• Sonuç bulunamadı

Nurullah Ataç’ın Tercüme ve Tercüme Tenkidi Üzerine Yazıları

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Nurullah Ataç’ın Tercüme ve Tercüme Tenkidi Üzerine Yazıları"

Copied!
26
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Şerife Çağın

**

NURULLAH ATAÇ’S ARTICLES ON TRANSLATION AND TRANSLATION CRITICISM

ÖZ: Sanat eserlerini besleyen tercüme faaliyetleri, gerek mukayeseli çalışmalara imkân sunarak kaynak meselesini ortaya çıkarmak gerekse dili olumlu veya olumsuz anlamda etkileyen yaklaşımları belirlemek bakımından ciddi dikkatleri gerektir-mektedir. Bu dikkatler ve müdahaleler özel kurumlar, ferdî teşebbüsler gibi bazen de devlet eliyle olabilmektedir. Türkiye’de tercüme faaliyetleriyle ilgili çalışmalara bakıldığında daha çok kaynak dilin hedef dile çevrilmesinden hareketle ortaya konan farklı metotlar üzerinde durulmakta, eleştiriler bu yönde yoğunlaşmaktadır. Tercüme tarihi; tıpkı roman, hikâye, şiir, eleştiri tarihi gibi önemli olmakla birlikte ihmal edilmiş bir alandır. Kuşkusuz tercüme faaliyetleriyle birlikte bir yandan tercüme tenkitleri de önemli bir gelişim göstermiş, tarih boyunca ciddi anlamda bir tercüme geleneği oluşmuştur. Böyle bir eksiklikten hareketle ortaya koydu-ğumuz bu çalışmada Nurullah Ataç’ın tercüme ve tercüme tenkidine dair süreli yayınlardaki yazıları taranmış ve bu konudaki düşünceleri, diğer yazarlarla girdiği polemikler değerlendirilmiştir. Bu yazılarla bir bakıma, Ataç’ın Tercüme dergisinin oluşumundaki etkin rolü de gün yüzüne çıkarılmıştır. Ataç’ın Cumhuriyet’in ilk yıllarında, kendisinin de içinde bulunduğu tercüme faaliyetlerinden beklentisi, başka bir kültürün eserlerinden haberdar olmanın, kendimizi onlarla zenginleştirmenin

Yeni Türk Edebiyatı, Sayı 22, Ekim 2020, s. 35-60. * Bu makale, Germanistik in der Türkei Übersetzerforschung in der Türkei (Hrsg. Mehmet Tahir

Öncü-Leyla Coşan, Logos Verlag, Berlin 2020, s. 183-195) kitabında yayımlanmış olan “Nurullah Ataç’s Articles on Translation and Translation Criticism” başlıklı yazının genişletilmiş şeklidir.

** Doç. Dr., Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, (scagin@hotmail.com),

(2)

çok ötesindedir. O, büyük ölçüde kendi tarihimize, geçmişimize kapıları kapatmak isteyen, ilerlemek için bunu gerekli gören, Avrupa’nın, dolayısıyla Yunan ve Latin klasiklerinin hümanist öğretilerine iman etmiş radikal bir batıcıdır. Onun ve onunla birlikte Tercüme dergisi etrafında bir araya gelmiş bazı yazarların faaliyetlerini, II. Meşrutiyet döneminde ortaya çıkmış olan Nev-yunaniliğin Cumhuriyet dönemindeki devamı olarak görmek mümkündür.

Anahtar Kelimeler: Nurullah Ataç, tercüme tarihi, tercüme tenkidi, Tercüme

dergisi.

ABSTRACT: Translation activities supporting the works of art require serious attention in terms of both revealing the source issue by enabling comparative studies and determining the approaches that affect the language positively or ne-gatively. These attentions and interventions can sometimes be done by the state, private institutions or individual enterprises. Considering the studies related to translation activities in Turkey, different methods for the translation of the source language into the target language are focused more, and criticisms are intensifi ed in this direction. Translation history, just like the history of novel, story, poetry and criticism, is important but neglected. Undoubtedly, translation criticism also showed an important development with the translation activities, and a serious translation tradition has been established throughout the history. In this study, Nurullah Ataç’s articles on translation and translation criticism in periodicals have been considered and his thoughts on this issue and his polemics with other authors have been evaluated. With these articles, the active role of Ataç in the translation of the so called Tercüme journal is also revealed. Ataç’s expectation in the early years of the Republic from the translation activities, including himself, is far beyond being aware of the works of another culture and enriching ourselves with them. He is a radical person who largely wants to close the doors to the Turkish history as well as our past. People who see this situation will necessarily move forward and believe in the humanistic teachings of Europe such as the Greek and Latin classics. It is possible to see his activities and the activities of some writers, whom he met at the Tercüme journal, as the continuation of Neo-Greek, which emerged during the Second Constitutional Era, in the Republican period.

Keywords: Nurullah Ataç, translation history, translation criticism, Tercüme

Journal.

...

Tercüme tarihimizde III. Ahmet devrinde kurulan matbaanın büyük bir rolü vardır. III. Selim ve II. Mahmut zamanındaki siyasî mecburiyetler, Abdülmecit zamanında kurulan Mühendishane ister istemez Batı’dan birtakım ilmî tercümelerin yapılmasını zarurî kılmıştır. 1821’de kurulan Tercüme Odası, 1871’de Hariciye Nezareti’nin bir bürosu haline getirilmiştir. Tanzimat döneminde fi kir ve sanat eserlerinin çevirilerinde

(3)

imzaları olan pek çok isim burada yetişmiş, burada yabancı dillerini geliştirmişlerdir.1 Gazetenin sunduğu imkânlarla tercüme faaliyetleri, her alanda olduğu gibi felsefe, tarih, sanat alanlarında da ivme kazanmıştır. Özellikle Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar bilgi akışı büyük ölçüde Fransızca kanalıyla gerçekleşmiştir.

Batılılaşma tarihimiz içerisinde Tanzimat döneminde tercümede gözlemlediği-miz benzer bir hareketlenmeyi, Cumhuriyet’in ilk yıllarında da görürüz. Bu dönemde yine, tercümeden anlayan, kaynak dile ve hedef dile vâkıf nitelikli bir yazar kadrosu mevcuttur. Şuna da işaret edelim ki artık bu dönemin kaynakları sadece Fransız ede-biyatıyla da sınırlı değildir. Ayrıca bu dönemde önceki nesillerden farklı olarak dil tartışmaları da tercüme tenkidinin önemli bir meselesi olarak gündeme gelir. Avrupa Rönesans’ında tercüme faaliyetlerinin oynadığı role benzer bir şekilde 1940 yılında Maarif Vekâleti’nin bünyesinde Tercüme Bürosu kurulur. Aynı yıl yayın organı olarak

Tercüme dergisi çıkmaya başlar. Tercüme dergisiyle birlikte 1935’te çıkmaya başlayan Yücel ve 1938’de çıkan İnsan dergileri, kaynağını Yunan ve Latin eserlerinden alacak

bir “Türk Rönesansı” yaratmaya çalışırlar.2 Dönemin eğitim bakanı olan Hasan Ali Yücel’in öncülüğünde gerçekleşen tercüme faaliyeti ve benimsenen hümanist anlayış çok tartışılmış, desteklendiği gibi itirazlara da uğramıştır. Hasan Ali Yücel, Orhan Burian, Hilmi Ziya Ülken gibi dönemin önde gelen isimlerinden hareketle Zeki Arı-kan, hümanizmin Türkiye’de ulusal bir kendini bulma süreci başlatmayı hedefl ediğini belirterek klasiklerin çevirisinin oynadığı önemli rol üzerinde durmuştur. Bu çeviri faaliyeti Türkiye’de bir hümanist ruhun yaratılmasında önemli bir araç olacak, bu ruh da ülkeyi toplumsal aydınlanmaya götürecektir.3

Beşir Ayvazoğlu, “Tanpınar, Hümanizm ve Türk Rönesansı” başlıklı yazısında

İnsan ve 1939’da çıkmaya başlayan Güzel Sanatlar dergilerindeki yazılardan hareketle

Hilmi Ziya Ülken, Sabahattin Eyüboğlu, Suut Kemal Yetkin, Hasan Ali Yücel, Nurullah Ataç’ın hümanizm, Rönesans ve millilik konusundaki düşüncelerine yer verir ve iki farklı eğilimin ortaya çıktığını ileri sürer. Ayvazoğlu’na göre 1939’da toplanan I. Neş-riyat Kongresi’nde alınan kararlarda, Avrupa medeniyetinin köklerini kavrayabilmek ve asıl manasında bir hümanizme ulaşabilmek için mekteplerde Yunanca ve Latince

1 Osmanlı’da tercüme faaliyetleri, tercüme müesseseleriyle ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Hilmi Ziya Ülken,

Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 2016; Taceddin Kayaoğlu, Türkiye’de Tercüme Müesseseleri, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1998; Cahit Bilim, “Tercüme Odası”, Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, Nr. 1, 1990, s. 29-43;

Ali Akyıldız, “Tercüme Odası”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 40, 2011, s. 504-506.

2 Tercüme Bürosu’nun kuruluşu ve Tercüme dergisinin misyonuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Şehnaz

Tahir Gürçağlar, Türkiye’de Çevirinin Politikası ve Poetikası 1923-1960 (çev. Tansel Demirel), Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 2018.

(4)

öğretilmesi gerektiğini savunan Ataç’ın görüşleri ağır basmıştır. Ataç’ın Tercüme Bürosu ve onun yayın organı olan Tercüme dergisindeki rolünü düşünürsek –ki dergi büyük ölçüde Ataç’ın yazılarında savunduğu görüşler doğrultusunda yayın hayatını sürdürmüştür– Beşir Ayvazoğlu’nun önemli bir hususa dikkat çektiği anlaşılmaktadır. Millilik, hümanizm, batılılaşma konusunda çevirmenlerin aralarında ihtilafl ar olsa da Ayvazoğlu’nun şu tespitine katılmamak mümkün değildir: “Asıl gayesi İslâmî muh-tevalı Türk kültürüne alternatif olarak Greko-Latin temeline dayalı yeni bir kültür yaratmak olan bu tercüme faaliyetinin önemi ve büyüklüğü inkâr edilemez.”4 Nitekim dönemin etkili bir eleştirmeni olarak Ataç da dahil olmak üzere belli bir dönemden sonra, Yahya Kemal eskiye dönmekle, fazlasıyla milli olmakla eleştirilmiş, Tanpınar ise kendi ifadesiyle böyle bir çevrede “sükût suikastı”na uğramıştır.

Taceddin Kayaoğlu’na göre Atatürk döneminde radikal, laik düzenlemeler çerçe-vesinde toplum hayatından ferdî plana indirgenen dinin yeri milliyetçilik görüşleriyle doldurulurken İnönü döneminde milliyetçilikten vazgeçilip Yunan ve Latin (hümanist) kültürüne yönelim gösterilmiştir. Amaç, kültürel seviyesi yüksek olan Batı toplumlarının seviyesine ulaşmaktır. Batı toplumlarının temelinde de Yunan ve Latin kültürleri vardır.5

Yine de Doğu ve Batı’nın kültürel kaynaklarından beslenen Hasan Ali Yücel başta olmak üzere Tercüme dergisinin şekillenmesinde rol oynayan isimlerin arasındaki ihtilafl arı göz önünde bulundurarak bu dönemdeki yayın faaliyetini daha etrafl ıca, peşin kabullerden uzak ele almak gerekir.

Çoğunluğu Yunan, Latin ve Batılı eserlerden oluşan planlı bir çeviri hareketiyle hümanizm Türkiye’de bir devlet politikası olarak gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Biz incelememizde bu projenin en önemli savunucularından, hatta fi kir babalarından olan Nurullah Ataç’ın gazete ve dergilerde kalmış tercüme ve tercüme tenkidi hakkındaki yazılarını değerlendirmeye çalışacağız. Bu arada Ataç’ın çalışmamızın dışında kalacak olan pek çok çeviri eseri bulunduğunu da hatırlatalım.6

Tercüme yapanlar arasında tercümeyi bir mesele olarak görüp bunun üzerinde duranların sayısı oldukça azdır. Öyle ki eleştiri bahsinde şiir, roman, hikâye, tiyatro gibi edebî türlerin yanında tercüme tenkidi pek çok edebiyat çalışmasında başlık oluşturacak bir mevzu bile değildir. Bir yazarın, şairin eserleri sayılırken çoğu zaman tercümelerinin sözü bile edilmez. Bu, ister istemez tercümeler üzerinde çevirmenin rolünü düşünmeyi, bunun için dile ve çevrilen eserlere vakıf olmayı, ayrıca tercüme-lerin inkişafı için tercüme tenkidini ciddiye alacak bir zihniyetin varlığını gerektirir.

4 Ayvazoğlu, “Tanpınar, Hümanizm ve Türk Rönesansı”, s. 17-31. 5 Kayaoğlu, Türkiye’de Tercüme Müesseseleri, s. 295.

6 Ataç’ın çeviri faaliyetiyle ilgili bkz. Bedrettin Tuncel, “Ataç ve Tercüme”, Tercüme, nr. 63-64,

Temmuz-Aralık 1958, s. 72-74; “İmzasız”, “Nurullah Ataç-Eleştirmen Çevirmen” Bütün Dünya, Yıl: 5, nr. 53, Ekim 2002, s. 16-19; Necati Tonga, “Ataç, Nurullah”, http://teis.yesevi.edu.tr/madde-detay/atac-nurullah.

(5)

Özellikle sanatta ve edebiyatta tercüme tenkidi için dil bilmek yetmez, söz konusu alanları, yazar ve şairleri de çok iyi bilmek gerekir. Ataç’ın tercüme tenkidinin henüz yeteri kadar gelişmediği bir dönemde kaleme aldığı bu tür yazılar ve bu anlamda gir-diği polemikler kuşkusuz eleştiri tarihimiz için önemlidir. Aynı zamanda bu yazıların bir kısmını Tercüme dergisinin hazırlık sürecini izah eden belgeler olarak da okumak mümkündür.

Tercüme Meselesi - Tercüme Tenkidinin Önemi - Tercüme Dergisi

Nurullah Ataç’ın tercüme üzerine tespit edebildiğimiz ilk yazısı 1931 yılına aittir.

Milliyet’te “Haftalık Edebî Musahabe” köşesinde kaleme aldığı “Tercüme Meselesi”

başlıklı yazısında7 bir tercüme dergisi ve tercüme eserler koleksiyonuna olan ihti-yacımıza dikkat çekmiş ve bu masrafl ı işin ancak devlet kanalıyla yapılabileceğini söylemiştir. Ona göre derginin yayılma sahası kitaptan daha geniştir. Ayrıca dergide birtakım eserlerin tercümesiyle birlikte, tercümelerin tenkidi de yer alabilir. Tercüme dergisi, tercümeleri tenkit ederken bulunan kelimeleri de tasnif eder; bunların etrafında münakaşalar açar. Ataç, modern sanatkârlar hakkında yanılmak ihtimalinin daima mevcut olduğuna, kültürde gelişmenin ferdî zevklerden feragat etmekle mümkün olacağına inanır. İyiyi fenadan ayırt etmenin güçlüğünden dolayı 1850’den sonra yazılmış kitapların tercüme edilemeyeceğini vurgular. Yine tercüme edilmiş yazıları neşredecek bir dergi lüzumundan bahsettiği bir başka yazısında8 tercüme tenkidini şöyle tarif eder: “Türkçe metni asıl metinle karşılaştırmak, arada bir mana farkı varsa bunun neden ileri geldiğini araştırmak, mütercimin Türkçeye ilave ettiği kelimeleri ve cümle şekillerini tespit etmek ve bunların münakaşasını yapmak”. Ataç, bu usulün bizde tercüme edebiyatının gelişimi hususunda çok faydalı olacağını düşünür.

