• Sonuç bulunamadı

Bu kitap, TÜBİTAK 4006 Bilim Fuarı nda sergilenmek üzere, «2200 e Masallar Projesi» kapsamında okulumuz öğrencileri arasında düzenlenen «Bana Bir

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Bu kitap, TÜBİTAK 4006 Bilim Fuarı nda sergilenmek üzere, «2200 e Masallar Projesi» kapsamında okulumuz öğrencileri arasında düzenlenen «Bana Bir"

Copied!
80
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)
(2)
(3)

Okul Müdürü Proje Yürütücüsü Proje Danışmanları Düzenleme/Tasarım

Masal Yazarlarımız / Öğrencilerimiz Emine Naz SEZEN

Taha Abdullah BEGGİ Fehmi BEGGİ

Beyza Nur KARADAYI Tuğba ŞAHİN

Özge KIZILOVA

Zeynep Beyza SÜTÇÜ İlayda Nur EROL Hediye Zeynep ÖZER

Hüsamettin VAROL Erdal SOYDAŞ

Hilal Şura ŞAVŞATLI, Nilgün Bozkurt ÖLÇER Canan TİRYAKİ

: : : :

(4)

Rüya

Piramitlerin Sırrı

Sağlık Gibi Dost Olmaz Amansız Hastalık

Bayram Günü Bilge Çınar Gözyaşı Ağacı

Hayvan Dostu Mehmet Mine ve Bilge Kedi Faydaki Dev

Geleceğe Bakış

Bana Bir Masal Anlat ……….………

Emine Naz SEZEN Taha Abdullah BEGGİ Fehmi BEGGİ

Hilal Şura ŞAVŞATLI Beyza Nur KARADAYI Tuğba ŞAHİN

Özge KIZILOVA

Zeynep Beyza SÜTÇÜ İlayda Nur GÜLER Hediye Zeynep ÖZER Emine Naz SEZEN

1-8 9-15 16-22 23-29 30-35 36-41 42-47 48-53 54-58 59-63 64-69 70-74

(5)
(6)

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer tellal iken pireler berber iken ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken Özge adında bir kız varmış.

Özge anne ve babası ile hoş bir apartman dairesinde yaşarmış. Ailenin tek çocuğu olduğu için anne ve babası Özge’yi el üstünde tutarlar, bir dediğini iki etmezlermiş. Yine de Özge hiçbir şeyden tat almaz, her şeyden sıkılırmış.

Arkadaşları «Hadi gel dışarıda oyun oynayalım.» dediklerinde: «Ne

oyunu! Hep aynı şeyler.» dermiş. Sadece resim yaparken zamanın nasıl

geçtiğini anlamaz, sabahtan akşama kadar resim yapsa da sıkılmazmış.

(7)

Bir gün okuldan eve geldiğinde annesi: “Gel yapboz yapalım.”

demiş. Özge her zamanki gibi: “Yapboz mu hep aynı şeyler, ben yatıp uyuyacağım.” diye söylenmiş, odasına gidip uyumuş.

Sabah olup uyanınca pencereden bakmış. Bir de ne görsün.

Sokaklarda kimsecikler yokmuş. Her yer ıssız ve sessizmiş. Başta

ne olduğunu anlamamış. Odasından çıkıp anne ve babasına

seslenmiş ama hiç ses veren olmamış. Bütün odaların kapıları

kapalıymış. Balkona çıkıp etrafa seslenmiş. Ses yankı yapıp geri

gelmiş.

(8)

Ne yapacağını düşünürken bir ses duymuş.

Ses soğuk bir kış gecesi pencereleri döven rüzgar kadar ürkütücü, bir karga ciyaklaması kadar rahatsız ediciymiş.

Sesin geldiği yöne döndüğünde karşısında yaşlı bir cadı duruyormuş. Cadı çok sakin bir edayla: “Merhaba güzel kız, ne olup bittiğini merak ediyorsun öyle değil mi? Dur ben sana söyleyeyim. Senin yüzünden bir salgın hastalık ortaya çıktı. Herkes evine kapanmak zorunda kaldı ama tüm bunlar düzeltilebilir.” demiş.

Özge cadının söyledikleri karşısında dehşete kapılmış. Korku ve heyecan içinde bu hastalığın nasıl düzeltilebileceğini sormuş.

Cadı kahkaha atarak cevap vermiş: “Sen düzeltebilirsin.”

Cadının söylediklerine anlam verememiş.

«Daha küçücük bir çocuğum, herkesi etkileyen bir salgın hastalığı nasıl düzeltebilirim ki?»

diye düşünmüş. El mahkum cadıya bu işi nasıl düzeltebileceğini sormuş. Cadı tiz bir çığlık atmış, “bunu da sen düşün” deyip bir anda toz bulutu içinde kaybolmuş.

(9)

5

Özge çaresizce ne yapacağını düşünürken, annesi yorgun bir şekilde seslenmiş: “Kızım bir salgın hastalık ortaya çıktı. Birbirimize iki metreden fazla yaklaşmamamız, mümkünse ayrı ayrı odalarda kalmamız gerektiğini söylüyorlar. İş yerleri, okullar, parklar kapatılmış. Şimdi mutfaktan yiyecek ve su al. Bir daha da odandan dışarı çıkma.”

Özge korku ve panik içinde hemen annesinin dediklerini yapmış.

Sonra da odasına giderek beklemeye başlamış. Başta geçer, her şey eski haline döner sanmış. Ama öyle olmamış. Haftalar haftaları, aylar ayları kovalamış ama o kötü günden sonra dünyada her şey daha da kötü bir hal almaya başlamış. Binlerce insan hastalanmış. Hayatını kaybedenler olmuş.

Hayat dolu çocuklar bile artık neşelerini yitirmeye başlamışlar.

(10)

Özge de herkes gibi anne babasını, arkadaşlarını göremez olmuş. Kapanmayla birlikte artık tüm hayatı odasıymış.

Arkadaşlarının ve ailesinin özlemini gidermek için onların yapalım dedikleri şeyleri tek başına yapmaya başlamış. Evdeki tüm resim defterlerini ve tuvallerini bitirmiş. Dışarı çıkamadığı için aklına odasının duvarlarına resim yapmak gelmiş. “Umut Işığı Saçan Resimler” adını verdiği resimler yapmaya başlamış.

Resim yaparken zamanın nasıl geçtiğinin farkına varmamış. Salgın hastalık ortaya çıkalı beş yıl olmuş.

Ancak dünyanın hali ilk günden farklı değilmiş. Bugün

de onun doğum günüymüş. Son beş yıldır her doğum

gününde olduğu gibi aynı dileği dilemiş. Bütün

bunların hiç yaşanmamış olmasını. Özge bütün

duvarlar dolana kadar resim yapmış. Uzun zamandır

hiç uyumadan resim yaptığı için çok yorulmuş. Biraz

uyumak için yatağına uzanmış. Yatar yatmaz güzel

bir uykuya dalmış.

(11)

Uyandığında dışarıdan sesler geldiğini duymuş.

Pencereden baktığında genç, yaşlı, çocuk demeden herkesin dışarıda dolaştığını, eğlendiğini görmüş.

Heyecan içinde odasından çıkmış. Anne ve babası kahvaltı masasında onu bekliyorlarmış.

Şaşkın gözlerle anne ve babasına bakmış. İçinden

her şey bitti diye düşünmüş. Sonra anlamış ki tüm

yaşadıkları aslında bir rüyaymış.

(12)

Bir zamanlar ona basit gelen, her günün kopyası olduğunu düşündüğü şeyler aslında ne kadar da kıymetliymiş. Bir daha her şeyden çabucak sıkılmaması gerektiğini, her anın bir değerinin olduğunu ve etrafındaki kişilere önem vermesi gerektiğini anlamış.

Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.

Gökten üç elma düşmüş.

Biri bu masalı anlatana biri bu masalı dinleyene

biri de masaldaki kahramanımıza.

(13)
(14)

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde,

cinler cirit oynarken, bir serçenin kanadını kırk katıra

yükledim.

Az gittim uz gittim, Kaf Dağı’na ulaştım.

Bir nefeste erittim, dağların karını, Dikilmedik ağacın, orada yedim narını.

Asırlar önce diyar diyar gezen, insanlara iyiliği, doğru yolu anlatan üç bilge arkadaş yaşarmış. Bir gün yolu Mısır’dan geçen bilgeler, Mısır kralının mumyalardan oluşmuş ordusuna esir düşmüşler. Mumya ordusu bu bilgeleri ölümsüzlük iksiri hazırlamaları için kralın sarayına götürmüşler.

Kral bilgeleri huzura çağırmış: «Sizden ölümsüzlük iksiri hazırlamanızı istiyorum.»

demiş.

(15)

Bilgeler aralarında istişare etmişler: «Bu istediğin çok zor. Biz yaparız iksiri lâkin sen malzemeleri bulabilir misin?» diye cevap vermişler.

Kral hiddetlenerek bağırmış: «Bre densizler, siz dünyada olup da benim ulaşamayacağım bir şeyin olabileceğini mi düşünüyorsunuz?»

Bilgeler iksir için gerekli malzemeleri krala anlatmışlar, isteklerini dile getirmişler:

«Anka kuşunun kanadından bir tüyü, Alp Dağı’nın eteklerinde yetişen el değmemiş ateş lalesini, kuş uçmaz kervan geçmez Sahra Çölü’nden çöl timsahı yumurtasını, balta girmemiş ormanlarda ölmeye yüz tutan ağaçların kenarlarında yetişen ölümsüzlük mantarını bulun.

Son olarak da Nil Nehri’nin kıyısındaki topraklardan getirin. Size iksiri hazırlayalım.

Buna karşılık sizden bir isteğimiz olacak kralım.

Bizi özgür bırakacaksınız, evimize gitmemize izin

(16)

Kral biraz düşünmüş:

«Tamam iksiri hazırlayınca sizi serbest bırakacağım. İksiri hazırlamanıza yardım etmeleri için size mumya ordularımı veriyorum.»

demiş.

Bilgeler mumya ordusuyla işe koyulmuşlar.

Öncelikle bilgelerin istedikleri malzemeleri getirmek için mumya ordusu dört gruba ayrılmış.

Birinci grup Anka Kuşu’nun kanadından tüyü almaya Kaf Dağı’na doğru yola koyulmuş.

Mumyalar çok uğraşmalarına rağmen Kaf Dağına bir türlü tırmanamamışlar. Umutlarının tükendiği bir anda Anka Kuşu uçmuş ve kanadından kopan bir tüy mumyaların üzerine yavaşça süzülmüş.

İkinci grup Alp Dağları’nın eteklerinde yetişen, el değmemiş ateş lalesini aramaya gitmiş. Az gitmişler uz gitmişler dere tepe düz gitmişler. Bir türlü ateş lalesini bulamamışlar. O sırada aksakallı, uzun boylu bir bilgeyle karşılaşmışlar. Bilge, mumyalara ateş lalesinin yerini söylemiş. Mumyalar ateş lalesini almışlar ve Mısır’a

(17)

Üçüncü grup Sahra Çölü’nden çöl timsahının yumurtasını almaya gitmiş. Timsah, yumurtasını alan mumyaları Mısır’a kadar kovalamış.

Dördüncü grup Nil Nehri yakınlarındaki ormandan ölümsüzlük mantarını bulmuş, dönerken de Nil Nehrinin kıyısındaki topraklardan alıp Mısır’a dönmüşler.

Bilgelerin başı hayvanlara, doğaüstü canlılara ve mumyalara: «Biz krala bir ders vermek istiyoruz. Bu yüzden dev piramitler inşa edeceğiz. Öyle bir piramit olacak ki o piramidin içine giren; kötü kalpli insanlar iyi olacak. Mutsuz insanlar mutlu olacak. Çirkin insanlar güzel olacak» demiş.

Mumyalar: «İyi ama bizim bu piramitleri yapacak kadar gücümüz yok» diye karşılık vermişler.

Bilgeler kendilerinden emin: «Siz onu düşünmeyin. Biz, getirdiğiniz Anka Kuşunun tüyünü ölümsüzlük mantarı ile karıştırınca gücünüzü yüz kat daha da artıracak ve sizi daha da hızlandıracak bir iksir hazırlayacağız.»

(18)

Önce hava bilgesi yeri, zamanı ve hava koşullarını inceleyip inşaat için en uygun yeri tespit etmiş.

Hayvanlarla konuşabilen bilge hayvanları, diğer bilge ise gözle görünmeyen doğaüstü canlıları toplayıp işe koyulmuşlar. Bilgeler bütün hazırlıkları tamamladıktan sonra krala: «Bizim yanımıza kırk gün kimsenin gelmemesini istiyoruz.» demişler.

Kral: «Bu isteğinizi kabul ediyorum lakin kırk gün içinde bu iksiri yapamazsanız canınızdan olursunuz.»

demiş. Kralın emri ile bilgelerin olduğu yere kimse gitmemiş, bilgeler gece gündüz çalışmışlar.

Kırk günlük çalışmaların sonunda kral gelmiş.

«Nerede benim ölümsüzlük iksirim?» diye sormuş.

Bilgeler: «Kralım dünyada yaşayan canlılar için ölümsüzlük diye bir şey yoktur.» diye cevap vermişler.

Kral öfkesinden deliye dönmüş ve ortalığı yıkarcasına bağırmış:

«Madem yapamayacaktınız kırk gündür neden beni oyaladınız?»

(19)

Bilgeler: «Her canlı ölümlüdür. Biz canlılar için ölümsüzlüğü değil, çağlar boyunca yaşayacak ölümsüz bir eser bırakıyoruz.» demişler.

Bu cevabı beğenmeyen, daha da öfkelenen kral: «Siz canınız için korkup bana hâlâ yalan söylüyorsunuz.» diyerek kılıcını çekmiş.

Bilgeler kendilerinden emin bir şekilde cevap vermişler: «Ölümsüzlük yalnızca bedenin ilelebet dünyada kalması değildir. Dünyada yararlı eserler bırakarak da ölümsüz olabilirsiniz. Eşek ölür kalır semeri insan ölür kalır eseri.»

Gökten üç elma düştü;

biri masalı yazana, biri okuyanlara ve dinleyenlere, diğeri de bütün iyi insanlara olsun.

Kral bilgelerin sözlerinden ve piramitlerin özelliklerinden etkilenmiş. Kendi halkına fayda vereceğini de düşününce bilgeleri affetmiş. Onlara teşekkür edip evlerine dönmelerine izin vermiş.

(20)
(21)

Bir varmış bir yokmuş, Allah'ın kulu çokmuş,

Çok uzaklarda dev bir yarasa doğmuş.

Zamanın birinde uzak diyarlarda ülke ülke gezen, dilediği zaman hiç görünmeyen, herkese tehlike ve korku salan, sevenleri birbirinden ayıran, insanları evlerine hapseden, mikropları Hatce bacıdan Ayşe teyzeye, Ayşe teyzeden Ali dayıya geçen dünyaya hastalık yayan, yedi başlı yılanlardan, canavarlardan daha korkunç, gizemli dev bir yarasa yaşarmış.

Dev yarasa insanların da kendisi gibi yalnız ve mutsuz olmaları için kara büyü yapmaya karar vermiş.

Kurbağa bacağı, yılan derisi ile geyik boynuzunu sahanda dövüp tılsımlı otlardan da karıştırarak büyüyü hazırlamış.

(22)

Büyük dağın eteklerinde kurulmuş küçük, şirin bir kasaba varmış. Bu kasabada herkes birbirine yardım eder, dürüst ve samimi davranırmış. İnsanlar mutluymuş. Güngörmüş İbrahim amca da işte bu kasabada yaşarmış.

Yarasa kasabadaki insanların mutlu, huzurlu hayatlarını kıskanmış ve hedef olarak burayı seçmiş.

Postacı kılığında kasabaya gelmiş. Kötü kalpli yarasa, tarlasından evine dönen İbrahim amcaya seslenmiş:

«İbrahim Emmi! Muştumu isterim. Asker oğlundan mektup var.»

İbrahim amca oğlundan gelen mektubun sevinciyle postacı kılığındaki yarasaya sarılmış ve yanındaki meyvelerden ikram etmiş. Hasretle ve merakla oğlundan gelen mektubu açmış, fotoğrafını iç geçirerek öpmüş.

Mektubu okudukça kuşkulanmaya başlamış. Oğlu mektubunda, dev yarasanın insanlığı ele geçirmek için kara büyü yaptığını, bu büyünün mikrop ordularının insanlara nefes aldırmadığını ve hastalanmalarına neden olduğunu, yataklara düşürdüğünü yazmış.

(23)

Oğlu mektupta İbrahim amcayı dev yarasanın planları konusunda uyarıyormuş. İbrahim amca kendinden emin bir şekilde: «Bizim buranın havası sert, insanı mert olur. O dev yarasanın büyüsü bize gelmez, gelse de buralarda barınamaz.» diye söylenmiş.

Ertesi gün kasaba ahalisi kasaba meydanında yapılan şenlikte eğlenmiş, birbirlerine ikramda bulunmuş, sohbet etmiş. Kasabada adeta bir bayram havası varmış.

(24)

Şenlikten günler sonra kasabanın üstüne karabulutlar çökmüş.

İbrahim amca kendini iyi hissetmiyor, üstelik ateşler içinde yanıyormuş. Eşini yıllar önce kaybettiği için ona bakacak kimsesi de yokmuş.

Birden oğlunun mektupta yazdıkları aklına gelmiş. «Acaba dev yarasanın yaptığı kara büyü etkisini mi gösteriyor?» diye düşünmüş.

Yakın arkadaşı olan Bekir amcaya hasta olduğunu haber vermiş.

Bekir amca gelip doktora götürmüş. Muayene ve test sonuçları

İbrahim amcanın malum hastalığa yakalandığını gösteriyormuş. O

gelmez dediği, ciddiye almadığı kara büyü artık İbrahim amcanın

içindeymiş.

(25)

Bu hastalık kasabalılara da bulaşmış. Bundan sonra kasaba halkı birbiriyle görüşemeyecek ve evlerden dışarıya çıkamayacakmış. Çok pişman olsalar da olan olmuş. Dev yarasanın yaydığı hastalığa teslim olmamaya ve mücadele etmeye karar vermişler. Ancak bellerini büken bir şey varmış. Hasat zamanıymış ve tarlalarındaki mahsulleri heba olacakmış. İmdatlarına jandarmalar ve gönüllüler yetişmiş. Kasabalıya hasatta yardım etmişler, ihtiyaçlarını hiç yüksünmeden karşılamışlar.

İbrahim amca gün geçtikçe kötüleşiyormuş. Hastalığı ilerleyince hastaneye yatmak zorunda kalmış. Hastanede sağlık çalışanlarını görünce: «Resmen burası da savaş meydanı nasıl ki oğlum cephede düşmanla savaşıyor, sağlık çalışanları da burada dev yarasanın görünmeyen mikroplarıyla savaşıyorlar.» diye düşünmüş.

Doktorlar hastalığı yenmek için öylesine büyük bir fedakarlıkla çalışmışlar ki evlerinden, sevdiklerinden uzakta hastanede kalmışlar. Gece gündüz demeden hastaları tedavi etmişler, aşıyı bulmak için çalışmışlar.

(26)

Bazı doktorlar hastalığı yenmek için Kayseri’nin Erciyes Dağı’ndan şifalı sumak, Ağrı Dağı'ndan yer altı orkidesi ve Çorum’un Uğurludağ'ından mercan ağacının yapraklarını toplamış. Bu şifalı otlardan elde ettikleri aşıyı hazırlamışlar. Kahraman, cesur bir doktor dev yarasanın mağarasına girip yarasayı aşılamış, kara büyü bozulmuş.

Nihayet İbrahim amca sağlığına kavuşmuş ve kasabasına dönmüş. Bu acı olaydan sonra herkes kendi payına düşeni almış ve kurallara uymuşlar.

İnsanlık, bilim insanları ve sağlık çalışanları sayesinde dev yarasanın mikroplarıyla yaptıkları savaşı kazanmış. Kasaba ve bütün dünya eski güzel günlere geri dönmüş. Bir nefeslik sıhhatin değerini anlamışlar.

Ne demişler: “Bir yerde insan varsa orada umut vardır.”

Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine..

2 1

(27)
(28)

Hemen bir fare deliği bulup, attım kendimi dışarı;

gelgelelim şu mahallenin yumurcakları haşarı mı haşarı;

bir fiske vurdular enseme, Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler top oynarken eski hamam içinde…Ben deyim şu ağaçtan, siz deyin şu yamaçtan, uçtu uçtu bir kuş uçtu; kuş uçmadı, gümüş uçtu. Gümüş uçmadı, Memiş uçtu.

Uçar mı, uçmaz mı demeye kalmadı; anam düştü eşikten, babam düştü beşikten… Biri kaptı maşayı, biri aldı meşeyi; dolandım durdum dört köşeyi…

Vay ne köşe bu köşe!

Dil dolanmadan ağız varmaz bu işe;

bu köşe yaz köşesi, şu köşe kış köşesi, şu köşe güz köşesi, diye iki tekerleyip üç yuvarlarken aşağıdan sökün etmez mi Maraş paşası!..

(29)

Günlerden bir gün ülkelerin hepsinde belalı bir hastalık salgını vuku bulmuş. Siz dersiniz koranavirus ben derim korana …

O zamanlar insanlar kendilerine çok güvenirmiş ne olsa biz her şeyi hallederiz.

Virüs bir bela olup bütün ülkeleri tüketmiş.

«Yok mu bu virüse bir dur diyecek!» diye halk isyan etmiş. Yer gök inletmiş ama çareyi hiçbir hekim bulamamış. Ülkelerin birinde adaleti, cömertliği ile bilinen bir hükümdar yaşarmış. Onun bilgelikte hünerde namı yürümüş üç oğlu varmış.

(30)

Bir gün bu hükümdar üç oğlunu da yanına çağırmış ve bu virüse çare bulan oğlunu hükümdar olarak ilan edeceğini duyurmuş. Hepsi birbirinden heyecanlı ama bir o kadar düşünceli bir şekilde hükümdarın huzurundan ayrılmışlar. En büyük oğlu hemen ülkenin ne kadar hekimi varsa yanına çağırmış. Ortanca oğlu ülkede ne kadar büyücü varsa çağırmış. En küçük oğlu ise bu hastalığa daha önce yakalanıp da sağ kurtulanları yanına çağırmış.

Büyük oğlan hekimlerce günler geceler boyunca düşünmüş taşınmış az biraz da kaşınmış ne çare hastalığa yol açan virüs o kadar küçükmüş ki ele gelip yakalayamamışlar ki ilacını bulsunlar. Ortanca oğlan büyücülerle inlere karışmış cinlere karışmış küçülüp pirelere karışmış ama virüsü yakalayıp dize getirememiş.

(31)

Küçük oğlan hastalananlarla konuşmuş ne içip ne yediklerini sormuş. Ülkenin ucu bucağı yokmuş ki hastalananları bulmak için az gitmiş, uz gitmiş… Dere tepe düz gitmiş. Çayır çimen geçerek, lale sümbül biçerek; soğuk sular içerek, altı ayla bir güz gitmiş. Bir de dönüp ardına bakmış ki, ne görsün, gide gide bir arpa boyu yol gitmiş!

Demiş:

Vay başıma, hay başıma; bu yol bitecek gibi tükenecek gibi değil, ya bir devlet kuşu konsa başıma ya da alsa beni kanadına kaşına, demeye kalmadı bir de gördüm ki, ne göreyim? Adıyla sanıyla, yeşiliyle alıyla, Zümrüdüanka dedikleri değil mi? Kafdağı’nın üstünden süzüm süzüm süzülüp geliyor. Bakın hele! Yüzü insan, gözü ahu. Ne maval, ne martaval. İşitilmedik bir masal!

O kadar yer gezip o kadar hasta gördükten sonra topladığı bilgileri almış kucağına dönmüş sarayına. Sarayda odasına kapanmış yanına ne bir ikram ne bir ziyaretçi istemiş on dört gün kapalı kapı ve perdeler altında çalışmaya gömülmüş.

(32)

Hükümdar oğullarını çağırmış yanına hastalığın saraya ulaştığını ve artık çözüm bulanın kim olduğunu öğrenme vaktinin geldiğini söylemiş. Büyük oğlu bütün hekimlerle günlerce görüştüğünü ama ilacı bulamadığını utana sıkıla anlatmış.

Büyük oğluna güvenen hükümdar hem çok şaşırmış hem de çok üzülmüş. Ortanca oğluna dönmüş ne yaptığını sormuş. Ortanca oğlu büyücülerle iğne ucu geçmeyecek deliklere bile girdiklerini ama virüsü yakalayamadıklarından söz etmiş.

İyice morali bozulan hükümdar son bir umutla küçük oğluna bakmış.

Küçük oğlu zahmetten kaçınmadan gittiği yollardan, ziyaret ettiği hastalardan bahsetmiş. Hastaların hepsi kekik otu denilen ve halkın ciğerlerini temizlemek için kullandığı şifalı ottan bahsetmiş. Hastalık boğazdan girip ciğerlere ulaşıyormuş ve çok çabuk başkasına bulaşıyormuş. Hastalığın bütün etkilerini öğrenmiş. Hastalıktan kurtulanların sağlıklı yiyeceklerle beslenerek bol bol dinlenerek ve kekik otunu kaynar suda karıştırdıktan sonra buharını içlerine çekerek hayatta kaldıklarını öğrenmiş.

(33)

Hükümdar oğlunun sözlerine çok sevinmiş. Zahmet çekmeden, emek vermeden bilginin öğrenilmeyeceğini diğer oğullarına öğütlemiş. Küçük oğluna tahtı gönül rahatlığı ile devretmiş. Artık ne bir dert ne bir mihnet… Devlet üstüne devlet sürüp mürüvvet üstüne mürüvvet sürmüşler.

Gökten üç elma düştü; biri

bana, biri dinleyenlere, diğeri

de bütün iyi insanlara olsun.

(34)
(35)

Bir bayram sabahı Şule sevinçle uyanmış. Şule'nin içi diğer bayramlarda olduğu kadar kıpır kıpır değilmiş. Salgın nedeniyle tatile, bayram gezmelerine gidemeyecekleri için üzülüyormuş.

Ailece güzel bir bayram kahvaltısı yapmışlar. Kahvaltı sonrası Şule babaannesinin yanına gitmiş her gün olduğu gibi güzel, koyu bir muhabbet başlamış. Şule bu bayram tatile gidemeyecekleri için yakınmaya başlayıp Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur

saman içinde develer tellal iken, pireler berber iken ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallarken...

Zamanın birinde bir aile yaşarmış. Bu aile geniş bir aileymiş. Babaanne, dede, anne, baba, çocuklar varmış. Bu ailenin en büyük bireylerinden biri olan Hacer Nine, küçük torunu Şule ile çok vakit geçirirmiş. Şule ile saatlerce sohbet eder, oyun oynar, torunuyla çocuk hale gelirmiş. Şule de babaannesini dinlemeyi, onunla bir şeyler hakkında konuşmayı çok severmiş.

(36)

Böylece güzel bir sohbet havası oluşmuş. Şule babaannesine ''Sizin zamanınızda bayramlar nasıldı babaanne?'' diye sormuş.

Babaannesi Hacer Nine tebessüm etmiş ve anlatmaya başlamış. ''Ah güzel kızım bizim zamanımızda bayram tam bayram havasındaydı. Günler önce hazırlıklara başlar, annemize yardım ederdik. Küçük ellerimizle dolma sarar, baklava açar, temizlik yapardık.

Çok bolluk yoktu, bayram kıyafeti alındığı zaman mutluluğumuzdan havaya uçardık. Şimdiki çocuklar gibi har vurup harman savurmazdık, savuramazdık. Alınan kıyafetleri özenle saklar, güzel, özel günlerde giyerdik.

Akşam uyumadan kıyafetlerimizi hazırlar, ayak ucumuza koyardık.

Sabah en erken biz uyanıp sevinçle kıyafetlerimizi giyerdik. Güzel bir bayram kahvaltısından sonra başta büyük annelerimize, dedelerimize gider, ellerini öper, bayramlarını kutlardık. Onlar da bize bayram harçlığı verirdi.

Büyük anne ve dedelerimizi ziyaret ettikten sonra teyzelerimize, halalarımıza, dayılarımıza, amcalarımıza ve birçok akrabaya giderdik. Oralardaki akranlarımızla oyun oynar, gülerdik. O güzel ortamdan hiç ayrılmak istemezdik.

Sonraki günlerde biz evde oturur, misafir beklerdik.

(37)

Uyku vakti gelmiş. Şule odasına gitmiş ve yatağına uzanmış. Birden odasında bir şey belirmiş. Bu bir hayal perisiymiş. Kısa süre içinde Şule ile tanışıp, konuşmaya başlamış.

Hayal perisi: ''Nereye gitmek istersin?'' diye sormuş, Şule biraz düşünmüş ve bugün babaannesiyle konuştukları aklına gelmiş.

Bir sevinçle periye: ''Ben eski bayramları görmek istiyorum.'' demiş. Peri tebessüm edip, göz kırpmış. Şule gözlerini kapatmış. Kısa süre sonra gözlerini açtığında kendini babaannesinin doğup büyüdüğü köyde bulmuş. Mahalle cıvıl cıvılmış, insanlar şenmiş. Misafirliğe gidenler, oyun oynayan çocuklar…

Bu bayram günümüzdeki bayramlara hiç Mahalledeki arkadaşlarımızla komşuları gezer, şeker toplardık.'' Hacer Nine o günleri özlemle anlatırken, bazen gözlerinin içi gülmüş, bazen gözleri dolmuş. Şule kıpırdamadan babaannesini dinlemiş derin bir iç çekerek ''Keşke...'' demiş.

Gün boyu ailecek vakit geçirmişler.

(38)

Şule de heyecanla kapı kapı gezmeye başlamış, babaannesinin akrabaları ve komşularıyla tanışmış. Gittiği bazı evlerde ona mendil içinde lokum vermişler. Şule buna çok şaşırmış ama çok hoşuna gitmiş. Oradaki yaşıtlarıyla bolca şeker de toplamış. Tüm büyükleri, ona el öptüğü için harçlık vermiş.

Şule yapılan yemekleri de çok beğenmiş. Her gittiği evde çeşit çeşit yemekler yemiş. Yaşıtlarıyla dışarda akşama kadar oyun oynamış, eğlenmiş.

Komşuluk ilişkileri de dikkatini çekmiş. İnsanlar akşam olunca evlerin önüne toplanmış, sohbet edip çay içmişler. Bu bayram günü Şule'yi çok mutlu etmiş, hayatında hiç unutamayacağı bir iz bırakmış. Gece olduğu vakit hiç dönmek istememiş olsa da hayal perisi onu eve getirmek için gelmiş. Gözlerini kapatmış ve tekrar gözlerini açtığında kendini odasında bulmuş. Şule çok mutlu olmuş. Bu zamana kadar bayramları tatile gitmek olarak gördüğü için kendine kızmış.

Bayram demek tatil demek değilmiş, bayram aileyle geçirilince güzelmiş. Şule, hayal perisinin tekrar gelmesini dileyerek uyumuş.

(39)

Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.

Gökten üç elma düştü,

kimin ne muradı varsa onun başına...

(40)

3 5

(41)

Sofrasında mum olayım, bahçesinde gül olayım,

kalaycı oldum kalayladım kapları, hep kırıldı tavaların sapları,

dilerseniz lafı uzatmadan başlatalım masalı…

Cennet gibi güzel bir yer varmış. Irmak öyle berrakmış ki içinde yüzen balıklar kolaylıkla görülebilirmiş. Ağaçlar öyle gürmüş ki içinde kuş sürüleri yaşarmış. Havası o kadar güzelmiş ki oraya giden insanların başı dönermiş.

Bahçıvan Hasan amca ve eşi Fatma teyze işte burada yaşarmış. Özenle baktıkları bostanları, çocukları gibi sevdikleri meyve ağaçları varmış.

Meyve bahçesinde dört arkadaş yaşarmış. Kiraz ağacı, armut ağacı, elma ağacı ve kayısı ağacı. Birbirleriyle bu bahçeye dikildikleri gün arkadaş olmuşlar. İyi kötü üç seneyi beraber geçirmişler.

(42)

Arkadaş ağaçlarda son zamanlarda bir tuhaflık varmış. Rüzgarın türküsünü eskisi gibi dinleyemez, kuşları eskisi gibi kucaklayamaz olmuşlar. Kaygılı ve ürkek bir hale bürünmüşler. Çünkü yaz tatili için Hasan amcanın torunları buraya gelmeye karar vermiş.

Geçen sene ve ondan önceki sene de burada tatil yapmışlar ama bizim bu dört arkadaşa da yapmadıklarını bırakmamışlar. Cennet gibi bir bahçede yaşadıkları ve Hasan amca gibi iyi bir bahçıvanları olduğu için her ne kadar şanslı olsalar da o küçük çocuklar geldikleri zaman onları hep hırpalarlarmış.

İki gün önce de Hasan amca ağaçlara su vermek için bahçeye gelmiş, büyümelerini güzel meyveler vermelerini istemiş. Çünkü torunları bu bahçede oynayıp vakit geçireceklermiş. Onların yakında burada olacaklarını söylemiş. Ağaçlar bu söz üzerine üzüntüye kapılmışlar.

Kayısı ağacı:

“Arkadaşlar benim bir planım var acaba bizim de gül gibi gövdelerimizde diken mi olsa? Güllerden izin alırız. İzin verirlerse kuşlar bize dikenleri getirir.

O zaman çocuklar bize dokunamaz.” demiş.

(43)

Ağaçlar her ne kadar bu fikri beğense de böyle bir şeyin olamayacağını söylemişler.

Ertesi gün Hasan amcanın torunları gelmiş. Uzun yoldan geldikleri için o günü dinlenerek geçirmişler.

Sabah olunca yanlarına top ve ip alıp bahçeye gitmişler. Ağaçlar çocukları görünce ürpermiş. Bizim yaramaz çocuklar koşarak meyve ağaçlarının yanına gelmiş ve geldikleri gibi ağaçların üstüne tırmanmaya başlamışlar, meyveleri koparmışlar.

Barış armut ağacının üstüne çıkmış, meyvelere uzanırken ağacın yapraklarını dökmüş. Oğuzhan kiraz yemek için ağacın gövdesini tekmeleyerek meyvenin düşmesini beklemiş. Ağaçların canı çok yanıyormuş.

Çocuklara da durun diyemedikleri için bu acıya katlanıyorlarmış. İki gün daha bu şekilde geçmiş. İki gün boyunca bu ağaçların yapraklarının yarısı dökülmüş, gövdeleri yara bere içinde kalmış, yere düşen meyveleri ezilmiş hatta kuşlar bile bu iki gün içinde bu dört arkadaşa uğramamış.

(44)

Ağaçlar üzüntülü bir şekilde tatilin bitmesini, çocukların da eve dönmesini bekliyormuş. O sırada Bilge çınar kökleriyle yürüyerek bizim ağaçların yanına gelmiş ve çocuklara bir ders vermek istemiş.

Gece olup da çocuklar uyuduktan sonra Bilge çınar işe koyulmuş. Sabah olunca bizim dört arkadaş birer çocuk oluvermiş. Ormana gidip etrafı incelemek istemişler, bacaklarının, ellerinin olması onları daha çok sevindirmiş.

Koşarak bir gezintiye çıkmışlar. Oğuzhan, Barış, Elif, Rümeysa ve Zehra’da ağaç olmuş.

Bilge çınar çocukların ağaçlara yaptıkları eziyetleri anlayabilmeleri için bahçeye birkaç tane onlar gibi çocuklar getirmiş.

Bu çocuklar da tıpkı onların ağaçlara

yaptıkları gibi yaramaz çocukların yapraklarını

kopartmışlar, taş atarak meyve düşürmeye

çalışmışlar. Oğuzhan dedesine seslenmiş

yardım etmesini istemiş. Ama sesini yanındaki

ağaçlardan başka kimse duymamış.

(45)

Zehra köklerini hareket ettirmeye çalıştıysa da başaramamış. Barış, Elif ve Rümeysa da hiçbir şekilde kendilerini o çocuklardan koruyamamış. Canları yanmış ve aynı şeyleri onların da ağaçlara yaptıklarını hatırlamışlar.

O an çok pişman olmuşlar birbirlerine ağaçlara neden böyle davrandıklarını sormuşlar. Bilge çınar çocukların pişman olduğunu görünce onları eski haline döndürmüş. Dört arkadaş da tekrardan ağaç olmuş.

Bilge çınar nerede ağaçlara kötü davranıldığını görse ağaçlara yardım edermiş. Şimdi de bizim ağaçları büyük bir sıkıntıdan kurtarmış. Çocuklar o gün yataklarında uyanmış ve hepsi de koşarak bahçeye doğru gitmiş. Ağaçlara sarılarak onlardan özür dilemişler.

Dört arkadaş çocukları affetmez olur mu?

Affetmişler ve o günden sonra ne çocuklar ağaçlara kötü davranmış ne de ağaçlar çocuklardan korkmuş.

Gökten üç elma düşmüş;

biri bana, biri ağaçları incitmeyen miniklere,

(46)
(47)

Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde uzak diyarlarda Yeşil adında bir köy varmış.

O köyde Cesur adında bir çocuk yaşarmış.

Ailesi ona Cesur adını hiçbir şeyden korkmaması için vermiş. Cesur 8 yaşındayken annesi Melek hastalanmış. Gün geçtikçe annesi çok ağırlaşmış.

Cesur annesinin hastalığına üzülüp evlerinin karşısındaki dağa çıkmış. Orda gözyaşı ağacının altında ağlarken köylünün eve geldiğini görüp koşarak eve gitmiş. Eve gidince annesinin öldüğünü öğrenmiş.

Babası Ali eşi öldüğü için çok üzülmüş. Cesur her gün dağdaki gözyaşı ağacının altına gidip saatlerce orda otururmuş. Babası oğlunun bu haline çok endişelenmiş. Cesur’un anne sevgisine ihtiyacı olduğunu düşünüp evlenmeye karar vermiş. Köylülere haber vermiş.

(48)

Köyün muhtarı olan Osman Ağa, Kırklar köyünde yaşayan Hatice Hanım’ı Ali Bey’e eş olarak Yeşil köye getirmiş. Hatice Hanım Ali Bey’le evlenmeyi kabul etmiş.

Hatice Hanım Cesur’la ilgilenmeye başlamış. Cesur , Hatice Hanım‘ı annesi yerine koyamadığı için Hatice Hanım‘dan kaçmış. Bu durum gün geçtikçe Hatice Hanım‘ın canını sıkmaya başlamış.

Eşi Ali Bey’e bu durumu anlatmış. Ali Bey, Cesur’u çok sevdiği için inanmamış. Bu duruma sinirlenen Hatice Hanım, Cesur‘a kötü davranmaya başlamış.

Cesur artık 9 yaşına geldiği için onu evin karşısındaki dağa çobanlık yapmaya göndermiş.

Dağda çobanlık yaparken her zaman oturduğu Gözyaşı Ağacının altında annesini düşünüp ağlarmış.

Babası, Cesur’un çobanlık yaptığını bilmezmiş. Hatice Hanım’la, Cesur’un aralarının iyi olduğunu düşünüp mutlu olurmuş.

Aylar sonra Hatice Hanım‘ın, Ali Bey’den bir erkek evladı olmuş. Cesur, erkek kardeşi olduğu için çok sevinmiş. Kardeşi Yiğit’le ilgilenmek istemiş ama Hatice Hanım buna izin vermemiş. Gün geçtikçe Yiğit büyümüş. Hatice Hanım‘ın Yiğit’e olan ilgisi ve sevgisi Cesur’u üzmeye başlamış. Cesur gözyaşı ağacının altına gidip ağlarken ağacın içindeki gözyaşı perisi konuşmaya başlamış. Cesur ağacın konuştuğunu

(49)

Gözyaşı perisi sevecen bir ifadeyle: «Korkma! Ben gözyaşı perisiyim.» diye seslenmiş.

Cesur şaşkın ve çekingen sormuş: «Sen ağacın içinde misin?»

Gözyaşı perisi cevap vermiş: «Evet, ben ağacın içindeyim. Sen korkma diye yanına gelmedim.

İstersen yanına gelebilirim.»

Cesur’un kendine güveni gelmiş: «Gelmeni, yanımda olmanı isterim» demiş gözyaşı perisine.

Gözyaşı perisi bütün güzelliğiyle, zarafetiyle süzülmüş Cesur’un şaşkınlık ve hayranlık dolu bakışları altında yanına gelmiş. Anne şefkatiyle Cesur’un saçlarını okşayıp: «Sen adın gibi cesur bir çocuksun.» demiş.

Cesur, annesinin sıcaklığını hissetmiş, sesi titreyerek: «Sen hep burada mıydın?» diye sormuş.

«Evet» demiş gözyaşı perisi «Hep buradaydım.»

Yalnız olmadığını, sevildiğini bilmek Cesur’u rahatlatmış, huzur ve mutluluk vermiş.

(50)

Cesur akşam olduğunda evine gitmiş, odasından dağa bakıp olanları düşünmüş.

Heyecandan sabahı zor etmiş. Havanın aydınlanmasıyla Gözyaşı ağacının yanına gitmiş. Bir süre ağacın yanında Gözyaşı Perisinin gelmesini beklemiş ama Gözyaşı Perisi gelmemiş. Cesur dün yaşadıklarının gerçek olmadığını düşünmüş. «Hayal miydin?» diyerek, içini çeke çeke ağlamaya başlamış. Gözlerinden süzülen gözyaşları toprağa düşmüş. Toprak gözyaşını içine çekmiş, Gözyaşı ağacının köklerine ulaştırmış. Kökler ışık topağıyla parlamış ve ağacın gövdesi aydınlanmış.

Gözyaşı Perisi, bütün zarafetiyle görünmüş, Cesur’un yanına gelmiş.

«Hayır, hayal değilim. Senin gözyaşınla yanına geliyorum.» demiş.

«Peki, ben seni çağırmak istediğim zaman gözyaşı mı dökeceğim?» diye sormuş Cesur.

«Hayır, istediğin zaman yanına geleceğim.» diye cevaplamış Gözyaşı Perisi.

Cesur Gözyaşı Perisine «Benimle eve gelmeni, yaşadıklarımı görmeni istiyorum» demiş İkisi birlikte Cesur’un yaşadığı eve eve gitmişler.

Gözyaşı Perisi bir kenara oturup olan biteni izlemeye başlamış.

Cesur yalnız başına kahvaltısını yapmış. Kahvaltısı bitince üvey annesi Hatice Hanım Cesur‘a

«Hayvanları otlatmaya gitmeyecek misin?» diye

(51)

Cesur «Hayır, bugün Yiğit’le oynamak istiyorum.» diye cevap vermiş. Hatice Hanım’la tartışmış.

Gözyaşı perisi, Cesur’un bugüne kadar döktüğü gözyaşlarıyla mutluluk iksiri yapmış.

İkisine de içirmiş. Cesur’dan Hatice Hanım’a anne demesini istemiş.

Cesur, Hatice Hanım’a anne demeye başlamış.

Cesur anne dedikçe Hatice Hanım, Cesur’u sevmeye başlamış. Artık onu çobanlık yapmaya göndermemiş ve Yiğit’le vakit geçirmesine izin vermiş. Gün geçtikçe Cesur mutlu olmaya başlamış bunu gören gözyaşı perisi yok olmuş.

Gözyaşı perisinin yok olduğunu fark eden Cesur gözyaşı ağacının altında gidip seni unutmayacağım Gözyaşı perisi diye sevinçle bağırmış. Eve gidip Hatice Hanım’a : «Seni çok seviyorum anneciğim!» diyerek sarılmış. Hatice Hanım da :”Ben de seni çok seviyorum oğlum!»

diyerek Cesur’a sarılmış ve sonsuza kadar mutlu mesut yaşamışlar.

Gökten üç elma düştü; biri

bana, biri dinleyenlere, diğeri

de bütün iyi insanlara olsun.

(52)
(53)

Bir varmış bir yokmuş.

Çok çok uzak bir ülke varmış. Bu ülkedeki çocukların özel güçleri varmış; bazısı hayvan ve bitkilerle konuşabiliyor, bazısı havayı kontrol edebiliyor, bazıları da güneşi kontrol edebiliyormuş.

Bu ülkedeki çocukların bir de dilek hakkı varmış.

İçlerinden biri oyun oynamayı çok severmiş.

Adı Mehmet’miş.

Günlerden bir gün Mehmet yine oyun oynamaya dışarı çıktığında yanına bir kedi yaklaşmış : “Yakında bu ülkedeki herkes hasta olacak dikkatli olmalısın!” demiş ve oradan koşarak uzaklaşmış. Mehmet çok şaşırmış hemen annesinin yanına gidip ne olduğunu anlatmış. Mehmet’in annesi de çok şaşırmış ne diyeceğini bilememiş.

(54)

Günler sonra Mehmetlerin evine bir kuş gelmiş. Kuş: ”Ülkedeki herkes bir anda hasta olmaya başladı ben senin yanına bir daha gelene kadar evde kalmalısın. ” demiş. Mehmet kuşun uyarısını dinlememiş kuş gittikten sonra hemen dışarı çıkmış.

Mehmet ve ailesi günlerce dışarı çıkmaya devam etmiş. Günler haftaları haftalar ayları kovalamış Mehmet yine parka gitmiş geldiğinde annesinin çok hasta olduğunu görmüş. Karnı ağrıyor, midesi bulanıyormuş. Mehmet çok korkmuş, «acaba annem kuşun bahsettiği hastalığa mı yakalandı?» diye düşünmüş. Babası hemen doktoru aramış. Doktor gelip muayene etmiş. Dünyada yayılan bir salgın hastalığa yakalandığını, annenin tek başına ayrı bir odada kalması gerektiğini söylemiş. İlaçları vermiş, Mehmet’e ve babasına hastalıktan korunmaları için uymaları gereken kuralları anlatmış.

(55)

Mehmet annesinin kedinin ve kuşun söylediği hastalığa yakalandığını anlamış.

Onları dinlemediği için çok pişman olmuş.

Hava almak için bahçeye çıkmış, düşünceli ve üzgün bir şekilde bahçede dolaşırken bir ses duymuş. Etrafına bakınmış ama hiçbir şey görememiş. Tam adım atmak üzereyken önündeki papatya:

«Hey dursana! Görmüyor musun beni?” demiş. Mehmet şaşırmış, ne olduğunu anlamamış. Hayvanlarla ve bitkilerle konuşabildiği aklına gelmiş ve gülümseyerek papatyadan özür dilemiş.

Papatya Mehmet’e neden üzgün olduğunu sormuş. Mehmet neler olduğunu bir bir anlatmış ve çok pişman olduğunu söylemiş.

(56)

Papatya gülerek :«Bir dilek hakkın olduğunu biliyorsun değil mi?» demiş.

Mehmet bir anda çok mutlu olmuş. Hemen annesinin iyileşmesini dileyebilirmiş ama sadece annesinin iyileşmesini istemenin bencillik olacağını düşünmüş.

«Bu hastalık tüm dünyayı, dünyadaki canlıları etkiliyor. O zaman tüm dünyanın iyileşmesini dileyeceğim» diye karar vermiş. Papatyaya dileğini söylemiş.

Bir anda gökten beyaz tozlar dökülmeye başlamış. Mehmet heyecanlanmış, içini bir sevinç kaplamış, koşarak annesini kontrol etmeye gitmiş. Eve girdiğinde annesinin iyi olduğunu görmüş.

O sırada kuş gelmiş ve pencereye konmuş. Mehmet kuşa neler olduğunu anlatmış. Kuş Mehmet’e sözünü dinlemediği için sitem etmiş ama çok güzel dileği için onu takdir etmiş.

(57)

Dünyadaki bütün canlılar bu salgın hastalık illetinden kurtulup eski yaşamlarına geri dönmüşler. Mehmet de artık annesine doya doya sarılabiliyormuş.

Gökten üç elma düştü; biri

bana, biri dinleyenlere, diğeri

de bütün iyi insanlara olsun.

(58)

İLAYDA NUR EROL

(59)

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer tellal iken, pireler berber iken…

Siz değin 21.yüzyıl biz diyelim 2000’ler… Her zaman vardır dürüst insanlar, içimizdedirler zaman zaman. Gelin bir bakalım o zaman neredeymiş bu insanlar…

Bir varmış bir yokmuş zamanın birinde tatlı mı tatlı sevecen mi sevecen, bazen mutlu bazen umutlu küçük bir kız çocuğu varmış.

Bu kızın adı Mine’ymiş. Bir akşam evi tatlı bir telaş almış. Bitmiş ara tatil başlayacakmış okullar. Mine bir sağa bir sola koşuşturup duruyormuş. Bir an aniden durmuş. Minenin yüzündeki tatlı telaş gitmiş, yerine kaygı gelmiş.

Annesi fark etmiş hemen, sormuş ne olduğunu.

Meğer Mine unutmuş ödevini…

(60)

Mine endişeli bir halde ne yapacağını düşünüyormuş. Aklına hiçbir şey gelmiyormuş aksine bildiklerini de unutmuş, soruları çözmeye çalışıyor ama yapamıyormuş. Annesi ona hep her zaman sorumluluklarının ona katkısı olduğunu ve sorumluluklarını zamanında yapması gerektiğini söylüyormuş. Mine annesinin ne kadar haklı olduğunu anlamış şimdi, pişman olmuş ödevini yapmadığına ama ne fayda…

Hiç beklenmedik bir anda bir ses duymuş, sesin nereden geldiğini anlamaya çalışmış ama hiç kimse yokmuş etrafta. Minenin gözüne aniden bir kedi ilişmiş.

Bu her sabah camın önüne gelen kediymiş. Onu her gün mamalarla beslermiş. Mine anlamamış ne olduğunu. Başlamış kedi konuşmaya, çözüm aramışlar bu duruma… Kedi ona yapabildiği kadarını yapmasını, yarın öğretmenine ödevi zamanında yapmadığını daha sonrasında ödevi unuttuğunu söylemesini, sorumluluklarını yerine getirmediği için öğretmeninden özür dilemesini bir daha bunun tekrarlanmayacağına

(61)

Mine ertesi gün kedinin dediklerini yapmaya karar vermiş çünkü dürüst olmanın her şeyi düzelttiğini biliyormuş. Mine ödevinin yapabildiği kadarını yapmış ve öğretmenine her şeyi anlatmış ve ondan özür dilemiş. Öğretmeni Mineye dürüst davrandığı için teşekkür etmiş, ona hayattaki en önemli değerin dürüstlük olduğunu yeter ki her koşulda dürüst olması gerektiğini söylemiş ve ona ödevini bitirmesi için süre vermiş.

Mine ödevini tamamlamak istiyormuş ama aklına bildikleri gelmiyormuş. Kedi yeniden pencerenin önüne, yanına gelmiş.

Mine’nin yanına oturup fısıldamış bir şeyler.

Mine’nin aklına dolmuş yeniden bütün bilgiler. Mine ödevini tamamlayıp öğretmenine vermiş ve bundan sonra da her zaman sorumluluklarını yerine getirmiş.

(62)

Bilge kedi artık onun en yakın arkadaşı ve sırdaşı olmuş. Unutmayın, dürüstlük paha biçilemez bir değerdir, siz dürüst olursanız karşınızdaki de size karşı hep dürüst olur.

Gökten üç elma düştü;

biri masalı anlatana, biri masalı yazana, diğeri de dinleyen afacana.

(63)

Hediye Zeynep Özer

(64)

Bir varmış bir yokmuş.

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal iken, pireler berber iken..

Ben bağda üzüm bekler, derede odun yükler iken, günün birinde bir koca dev varmış.

Bu koca dev yer altında yalnız yaşarmış.

Sürekli yemek yer, yatar, televizyon izler ama hiç hareket etmezmiş. Ta ki bir gün, artık yeni yerler görmek, gezmek istemiş. Hem yıllarca bu şekilde yaşamaktan da artık çok sıkılmış. Sonunda yeryüzüne çıkmaya karar vermiş. Yerinden kalkmış ve yürümeye başlamış. Yer altında olduğu için bunu fark etmiyormuş ama o yürüdükçe yeryüzü sallanıyormuş.

(65)

Yeryüzündekiler devin yaşadığı yere fay diyorlarmış.

Meğer dev koca bedeniyle hareket ettikçe faylar kırılıyormuş.

Dev uzun süre hareket etmiş ve yeryüzünde depremler olmuş. Eskiden insanlar eksik malzemeyle, kaçak, izinsiz evler yaptıkları için evler sağlam olmazmış.

Depremlerde sağlam olmayan evler yıkılır, pek çok insan evsiz kalırmış. Sonunda deprem konusunda araştırma yapmaya karar vermişler. Araştırmalar sırasında yer altında büyük bir devle karşılaşmışlar. Devle tanışmak için misafir etmek istemişler, onu yeryüzüne davet etmişler. Yüzlerce çeşit yemek hazırlanmış. Dev, insanların misafirperverliğinden çok memnun olmuş, teşekkür etmiş.

(66)

Dev: «İnsanlar, sizinle tanıştığım için çok mutlu oldum, Her şey için teşekkür ederim.» demiş. Halk devi bir süre misafir etmek istemiş ama dev kabul etmemiş.

