerek reddettikleri bir eserdir. Tolstoy ihtiyarladığında, artık bunadığında yazmıştır diye bir yaklaşımla reddettiler, itibar etme- diler-bir kıstası vardır der ki: ‘Ben eserde eserin sanat gücüne bakarım, eseri eser yapan güç sanat gücüdür ben ona bakarım. Bu yetmez sanat- çının verdiği mesaja bakarım. Bu da yetmez sanatçının o eserde verdiği mesaj da samimi olup olmadığına bakarım. Bu da yetmez sanatçının samimiyetinde samimi olup olmadı- ğına bakarım.’ Böyle tel tel ayırdık- tan sonra kendimize dönersek-bugün masanın üstünde duran 40 hadis 40 çizgi kitabım var ki ben de 40 yıl- dır çizerim üstelik.39 yıldır yayın- lıyorum. Bu çalışma da bu alanda bugüne kadar yapılmış ilk ve tek çalışmadır, bu güne kadar yapılma- mış bir çalışmadır. 50’ye yakın dün- ya diline de çevrildiğini biliyorum.

Basit gibi bir çalışma gibi görünse de bu böyledir-40 yılını dolu dolu bu işlere vermiş bir insan olarak ben sanata önce sanatçıdan başlamak ge- rekir diye düşünüyorum. Sanatçıdan

bakmak gerekir diye düşünüyorum.

Sanatçı dediğimiz zaman bir insan- dan söz ediyoruz. Mahlukat içeri- sinde, varlık alemi içerisinde, canlı varlıklar içinde özel bir varlıktan, insandan söz ediyoruz. İnsanın varlık âlemindeki konumuna bakarız, bak- mamız gerekir. Allah’ın halife sıfa- tıyla yarattığı varlıktan, yükümlülük verdiği bir varlıktan bahsediyoruz.

Böcekler sanat yapmaz; yılanlar, çı- yanlar, kurtlar, kuşlar sanat yapmaz.

İnsandan bahsediyoruz. Bu yüzden insanın varlık âlemindeki konu- muna bakmamız, evrenin içindeki konumuna bakmamız gerekir. Bu da yetmez insanın zaman içinde- ki konumuna bakmamız gerekir, yani zaman ve zemin bağlamında insanı önce bir konumlandırma- mız gerekir. Batılı bakışta insan yeryüzünde Allah karşısında bir konuma sahiptir. Doğulu bakışta da insan yeryüzünde Allah karşı- sında bir konuma sahiptir. Doğulu bakışa asıl rengini veren İslam dü- şüncesinde ise özellikle böyledir.

Her bakımdan biz insanın Allah karşısındaki konumuna bakarız.

Batı düşüncesinde insan Allah kar- şısında, Allah’ı aşağılayan kendini yücelten, nefsini ve özünü yücel- ten bir konuma sahiptir. İslam dü- şüncesinde ise bunun tam tersidir.

Allah’ı yücelten, yaratanı yücelten ve kendini özünü nefsini O’nun karşısında aşağılayan bir konuma sahiptir. Bu onun doğrudan kullu- ğu ile ilgilidir. İnsan kuldur ve kul yükümlüdür. Bağlıdır, bağımlıdır.

Allah ile olan misakı açısından bu böyledir. İnsan, batıdan baktı- ğımızda bu konumunda açmazlar yaşar, sınırlıdır çünkü. Allah ise mutlak varlıktır, sınırsızdır. Sınır- lı olanın sınırsız olan karşısındaki konumu sınırlı bir konumdur. Sı- nırlı olanda acz vardır, sınırlı olan yani insan ihtiyaçlar sahibidir. Sı- nırlı olduğu için de hayatı da biten bir hayattır; ölümlüdür. Acıkır, yemezse yaşayamaz. Nefes alır, almazsa yaşayamaz. Nefes verir, vermezse yaşayamaz. Yani o kadar muhtaçtır. Bu ihtiyaçlarını, tüken- dikçe ikame etmezse yaşayamaz.

Ölüm ise baş edemediği bir dram- dır, gerçek çaresizliktir. Dikkat ederseniz batı düşüncesinin ve batı

sanatlarının temelinde dram vardır.

Ölüm, mutlak çaresizlik iken batıda, bizim düşüncemiz de ise tersine ka- vuşmadır, vuslattır. Aynı konumdaki insanlarız ama değerlendirmelerimiz çok çok farklı. Değerlendirmeleri- miz de sanatlarımız olarak tercüme edersek birbirinden çok farklı olmak zorunda. Aynı şeyi yaparız ama çok farklı hatta birbirinin çok zıttı olarak yapmış oluruz. Nitekim ben batılı bir sanatı yapıyorum, karikatür batılı bir

“Allah bize bir yetenek vermiş:

Odaklanmak.

Biz seçerek alırız, bilgiyi de öyle.

Alırız, gözlemleriz;

alır kalp gözüyle, iç gözüyle değerlendiririz.”

(9)

sanattır çünkü ama ben onu bir ba- tılı gibi yapmıyorum. Bir Müslüman olarak bu sanatı icra ediyorum. Şim- di hayat bizim hayatımız, bu hayatın öbür tarafı da yani ahiret var. Bizim ahirete bir bakışımız var. Bugün dün- yada yaşayan diğer insanlarla bera- ber biz ahirete bakıyoruz, bakışımız ahirete inanmayanlarla bir olabilir mi? Ahirete inanan biri olarak ora- da bir hesap olduğunu, buradaki her şeyin hesabının sorulacağını biliyo- ruz ve buna inanıyoruz. Yani şunu demek istiyorum: Ey insanlar biz biriz ve beraberiz, bu zamandayız.

Siz ne biliyorsanız aynısını biliyoruz hatta sizden daha fazlasını biliyoruz.

Biz numara yapmıyoruz, biz böyle inanıyoruz. Bunu demeyecek miyiz dünyada? Öldükten sonra insanlara dönüp-mesajımız itibariyle diyo- rum-bizim mezarımız da biten otlar mı söyleyecek bunu. Biz yaşarken söyleyeceğiz bunları. Bizi belirleyen değerler, bizi kimlik sahibi yapan, bizim bağlandığımız, iman ettiğimiz, inandığımız değerlerdir. Biz onları insanlık arenasında tartışmaya açma- yız. Hadi gelin bir tartışma açalım, bu değerler doğru mu değil mi? di- yemeyiz. Onlar bizim kimseyle tar- tışacağımız şeyler değil. Biz bunlara inanıyoruz. Bizim dinimiz gelen son din. Üstüne bir dinin gelmeyeceğine

inanıyoruz. Biz bu dine inandığı- mız için Müslümanız. Bizimle ilgili kararımızı gözden geçirecekseniz siz geçirin, biz numara yapmıyoruz demeyecek miyiz? Sanat bunun yolu, edebiyat bunun yolu olmasın mı? En iyi yaptığım şey bu ise ben bunu en iyi bu şekilde söylerim, ifade ederim. Mesajımı böyle veri- rim insanlara değil mi?

3. Bir söyleşinizde yazmak ve çizmek sırrı sızdırmaktır demişsi- niz. Bunu bizim için biraz açar mı- sınız? Nedir sırrı sızdırmak?

İnsan aslında özüyle, nefsiyle in- sandır. İçi yoksa dışı yoktur. İçi boşsa dışı da boştur. İçi dolu ise içinde ola- nı sızdıracaktır. Bir atasözümüz var:

Küp içindekini sızdırır. Bir küpün içinde olmayanı sızdırması mümkün değildir. Bal küpünden turşu sızmaz ama asıl olan sızdırmamaktır, küp onun için vardır. Havuz suyu sız- dırmamak için havuzdur, muhafaza etmek için, sızdırırsa olmaz fakat insan küp kadar, havuz kadar daya- nıklı, sağlam değildir. İnsan zayıftır.

Sızdırmamak için çaba sarf eder ama taşıyamaz sızar, bir yerlerden taşar.

Yüzünden, gözünden, dilinden, elin- den taşar. Onu bir hünerle taşırırsa taşan sanat olur.

Ama kıskanç olması, sızdırma-

ması lazım çünkü onun sahip olduğu anlamdır sızdırdıkları.

Allah bize bir yetenek vermiş:

Odaklanmak. Biz seçerek alırız, bil- giyi de öyle. Alırız, gözlemleriz; alır kalp gözüyle, iç gözüyle değerlen- diririz. İçimize aldığımız ne var ise aslında o muhteviyatımıza kattığımız bir şeydir. Onunla zenginleştiririz, onu yeniden değerlendiririz. Yeni yeni anlamlara ulaşırız, sonra onu dışsallaştırırız. Allah dil vermiştir söyleriz; şiir, musiki, konuşmak hatta iletişim böyledir. Elimizle dışsallaştırırız; yazmak, çizmek, somutlaştırmak görsel bir biçimde böyledir. Yazarsınız metinler olu- şur, çizersiniz desenler, resimler, görsel sanatlar oluşur. Bunlar da Allah’ın insana verdiği ayrı ayrı yeteneklerdir, diğer mahlûkatta olmayan yeteneklerdir. Her birine hamd etmek, şükretmek gerekir.

4. Özellikle çizgilerinizde Ku- düs’ün sizde ayrı bir yeri oldu- ğunu görüyoruz. Sizdeki önemini çizgilerle anlattığınız Kudüs’ü ke- limelerle nasıl anlatırsınız?

Burada bir parantez açayım. Ku- düs Ey Ey diye bir albümüm var benim. O aslında özel olarak oluştu- rulmuş, özel olarak çizilmiş Kudüs çizgilerinden oluşan bir albümü de- ğil fakat Kudüs konulu, Filistin ko- nulu çizgilerden seçilerek oluşturul- muş bir albüm. Yine Balıkesir İmam Hatip Lisesi’nden,60’lı yıllarda sınıf arkadaşım İbrahim Demirci- Türki- ye’nin bence güçlü şairlerindendir- İbrahim oradaki çizgilerin her birine

birer şiir yazdı ve müşterek, ortak bir çalışmamız oldu. Geçtiğimiz ay da piyasaya çıktı her çizgiye bir şiir albümü.

Kudüs... İnsanlık tarihinin çok çok önemli isimleri vardır. Başta Hz Âdem... İnsan onunla başla- mıştır çünkü. Nuh Aleyhisselam...

İnsanlığın ikinci babası olarak da isimlendirilmiştir. Ebu’l-Beşer-i Sani ismiyle de isimlendirilmiştir çünkü tufandan sonra hayat onun neslinden gelenlerle devam etmiştir.

Tufandan sonra en önemli isim ise İbrahim Aleyhisselamdır.

Günümüzde artık yavaş yavaş unutulmuş olan ama bizim çocuklu-

“Allah dil vermiştir söyleriz; şiir, musiki, konuşmak hatta iletişim böledir. Elimizle dışsallaştırırız; yazmak,

çizmek, somutlaştırmak görsel bir biçimde böyledir.

Yazarsınız metinler oluşur, çizersiniz desenler,”

(10)

ğumuzda önem verilen, hala klasik Müslüman ailelerin dikkat ettiği bir husus vardır. Çocuklar henüz yeni yeni konuşmaya ve etrafı tanımaya başladıkları zaman onlara ilk öğret- tikleri şeydir: Bak bir hayata başlı- yorsun, bu hayatın sonunda bir ölüm var. Hayatı yaşadıktan sonra, öldüğün zaman sana bazı sorular sorulacak. Sen hayatın içinde bu soruların cevaplarını bul, öğren.

Bize çocukluğumuzda bunu öğretir- lerdi bir klişe halinde. Rabbin kim?

Kimin zürriyetindensin? Kimin mil- letindensin? Kimin ümmetindensin?

Dinin ne? Kitabın ne? Büyük melek- lerin isimleri ne? Kademe kademe öğretirlerdi bunları. Babalarımız bize sabah sofrasında sorardı. Akşama kadar öğrenin akşam sofrasında so- racağım derdi. Çok şenlikli olurdu o günler. Biz Âdem Aleyhisselam’ın zürriyetindeniz. Âdemin nesliyiz, in- san nesliyiz. Mahlûkat içerisinde, yaratılmışlar âlemi içerisinde in- san olan zümreyiz ve Hz. Âdem’in nesliyiz, biz onunla başladık. İbra- him Aleyhisselam’ın milletindeniz.

Bütün millet mefhumlarını bu kıs- tas ışığında yeniden gözden geçire- bilir insan. İbrahim milleti yani İb- rahim ve ailesindeniz. İbrahim ailesi ise ehli kitap olanlardır yani büyük kitapların verildiği aile, millet bu millettir. Tevrat Zebur İncil İbra- him’in soyuna gelmiştir ve Kuranı Kerim de. İbrahim Aleyhisselam-o günün canlı tanığı olmadığınız için yorum olarak söylüyorum tabii ki-puta tapan insanların içerisinde geliyor. Kendisine hiçbir yol gösteri- ci yokken, Allah’tan başka, yıldızı, ayı, güneşi görüyor bu benim Rab- bim deyip yöneliyor her birine, sonra ben batanları sevmem diyor. Aslında bu aynı zamanda içinden Peygamber olarak çıktığı kendi kavmine de bir derstir. Onların hallerini mizansen- leştirerek anlatıyor. Bakın bunlar ba- tıyor batandan ilah olmaz diyor ki onlar puta tapıyor, kendi elleriyle yaptıklarına tapıyorlar. Bakıyor ol- muyor sonra o putları kırıyor. Bir ta- nesini ya da hepsini kırıyor ama önemli olan putu kırmasıdır sembo- lik de olsa. Bugün Nemrut Dağı’nda tam da o günden kalan bu devasa heykeller, insanlık mirası olarak bu- günkü insanlık soyu tarafından koru-

ma altına alınıyor. O günlerden kal- ma tanıklardır onlar. İbrahim Aleyhisselam putu kırdıktan sonra ülkesini terk etti. Yanında hanımın- dan başka hiç kimse yoktu. Sare an- nemizden başka hiç kimse yoktu.

Henüz çocukları yok. Sare valide- mizden başka hiç kimse kendisine inanmıyor. Demek ki aile çok önemli bunu anlıyoruz buradan.

Sare validemizin güzelliği hakkın- da şöyle bir yargı vardır: İnsan nesli içerisinde kadın cinsinin en güzel örneğidir. Bu konuda ittifak vardır, gelmiş geçmiş en güzel ka- dın olduğuna inanılır. Böyle bir ha- nımla, hanımıyla kendi yurdundan, ülkesinden çıkıyor. Rivayete göre orası Ur’dur Irak’ta ya da Türki- ye’deki Urfa’dır. Şehir olarak Urfa şurası olabilir ama bölge olarak bak-

tığınız zaman Adıyaman’ı falan da içine alan bir bölge olabilir. Buradan gidiyor, gidiyor ve giderken bir ate- şin içinden geçerek, bir ateş sınavın- dan geçerek gidiyor. Nemrut’un ateşi ya da o günkü münkirlerin, inkâr edenlerin nefret ateşi timsali olarak devasa bir ateş yakıldığı, İbrahim Aleyhisselam oraya atıl- dığı, onlar ateşe yaklaşamadığı için İbrahim Aleyhisselam’ı man- cınıkla atmak zorunda kaldıkları rivayeti kuvvetlidir. İşin aslını bil- miyoruz ama biliyoruz ki çok bü- yük bir öfkenin ve kinin çemberin- den geçerek İbrahim Aleyhisselam oraları terk ediyor. Hiçbir zaman evinin dışında, köyünün dışında ma- hallesinin dışında kalmamış bizim gibi insanlar bunu anlamakta zorla- nırız. Bir daha dönemeyeceği bir bi- çimde oraları terk ediyor. Bir yere sığınması lazım. Nereye sığınacak, nereye kaçacak? Nemrut çok güç- lü… Nemrut ki efsaneye göre Babil Kulesi’ni diken adam, o kuleyi de

Tanrı’yla savaşmak için diken adam.

Göklere yükselmek isteyen, bu kadar gücüne tapan bir insan… Onun önünden, onun gücünün önünden ka- çıyor. Şimdiki gibi o zamanlar seya- hat vasıtaları yok. uçaklar yok, tren- ler, otobüsler, yollar dahi yok. Nereye gidecek? Kara bitiyor, denize kadar geliyor. Denizde Bir gemi buluyor. O zamanda bilet alarak binmiyorsunuz gemilere, gemiler tüccar gemileri.

Oradan oraya giden, ticaret yapan in- sanların gemileri… Onlarla ancak seyahat edebiliyor insanlar, gemi ne- reye giderse oraya gidiyorlar. Böyle bir gemiye biniyor ve o gemi ile Mı- sır’a gidiyor. Gemi Mısır’a gidiyor çünkü. Rivayet odur ki İbrahim Aleyhisselam Mısır›da Büyük Kral, Sultan olduğunu ve güzel kadınlara düşkün olduğunu, dolayısıyla nerede güzel bir kadın varsa onu söküp aldı- ğını haber alıyor. Yanında hanımı var. Sare validemiz yaratılmışların en güzeli. Ne yapacak? Bir çaresizlikten başka bir çaresizliğe uçuyor adeta.

Rivayet odur ki İbrahim Aleyhisse- lam orada, Sare validemizi gemiden inerken tahta bir sandığa koyup sır- tında taşıyor-hakikaten aileyi sırtında taşıyan babadır-fakat iki adımda ya- kalanıyor. Kralın adamları sandığı açıp bakıyorlar çok güzel bir hanım var doğru saraya. Saraya vardıkların- da İbrahim Aleyhisselam’ı bir yere alıyorlar, Sare validemizi krala götü- rüyorlar. Sare validemiz döndüğünde -bu bir Peygamberin ateşle imtiha- nından çok daha çetin bir imtihandır- İbrahim Aleyhisselam: ’Orada ne ol- duğunu sen mi bana söyleyeceksin, ben mi sana söyleyeyim? ‘dediği ri- vayet edilir çünkü Allah onun göğsü- nü genişletmiştir. Nasıl dua ettiyse, Allah öbür tarafta olan biteni ayan beyan göstermiştir. İbrahim Aleyhis- selam’ın mucizelerinden biri de bu- dur. Sare validemizin yanında bir cariye vardır: Hacer. Genç, tecrü- besiz kimi kimsesi yok, ne anasını biliriz ne babasını biliriz, ne kavmini kabilesini biliriz. Özgürlüğü bile yok. Hiçbir şeyi olmayan bir cariye, kralın cariyesi, toy bir kız. O günün duygusallığı içerisinde Sare valide- miz Hacer’i İbrahim Aleyhisselam’a hediye eder çünkü kral Hacer’i Sare validemize hediye etmiştir. Rivayet odur ki öbür tarafta kral sabredemez,

“Mahlûkat içerisinde, yaratılmışlar âlemi içerisinde insan olan

zümreyiz ve Hz.

Âdem’in nesliyiz, biz onunla başladık.

İbrahim Aleyhisselam’ın milletindeniz.”

(11)

Sare validemize el uzatınca eli kurur, donar kalır. Pişman olur, yalvarır, ya- karır. Sare validemizin duasıyla Al- lah ona elini geri verir. İnanış budur.

Kral o günün anısına Hacer’i hediye eder Sare validemize pişmanlığın bir göstergesi olarak. Şimdi buradan dü- şündüğümüzde şuraya geleceğim; o gün oraya niye gitti? İbrahim Aleyhisselam ateşlerin içinden çı- kıp da oraya niye gitti? İz sürüyo- ruz ve kendimize kadar gelen bir çizgi buluyoruz. Çünkü orada Hacer var Hacer bekliyor. Biz Hz. Hacer’in, Hz. İsmail’in nesliyiz. İbrahim Aley- hisselam oradan hanımı ve cariyesiy- le Filistin’e gelir. Hz. Hacer’den oğlu İsmail doğar. Filistin’i kendi milleti için yurt edinir. Şunun ısrarla ve kalın bir biçimde altını çizmek ge- rekir: Kudüs yani Filistin bizim ata yurdumuzdur. İbrahim milleti- nin ata yurdudur. Sonra Hz. Sare Hz.

Hacer’i kıskanır. Kendi çocuğu İshak dünyaya gelmiştir. İbrahim Aleyhis- selam Hz. Hacer’i ve oğlu İsmail’i alır Mekke’ye getirir. Mekke Al- lah’ın evinin yapıldığı yerdir. Mek- ke-Arafat yeryüzüne ilk evin yapıl- dığı yerdir. Mekke insanlığın ilk atası Hz Âdem ile Hz. Havva’nın buluşma yeridir. O yüzden yeryü- zünde ilk isim verilen köşe orası- dır. Buluşmadan, birleşmeden müte- vellit buluşulan yer arefe demektir.

Arafat ismi oradan gelir. Bir gün kıs- met olur da giderseniz Cebel-i Rah- me diye bir yer vardır orada. Hz.

Âdem ile Hz. Havva’nın yeryüzünde ilk kez buluştukları yerdir. Rivayetler muhteliftir yeryüzünde yüzlerce yıl birbirlerini aradıkları söylenir ki Ni- yazi Mısri 250 yıl olduğunu söyler, doğrusunu Allah bilir. Bu iki insan yüzlerce yıl birbirini arıyor. Anne- miz babamız orada buluşuyorlar, orada kucaklaşıyorlar. Tam o tepe Cebel-i Rahme’ dir: Rahmet tepesi, buluşma tepesi... Bir gün oraya çıktı- ğınız zaman göreceksiniz ki dünya- nın her tarafından gelen insanlar ora- dadır: Hintlisi, Çinlisi, Türkistanlısı, Afrikalısı, Avrupalısı... Tüm evlatları anne ve babalarının ilk buluşmasını yad etmek için bir araya gelirler.

Oradan bakın bir dünyaya çünkü anne ve babamız buluştuktan sonra dünyaya ilk oradan baktılar. Hz Adem yeryüzünde Allah adına bir ev

yaptı. Kabe, Beytullah dediğimiz mabet Nuh tufanına kadar ayaktaydı.

Nuh tufanında belirsiz oldu. Binlerce yıl sonra Hz. İbrahim, Hacer ve İs- mail’i oraya getirene kadar. Hayat emaresi yok, canlı yok, çünkü su yok. Oraya geliyor ve ailesini bırakı- yor. Rivayet odur ki Hacer validemiz bizi kime bırakıp gidiyorsun deyince, Allah’a, der. Öyleyse fi emanillah der Hacer validemiz. O kadar da mü- min ve tevekkül sahibi bir insandı.

Gün gelir, İbrahim as tekrar geldiğin- de İsmail as yetişkin bir delikanlıdır.

Beraber Kâbe’yi yeniden inşa ederler ta Hz. Âdem’in attığı temellerin üstü- ne. Bugün Kâbe orada… Hz. Hacer, Hz. İbrahim tarafından oraya getiril- diğinde orasını kendi milletine, kendi ailesine yani bize, Müslümanlara yurt, özel bir mülk olarak tahsis etti. Hicaz bizim ana yurdumuzdur. Filistin ve Kudüs ise ata yurdumuzdur. Bu iki yurdu biz Müslümanlar kıyamet kopmadıkça bırakmamak zorun- dayız. Kudüs benim için o yüzden özeldir.

5.Siz de bir İmam Hatiplisiniz.

Lise öğreniminizi Balıkesir İmam Hatip Lisesi›nde tamamladınız.

Lise yıllarınızda sizi etkileyen, ha- yatınıza yön veren bir öğretmeni- niz, o yıllara ait unutamadığınız bir anınız var mı?

Geçtiğimiz pazar Konya’da, ki- tap fuarında arkadaşlara dedim ki:

‘Benim burada bir hocam var, bana onu bulun çünkü hasretimiz var.’ Sağ olsunlar buldular, gittik. Hocayla konuştuk, görür görmez: Yahu dedi Hasan, bir tek ağarmışsın, sesin falan aynı, değişmemişsin, dedi. Çok duy- gulandım. Öğrencisi olan arkadaşları sordu, şöyle bir tablo çıktı; çoğu öl- müştü. Geçmiş günleri hasretle yad ettik. Ahmet’i aradık, konuşturmak istedim (Balıkesir Anadolu İmam Hatip Lisesi-İHL Meslek Dersleri öğretmeni-Ahmet Şarlı) ama Ahmet yarışmada jüriydi ezan sesleri falan geliyordu. Onu sordu, bunu sordu.

Sadi (Güven)’yi (Dursunbeyli), Yu- suf Konuk’a kadar sordu. Vay be,

“Hicaz bizim ana yurdumuzdur. Filistin ve Kudüs ise ata yurdumuzdur. Bu iki yurdu biz Müslümanlar kıyamet kopmadıkça bırakmamak zorundayız. Kudüs benim için o

yüzden özeldir.”

(12)

emeklerimiz boşa gitmemiş dedi, duygulandı. Meslek dersleri hoca- mızdı. Oradayken insanların en çok dikkatini çeken Muammer Hoca’nın evinin sadeliği olmuş. Yerde iki şilte, birinde biz oturuyoruz birinde bele- diyenin müdürlerinden biri vardı sağ olsun o götürdü bizi. Hoca o yaşta kendisi hizmet ediyor, yenge hanım yaşlı, öbür tarafta hizmet ediyor. Yer- de oturuluyor. Son derece mütevazi bir hayat. Kapının önüne cami, yan tarafında Kur›an kursu. Zaten haya- tı da böyle geçerdi Muammer Ho- ca’nın. Bir gün başından geçen bir olay anlatmıştı yaşantısına ne kadar denk düşüyor. O zamanlar öğrenci- lerin doğru düzgün velileri olmaz- dı. Yani şehirde akrabası olmayanın velileri öğretmenler olurdu. Bir öğ- retmenin 20-30 öğrencisi oluyordu.

Bunlara veli olmak sadece onlar adı- na imza atmak falan değil aynı za- manda görüp gözetmek de gerekiyor.

Bir bayram okullar tatile girdiğinde, resmi bayramlardan biriydi, birkaç günlüğüne yatılı öğrenciler evlerine gidiyor tabi. Muammer Hoca bir öğ- renciyi görmüş, bahçede tek başına dolanırken. Okul kapalı tabi, hay- rola memleketine gitmedin mi diye sormuş. Hocam gitmedim falan işte demiş. O arkadaş da sırrını verme- yen tiplerden. Biraz ısrardan sonra Muammer Hoca anlamış bu çocuğun parası olmadığı için gidemediğini.

Hoca’nın cebinde de 20 tl varmış fa- kat gel gör ki yenge hanım da demiş ki akşama yağımız yok getirmez- sen akşam yemeği yapamayacağım.

Muammer Hoca tamam demiş ama o parayı vermiş çocuğa, sevinip gi- diyor arkadaşımız tabi. Hoca akşam eve mahcup gitmiş. Otururlarken kapı vurulmuş, bahçe kapısı, yenge o zaman hah bir de misafir geldi hadi bakalım demiş. Hoca çıkıyor bakıyor tanımadığı biri. Körfezin köylerinden gelmiş adam. Muammer Hoca’nın evi burası mı demiş, sana bunu yol- ladılar deyip kapıya koca bir teneke zeytinyağını bırakıp gidiyor. Bunları anlatırken hocanın gözler dolmuştu.

Bana cenneti en iyi anlatan kişiler- den biridir Muammer Hoca. Bana çocukluğumda cenneti en iyi anlatan bir Ayşe Nine vardı köyde oydu, bir de Muammer Hoca’ydı.

Şimdi çocuklar, siz bu işin için- desiniz. İsmet Özel oğlunu İmam Hatip’e vermek konusunda bana da- nışmıştı. Ben de o zaman demiştim kendisine: İmam Hatiplerde üst düzey bir eğitim verilmiyor ama orada bir şey veriliyor ki başka bir yerde verilmiyor. Yani İmam Ha- tiplerin bendeki karşılığı böyledir.

Okuldan öte biz bir aile gibiydik.

Ahmet benim sınıf arkadaşım o gün bu gündür görüşürüz. Birçok arkadaşımız vefat etti ama içimiz- den birçok insan iyi yerlere geldi- ler. Yazan, çizen birçok insan var.

İyidir İmam Hatipler kıymetini bilin. Bunu laf olsun torba dolsun diye söylemiyorum. İmam Hatipli olmak ayrıcalıktır.

6.Murat Menteş ile yaptığınız bir söyleşide romanlarınız üzerine sorulan bir soruda İmam Gaza- li’nin bir sözünden alıntı yapmışsı- nız: ‘Anlattığım kıssaların gerçek olup olmadığına bakma, kıssalar- dan alacağın hisselere bak.’ İmam Gazali’nin bu sözünden yola çıka- rak takipçilerinizin, gençlerimizin sizin eserlerinizden alacağı kıssa- lar nelerdir?

Bir tarihlerde Taraf Gazetesi ta- rafsız bir Taraf Gazetesi iken soru sorardı, sanatçılara çizerlere falan klişe soruları vardı. Sorulardan biri, en sevmediğiniz huyunuz nedir diye bir soruydu, ben de ona çoktur biri de lafı uzatmaktır dedim. Lafı yine uzatacağım sanırım.(Burada gülü- yor) Bir şey yazmazken bir masal yazmak zorunda kaldım. Keloğlan masallarının ilki Billur Sürahi masa- lını istendiği için yazdım. Bir banka benden çocuk kitabı istedi, bayramda düşüneyim dönüşte size cevap vere- yim dedim. Dönüşte bankanın bu alanda sorumlusu arkadaş gelince ta- mam size çocuklar için bir Nasrettin Hoca bir de Keloğlan hazırlayayım dedim. Biri 23 Nisan’da biri de yaz tatilinde karne hediyesi kitap dağıtı- yorlardı şubelerinde. Ben olumlu ce- vap verince arkadaş da mutlu oldu ve benimle bir şeyi paylaştı. Ne yazaca-

ğımı falan da bilmiyorum. İstanbul’u bilen bilir, trafik sorunu çoktur. Bu arkadaş, Un Kapanı tarafında trafik sıkışmış saatlerce aracından çıka- mamış. Arabadan inemiyor, kapıları açamıyor, radyoyu dinliyorum diyor.

İstanbul radyosunda bir konuk var, canlı yayında bir yayınevinin editörü ile röportaj yapıyor. Çocuk yayınları üzerine konuşuyorlar. Editör diyor ki:

Biz, gelen dosyalarda ne kadar Allah, bismillah, maşallah, inşallah, pey- gamber gibi kelimeler varsa kırmızı kalemle çiziyor, dosyadan atıyor, ya- yınlarımızda bunlara yer vermiyor, çocuklarımızın bunlara şartlanma- sını istemiyoruz. Bu arkadaşımız da kızmış bana anlatıyor. O gittikten sonra, anlattıklarının da etkisiyle, bilgisayarın başına oturdum, bizim gözümüzde dünya hayatının neye te- kabül ettiğini konu edinen bir masal olsun dedim ve geldiği gibi yazdım.

Billur Sürahi masalı öylece yazılmış oldu. Sonra da çizdim. Arkası geldi, toplam beş masal oldu. Masallardan sonra yazdığım ilk romanım Esrar- name’dir. Masallar ve Esrârnâme MEB’in onayından da geçtiler. Son- ra Sahipkıran’ı yazdım. Edebiyat- ta İslami destan geleneğinin ilk örneği sayılan Hamzaname’den mülhemdir Sahipkıran. Hz. Hamza üzerinde bir kahramanlık destanıdır.

İstedim ki insanın hikâyesi olsun, dolayısıyla en baştan Hz. Âdem’den hatta daha öncesinden başlayan bir roman oldu. O da iyi tuttu. Senaryo çalışmaları oldu. Sinemayla ilgile- nen ekipler atölye çalışması yaptılar.

Genç sinemacı bir grup var onlarla da oturuyoruz cumartesi günleri, masal- ları ve romanları okuyoruz, kayıt ya- pıyorlar. Son toplantıyı inşallah gelip Balıkesir’de yapacağız dediler. Son- rasında da Bin Hüseyin var. Bu eser, Sahipkıran dünya hayatının İslam öncesi dönemini konu alır. Bin Hü- seyin ise bu toprakların İslamlaş- masının destanıdır. Sahipkıran’ın bittiği dönemden İslam’ın zuhuru, alametleri belirmeye başlamasından itibaren başlar ve kendi günümüze doğru gelir. İnşallah yıllardır yaz-

“İslam öncesi dönemini konu alan Bin Hüseyin bu toprakların islamlaşmasının destanıdır.”

(13)

maya çalıştığım bir üçüncüsü var bu serinin, o da kendi zamanımı anlatan, Balıkesir ekseninde olacak inşallah.

Yarısı yazılmış durumda ve o faslı bitireceğim. Sahipkıran’da bir üstat var. Sahipkıran’ı bir köy odasında, benim çocukluğumun geçtiği köy- deki bir köy odasında anlatılan bir hikâye olarak tasarladım. Bir konuk var, üstat dediğim, romanda anlatıcı.

Daha başta çocuğa diyor ki: Bu Hz.

Hamza’dan temsil senin hikâyen, Hamza’nın değil. Hamza’dan önce hatta Âdem’den önceden başlaya- cağım çünkü senin hikâyen oradan başlıyor. Sonuç itibariyle bu insanın hikâyesidir. Çizgide yapmaya çalış- tığım, yazmaya çalıştığım da temel amacım da şudur ki: Ezberler bozul- sun. Benim istediğim, herkes kendi ezberini bozsun. Çünkü bizim en önemli kelimemiz, Kelime-i Tevhit, kendimizi ifade ettiğimiz ana keli- me, baş kelime la sözcüğü ile başlar.

Önce ret. Önce ezberleri bozmak ge- rekir sonra her şeyi yerli yerine ama bir ustanın malzemesini elden geçir- me titizliğiyle yerli yerine oturtmak gerekir. Bu hikâye bizim hikâyemiz, hayat bizim hayatımız hiçbir şeyi es geçmeden, yerli yerine koya koya bir hayatımız, böyle bir algımız olsun istiyorum. Bu yüzden ezberler bozul- sun istiyorum ama bunu da laf olsun diye değil, kendi hikâyemizi kurmak için. Önce kendi ezberimizi bozarak insanların ezberini bozmak azmiyle çalışıyoruz.

7.Hastalığınızdan dolayı 8 ya- şında yürümeye başlamışsınız, özellikle 8 yaşına kadar anneniz ve çevrenizdekilerle oldukça fazla zaman geçirmişsiniz. Müşahedat isimli eserinizde de bundan bah- setmişsiniz, bu eserde o dönemle- rinizi görebiliyoruz fakat geçirdi- ğiniz bu hastalık hayata bakışınızı nasıl etkiledi? Bunu bize kısaca anlatabilir misiniz?

Yani o dönem anlatılmaz yaşanır.

-Rasim Bey hayatta mı teyzenizin oğlu? Sizi o dönemlerinizde sırtında taşımış.

-Evet, hayatta(Gülümsüyor) -Allah selamet versin.

-Âmin inşallah. Selamınızı da söyleyeceğim, Allah selamet versin dedi diyeceğim.

O çocukluğunda oynamayı se- verdi kapı gıcırtısına oynar derler ya öyleydi.(gülüyor) Takılırım ben ona, aramızda çok özel bir şey var tabi.

Beni sırtında taşımış insan. Benden 3 yaş büyük, abimin arkadaşı aslın- da, teyzemin oğlu yani bir diğer abim daha doğrusu. Ben diyorum bu köyde 3 yıl merkebe bindim,2 yıl mandanın sırtına bindim 2 yıl da senin sırtına bindim derim. (Gülüyor) O taşıdı sağ olsun beni.2. sınıfta yürümeye başla- dım ama onun sırtında gidiyordum.

Yani olağanüstü bir şey yok. O benim hayatım. Müşahedat’ı okuyup yoksulluk nasıl bir şeydi diyorlar.

Yoksulluk değildi o gözümde. O has- talık benim gözümde hastalık değil- di, benim hayatım öyleydi. Bunu size anlatmak çok zor belki ama çocuklar hakikaten şikâyet yoktu o insanların hayatında. Annem ümmi bir kadındı.

Babam da ümmi bir insandı. İnsan- ların hayatında şikayetlenmek yoktu.

Hep hamd, hep şükür vardı. Anne- min en meşhur yemeği, en sık yaptı- ğı yemek şaştım aşıydı. Zaten sabah akşam yemek olurdu, öğlen yemek yoktu eskiden. Tarhana çorbası ya da şaştım aşı. Ne bulursa ondan bir ye- mek yapardı ona da şaştım aşı derdi.

Şimdi siz ona nasıl yoksulluk diye- ceksiniz? Bizi hiç aç bırakmamıştır.

Bahçede bir ot bulur hemen ondan bir yemek yapardı. Kuru ekmekler olurdu onları hemen bir şey yapar meşhur şaştım aşı olurdu. Sofrada bir ekmek kırıntısını bile bıraktığımızda ekmek arkandan ağlar derdi, bırak- tırmazdı. Hakikaten benim ölünce- ye kadar özleyeceğim bir hayatımız vardı.

Dursunbey’de bulundunuz mu hiç hocam?

Dursunbey’e gittim, değişik aktivitelerle gelmiştim.1983’te bir ziyarette bulundum. Ramazan gece- siydi. Askere gitmeden önce oradaki arkadaşları ziyarete gitmiştim. Son- rasında değişik vesilelerle bulunduk Dursunbey ‘de. Su çıktı şiir günleri- ne birkaç kez geldik.

(14)

Matematiğin uçsuz bucaksız, koskoca dünyasından küçücük bir sayı ama içinde evren var: Pi. Bir sayı, ama ne sayı! Matematik dünyasının en gözde numarası. Pi sayısı dairenin çevresinin, çapına olan oranıdır. Bir baş- ka deyişle; bu dünyada çapın bir ise çevren pi’dir. Pi’

ye baktığında hem dairenin sadeliğini görürsün, hem de sonsuz bir sayı dizisinin çıldırtıcı karmaşıklığını.

Peki, “Ne işimize yarar?”, matematik öğretmenleri- nin devamlı karşılaştığı en anlamlı soru. Pi irrasyonel bir sayı, yani ondalık basamaklarında bir düzen yok… Gibi görünüyor. Ya da en azından biz, henüz içinde böyle bir düzen varsa da anlayamıyoruz. Virgülden sonra sonsuz sayıda rakam var ve bunlar içinde benzer bir dizilimi gö- remiyoruz. Sonsuza kadar giden ve kendini hiç tekrar et- meyen bir sayı. Böyle bir sayıyı uydurmaya kalk deseler, uyduramazsınız! Evren kadar sonsuz ve benzersiz.

Evrende henüz pi sayısını son rakamına kadar hesap- layabilecek bir varlık yok. Sonsuz bir sayı dizisi yani.

İşte bu sonsuzluğun içinde kendine göre bir düzen ara- yanlar var. Hatta bu arayışı, bu tutkuyu çok daha ileri noktalara götürmeye çalışan insanlar da var ve bu in- sanlar pi sayısını ezberlemeye çalışıyorlar! Dünyada pi’nin ilk 100 basamağını, hatta ilk 1000 basamağını ezberleyenler kulübü gibi çeşitli topluluklar bulunmakta.

Bu konudaki resmi rekor yetmiş bin otuz (70,030) ba- samağı ezberleyen birine ait. Resmen listeye alınmamış olsa da dünyada öyle biri var ki, pi sayısının ilk yüz bin (200,000) ‘den fazla basamağını ezberinden söyleyebili- yor. Akira Haraguchi, bir Japon.2006’da, pi’nin virgül- den sonraki yüz bin (100,000) basamağını, o rakamların tamamını ezberinden söylemiş, Bay Haraguchi. Sabah saat 9’da başlamış saymaya, aradan 3 saat geçmiş, on altı bininci basamağa falan geldiğinde durmuş, etrafındakiler heyecanla ne oldu diye sormuşlar, Haraguchi sakin bir şekilde sıradaki sayıyı unuttum demiş ve tekrar en baştan söylemeye başlamış. Ama Bay Haraguchi yılmamış, pes etmemiş ve sayıyı söylemeye devam etmiş. Gün boyunca söylemiş. Gece olmuş, ertesi sabah gece yarısı saat 1.30 civarında sayıyı söylemeyi nihayet bitirdiğinde kendisi- ne sormuşlar: “Ne hissediyorsun?” diye.

Peki, ne cevap vermiş dersiniz?

“Hiiiç, içimdekileri boşalttım.”1

Bazı ezberleme tekniklerini duymuşsunuzdur, bunlar- dan biri de hikâyeleştirme tekniğidir. Bay Haraguchi, bu ezberi yapabilmek için tam 800 tane hikâye uydurmuş.

Bir de bu sayının mümkün olan en fazla sayıda ba- samağını hesaplama çabası var ki daha 1940 yılında

1 ÖZCAN Barış, (Araştırmacı) 3,1415926535879323… Sanat Tasarım Teknoloji, 2016

matematikçiler pi sayısı- nın ilk bin basamağını he- saplamak için 10 yıl çalışma yapmak zorunda kalmışlardı.

İlk elektrikli bilgisayar olarak ka- bul edilen ENIAC, 1949 yılında70 saat içinde 2037 basamağı hesaplamayı başardı. Peki ya şimdi, bugün itibariyle, yani 2017 yılında kaç basamağı hesaplan- mış durumda, biliyor musunuz? 13,3 trilyon.

Pi sayısının içinde her türlü dizilimi bulabilirsi- niz. Onun içinde bir yerlerde mutlaka aradığınız sayı vardır. Hatta bunu hesaplayan bir web sitesi de yapılmış:mypiday.com. Bu adrese girip doğum günü- nüzü yazdığınızda onun pi sayısının içinde hangi basa- makta olduğunu hesaplıyor. Buraya yazacağınız sayının illa doğum günü olması da gerekmiyor. Telefon numa- rası, kredi kartı numarası... Her şey olabilir. Herhangi bir sayı dizilimi pi’nin içinde bir yerlerde mutlaka var- dır. Belki de dünyanın tüm gizemleri bu sayının içinde saklı olabilir. Aslında en hassas uzay hesaplamalarında bile pi sayısının ilk 40 basamağı son derece yeterli olur- ken insanlar niye bununla yetinmeyip bu sonsuza doğru giden basamakları hesaplama çabasına giriyorlar? Bu, insanların sınırları ölçme isteği veya sonsuzu anlama is- teğinden kaynaklanıyor.2 Pi’nin milyonlarca basamağını hesaplayan matematikçi David Chudnovsky’nin de de- diği gibi;”Pi’yi keşfetmek, kâinatı keşfetmek gibidir.”

Carl Sagan’ın “Mesaj” adlı romanı şu ifadelerle bi- ter: “Daire, evrenin bir amaçla yapıldığını söylüyordu.

Hangi galakside olursan ol, bir dairenin çevresini çapıyla böler de yeteri kadar hassasiyetle ölçersen bir mucize ile karşılaşırsın. Daha ileride, daha dolu mesajlar olacaktı.

Neye benzediğin, neden yapıldığın veya nerden geldi- ğin önemli değildi. Bu evrende yaşıyorsan ve matematik için az bir yeteneğin varsa; er geç bulacaktın bunu. O buradaydı şimdiden. Her şeyin içindeydi. Onu bulmak için gezegeninden uzaklaşmana gerek yoktu. Uzayın dokusunda veya maddenin içinde, büyük bir sanat eserinde olduğu gibi küçük harflerle ressamın imzası vardır.3

Uzun lafın kısası evrendeki en küçük kum tanesini bile amacıyla yaratan Allah (cc), gören gözlere, idrak sınırlarımız dışında bir sonsuzluğa sahip kâinatın sırrını ve düzenini bir sayıya saklamıştır. Bu da matematik ne işe yarıyor diye sorup duran sevgili öğrencilerimize umarım bir çıkış noktası olur.

2 HARAGUCHI Akira, (Mühendis) Memorizing and Reciting Digits of Pi, 2006

3 SAGAN Carl, (Yazar) Contact “Mesaj”, 1985 Burhan ARAS

Matematik Öğretmeni

YİNE MATEMATİK

(15)

Yıl 1981…

Tahminim 7-8 yaşlarındaydım. Biz o zamanlar Ha- cıahmet Köyü’nde yaşıyorduk. Bir akrabamızın düğünü için köyümüzden Bursa’ya gidecektik. Cumartesi günü güneşli çok güzel bir hava vardı. Sabah erkenden yola çıktık. Tabii o zamanlar köyden Kemalpaşa’ya otobüs yok. Bu yüzden de biz bir traktörün kasasında 15-20 kişi Kemalpaşa’ya yolculuk yapmaya başladık. Kemalpa- şa’ya geldiğimizde traktör burada kaldı. Biz ise buradan Bursa’ya otobüs ile geçtik. Bursa’da düğüne katıldık.

Gezdik, dolaştık, Üç gün gibi bir süre burada kaldık. Ar- tık dönüş vakti gelmişti. Asıl olayın patlak verdiği kısım da burada başlıyordu. Salı günü yola çıktık. Kemalpa- şa’ya geldik. Buraya geldiğimizde hafif bir kar yağışı vardı. Bu sırada büyükler arasında bir konuşma başladı.

-Hasan Abi: Kar yağışı artabilir bana sorarsanız bir gece burada kalalım öbür gün havanın durumuna bakarız ona göre yolumuza devam ederiz.

-Kara Mehmet Dayı(Köyün sözü geçenlerinden):

Korkulacak bir şey yok! Yolumuza devam edelim. Al- lah’ın izni ile sağ salim köyümüze varırız.

Mehmet Dayı’nın sözünü dinlememek olmazdı. Biz buradan birkaç kişi traktörün kasasına bindik yavaş ya- vaş yol alıyorduk. Aradan iki saat geçmedi bir metreye yakın kar birikti, traktör yolda çok zor ilerliyordu. Her- kes korkmaya başladı. İçlerinden Ali Bey, Mehmet Da- yı’ya diyordu ki:

-Yahu Mehmet Abi! Allah’ını seversen yol yakınken geriye Kemalpaşa’ya dönelim. Daha köye varmak için sekiz, dokuz saat var. Akşama kadar biz ne yaparız. Ço- cuklar, yaşlılar var. Bu karda ölüp gideceğiz.

-Mehmet Dayı: Bir şey olmaz yola çıktık bundan sonra geriye dönüşümüz yok. Allah’ın izni ile varacağız yahu azıcık gayret. Köylüler Mehmet Dayı’ya içten içe kızıyordu ama yapacak pek de bir şey yoktu artık. Biz ilerledikçe kar yağışı da etkisini artırıyordu. İlerledik…

İlerledik… En sonunda korktuğumuz başımıza geldi..

Traktör karın içine saplandı. Bir oldular. Bir ileri, bir geri ittirmeyi denediler olmadı. Traktörün de karda kalma- sıyla herkesin korkusu iki kat daha arttı. Artık yolumuza yürüyerek tek sıra halinde devam edecektik. Büyükler öne geçip yol açıyordu. Biraz daha yol aldık ama olacak gibi değildi. Aksu köyüne varmaya bir hayli vakit vardı.

İnsanlar acıkmıştı. Herkes söylenip duruyordu. Çocuklar ağlıyor, anneleri onları susturmaya çalışıyordu. Kadın- ların etekleri, erkeklerin pantolon paçaları soğuktan buz tutmuş, kaskatı kesilmişti. Herkes yavaştan ümidini kes- meye başlamıştı. Burada soğuktan öleceğiz, kurda kuşa yem olacağız diye söylenip duruyorlardı. Zaman ilerle- dikçe de kimsede güç, takat kalmamıştı. Bizi bu yolculu- ğa sürükleyen Mehmet Dayı da çok bitkin görünüyordu.

-Benim gücüm kalmadı. Siz yolunuza devam edin.

Aksu köyüne varınca adam yollatıp beni buradan aldı- rırsınız dedi.

Köylüler yok olmaz seni burada bırakamayız. Hep beraber yola çıktık, hep beraber köye varacağız deseler de nafile…

Yapacak bir şey yoktu. Mehmet Dayı’nın artık diz- lerinde dermanı kalmamış soğuktan donan ayakları ona adım attırmaz olmuştu. Onu bir ağacın altına götürdüler çalı çırpı hepsi ıslaktı yanlarında olan birkaç parça eşya- yı yakarak az da olsa ısınmasını sağladılar. Seni almaya döneceğiz Mehmet Dayı deyip çoluk çocuk yola revan oldular.

Saat yatsı vaktini bir hayli geçmişti.

Köylülerin birinin yanında yolluk vardı. Onu çıkart- tılar. Az biraz kuvvet olsun diye yediler.. Herkes artık bitkin düşmüştü. Soğuktan yüzleri, elleri, kıyafetleri buz tutmuş, kimsede köye ulaşabileceklerine dair umut kal- mamıştı. Tam o sırada kafilenin en önünde giden Harun Bey: Bakın bakın, dedi. Köyün ışıkları görünüyor geldik!

Herkesi o an da bir mutluluk sardı. Nihayet 10-15 daki- ka sonra köye ulaştık. Aksu köyündekiler bizim geldi- ğimizi öğrenince köy odasının sobasını hemen yaktılar.

Kimsede takat kalmamıştı çocuklar feryat figan ağlıyor- du elleri ayakları soğuktan buz kesmiş morarmaya dur- muştu. Kadınlar ise kendilerini mi düşünsün evlatlarını mı düşünsün arada kalmışlardı. Şimdi sıra Mehmet Da- yı’yı kurtarmaya gelmişti. Geride kalan Mehmet Dayı’yı kurtarmak için iki kişi onu atla almaya gitti. Mehmet Dayı’yı bıraktıkları yere bir buçuk saat içinde vardılar.

Vardıklarında onu baygın bir şekilde buldular. Yanında yanan ateş çoktan sönmüş dumanı bile tütmez olmuştu.

Üstünü hemen bir battaniyeyle sarıp köye getirdiler. Köy odasına getirdiklerinde Mehmet Dayı hala yaşıyordu.

Sobanın yanı başına geçirdiler, maalesef Aksu köyünde doktor yoktu köylüler kendi imkânlarıyla Mehmet Da- yı’ya yardımcı olmaya çalıştılar. Ama Mehmet Dayı hiç- bir şekilde tepki vermiyor, baygın bir şekilde yatmaya devam ediyordu. Aradan on beş yirmi dakika geçmişti köyün ileri gelenlerinden bir zat Mehmet Dayı’nın nab- zının atmadığını anladı. Maalesef Mehmet Dayı vefat etmişti. Köyüler ağlamaya başladılar. Herkes bu duruma çok üzülmüştü. Umutla çıkılan bu yolculuğun böylesine acı bir şekilde bitmiş olması hepsini derinden sarsmıştı.

Yapılan planların ne kadar boş olduğunu bir kez daha an- lamışlardı. Maalesef Mehmet Dayı verdiği kararla kendi hayatını tehlikeye atmakla kalmamış bu durum onun ölü- müyle sonuçlanmıştı. Ertesi gün Mehmet Dayı’yı vefat ettiği Aksu köyüne defnettiler.

Hayatımın en zor ve en acı yolculuğu da böyle son- lanmış oldu. Şimdi ise evlatlarıma ve torunlarıma anla- tacağım ve anlatınca da içimi sızlatan bir anı olarak kal- mıştı işte bu yolculuk ve Rahmetli Mehmet Dayı.

Mustafa OCAKDEN 11/ANADOLU/C

BEYAZ ESARET

(16)

Kış Baharı Yüreğinde Saklar

Oldum olası mevsimlerle insan ruhu arasında garip bir bağlantı kurmuşumdur. Güneşin, bulutların, yağmurun ve rüzgârın tabiattaki ahengine ayak uydurmaya çalışan kalbimiz bizi her an başka duygulara sürükleyip durur.

Belki de bu savruluşun bir sonucudur bu durum. Bunu tam bilemiyorum doğrusu ama kışın en soğuk ve kasvetli günlerinde kimi zaman güneş açıverir ya da yakıcı yaz güneşi soluk almaya bile izin vermezken tüm o bunaltı- cı sıcağı minik bir bulutun davetiyle gölgeleyen yağmur damlaları serinletir... İşte o zaman kalbimde sonsuzu ku- caklayabilecek bir genişleme bulurum ki çoğu kez hiçbir yere sığdırmayı beceremediğim ruhum göğüs kafesimi kabartıp söndüren uysal bir nefes olur. Bulut ve yağmur nasıl ki kavurucu yaz güneşinde güzelse, gün ışığı da en çok karlı kış günlerinin soğuk karanlığına yakışır... Dam- ların saçaklarından damla damla ışıyan güneşi hiçbir yaz gününün berraklığı vermemiştir yüreğime...

İşte böylesine garip ve yüreğin ritmine mevsimin ayak uyduramadığı bir gün -çok sevgili- Halil Cibran, ruhunun en derininde bir istek duyar ve delice yağan kar tanele- rine aldırmadan şiir yazmak için Central Park’a gider.

O zamanlar New York’ta ikamet etmektedir ve bin bir zorluk içerisinde şiirlerini yazıp resimlerini yapmaktadır.

Onun bu garip halini gören park görevlisi yanına gelir ve ona bir kaç soru sorar. Ama Cibran’ın Lübnanlı olduğu- nu öğrenince ona “Eşim de Lübnanlı bir yazarı okumaya başladıktan sonra çok değişti. İsmi Halil Cibran. Acaba onu tanıyor musunuz ?” der. Halil Cibran gülümseyerek

“Evet ismini bir kaç kez duymuştum.”yanıtını verir...

Tüm ömrü yoksulluk ve çeşitli sıkıntıların pençesinde kıvranmakla geçen Cibran ömrünün sonuna doğru dok- torunun yasaklamasına rağmen sigara içmeyi daha da arttırmış ve derin bir umutsuzluğa kapılarak günlerini es- kisi gibi özgün eserler verememesine ağlayıp üzülmeye adamıştır. Bu zor günlerinde ona en büyük desteği belki de aylarca bekleyip tek bir satırı için tutuştuğu May Ziya- de vermiştir, Cibran’ın için için yanan aşkını hissetse de onu bir annenin çocuğunu sevdiği gibi derin bir şefkatle sevmektedir May Ziyade. Tam yirmi yıl boyunca bu iki güzel yürekli insan birbirlerini hiç görmeden mektupla- şırlar. Ve aralarındaki yoğun sevgi hiç eksilmeden devam eder. Bir yanda müzede gördüğü heykelden çok etkilen- diği için önünden geçerken çeketini ilikleyip ve hafifçe başıyla selam verecek kadar naif Cibran diğer yanda onun aşık duygularını bir anne şefkatiyle avutmaya ça- lışan May Ziyade...

Cibran ölünce cenazesi vasiyeti üzerine Lübnan’daki köyüne defnedilir. Ama çok geçmeden mezar taşı kitabe- si çalındığı için devlet yetkilileri onun mezarını zincirle toprağa bağlayıp sabitler... Tüm ömrü boyunca bedenin mahkûmiyetinden kurtulmaya çalışan bir ruhun mezarın- da bile zincire vurulması ne acıdır...

Her baharda Cibran’ı ve onun sözünü hatırlarım...

“Kış ‘baharı yüreğimde saklıyorum.’ deseydi, kim ina- nırdı ona?” sanırım yalnızca görmeden sevebilen ve umudunu hiç kaybetmeyenler...

“Kış ‘baharı yüreğimde saklıyorum.’ deseydi, kim inanırdı ona?”

Halil Cibran

Fotoğraf : İsmail Erkan ER Ahmet TOSUN

Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni (Samsun)

(17)

Seni yaratanı, yoktan var edeni ne kadar tanıyorsun?

Yarattığı şeylere yakınken, yaratanına ne kadar yakınsın?

Sen Rab’bine “Allah’ım bir mucize olsun şu dertten kurtulayım” derken etrafında olup bitenlerin mucizelerin farkında mısın? Şu dünyayı, yediğin, içtiğin her şeyi eksiksiz düzenle yaratan Rab’binden daha ne mucizesi istiyor ve bekliyorsun? Sen dünya derdine, malına düşüp Rab’bini unuttuğunda Rab’bin sana o malı mülkü vermeyi yine unutmadı. Sana bolluk içinde yaşamayı nasip eden Rab’bin sadece günde 5 vakit kendisine yönelmeni istedi.

12 ayın sadece 1 ayı oruç tutarak açların halini anlamanı istedi. Rab’binin sana verdiği nimetler sana çok geldi ve sen bunları yapmayı reddettin. Rab’binin senin kılacağın 5 vakit namaza,1 ay tutacağın oruca, vereceğin zekâta ihtiyacı yok. Bunlara senin ihtiyacın var Ey Müslüman!

Ey İnsanoğlu senin olmayan ve asla senin olmayacak dünya malıyla mutlu olduğunda Rab’bin aklına bile gelmiyor. Seni mutlu edenin Rab’bin olduğunu düşünmüyor, mutluluğunu huzurunu gelip geçici fani kişilere ve fani olaylara bağlıyorsun.

198746... Sen burada ki sayılar gibi kendini büyük ve asla yıkılmaz sanıyor, Rab’bin yerine şöhretine, gelip geçici heveslerine sırtını dayıyorsun. Fakat bir eksiğin var.

Bir gün seni senden küçük bir sayının gelip yok etme ihtimalini düşünmüyorsun.

Mutluyken, sağlığın yerindeyken, eşin dostun yanındayken Rab’bin 1 saniyede olsa aklına gelmiyor. Dara düşünce, sağlığını, eşini dostunu kaybedince Rab’bine dua ediyor, yardım istiyorsun. Yanlış yapıyorsun Müslüman kardeşim, yanlış yapıyorsun.

Dara düştüğünde Rab’bine sığınacağına dara düşmeden sığın ki Rab’bin senin dara düşmene izin vermesin. Senin eşini dostunu, paranı pulunu sana koşulsuz verdiği gibi senden geri almasın. Harama el uzatarak dünyaya sahip olmak isteyeceğine Rab’bine el uzat, ona yönel ahirette sahip olacağın mekânın 7 kat göklerde olsun. Unutma karıncaların sesini duyan Rab’bim elbette gönüllerin feryadını da duyar. HZ. Mevlana’nın da dediği gibi büyük konuşma çünkü;

Olmaz dediğin ne varsa hepsi olur.

Düşmem dersin düşersin, Şaşmam dersin şaşarsın.

Öldüm der durur, yine de yaşarsın.

Rab’bini uzaklarda arama Ey insanoğlu Rab’bin sana şah damarından daha yakın. Dünya derdine düşüp Rab’bini unutma, dünya derdini sana yaşatan da Rab’bin.

İnsanoğlu yaratılışından bu yana nereden geldiğini ve nereye gideceğini düşünerek yaratana ulaşmaya çalışmış ve neden yaratıldığını anlama çabasına düşmüştür.

Öncelikle kendimize şunu soralım; biz bunun ne kadarını başarabildik? Allah’ın zati mahiyetini ne kadar anlayabildik, bizden ne istediğini, bizleri neden yarattığını ne kadar idrak edebildik? Tabii ki O’nu tamamen anlayabilmek ya da kavramak mümkün değil çünkü o sonsuz güce, kuvvete ve varlığa sahip, bizim aklımız ise sınırlı. İşte bunun için O’nu tamamen kavrayamasak da en azından bizden nasıl bir kul olmamızı istediğini anlayarak

onu rahmetini ve rızasını kazanabiliriz.

‘Ben cin ve insan neslini ancak bana kulluk etsin diye yarattım’(Zariyat-56) diyen Rab’bine kulluk etmezsen varlığının anlamsızlaşacağını haber vermiştir. Peki, O’nu nasıl anlayabiliriz? Şems Tebrizi;

‘Allah’ın sırrı sensin, kalbine yolculuk et.’ diyerek ne güzel bir kelam etmiş değil mi? Dinle; kendini, kalbini, aklını… Etrafında olup biteni ve Rab’binin sana ne güzel nimetler verdiğini gör! Karşılık olarak ise senden sadece O’na hakkıyla kulluk etmeni istiyor. Kim sana karşılıksız bu kadar güzelliği bahşetti ki?

Çaresizliği düştüğünde, vazgeçmek istediğinde huzurda diz çöküp el açarak affet beni diyerek kendini huzurlu ve güvende hissedebileceğin bir varlıktan söz ediyoruz. Esma- ül Hüsna’yı düşün! Sana 99 güzel isim ve manaları ile seslenen ve bu güzel manalı isimleri kendinde barındıran Rab’bini düşün. Rahim onun bu dünyadaki rahmeti. Rahman ise bu dünyayı ve ayrıca ahireti kapsayan merhameti.

