BASIN ÖZGÜRLÜĞÜNDEN
İLETİŞİM ÖZGÜRLÜĞÜNE
Basın özgürlüğü yerine iletişim özgürlüğü kavramının kullanımı yirminci yüzyılda gündeme gelmiştir. 10 Aralık 1948 tarihinde kabul edilen “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi”nin 19.
maddesinde iletişim özgürlüğü kavramı şöyle özetlenmiştir:
«Herkesin, hiçbir sınır tanımadan kendi istediği şekilde
enformasyondan yararlanma; düşünce edinme ve yazma
bakımından fikir ve ifade özgürlüğü vardır».
1970’lerle birlikte kullanım alanı genişleyen iletişim özgürlüğü kavramı her ne kadar basın özgürlüğü kavramıyla yer
değiştirse de hala basın özgürlüğü kavramı kullanılmaktadır.
İletişim özgürlüğü basın, düşünce, ifade ve inanç özgürlüğüne nazaran daha kapsamlı bir kavram olarak şemsiye görevi
üstlense de sivil hak ve özgürlükler kapsamında düşünülen
basın özgürlüğü kavramı günümüzde özellikle yayın alanına
ilişkin tartışmalarda öne çıkmaktadır.
1970’lerin sonunda UNESCO aracılığıyla olmuştur. 1979’da tamamlanan UNESCO’nun McBride Raporunda “iletişim hakkı” ele alınmış ve bu
hakkın artık haberleşme hakkının ötesinde ileti alma ve bilgilendirme hakkını da içerdiği ve iletişimin, tarafların bireysel ve kolektif olarak içinde demokratik ve dengeli bir diyalog sürdürdükleri çift yönlü bir süreç olduğu kabul edilmiştir. Raporda henüz olgunlaşmamış ama gelişmekte olan bir hak olarak tanımlanan iletişim hakkının içeriği,
kesin olarak bunlarla sınırlanmamakla birlikte şöyle doldurulmuştur: a) Toplanma hakkı, tartışma hakkı, katılma hakkı ve diğer ortaklık hakları, b) soruşturma hakkı, bilgilendirme, bilgilendirilme hakkı ve diğer
enformasyon hakları, c) kültür edinme hakkı, seçme hakkı, özel
yaşamın korunması hakkı ve insan gelişmesiyle ilgili diğer haklar...
MODERN KAPİTALİST DEVLETLERDE 1980 SONRASINDA İLETİŞİM ÖZGÜRLÜĞÜ
TARTIŞMALARI VE MODERN SANSÜR
Yeni sağın sözcüleri, uluslararası medya kuruluşlarının da desteğini alarak kuralsızlaştırmanın/deregülasyonun
(deregulation) gerekliliğini vurgularken, medyanın devletin düzenleyici kurallarından arındırılması gerektiğini
savunmuşlardır.
Devlet müdahalelerinin gerek özelleştirmelerle, gerekse
medya alanında kuralsızlaştırma uygulamaları ile kısıtlanması taleplerinin özünde pazarın genişlemesi ve girişimcilerin
pazarda artan bir serbestlik içinde hareket edebilmesine yönelik devlet müdahalelerinden kurtarılma istekleri
yatmaktadır. Bu görüşler devletin kamu hizmeti yayıncılığı yoluyla çeşitli yurttaş toplulukları arasında görüş değişimini denetleyerek “sansür” uyguladığını iddia ederek, devlet
tekelinden sıyrılmış bir yayıncılık alanının daha özgür olacağı
iddialarını dile getirmektedir.
Ancak, Keane tarafından da belirtildiği gibi yeni sağ hareketin
sözcüleri “sansür”ü oldukça dar bir anlamda ele alarak, pazar
liberalizminin iletişim özgürlüğünü kısıtlayan yönlerini göz ardı
etmektedir. Örneğin,
tekellerin alana hakim olarak pazara girmek isteyenlere karşı engeller koyması ve seçenekleri sınırlaması,
enformasyonun tanımının kamusal yarar kavramından uzaklaşıp özel olarak tasarruf olunabilen bir metaya yaklaştırılması,
dev boyuttaki firmaların karları doğrultusunda yurttaşların ne dinleyip, ne okuyacaklarını ne seyredeceklerini
kararlaştırmaları,
enformasyon üretim ve dağıtım alanını ellerinde
bulunduranların hangi ürünlerin (kitaplar, dergiler, tv programları, bilgisayar yazılımları gibi) kitlesel çapta
üretileceğini yayın öncesinden belirleyerek, böylece hangi görüşlerin pazara gireceğini hangilerinin dışarıda kalacağını belirlemeleri
ayrıca ticari yayıncıların okuyucuların, dinleyicilerin ve seyircilerin pazar dışı tercihlerini umursamamaları
gibi uygulamalar bir tür sansür anlamına gelmektedir (Keane,
1993: 90-91).