«Benim evim yeraltında. Burada yapamam. Nezaketinizden dolayı teşekkür ederim.» diyerek oradan ayrılmış.

Dev yer altına inerken yeryüzü tekrar sallanmaya başlamış. Neyse ki kimseye bir şey olmamış. İnsanlar depremlerde devin etkisi olduğunu düşünmüşler. «Dur!»

diye seslenip devi durdurmuşlar.

(67)

Dev, sarsıntılara sebep olduğu için çok üzülmüş. İnsanlara:

«Ben yer altında yaşayacağım, siz yer üstünde yaşayacaksınız.

Ben hareket ettikçe sizin deprem dediğiniz şey hep olacak. Siz evlerinizi benim evim üstüne yapmayın. Aklınızı kullanın, vicdanlı olun. Evlerinizi kurallara uygun yapın. Size sizden başkası yardım edemez.» demiş.

Köylüler devin söylediklerini düşünmüşler. Yaptığı işi titizlikle yapmanın, doğruluğun, dürüstlüğün ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anlamışlar.

Gökten üç elma düştü; biri

bana, biri dinleyenlere, diğeri

de bütün iyi insanlara olsun.

(68)

6 3

(69)

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde develer tellal iken pireler berber iken ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken Anıl adında bir çocuk varmış.

Anıl anne, babası ve küçük kız kardeşi ile küçük ve tatlı iki katlı bir evde hayatlarını sürdürüyorlarmış.

(70)

Anıl ve ailesi çok güzel bir yerde yaşıyormuş.

Yaşadığı yer ırmakların, derelerin tertemiz olduğu, her çeşit bitkinin yetiştiği, bütün hayvanların ve insanların sevgiyle beraber yaşadığı ve hiç kimsenin doğaya zarar vermediği bir yermiş.

Anıl bir gün ailesi ile pikniğe gitmiş. Piknikte Anıl ve kardeşi top oynarken top bir anda piknik alanının dışına çıkmış. Anıl topu yakalamak için peşinden koşmaya başlamış.

O kadar uzaklaşmış ki kendini birden ormanın derinliklerinde bulmuş. Topu aramakla uğraşırken ona birinin seslendiğini fark etmiş. Kafasını kaldırıp sesin geldiği yöne doğru baktığında bir geyikle göz göze gelmiş. Hayatında daha önce hiç bu kadar büyük bir geyik görmemiş. Bu geyik diğer geyiklere benzemiyormuş. Geyiğin boynuzları o kadar büyükmüş ki neredeyse iki insan boyutundaymış. Geyiğin derisi açık mavi rengindeymiş. Gözleri ışıl ışılmış. Bu geyiği farklı kılan asıl özelliği ise konuşmasıymış. Ancak Anıl’ın bilmediği bu ormandaki bütün hayvanlar ve bitkilerin konuşmasıymış.

(71)

Anıl şaşkın şaşkın geyiğe bakarken geyik tekrar konuşmuş. Anıl hayretler içinde geyiğe kulak vermiş. Geyik “Hey sana sesleniyorum çocuk! Beni takip et” demiş. Anıl şaşkınlığını bir kenara bırakarak geyiği takip etmiş. Büyülenmiş bir halde geyiğin arkasından bir müddet yürümüş. Geyik Anıl’ı dört tane uzun silindir taşın çevrelediği ortasında dörtgen şeklinde kısa bir taşın bulunduğu yere getirmiş. Geyiğe “Neden buraya geldik?” demek için döndüğünde geyiğin ortadan kaybolduğunu fark etmiş. Korkuyla etrafına bakınmış. Taşlar Anıl’a o kadar ilginç gelmiş ki hem korkusunu hem de geyiği unutmuş.

Dört silindir taş o kadar uzunmuş ki neredeyse gökyüzüne kadar uzanıyormuş. Bu silindir taşların üzerinde hava, su, ateş ve toprak elementlerinin sembolleri varmış. Ortalarındaki kısa taşın üzerinde bu dört sembolün birleşimi farklı bir sembol varmış. Anıl’ın dikkatini de en çok ortadaki taş blok çekmiş. İçinden taşa dokunmak istemiş. Taşa dokunmasıyla etrafını bir ışık bulutu sarmış ve ortadan kaybolmuş.

(72)

Gözlerini açtığında kendini evlerinin önünde bulmuş. Ancak burası yaşadığı o güzel yere hiç benzemiyormuş. Anıl çok tuhaf bir gün geçirdiğini düşünürken işler daha da ilginçleşmeye başlamış. Taş Anıl’ı 2200 yılına göndermiş. Coşkuyla akan ırmaktan, derelerden, ağaçlardan, kuşlardan eser yokmuş. Etraf çölü andırıyormuş. Neler olup bittiğini anlamak için çevreyi gezmeye başlamış. İnsanlar nefes alabilmek için ağızlarında oksijen maskesine benzer bir maske takıyorlarmış. Gökyüzünü kaplayan gri bir sis bulutu varmış.

Anıl etrafı gezerken insanların uzun bir kuyruk oluşturduğunu görmüş. Ne olduğunu anlamak için onlara yaklaşmış. Meğer kendileri için belirlenen miktarda günlük sularını almak için kuyruğa giriyorlarmış. Anıl, kendisini ve ailesini ağızlarında oksijen maskesiyle su kuyruğunda görmüş. Bu manzara karşısında dehşete kapılmış ve ne yapacağını bilemez halde ağlayarak taşlara koşmaya başlamış.

Taşlar aracılığıyla kendi zamanına geri dönmüş.

(73)

Başından geçenleri ailesine büyük bir üzüntüyle anlatmış. Anıl kendine ve ailesine «2200 yılının yaşanamayacak kadar kötü bir yer olmasına izin vermeyeceğim» sözünü vermiş. Yaşadığı bu olaydan ders alarak ailesiyle, arkadaşlarıyla ve öğretmenleriyle birlikte okulunda ve yaşadığı çevrede insanları bilinçlendirmek için çalışmalar başlatmış.

Uygun alanlara olabildiğince çok ağaç dikmişler, su tüketimi ve hava temizliği için birçok konferans düzenlemişler. Sokak hayvanlarını, kuşları yalnız bırakmamışlar. Gelecek nesillere daha güzel bir yaşam alanı, temiz bir Dünya bırakmak için ellerinden geleni yapmışlar.

Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.

Gökten üç elma düşmüş.

Biri bu masalı anlatana biri bu masalı dinleyene

biri de masaldaki kahramanımıza.

(74)
(75)
(76)
(77)
(78)
(79)
(80)

Referanslar

Benzer Belgeler

SİZLERDEN GELENLER KÖŞESİ Hayal Makinesi.. Semanur ise bize bir “Gökkuşağı Masalı” yazdı. “Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde Elif adında

en öndekilerin. kulak kabartıp din­ lemeleri gerekiyordu. Ön masa ge- ridekilerin hiç birşey duymadıkları­ na hükmetmek ise hata olmazdı. Bu çare ki,'ses)

Ve bu cevabı verirken kuvvetle de zannediyoruz ki bazı kıymetli tarihçileri­ mizin yazdıkları ve düşündükleri gibi «Selçukların meselâ Azerbaycan ve A -

(Bir varmış bir yokmuş ……. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde... Develer tellallık eder eski hamam içinde... Vakti zamanında çok iyiliksever bir padişah

Fakat üstünde mad­ di olduğundan (semevat) değil (se­ mavat) okunur. Dil müfettişi Süleyman Nazif de üstad-ı azaminin bn hatasını görmeyip yan­ lış beyte

Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallarken çok eski zamanlarda bir ihtiyar adam ve üç

Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde Fatmacık ve Yusufçuk adlı iki kardeş varmış. Babasıyla birlikte bir gün ormana gitmişler. Babası ben odun