Maarif Vekâletinin 1-5 Mayıs 1939 tarihleri arasında düzenlediği Birinci Türk Neşriyat Kongresi öncesinde kaleme aldığı bir yazıda9 Ataç, dilimize tercüme edilecek eserlerle ilgili bazı önerilerde bulunur.10 Maarif Vekâletinin, tercümeleri tetkik için bir heyet kurmasını gerekli bulur. Tespit edilen eserler tercüme edildikten sonra muhakkak bu heyetin gözetiminden geçmelidir. Yıllardır çıkmasını arzu ettiği Tercüme dergisini

7 “Haftalık Edebî Musahabe: Tercüme Meselesi”, Milliyet, 11 Ağustos 1931.

8 “Haftalık Edebî Musahabe: Fikirler ve İnsanlar-Bir Tercüme”, Milliyet, 18 Ekim 1932. 9 “Hayata Dair: Lüzumlu Bir Karar”, Haber-Akşam Postası, 30 Mart 1939.

10 Hasan Ali Yücel’in başkanlığında düzenlenmiş olan Birinci Türk Neşriyat Kongresi basında da geniş

yankı uyandırmıştır. Ele alınan konular ve raporlarla birlikte basındaki yazılar Birinci Türk Neşriyat

Kongresi –Raporlar, Teklifl er, Müzakere Zabıtları– (Maarif Vekilliği Yayınları, Ankara 1939) kitabında

(6)

tekrar dile getirir ve böyle bir derginin, masrafını karşılayamayacağı için devlet eliyle çıkarılmasını önerir. Üç kısım olarak düşündüğü Tercüme dergisi için şöyle bir plan tasarlamıştır:

1. Metinler tercümesi. 2. Gerek mecmuada, gerek hariçte yapılan tercümelerin tenkidi ile tercüme sanatı hakkında makaleler. 3. Mütercimlerin ecnebi dillerdeki kelimelerin veya tabirlerin karşılığı olarak teklif edecekleri kelime ve tabirlerin münakaşası; bu kısmı ile mecmua ciddi bir lügat kitabının meydana gelmesine hizmet etmiş olur. Bu mecmuaya bir dördüncü kısım ilavesi de kabildir: Avrupa mecmualarından hulâsalar veya tercümeler. Ataç’ın, yazılarında sık sık önemini vurguladığı, ilerleme için gerekli gördüğü

Tercüme dergisi nihayet Maarif Vekâletinin bünyesinde 19 Mayıs 1940 tarihinde yayın

hayatına atılır. Nurullah Ataç da Tercüme Bürosu’nun başkanıdır. Derginin çıkışının üzerine Ulus gazetesinde “Tercüme mecmuasını elime alınca itiraf edeyim ki içimde, bir emelin nihayet bir hakikat olduğunu görenlerin tattıkları heyecanı duydum.” cümlesiyle başlayan bir yazı kaleme alır.11 Hümanist bir yazar olarak Ataç, Avrupa medeniyetinin ancak Yunanca ve Latince öğrenerek, bu dillerle yazılmış eserleri okuyarak anlaşıla-bileceğine inanır ve çocukları da Batı’da olduğu gibi o dillerin eserleriyle yoğurarak yetiştirmemiz gerektiğini belirtir.12 Yapılacak olan tercümeler münakaşa ve şüpheye yer bırakmayan, kabul görmüş temel eserler olmalı ve buna göre bir seçmeye gidilmelidir: Halbuki biz yaşayan, yani kıymetleri üzerinde münakaşa ve şüphe caiz olan bir medeniyet-ten istifade etmek istiyoruz; bunun içindir ki daima en iyiyi, hatta sadece iyiyi bulamıyor, moda ile beraber parlayıp sönen eserlere de kapılıyoruz. Bizim Joachim Du Bellay gibi “Ne bulursanız alın, yağma edin; hepsi lazım bu yurda, hepsi müfi t” dememiz doğru olamaz. Biz seçmeye mecburuz. Benim tasavvurumda da Tercüme mecmuası, elinden geldiği kadar bu seçicilik işini görecektir.13

Tercüme dergisi hem tercüme edilen eserin kıymetini araştıracak hem de

tercü-menin sahih olup olmadığına bakacaktır. İlk sayıda Goethe, Bacon, Valery, Musset gibi Avrupa fi kir ve edebiyat âleminin büyük isimlerinden tercümelere yer verilmiştir. Bunun yanında B. İhsan Sungu’nun bizde tercüme tarihinin gelişimine dair bilgiler ihtiva eden “Ziya Paşanın ‘Emile’ Tercümesi”, Azra Erhat’ın “Yunan Eserlerinin Almanya’da Tercümesi” makalelerine yer verilmiş ve son zamanlarda tercüme edilen kitapların tenkidine de bir bölüm ayrılmıştır.

Ataç, Haber-Akşam Postası’nda da yine Tercüme dergisini tanıtan bir yazı ka-leme alır.14 Derginin bugünün muharrirlerine büsbütün kapalı olmadığını, ilk sayıda

11 “Güzel Bir Eser: Tercüme Mecmuası”, Ulus, 22 Mayıs 1940. 12 Çağın, Bir Şiir Eleştirmeni Olarak Nurullah Ataç, s. 46-48. 13 “Güzel Bir Eser: Tercüme Mecmuası”, Ulus, 22 Mayıs 1940. 14 “Tercüme Mecmuası”, Haber-Akşam Postası, 31 Mayıs 1940.

(7)

Valéry’den birkaç sayfaya yer verildiğini, daha çok eski muharrirlerin, kıymetleri artık kesinleşmiş düşünür ve yazarların yazılarına yer verileceğini belirtir. Kendisiyle birlikte Nusret Hızır, Orhan Burian, Sabahattin Ali, Sabahattin Eyüboğlu, Bedrettin Tuncel derginin ilk sayısında çeviri yapan isimlerdir. Tercümelerin tenkidi kısmının ilk sayıda istedikleri gibi dolgun olmadığını söyleyerek tenkidin sanattan zor oldu-ğunu belirtir.15 Ataç, kendiliğinden yazı gönderen hemen kimse olmadığından, yazı yazacakları kendilerinin aramaya mecbur kaldıklarından şikâyet ederek devletin yayın organı olan Tercüme dergisi için çağrıda bulunur.

Tercüme dergisinin yıldönümü münasebetiyle kaleme aldığı yazıda Ataç, tercüme

edilen ve edilmesi gereken metinlerde neyi amaçladıklarını bir kez daha hatırlatır. Yeni muharrirlere, yaşayan muharrirlere pek az yer verdiklerini; geçmiş asırların eserlerini, kıymetleri üzerinde hemen herkesin ittifak ettiği eserleri tercüme etmek istediklerini belirtir.16 Hakiki irfanın, geçmişin bilgisi üzerine kurulan irfan olduğuna inanan Ataç, aslında sürekli yeninin peşinde koşan, yeni dergileri takip edip yeni şairlerin önünü açan, tam anlamıyla aktüalitenin nabzını tutan bir eleştirmendir. Ancak onun, bir çelişki olarak algılanmaması gereken, gücünü klasik eserlerden alan gelenekçi bir tarafı da vardır. Avrupalılaşmak için Yunanca ve Latince öğretimini gerekli görmesi, klasikle-rin çevrilmesi hususunda tercüme faaliyetleklasikle-rinin içinde yer alması, bir dönem klasik eserlerimiz olarak Divan şiirini yüceltmesi, ömrünün sonuna kadar Divan şairlerinin beyitlerini mırıldanması onun bu yönünü ortaya koyar.17 Anlaşılan tercüme konusunda Ataç ve onun gibi düşünenler yeniye, modaya ağırlık vererek insan fi krinin tekâmülünde rol oynayacağı şüpheli olan eserler için risk almak istemezler. Ayrıca klasik metinlerin çevrilmesini daha zaruri bir ihtiyaç olarak görürler.