John Keane, modern devletin başlangıcından bu yana süren, günümüzde artarak devam eden birbirleriyle bağlantılı beş siyasal sansür türünün özel ilgiye değer olduğunu
belirtmektedir. Bunları
Olağünüstü hal erkleri
Silahlı gizlilik
Yalan söylemek
Devlet reklamcılığı
Korporatizm
“olağanüstü hal erkleri”ni hükümetlerin özellikle kriz
dönemlerinde ulusal güvenlik gerekçesiyle 'ön engelleme' ve
“yayın sonrası sansür” yoluyla medyalar üzerinde siyasal baskı uyguladıklarını belirtmektedir. Ön engelleme sözlü, görsel ya da basılı yayının devlet yetkililerince önceden denetlemesi (ki
bunun yolu resmi ya da resmi olmayan hükümet sözcüleriyle dostça konuşma ve kokteylerden, basit isteklere, telefonla
yapılan uyarılardan zorunlu ve ihtiyari kuralların konmasına dek uzanır); yayın sonrası sansür ise yayınların yasaklanması,
toplatılması, malzemenin üretildiği teknik araçlara el konulması,
basımevlerinin vd. kapatılması gibi yaptırımları kapsamaktadır.
“Silahlı gizlilik”, modern devlet içinde olduğu kadar ulus üstü askeri ve sivil kuruluşlar içinde, enformasyonun gizli
olabileceğinin tescillenmesi yoluyla, polis ve askeri organlara dayanarak kitle iletişim araçlarının denetlenmesini
içermektedir.
. “Yalan söylemek”, hükümet sözcüleri tarafından
eleştirmenleri yanlış yönlendirmek, sinirleri yatıştırmak,
gazetecileri memnun etmek, toplum tarafından inanılabilecek haberler üretmenin yanı sıra, hükümet tarafından yapılan
açıklamaların önceden denetlenmesi, basın toplantılarına
belirli muhabirlerin alınması, soruların önceden belirlenmesi,
bir konuyu derinleştirmek için ek soruların sorulmasına izin
verilmemesi gibi uygulamaları kapsamaktadır.
“Devlet reklamcılığı” bağımsız yayın kuruluşlarının ayakta kalabilmek için ilan-reklam gelirine muhtaç olması, devlet reklamcılığının ise hala reklam gelirleri arasında üst sıralarda yer alması, medya kuruluşlarını hükümetlere ekonomik
anlamda bağımlı kılması yeni bir sansür uygulaması
yaratmaktadır.
Politik bir sansür türü olarak beliren “korporatizm” çeşitli sivil toplum örgütleri ile devlet görevlileri arasında gizli ve kamusal sorumluluktan uzak pazarlıklar yapılanması, pazarlıkların ve korporatist nitelikli ilişkilerin yapısı gereği kitle iletişim araçları yoluyla kamuya açılmaması da yeni bir sansür türünü
oluşturur (Keane, 1993: 93-105)
BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ YASALAR
ANAYASALAR….
ABD ANAYASASI
BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ İLK DEFA ANAYASAL BİR METİNDE AÇIKÇA GÜVENCE ALTINA ALINMIŞTIR
1787 tarihli Amerika Birleşik Devletleri Anayasası’na 1791 tarihinde kabul edilen “haklar bildirisi” ile 10 yeni madde eklenmiştir. Bu bildirinin ek 1. maddesine (first amendment) göre, “kongre, dini bir kuruma ilişkin veya serbest ibadeti yasaklayan; ya da ifade özgürlüğünü, basın özgürlüğünü
kısıtlayan; ya da halkın sükûnet içinde toplanma ve şikâyete neden olan bir halin düzeltilmesi için hükümetten talepte
bulunma hakkını kısıtlayan herhangi bir yasa yapmayacaktır”
BM İNSAN HAKLARI EVRENSEL BEYANNAMESİ
Birleşmiş Milletler tarafından 10 Aralık 1948 yılında kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 19. maddesi,
“her ferdin fikir ve ifade özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak
fikirlerinden dolayı rahatsız edilmemek, memleket sınırları söz
konusu olmaksızın bilgi ve fikirleri her vasıta ile aramak, elde
etmek ve yayma hakkını gerektirir.” şeklinde düzenlenerek,
ifade özgürlüğü ile bağlantılı olarak basın özgürlüğünü de
açıkça güvence altına almıştır.
AVRUPA İNSAN HAKLARI SÖZLEŞMESİ
İnsan haklarının uluslararası alanda güvence altına alınması amacıyla hazırlanan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS), Avrupa Konseyi üyesi devletler tarafından 4 Kasım 1950
tarihinde Roma’da kabul edilmiş ve 3 Eylül 1953 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Türkiye sözleşmeyi 18 Mayıs 1954
tarihinde onaylamıştır.
AİHS’nin 10. maddesinin 1. fıkrası, “herkes, görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hak kanaat
özgürlüğünü, kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber ve fikir almak ve vermek
özgürlüğünü de içerir. Bu madde devletlerin radyo, televizyon
ve sinema işletmelerini bir izin rejimine tabi tutmalarına engel
değildir.”
AİHS’nin 10. maddesinin ikinci fıkrasında ise ifade ve dolayısıyla basın özgürlüğünün sınırlanmasına ilişkin usul ve şartlar, diğer bir ifadeyle basın özgürlüğüne yönelik sınırlamaların hangi hallerde meşru
sayılabileceği şöyle düzenlenmiştir: