• Sonuç bulunamadı

Allah için ezeliyet, zamansızlık ve zaman üstülük müdür?

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Allah için ezeliyet, zamansızlık ve zaman üstülük müdür?"

Copied!
14
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

1

(2)

2

İçindekiler

Allah için ezeliyet, zamansızlık ve zaman üstülük müdür? ... 3

Kafirler, Allah’a inanmıyorsa, Allah bununla neyi murad etti, diye nasıl desinler? ... 4

Haşir meydanında kimse yalan söyleyemeyecekse, Allah neden, yalan söylüyorsun diyecek? 6 Hz. Ömer'in ilhama mazhar olduğunu bildiren hadiste, muhaddesun ifadesinin ilhama mazhar olanlar şeklinde açıklanmasının delili nedir? ... 8

Gazali'nin metodolojik şüphesi nedir? ... 9

Etin kokuşmasının nedeni İsrail oğullarıdır, anlamında bir hadis var mıdır? ... 10

Allah zaman üstüyse, ayette neden zaman ile birlikte anılıyor? ... 11

Cariye ile evlenen bir kişi de mehir vermeli midir? ... 12

Şahsın kendisinden ve yakınlarından izin alınmadan ölümü sonrasında, vücudundan tedavi amaçlı kullanılmak üzere bir parça alınması caiz midir? Böyle bir işte çalışmak caiz midir? ... 13

Allah batıl yaratmadıysa, batıl nasıl zail olur? ... 14

(3)

3

Allah için ezeliyet, zamansızlık ve zaman üstülük müdür?

Zaman ve mekan yaratılmış varlıkla ilgili olarak bizim algıladığımız ilk niteliklerdir. Kuantum durumunda bu niteliklerin en küçük olduğu durumdan makro sistemdeki en büyük ölçeklerine kadar hepsi ilahi yaratmadan hasıl olmaktadır.

Zaman ve mekandan sonra sıcaklık, ışıma, yoğunlaşma, biçimler gibi nitelikler de söz konusudur.

Eğer ilahi yaratmadan hasıl olan fiilleri, tekrar olduğu gibi yaratıcıya döndürmeye kalkarsak,

“yaratıcı” kavramında çelişkiye düşeriz. Yani zamanı yaratan yaratıcının, ilahi hayata ait bir değer olması onun bir başlangıç ve sona sahip olması anlamına gelecektir. Çünkü zaman kavramı başlangıçsız ve sonsuz olamaz. Eğer olursa yani başlangıcı olmayan ve sonu olmayan şey, zaten süreç yani zaman değildir. Bu ezeliyettir ve zaman değildir.

Bu ezeliyeti kullanmamızın nedeni de bizde gözlemlediğimiz zamandan kaynaklanmaktadır.

Yani bize nisbetle ezelidir. Kendine nispetle ya da kendine özgü tekilliğinde ise bunu da söyleyemeyiz.

Eğer başka türlü düşünülecek olursa, bu sonuçta insanı yarattığı için yaratıcının insan biçimli (antropomorfizm) olduğunu düşünmeye ya da kainatı var ettiği için yaratıcının tabiatın kendisi (panteizm) olduğunu varsaymaya değin gidebilir.

Ayrıca kullandığımız yaratma kavramı nitelik olarak bizim tecrübe ettiğimiz bir şey değildir.

Yani Allah için yaratıcı dememiz bizim yapıp etmelerimizle, bizim üretmemizle benzerliği olmayan bir fiil demektir. Yoksa bizim bir şeyi örneğin bir sanat eserini yapmamız gibi değildir. Buna asla benzemeyen bir fiil demektir. "Leyse kemislihi şeyün, Onun benzeri hiçbir şey yoktur." (Şura, 11)

İlave bilgi için tıklayınız:

Allah zaman üstüyse, ayette neden zaman ile birlikte anılıyor?

Allah'ın zamandan münezzeh olması ne demektir?

Allah'ın ezeliyeti nasıl oluyor; akla tefhim ve takrib edecek bir misali ...

Allah'ın ezeli ve ebedi oluşunu nasıl anlamak gerekir?

"Allah için zaman yoktur" ne demektir?

(4)

4

Kafirler, Allah’a inanmıyorsa, Allah bununla neyi murad etti, diye nasıl desinler?

- Bakara 26:

Kafirler iki-üç kısımdır: Tanrıtanımaz/ateistler, Deisteler/Allah’a inanan fakat dinlere inanmayanlar, bir de Allah’a, peygamberlere inanan fakat Hz. Muhammed’e iman etmeyenler/ehl-i kitap olanlar.

Kur’an indiği zaman Hicaz bölgesinde özellikle Medine’de Yahudiler ve Hristiyanlar bulunuyordu.

Bu sebeple Kur’an’da prensip olarak “kâfirler” denildiği zaman Allah’a inanan ancak Hz.

Muhammed’e iman etmeyenler kast edilir. Kaldı ki çağımızda olduğu gibi tanrıtanımazlık insanlık tarihinde çok az kimsenin kabul ettiği bir düşüncedir. Hatta Kur’an’da Arap müşriklerinin de Allah’a inandıkları bildirilmiştir. Sık sık kullanılan “Allah’tan başkasına ibadet etmeyin” mealindeki ifadeler bunun göstergesidir.

Keza,“‘Biz onlara (putlara) sırf bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz’

diyenlere gelince, elbette Allah, onların hakkında ihtilaf ettikleri hususlarda aralarında hükmünü verecektir. Allah yalancılığı, nankörlük ve kâfirliği huy edinenleri hidâyet etmez, emellerine kavuşturmaz.” (Zümer, 39/3) mealindeki ayette de bu gerçeğe işaret edilmiştir.

- Bakara 37:

Bakara suresinin 36-37-38. ayetlerinde konu aynı da olsa farklı noktalara dikkat çekilmiştir.

Mesela, “Derken Şeytan onların ayaklarını kaydırarak içinde bulundukları nimet

yurdundan çıkardı. Biz de: “Haydi, dedik, birbirinize düşman olarak yeryüzüne inin! Siz orada belirli bir süre ikamet edip yararlanacaksınız.” mealindeki 36. ayette şeytanın kandırmacası ve bunun neticesi olarak da şeytana aldanan Adem ve Havva’nın cennetten kovulmaları ve şeytan ile insanlar arasında artık sürekli bir düşmanlığın söz konusu olduğuna dikkat çekilmiştir.

Hz. Adem’in bir defa şeytana aldandığı için cennetten kovulduğunu duyanlar, her gün işlediklerini düşünerek ümitsizliğe kapılmaları kaçınılmazdır. “Büyük pişmanlık duyan Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler öğrenip onlara göre hareket etti. Rabbine yalvardı.

Allah da tövbesini kabul etti. Zaten O tövbeyi kabul eder, merhameti boldur.” mealindeki 37. ayette tövbe kapısının ardına kadar açık olduğunu ders vererek günahkar insanlara ümit kapısı gösterilmiştir.

“Dedik ki: İnin oradan hepiniz! Artık ne zaman Ben’den size doğru yolu gösteren rehber gelir de kim ona uyarsa, onlara hiç bir korku olmayacak, hiç üzülmeyecekler de.”

mealindeki 38. ayette ise, kovulma noktasına yeniden dikkat çekilmiştir:

Bunun yeniden zikredilmesinin hikmeti, ardından gelen ifadelere bir ön mukaddime yapmaktır.

Yani bu ayette Allah adeta şöyle diyor: “Ey insanlar! Siz yeryüzünde ikamet etmekten dolayı fazla üzülmeyin, çünkü ben her zaman size hidayet yolunu gösteren peygamberler göndereceğim. Bundan sonra size düşen, Ben’den size doğru yolu gösteren bu peygamberlere uymaktır. Çünkü, bu rehberlere kim uyarsa, onlara hiç bir korku olmayacak, hiç

üzülmeyecekler de. Çünkü onlar babaları Adem’in asıl vatanı olan cennete girecekler ve ebedi olarak orada kalacaklar.”

(5)

5

Özetlersek; 36. ayette, şeytana aldanarak isyan eden Hz. Adem’in cennetten kovulma cezasına çarptırıldığına işaret edilmiş, onun neslinden gelenlerin Allah’a isyan etmemeleri için, bir uyarı yapılmıştır.

Ardından gelen 37. ayette ise, Hz. Adem’in tövbesinin kabul olduğuna işaret edilerek günahkâr olanların ümitsiz olmamaları için bu kapının her zaman açık olduğuna dikkat çekilmiştir.

Bundan sonra gelen 38. ayette ise, cennet kapısının insanlar için her zaman açık olduğunu, dünyaya gelmekle o kapının kapanmadığını, itaat eden, günah işledikleri zaman tövbe eden kullarının ebedi kalmak üzere cennete yerleştirileceklerine dair ilahî garanti verilmiştir.

Bununla beraber bazı alimlere göre, 36. ayette zikredilen “Hubut” (Cennetten yer inme) olayından sonra 37. ayette tövbelerinin kabul olduğunu öğrenen Hz. Adem Ve Hz. Havva

“bizim tövbemiz kabul olduğuna göre acaba tekrar cennete götürülecek miyiz!” şeklindeki tereddüt ve beklentilerine 38. ayetteki ifadelerle cevap verilmiş ve denilmiştir ki:

“Sizin cennetten dünyaya gönderilmenizin asıl gerekçesi orada işlediğiniz günah değil ki, tövbenizin kabulünden sonra tekrar oraya gidesiniz. Bilakis dünyaya gönderilmeniz bir tavziftir, bir görevlendirmedir, yeryüzüne halife (Bakara, 30) olarak tayin edilmenizdir.

Bu sebeple dünya hayatı devam ettiği sürece bir daha cennete gitmeniz söz konusu değildir.” (bk. Razî, ilgili ayetlerin tefsiri)

(6)

6

Haşir meydanında kimse yalan söyleyemeyecekse, Allah neden, yalan söylüyorsun diyecek?

Bu konuyu farklı ayetler üzerinden de değerlendirmek mümkündür:

Örneğin: Mürselat: 35-36’da: “Bu, konuşamayacakları gündür. Onlara izin de verilmez, özür getiremezler.”, Enam: 24’te: “Sonunda onların manevraları, “Rabbimiz Allah’a andolsun ki biz (O’na) ortak koşanlar değildik” demelerinden başka bir şey

olmayacaktır. Bak, kendilerine karşı nasıl yalan söylediler ve iftira edip durdukları şeyler (uydurma ilâhları) onları nasıl yüzüstü bırakıp kayboluverdi?”, Nebe 38’de: “Onlar, Ruh’un (Cebrail’in) ve meleklerin saf duracakları gün Allah’a hitap edemeyeceklerdir.