Düşün, şu iki isimdeki inceliği… Hâlbuki günde 40 kere ‘Bismillahirrahmanirrahim’ diyerek bu isimleri zikrediyorsun.

Kuran-ı Kerim insana Rab’bini anlatır ve tanıtır. Kuran-ı Kerim’in manasını hiç okuyup anladın mı? Bütün ilahi kitaplar ve tabii ki son ilahi kitap olan, aslında yaratılan şu evre, insanoğlu ve yaratan Rab’bi arasına döner durur. Kendisini bilen kişi Rab’bini bilir,Rab’bini bilen ise haddini bilerek gizli şirkten kurtulur. Allah’ı anlayıp kavrayabilmenin birçok yolu vardır, sen yeter ki anlamak iste. Kalbini dinle ki Rab’binin yolunu bul, evreni ve senin için yaratılanları gör ki Rab’bini tanı. Kuran-ı Kerim’i anla ki Rab’bini anlayabilesin. Esma-ül Hüsna’yı öğren ki sonsuz kudreti hissedebilesin çünkü Allah bize sadece kalbi verir içini ise sen doldurursun.

Betül ÇALIM

11/ANADOLU/A Emine YILDIZ

11/ANADOLU/A

Rabbini Tanımak

(18)

Gönlünü Suya Damlatan Sanatçı:

Garip Ay

Ebru sanatı, geleneksel Türk sanatlarından en biline- ni… Ülkemizde bu anlamda oldukça başarılı ebru sanat- çılarımız var. Garip Ay da bu önemli sanatçılardan bir tanesi. Onu ayıran en önemli özellik ise geleneksel ebru sanatını modern resim ile birleştirip muhteşem eserler or- taya çıkartması. İsterseniz hem Garip Ay’ı hem de eserle- rini daha yakından tanıyalım:

Garip Ay, 1984 Siirt doğumlu bir sanatçı. Küçük yaşlarda başlayan resim ilgisini öğrenim hayatına da yansıtmış.2000 yılında Diyarbakır’da Güzel Sanat- lar Lisesinden mezun oldu. Daha sonra Mimar Sinan Üniversitesi, Geleneksel Türk Sanatları bölümünden dereceyle öğrenimini tamamladı. Türkiye dışında İs- kandinavya, Rusya, ABD, Basra Körfezi gibi dünya- nın birçok yerinde eserlerini sergiledi. Aynı zaman-

da 180 bölümlük belgesel programı ve daha pek çok sanatsal faaliyette yer alan sanatçının başarılı tarzı, gören herkesi kendine hayran bırakıyor. Garip Ay, geleneksel ebru sanatını modern bir bakış açısıyla birleştirip çok farklı eserler ortaya çıkartıyor. Ebru sanatını resim ile harmanlayan sanatçı, eserlerinde her zaman yeni arayışlar içerisinde olduğunu belir- tiyor. Dil ile anlatması bile zor olanı, ebru ile işleyen sanatçı insanın gönlünün derinliklerine iniyor. Garip Ay, insanın kendisini sürekli tekrar etmesinin bir ma- rifet olmadığını, değişiminin, yenilenmenin şart oldu- ğunu söylüyor. Ebruyu, video ile birleştirip, insanlara daha iyi anlatma fikrinin de böyle ortaya çıktığını an- latan sanatçının eserlerini oluşturma sürecini youtu- be kanalından takip edebilirsiniz. Hayran kalacağını- za eminim.

(19)

Kendisi ebru sanatının gönlündeki yerini söyle anlatıyor:

“Diyarbakır Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi’ni bitirdikten sonra, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Geleneksel Türk Sanatları bölümünden mezun oldum. Ebru, benim için çok az işlenmiş, farkındalığı sanat çevre- lerinde pek oluşmamış bir sanat disiplini olduğu için önemli. Suyun üzerine bir damla atıyorsunuz ve o damlanın hareketiyle, renkleriyle büyüleniyorsunuz. Ben ebru sayesinde kalbimin akordunu ayarlıyorum.”

Kayak: http://garipay.blogspot.com.tr - Güray Ervin-Suya Suret Çizen Adam - Eda Aytekin-Onedio Editör

(20)

Ünlü tefsir ve fıkıh âlimi Ömer Nasuhi Bilmen, ge- rek ilmi ve ahlaki otoritesi, gerekse samimi dindarlığı ve tevazusu ile dinî konularda Türkiye’de Müslüman halkın başlıca güven kaynağı olmuştur. İnançta, ibadet ve ah- lâkta Ehl-i Sünnet akidesini, şahsında tam bir başarı ve samimiyetle temsil ettiği için herkesin saygı ve sevgisini kazanmıştır.

Türkiye’nin beşinci Diyanet İşleri Başkanı olan ünlü tefsir ve fıkıh âlimi Ömer Nasuhi Bilmen, 1883 yılında Erzurum’un Salasar Köyü’nde doğdu. Küçük yaşta babasının vefat etmesi üzerine Erzurum Ahmediy- ye Medresesi hocası ve Nakıbüleşraf Kaymakamı olan amcası Abdürrezzak İlmi Efendi’nin himayesinde eğitim görmeye başladı. Amcasından ve Erzurum müftüsü Narmanlı Hüseyin Efendi’den ders aldı. İki ho-

cası da yakın aralıklarla ölünce İstanbul’a git- ti (1908) ve Fatih dersiamlarından (Osmanlı

döneminde camilerde ders vermeye yetkili kişi olan profesör) Tokatlı Şakir Efendi’nin derslerine devam edip diplomasını aldı (1909). Bunun yanında Ders Vekaleti’nce açılan imtihanı kazanarak camilerde ders vermeye yetkili kişi olarak dersiamlığa

başladı. (1912)

Ayrıca, o sıralarda okumakta oldu- ğu Hukuk Fakültesini de bitirdi (1913).

Arapça ve Farsça’yı çok iyi bilen, Türkçe ile birlikte üç dilde yazabilen Ömer Nasuhi Bilmen, Temmuz 1913›te Fetva dairesinde kâtipliğe başladı. Bir yıl sonra baş memurluğa terfi edip Ağustos 1915›te Telif Eserleri Başkan- lığı›na üye kabul edildi. 30 Haziran 1960 tarihinde Diyanet İşleri Başkanlı- ğı›na tayin edilinceye kadar çok çeşitli görevlerde bulundu. Henüz bir yılını doldurmadan 6 Nisan 1961›de Diyanet İşleri Başkanlığı›ndan emekliye ayrıl- dı.1

İZ BIRAKAN ÂLİMLERDEN;

ÖMER NASUHİ BİLMEN

“Kendi benliğini, geleceğini ve mutluluğunu korumak isteyen bir insan, böyle yüce bir dinin inançlara, temizliğe, ibadete, helal ve harama, ahla- ka dair kutsal hükümlerinden muhtaç bulunduklarını öğrenip uygulamak duygusundan nasıl habersiz kalabilir?”

Fatih Dersiamlarından Ömer Nasuhî Bilmen Dilek ARAS

Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

Referanslar

Benzer Belgeler

Oysa söz konusu gelişim doğal bir ortamda gerçekleşiyorsa, kuralların öğrenilmesi sınıf ortamında olduğu gibi yapay olarak gerçekleşmiyorsa, bu durum ikinci

Ba şkentte, yer seviyesinden itibaren meydana gelen sıcaklık terselmesinin su buharı ve atmosferi kirletici gazların yükselmesini engellediğini anlatan yetkililer, "Su buharı

Özel mülkiyetten kurtulmalıdır, özel mülkiyet lağvedilmelidir, özel mülkiyet insan toplumlarının yaşamından çıkarılmalıdır dediğinizde, hemen özel mülkiyet lehinde

Bu çalışmada bina çatılarından kullanılan yalıtım malzemelerinin kışın ısı kaybını azaltmaları ve yazında ısı kazancını azaltmaları baz alınmıştır..

"Tevarih-i Müluk-i al-i Osman"daki arasözler (bunlar hesaplarıma göre eserin aşağı yukarı üçte birini oluşturur) şu biçimde sınıflandırıla- bilir: 1-

• Bağlama yöntemiyle ölçülen detayların ortogonal yönteme sayısal olarak çevrilmesinde kullanılan bir hesaplama yöntemidir...

Hasta ve kontrol grubuna, DSM-IV Eksen 1 Bozuklukları için Yapılandırılmış Psi- kiyatrik Görüşme Formu-(SCID-1), çalışma için hazırlanan Sosyodemografik Veri Formu,

Olayların sebebini açıklarken genellikle şu ifadeleri kullanırız: “ çünkü, için, dolayısıyla, bu sebeple, bu yüzden, bundan dolayı…”.. Top oynarken düştüm