Sadece Rahmân’ın izin vereceği ve doğru söyleyecek olan kimseler konuşabilecektir.”

buyurulmaktadır. Bu ayetler arasında da -görünürde- bir çelişki vardır.

- Önce tertip sırasına göre ilgili ayetlerin mealini görelim:

“Gün gelecek, hepsini bir yere toplayıp sonra o müşriklere: ‘Nerede Allah’ın ortağı olduğunu iddia ettiğiniz tanrılarınız?’ diye soracağız. Sonra onların son manevraları (şiddetle bağlandıkları şirk hakkındaki son sözleri), ‘Rabbimiz Allah’a yemin ederiz ki, biz müşrik değildik!’ demekten ibaret olacaktır.” (Enam, 6/22-24)

“İşte bak, nasıl da kendi vicdanlarına karşı yalan söylediler! Uydurdukları o tanrılar da kendilerinden uzaklaşıp ortada görünmez oldular. Bugün, kâfirlerin konuşamayacakları bir gündür. Kendilerine konuşma izni verilmez ki özür dilesinler.” (Mürselat, 77/35-36)

“O gün Rûh ve melekler saf saf sıralanır. Rahman’ın izin verdiklerinin dışında, asla konuşmazlar. Konuşan da yerli yerinde söz söyler.”(Nebe’, 78/38)

- “Bugün, kâfirlerin konuşamayacakları bir gündür” mealindeki ayet ve benzerlerinde yer alan “kıyamet günü kâfirlerin konuşmayacakları ve kendilerine konuşma izni verilmez ki özür dilesinler” konusunda alimlerin farklı yorumları vardır:

a) Ayetin bu ifadesinden maksat; kâfirlerin, kendilerini haklı çıkaracak bir delil ve burhana dayanarak, tutarlı, tatmin edici bir şekilde konuşma imkânına sahip olmamalarıdır. Delilsiz, tutarsız, yersiz konuşmak ise “ke en lem yekün” hükmündedir/hiç olmamış gibidir. Ayette bu değersiz konuşmalara işaret edilmek üzere “konuşmazlar” diye ifade edilmiştir.

b) Bundan maksat, belli bir zaman dilimidir. Kâfirler o zaman diliminde konuşamazlar ve onlara bu izin verilmez. Yani burada “gün” kelimesi, günün tamamı için değil, belli bir vakit için kullanılmıştır. Nitekim “Filan adam evinize geldiği gün ben de gelirim” dediğimizde, bununla günün tamamını değil, belli bir vakti kastetmiş oluruz. Çünkü kişinin geliş vakti bir günü değil, kısa bir vakti kapsar. Demek ki kıyamet gününde öyle bir zaman dilimi var ki, orada hiç bir kâfir konuşamaz..

c) Ayette meal olarak yer alan “konuşmazlar” ifadesi, mutlaktır. Mutlak bir ifadenin

kapsamına, bütün zamanlar yanında bazı zamanlar, bütün sözler yanında bazı sözler de girer.

Demek ki, kâfirlerin kıyamet gününde bazı vakitlerde bazı sözleri söylemeleri, diğer bazı zaman diliminde diğer bazı sözleri konuşamamalarına aykırı değildir. Buna göre, ayetten maksat, “belli vakitlerde kâfirlere tehdit soruları sorulduğunda, onlar buna cevap veremezler, ağızlarını açamazlar”demektir.

(7)

7

d) Mürselat suresinin 29-34. ayetlerinde Zebanilarin kâfirleri cehenneme sürükleyeceklerinden söz edilmiştir. Konumuz olan 35-36. ayetlerde de onların konuşamayacaklarına yer verilmiştir.

Ayetlerin bu bağlamına göre, “kâfirlerin konuşmamaları”, onların zebaniler tarafından cehenneme sürüklendikleri vakte mahsustur. O anda artık dilleri lal kesilir, konuşamazlar.

(krş. Taberi, Razî, Kurtubi, Mürselat, 35-36. ayetin tefsiri)

- Rivayete göre, Abdullah b. Abbas bu konudaki bir soruya cevap verirken:“Rabbinin yanında bir gün, sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir.” (Hac, 22/47) mealindeki ayeti okumuş ve

“böyle upuzun bir günde, kâfirler bazı vakitlerde konuşur bazı vakitlerde konuşamazlar.

Ayetleri buna göre yorumlamak gerekir.” Demiştir. (bk. Kurtubî, a.y.)

- İbn Kesir de “Arasat meydanın bulunduğu zaman uzuncadır ve değişik halleri

barındırmaktadır. Allah, Kur’an’da bazen bir halden, bazen diğer hallerden söz eder.”

diyerek konuyu açıklamıştır. (bk. İbn Kesir, ilgili ayetlerin tefsiri)

- Bununla beraber, aslında ayette kâfirlerin konuşmamalarından ziyade, “kendilerine gerçek bir özür getirecek bir konuşma yapamayacaklarına” vurgu yapılmıştır. “Bu,

konuşamayacakları gündür” mealindeki ayetin ardından “Kendilerine izin de verilmez ki özür dilesinler” mealindeki ayetin gelmesi, işin aslının özür beyanı etrafında şekillendiğini

göstermektedir. (bk. İbn Aşur, ilgili ayetlerin tefsiri)

(8)

8

Hz. Ömer'in ilhama mazhar olduğunu bildiren hadiste, muhaddesun ifadesinin ilhama mazhar olanlar şeklinde açıklanmasının delili nedir?

ُكَي ْنإف َنوُثَّدَحُم ِمَمُا َنِم ْمُكَلْبَق اميِف َناَك ْدَقَل دَحَا ىِتَّمُا يف

ُ رَمُع ُهَّنِاَف "Sizden önceki ümmetlerde muhaddesler (yani ilhama mazhar olanlar) vardı. [Bunlar peygamber olmadıkları halde hakkı dile

getirirlerdi.] Eğer ümmetimde bunlardan biri varsa o da Ömer'dir."

Hz. Ömer (radıyallahu anh), gerek Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sağlığında ve gerekse vefatından sonra çok isabetli teşhislerde bulunmuş, sâdık kararlar vermiştir. Resulullah

(aleyhissalâtu vesselâm):

ِهِبْلَق َو َرَمُع ِناَسِل ىلَع َّقَحْلا َلَعَج َهَّللا َّنِا "Allah, hakkı Ömer'in lisanı ve kalbine koymuştur."

buyurarak bu hususu beyan eder.

Hadisin Sahih-i Müslimdeki lafzında muhaddesun ifadesinin mülhemun (ilhama mazhar olanlar) anlamında olduğu bildirilmiştir. (Müslim, Fedailüs Sahabe, 23, 2398)

İbn. Hacer El Askalani, Fethul Bari Şerhu Sahihul Buhari eserinde muhaddesun ifadesinin ilhama mazhar olanlar anlamına geldiğini belirtmiştir. Muhaddislerin ekserisi muhaddesun kelimesini, mülhemun yani ilhama mazhar olanlar şeklinde tefsir etmişlerdir. Bazı alimler ise feraset olarak tefsir etmiştir. (Bk. İbn. Hacer El Askalani, Fethul Bari Şerhu Sahihul Buhari, s.

39-40)

Süfyan ibn. Uyeyne'nin ise muhaddesun ifadesini müfehhemun (anlayışı güçlü olanlar) şeklinde açıkladığı haber verilmiştir. (Tirmizi, hadis no: 3694)

Muhaddesun kelimesinin ilhama mazhar olanlar şeklinde tefsir edilmesini destekleyen şöyle bir hadis daha vardır: Ebu Said El Hudri'den rivayetle Peygamberimiz'e (s.a.v.) denildi ki:

"Muhaddesun nasıl olur?" Peygamberimiz de: "Melekler onun lisanıyla konuşur" buyurdu. (bk.

İbn. Hacer, Fevaidul Cevheri ve Hekahul Kabisi) Hz. Ömer'in muvafakatına dair bazı hadisler:

İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Allah Teâla Hazretleri, hakkı, Hz. Ömer'in diline ve kalbine koydu." İbnu Ömer der ki:

"Halkın başına ne zaman bir iş gelse, (o hususta) Ömer bir şey demiş, halk da başka bir şey demiş ise mutlaka Ömer (radıyallahu anh)'ın dediği üzere Kur'an'dan bir vahiy gelmiştir."

[Tirmizî, Menâkıb, (3683); Ebu Davud, Harâc 18, (2962).]

Hz. Ömer (radıyallahu anh) demiştir ki: "Üç şeyde Rabime muvafakat ettim:

* (Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a): "Ey Allah'ın Resulü! Makam-ı İbrahim'de bir namaz yeri edinsen!" dedim, arkadan: ىّلَصُم ُميِها َرْبِا ِماَقَم ْن ِم اوُذ ِخَّتا َو "İbrahim'in makamını namazgâh edinin" (Bakara 125) ayeti nazil oldu."

* "(Bir gün) "Ey Allah'ın Resulü! Huzurunuza iyiler de facirler de giriyor. Emretseniz de ümmühatu'lmü'minin örtünseler!" dedim. Bunun üzerine hicab (örtünme) ayeti nazil oldu."

* "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hanımları kıskançlıkta birleştiler. Ben de: ْنإ ُهُّب َر َىسَع َّنُكْن ِم ًارْيَخ ًاجا َو ْزَا ُهَلِدْبُي ْنَا َّنُكَقَّلَط "O sizi boşarsa Allah O'na sizden hayırlısını verir" demiştim, bunun üzerine şu âyet indi. (Meâlen): "Rabbi O'na sizden daha hayırlı olan, Allah'a teslim olmuş, iman etmiş, ibadet ve itaatte sebat eden, günahlarından tevbe eden, Allah'a kullukta bulunan, orucunu tutan hanımlar nasib eder ki, onlardan dul olanı da bâkire olanı da bulunur"

(Tahrim 5). [Buharî, Talâk 32, Tefsir, Bakara 9, Ahzâb 8, Tahrim 1; Müslim, Fezailu's-Sahabe 24 (2399).]

(9)

9

Gazali'nin metodolojik şüphesi nedir?

İmam Gazali’nin “şüpheciliği”nde iman problemi asla olmamıştır. Onun çabası, aklı putlaştırarak etraflarına şüphe ve küfür tohumları saçan bazı felsefecilere, onların anladığı dilden cevap verme gayreti ile girdiği bir “fikir savaşı”dır. Veya felsefecileri bir şey sanarak onların tuzağına düşme ve bu nedenle vesvese ve şüpheye kapılma ihtimali olan insanlara şefkat ve acıma neticesi, onların yapamayacağı bir fikir savaşına fedakârca kendini atmasıdır.

Nitekim İmam Gazali bu hâle iradesiyle giriş sebebini şöyle anlatır:

“Halktaki gevşekliğin ve iman zayıflığının nedenlerini araştırdığımda şu dört esasa dayandığını gördüm;

1- Felsefe ilimleri ile meşgul olanlara dayanan sebep 2- Tasavvuf yoluna girenlere dayanan sebep

3- Tâlim (her şeyin manası, hak ile kaim olan masum imamdan öğrenilir) iddiasına mensup olanlara dayanan sebep

4- Halk arasında "ulema" diye tanınmış kimselere dayanan sebep.

Saydığımız sebeplerden dolayı halkın imanının bu derece zayıfladığını tespit edip bu şüpheleri gidermeye kendimi yeterli gördüm. Bu vazifeyi yerine getirmek farz oldu dedim.”

İşte bir taraftan İslam akidesini ve Ehl-i Sünnet inancını savunma gayreti, bir taraftan zayıf fikirli ve zayıf akıllı insanlara acıma ve yardım etme duygusu gibi değişik saiklerle girdiği fikir savaşı, daha sonra çok yıpratıcı bir fikir çilesine dönüşür. O, bu yıpratıcı çileden Allah’ın yardımı ve kalbine attığı bir nur ile kurtulur.

Böylece, apaçık hakikatleri aklın, akıl yürütmenin ve mantığın yardımı olmaksızın yani delilsiz ve ispatsız bir şekilde birdenbire kavraması mümkün olur. Bu fikir çilesinin ardından şu önemli tespiti yapar:

“Hakikatlere ermek daima delil ile olur zannedenler, Allah’ın geniş ve sonsuz rahmetini daraltmış olurlar.” Bu konuda da şu ayeti zikreder: “Allah kime hidayet etmek dilerse, onun göğsünü İslam’a açar...” (En’am, 6/125)

Bu çile dönemi bereketli sonuçlar doğurur. Bütün endişesi İslam inancını ve Ehl-i Sünnet akidesini savunup yaymak olan Gazali, bu zorlu dönemde İslam inancına ve Ehl-i Sünnet akidesine alternatif gibi duran kendi dönemindeki bütün görüş ve düşünceleri öğrenme ve onların zayıf ve hatalı taraflarını görme imkânı bulur.

İmam Gazali, bu zorlu yılların ardından günümüz Müslümanlarına da ışık tutacak birçok temel ilkeler tespit eder. Mesela;

- Felsefecilerin düştüğü yanılgıyı dile getirerek “Aklın, bütün meseleleri kavramada müstakil ve bütün müşkilleri halledecek durumda olmadığını anladım” der.

- Felsefe ilmini tamamen inkâr etmek yerine yanlışını tenkit eder. “Kimi cahil Müslümanlar, felsefecilerden ne gelirse inkâr ederler. Felsefeye dair sözler, haddi zatında makûl ve bürhan ile sabit ise Kur’an’a ve Hadis’e muhalif değilse niçin terk ve inkâr edilmek icap etsin ki? Böyle kimseler İslam dinini cahil gösterirler.” der.

(10)

10

Gazali’nin bir felsefe tenkitçisi olarak “Şüphe, hakkı götürür.” prensibiyle Fransız düşünürü Descartes’e; “Sebep ile sonuç arasında zorunlu bir bağlılık yoktur.” düsturu ile David Hume’ye; “Aklın bütün meseleleri kavrayamadığını” ileri süren ilkesiyle de Alman düşünür Kant’a öncülük ettiği söylenir.

Kaynak:

Cavid Sunar, İslam Felsefesi Dersleri, Ankara, 1967, s. 115.

Mehmet Ayman, Gazali’de Bilgi Sistemi ve Şüphe, İnsan Y., 1997.

Aykut Küçükparmak, Gazali’nin Bilgi Sisteminde Hadsi Bilgi, Muş Alparslan Ünı̇versı̇tesı̇

Sosyal Bı̇lı̇mler Dergisi Cilt: 1 Sayı: 2 Aralık: 2013.

Etin kokuşmasının nedeni İsrail oğullarıdır, anlamında bir hadis var mıdır?

Bu rivayet Buhari ve Müslim’de geçmektedir. (Buhârî, Enbiya 1, 25; Müslim, Radâ 63) Bu konu şöyle yorumlanmıştır:

a) Kur'an-ı Kerim'in ifadesi ile, İsrail oğulları (Tih çölünde dolaşırken) kendilerine gökten her gün bıldırcın kuşu ve kudret helvası yağardı. (Bakara, 2/57) İlahî emir gereği bunlardan sadece günlük ihtiyaçlarını alırlar, bir de cuma ile cumartesi günlerinin yiyeceklerini biriktirirlerdi. Ancak onlar onu hırs ve tamahkarlıkları nedeniyle depoladılar. Bu yasağı

çiğnemenin cezası olarak depoladıkları etleri kokuştu. (bk. İbn Hacer, Fethu’l-Bari, 10/110) Demek ki hadiste insanlık tarihinde etin ilk kokuşmasına sebep olan İsrail oğulları olduğuna işaret edilmiştir.

b) Diğer bir yoruma göre, İsrail oğulları eti depolayarak onun kokuşmasına sebep oldular.

Çünkü et depolanıp fazla beklemekten ötürü kokuşur. Hadiste buna işaret etmek üzere: “Eğer İsrail oğulları eti depolamasalardı, daha sonraki insanlar onu depolamaz ve kokuşmasına sebep olmazlardı” denilmiştir. (bk. İbn Hacer, a.y)

Buna göre hadiste “etin kokuşması depolarda bekletilmesinden ileri geldiğine, bu işi ilk

yapanların ise İsrail oğulları olduğundan, bu teamülün ve dolayısıyla bu kokuşmanın müsebbibi onlar olduğuna" işaret edilmiştir.

(11)

11

Allah zaman üstüyse, ayette neden zaman ile birlikte anılıyor?

- Zamandan bahsetmek, zaman içinde olmak anlamına gelmez. Yaratılmışlardan söz etmek yaratanın da -haşa- yaratıklardan olduğu anlamına gelmediği gibi..

- Zaman kavramı, belli bazı cisimlerin belli bir eksendeki periyodik hareketlerinden ibarettir. Örneğin, dünyanın kendi eksini etrafında dönmesinden gece-gündüz/24saatlik zaman dilimi meydana gelir. Dünyanın güneşin etrafında dönmesiyle aylar, yıllar meydana gelir. Şemsu’ş-şumus denilen yıldız/veya güneşin kendi etrafında bir defa dönmesinden bizim günümüze göre bin/veya elli bin yıl meydana gelir.

Buna göre, “zaman” mefhumu ancak yaratılmış olan bazı cisimlerin hareketine bağlı olarak söz konusudur. Kur’an’da farklı zamanlardan bahsedilince, bu farklı zaman periyotları ve farklı zaman mekanizmalarından bahsedilmiş oluyor.

Buradan açıkça anlaşılıyor ki ezeli olan yaratıcının, sonradan var olan yaratıklar içinde yer alması düşünülemez.

- Aslında “her şeyin bir hakikati olduğu gibi, zaman dediğimiz, kâinatta cereyan eden bir nehr-i azîmin (büyük ırmağın) hakikati dahi, "Levh-i Mahv-İsbat"taki kitabet-i kudretin sahifesi ve mürekkebi hükmündedir .... ve irade-i İlahiyenin bir ünvanı olan "Kitab-ı Mübin"den istinsah ile ve seyyal zamanın hakikati ve sahife-i misaliyesi olan "Levh-i Mahv-İsbat"ta kelimat-ı kudreti yazmak ve çizmekten gelen harekâttır ve manidar ihtizazattır.” (Nursi, Sözler, 548)

- Bediüzzaman hazretlerinin bu ifadesinden anlaşıldığı üzere, zaman Allah’ın kudretinin varlıkları “mücessem birer ayet ve kelime olarak” yazdığı bir sayfa ve bir mürekkep hükmündedir.

- Demek ki zaman, diğer varlıklar gibi Allah’ın kudretinin yarattığı bir mahluktur.

Hiç bir mahluk/yaratık, ezeli olmadığı gibi zaman da ezeli değildir.

Hiç bir hadis/ezeli olmayan/sonradan yaratılan varlık, ezeli olan Allah için bir mekân, bir zarf olmadığı gibi, zaman da onu içine alamaz.

- Kudretinin ilk tezahürü olan büyük patlamanın geçmişi en fazla 15-20 (30 olsun) milyar sene önce meydana gelmiştir. Allah ise önsüzdür/ezelidir. Hadiste ifade edildiği gibi “Ezelde yalnız Allah vardı, onunla birlikte hiç bir şey yoktu.”

Öyleyse zaman da yokken Allah vardı. Dolayısıyla ilahi hayatın/Allah’ın varlığının zamanla yakından uzaktan bir alakası yoktur.

- Allah’ın eşyayı zamana bağlaması, eşyanın tabiatıyla ilgilidir. Bir binayı yapan ustanın varlığını, kullandığı malzemeyle ilişkilendirerek onun o malzeme içinde olduğunu veya varlığıyla ona muhtaç olduğunu düşünmek akıldan istifa etmek manasına gelir.

Aynen bunun gibi Allah’ın ezeli varlığını yarattığı kâinat/Evren binasının malzemelerinden olan zaman veya mekânla ilişkilendirmek ve bunları ona bir zarf kabul etmek ondan bin kat daha akla ziyan bir düşünce ürünüdür.

(12)

12

Zaman da tabiat gibi olsa olsa bir nakıştır, nakkaş olamaz; âciz bir hadistir, ezeli bir varlık olamaz; bir binadır usta olamaz; bir harçtır mühendis olamaz; aciz bir mahluktur sonsuz kudreti içine alamaz.. Göreceliği olan bir seyyaldir, sabit/değişmez bir ezeliyi kuşatamaz.

- Kur’an’da zamandan bahsedildiği gibi mekandan da söz edilir. Gökler ve yerküresi birer mekandır. Allah’a -haşa- eğer bir zarf kabul edilirse, bunlar zaman olduğu gibi mekan da olması gerekir. Çünkü zamanın ayrıcalıklı bir imtiyazı yoktur. Hatta zamanın varlığı -izafiyet teorisine göre- rölatif olması hasebiyle mekâna bağlılığı söz konusudur ve bu açıdan mekan zamandan daha önemlidir.

- Allah’ın en önemli isim ve sıfatlarından biri de “SAMED”dir. Samed, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan ancak her şeyin kendisine ihtiyacı olan varlık demektir.

Bunun manası şudur: Allah zaman ve mekândan münezzehtir.

Cariye ile evlenen bir kişi de mehir vermeli midir?

- Ayetin meali şöyledir:

“Ve içinizden kimin, mümin ve hür kadınlarla nikâh yapmaya (evlenmeye) gücü yetmezse, o zaman ellerinizin altında bulunan genç mümin cariyelerinizden (alıp) evlensin. Allah sizin imanınızı daha iyi bilir. Siz birbirinizdensiniz (aynı soydan

gelmesiniz). Öyle ise iffetli yaşamaları, zina etmemeleri ve gizli dost tutmamaları şartıyla sahiplerinin izniyle mehirlerini marufla/örf ve adete uygun şekilde vererek onları

nikâhlayın. Fakat, evli olduğu halde fuhuş yaparlarsa o taktirde hür kadınlara uygulanan azabın (cezanın) yarısı kendilerine uygulanır. İşte bu (cariye ile nikâhlanma izni)

içinizden (zina etme) sıkıntısına düşmekten korkanlar içindir. Ve sabretmeniz sizin için daha hayırlıdır. Ve Allah Gafur'dur, Rahîm'dir.”

- Sizin de işret ettiğiniz gibi ayette cariyelerin de (onlarla evlenme durumunda) mehirleri söz konusudur.

Ancak ayette “örfe göre” ifadesi alimler tarafından şöyle açıklanmıştır: Nikahlanmak istenen cariyelerin mehirleri -o günkü örfe göre- normal hür kadınların mehirlerinden çok az idi.

Bununla beraber, ayetin “Ve içinizden kimin, mümin ve hür kadınlarla nikâh yapmaya (evlenmeye) gücü yetmezse..” mealindeki ifadesinden de anlaşıldığı gibi, cariyelerin mehirleri yanında normal hayattaki geçimleri de hür kadınlarınkinden daha sade, daha az masraflıdır.

Dolayısıyla hür kadınların geçimini sağlamakta zorluk çeken birçok kimse cariye olanların geçimini sağlamakta zorluk çekmeyebilirdi. (bk. Razi, ilgili ayetin tefsiri)

- Cariyeler, cariye olarak alındığında bu evlilik anlamına gelmez. Bu bir savaş ganimeti olabildiği gibi, bir alım-satım konusu da olabilir.

Ancak bir cariye ile evlenmek -ayette de açıkça ifade edildiği gibi- bir mehir gerektirir. Bu mehir, İmam malik’e göre cariyeye, alimlerin büyük çoğunluğuna göre cariyenin efendisine verilir. Bunun yanında, erkek olsun, kadın olsun kölelerin evlenmesi de, efendilerinin iznine tabidir.

Bununla beraber, ayette “mehirler” olarak tercüme edilen (ki alimlerin cumhurunun görüşü budur) “ucûr” kelimesinin sözlük anlamı ücretler demektir. Bazı alimlere göre buradaki

“ücretler”den maksat mehir değil aile masrafıdır, aileyi geçindirmektir. Bu takdirde mehir söz konusu değildir. (bk. Alusî, ilgili yer)

(13)

13

Şahsın kendisinden ve yakınlarından izin alınmadan ölümü sonrasında, vücudundan tedavi amaçlı kullanılmak üzere bir parça alınması caiz midir? Böyle bir işte çalışmak caiz

midir?

İnsan organı para ile alınıp satılamaz. Bunu yapanlar için çalışmak da caiz olmaz. (Prof. Dr.

Hayrettin Karaman) Organ Nakli ve Şartları:

Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde, organ ve doku nakli konusunda sarih bir hüküm

bulunmamaktadır. İlk müçtehit ve fakihler de, kendi devirlerinde böyle bir mesele söz konusu olmadığı için, bu bağışın hükmüne temas etmemişlerdir.

Ancak dinimizde, Kitap ve Sünnet’in delaletlerinden çıkarılmış genel hükümler ve kaideler de vardır. Kitap ve Sünnet’te açık hükmü bulunmayan ve her devirde karşılaşılan yeni meselelerin hükümleri, fakihler tarafından bu genel kaideler ile hükmü bilinen benzer meselelere kıyas edilerek (tahriç yoluyla) çıkarılmıştır. Organ ve doku nakli konusundaki hükmün tayininde de aynı yola başvurulması uygun olacaktır.

Bilindiği üzere, insan mükerrem bir varlıktır. Yaratıklar içinde Allah onu mümtaz kılmıştır. Bu itibarla normal durumlarda ölü ve diri kimselerden alınan parça ve organlardan faydalanılması, insanın saygınlık ve kerametine aykırı olduğu için, caiz görülmemiştir (Buhari, Libas, 83-87;

Müslim, Libas, 33; Kasani, Bedaiu’s-sanai, V, 125; İbn Kudame, el-Muğni, I, 107; İbn Nüceym, el-Bahru’r-raik, VI, 88).

Ancak, zaruret durumunda, zaruretin mahiyet ve miktarına göre bu hüküm

değişmektedir. İslam alimleri karnında canlı halde bulunan çocuğun kurtarılması için ölü annenin karnının yarılmasına başka yoldan tedavileri mümkün olmayan kimselerin kırılmış kemiklerinin yerine, başka kemiklerin nakline, bilinmeyen hastalıkların teşhis tedavilerinin sağlanabilmesi için, yakınlarının rızası alınmak suretiyle, ölüler üzerinde otopsi

yapılmasının caiz olacağına fetva vermişler; canlı bir kimseyi kurtarmak için, ölünün bir parçasını itlaf etmeyi caiz görmüşlerdir (Şafii, el-Üm, VI, 165; İbn Kudame, el-Muğni, VIII, 356; Nevevi, el-Mecmu’, III, 138; Fetava-yı Hindiye, V, 360).

Aynı şekilde açlık ve susuzluk gibi, hastalığı da haramı mübah kılan bir zaruret saymışlar, başka yoldan tedavileri mümkün olmayan hastaların haram ilaç ve maddelerle tedavilerini caiz görmüşlerdir. Günümüzde kan, doku ve organ nakli ve tedavi yolları arasına girmiş

bulunmaktadır. O halde bazı şartlara uyulmak kaydıyla hayatı veya hayati bir uzvu kurtarmak için başka çare olmadığında, bazı şartlara uyularak kan, doku ve organ nakli yolu ile de tedavinin caiz olması gerekir.

“Her kim bir hayatı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur.” (Maide 5/33) ayeti de buna ışık tutmaktadır.

Bu bağlamda organ naklinin caiz olması için şu hususlara dikkat edilmelidir:

a- Zaruret halinin bulunması, yani hastanın hayatını veya hayati bir uzvunu kurtarmak için, bundan başka çaresi olmadığının, mesleki ehliyet ve dürüstlüğüne güvenilen uzman doktorlar tarafından tespit edilmesi,

b- Hastalığın bu yoldan tedavi edilebileceğine zann-ı galibinin bulunması,

(14)

14

c- Organ veya dokusu alınan kişinin, bu işlemin yapıldığı esnada ölmüş olması; eğer organ canlı bir insandan alınacaksa bu organın alınan kişide (donör) temel bir hayati fonksiyonu devre dışı bırakmaması,

d- Toplumun huzur ve düzeninin bozulmaması bakımından organ veya dokusu alınacak kişinin sağlığında (ölmeden önce) buna izin vermiş olması veya hayatta iken aksine bir beyanı

olmamak şartıyla, yakınlarının rızasının sağlanması,

e- Alınacak organ veya doku karşılığında hiçbir şekilde ücret alınmaması,

f- Tedavisi yapılacak hastanın da kendisine yapılacak bu nakle razı olması gerekir.

(Diyanet İşleri Başkanlığı)

Allah batıl yaratmadıysa, batıl nasıl zail olur?

- İsra suresinin 81. ayetinde yer alan “hak geldi batıl zail oldu” mealindeki ifadesinde, batılın hükmü kalmadı demektir. Yoksa kıyamete kadar hak ile batıl mücadelesi devam edecektir.

Güneş geldiğinde karanlık zail olduğu gibi Kur’an güneşinin hakikat ışığı geldiği zaman da küfrün karanlığı zail olur.

- Al-i İmran suresinin 191. ayetindeki “Ey Rabimiz! Sen bunları (gökleri, yeri/kâinatı) batıl olarak yaratmadın.” mealindeki ifadede yer alan “batıl”dan maksat, varlıkların gayesiz, manasız, lüzumsuz, boş yere yaratılmadığı hakikatinin ilanıdır.

- İlk ayette yer alan “batıl” kavramı, insanların düşünce dünyasına ait olan yanlışların ifadesidir. Buna göre ayette deniliyor ki: Kur’an geldi hakkı ortaya koydu, küfür ürünü olan yanlış düşünceler artık İslam toplumunda yer bulamaz/veya bulmaması gerekir.

- İkinci ayette ise, evrenin yaratılışında hiç bir eksiğin, yanlışın bulunmadığı ifade edilmiştir.

Kısaca, ilk ayetteki batıl, insanların düşünce dünyalarındaki yanlışların hakikat nokta-i nazarında artık kaybolup gideceği ifade edilmiştir. İkinci ayette ise evrenin hiçbir unsurunda yanlış, boş, gayesiz bir imal hatasının olmadığına işaret edilmiştir.

Referanslar

Benzer Belgeler

İnsan  yaşamında  az  bir  zaman  değil.  O  yıllarda  gerek  Süheyl  Hocamız  gerekse  Prof  Dr.  Emine 

MADDE 10 – (1) Vergi Dairesi Başkanlığı Üst Rapor Değerlendirme Komisyonu, vergi incelemesi yapmaya yetkili kılınan diğer memurlar ile rapor değerlendirme komisyonları

anlayabilmek için Kur’an’ın indiği ortam olan Arabistan’ı, coğrafi, kültürel, sosyal, siyasi, ekonomik ve dini kabulleri. açısından

Dinleyicilerin konuşmayı anlamaları ve takip edebilmeleri için onlara zaman tanımak gerekir bunun için, çok hızlı veya yavaş konuşmamak gerekir. - Duraklama tonu ve ton

■ Boolean ifadesinden mantık kapıları arasında uygun bağlantılar yapılması ile sayısal devrenin elde edilmesi işlemine sayısal devre tasarımı adı

Yaklaşık on beş yıllık bir öğrenim ve öğretim sürecinde oluşan ders notlarının (s. Bu da kitabın telif bölümünün yaklaşık dörtte birine tekabül

 Ticari işletmenin malvarlığı unsurlarının değerinin ve işletmenin özvarlığının tespitine ilişkin YMM veya SMMM raporu (1 asıl) ile Tür değiştiren ticari

Hangi kulun günahsız olabilir ki!” (es-Sîratu’n-Nebeviyye, İbn İshâk, sy:27) İşte Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in kendilerine gönderilip tevhid’e davet