Tercüme Anlayışı - Serbest Tercüme

Ataç, tercümeyi sanat eseri gibi düşünür ve bir muharrir olarak gördüğü çevirme-nin eserini yaratırken yalnız kendi zevkine, arzusuna, üslubuna tabi olduğunu söyler. Muharrir olmayan çevirmenin başarılı olamayacağını; kendi fi kirlerini, hislerini ifade edemeyen bir kimsenin başka birinin fi kirlerini, hislerini ifade etmesinin mümkün ol-mayacağını savunur. Ataç’a göre tercümede sadakat, metindeki mananın aktarımından ziyade “eda”nın aktarımıdır. Yazılarında edanın aktarımı hususunda özellikle durur:

15 Benzer şekilde, tercümenin teliften zor olduğunu düşünen Halit Ziya da bir yazısında şöyle der: “Ben

kendi hesabıma bir sayfa tercemeye mukabil kendi karihamdan on sayfa çıkarmaya çok daha kolay nazarıyla bakarım.” bkz. Uşaklıgil, “Terceme İşi”, Sanata Dair, s. 44-47.

16 “İkinci Yıla Girerken”, Tercüme, nr. 7, C. 2, 19 Mayıs 1941, s. 1-3. 17 Çağın, Bir Şiir Eleştirmeni Olarak Nurullah Ataç, s. 27-29.

(8)

Tercümede sadakat elbette lazımdır; yanlış tercüme müdafaa edilemez. Fakat sadakat tercümenin başlıca şartı değildir. Çünkü hiçbir sanat eserinin asıl kıymeti söylediği şey-lerde değildir; onları söyleyiş tarzında, şeklindedir. Gerçekten sadık olan tercüme, şekle sadık olan tercümedir. Okuduğumuz kitaplarda veya karşımızdakinin sözlerinde manayı kelimeler vasıtasıyla kavradığımızı zannetmek daima yanlıştır; bize manayı, maksadı bahşeden edadır. Bunun için mütercimin vazifesi edayı tercüme etmektir.18

Yazısında “tercüme kokusu” üzerinde de duran Ataç, Türkçeye aykırı bazı cüm-le şekilcüm-lerini alırken titiz davranmamız gerektiğine işaret eder. Türkçeyi bazı cümcüm-le şekilleri ile zenginleştireceğiz diye dilimizin hususiyetlerini unutmaya, hiç de gerekli olmayan şekilleri almaya hakkımız olmadığını belirtir. Çevirmen Türkçeye yeni bir tabir, bir terkip alırken onun Türkçede zaten mevcut cümle şekilleri, tabirler, terkiplerle ifadesi mümkün olmadığına tamamıyla kani olmalıdır.

Bu yazısında, “zenginin eskisi, fukaranın yenisi” sözünden hareketle, tercüme için seçeceğimiz eserlerin, ikinci derecede eserler değil dünyada kabul görmüş en iyi, en güzel eserler olması gerektiğini özellikle vurgular.

Fuzulî’nin Arap ve Acem dillerine kıyasla Türk dili ile ‘nazım’ yazmanın güç-lüğünden şikâyet ettiği meşhur şiirini örnek göstererek şairin, muharririn gayesinin daima kendi dilinde zor olan veya öyle sanılan şeyleri kolaylaştırmak olduğu gibi, bir şair ve bir muharrir olarak düşündüğü çevirmenin gayesinin de başka olamayacağını belirtir.19 Türkçenin henüz yeteri kadar işlenmediği bir çevrede ve XVI. asırda şiirlerini söylemiş olan Fuzuli şöyle demiştir:

Ol sebebden Fârisî lâfz ile çohdur nazm kim Nazm-ı nâzük Türk lâfzıyle igen düşvâr olur Mende tevfîk olsa bû düşvârı âsan eylerem Nev-bahâr olgaç dikenden berg-i gül izhâr olur.20

Şekilden ziyade manaya önem veren, çeviri yaparken asıl metindeki edaya dikkat etmeyen, en uygun kelimeyi, en uygun şekli aramayan, dillerine âşık olmayan çevir-menleri eleştiren Ataç, bir gramerci zihniyetinden farklı olarak düşünür. Bu anlamda cümlelere müdahaleyi uygun gören serbest çeviriyi benimser ve bu yöntemi şöyle izah eder:

18 “Fikirler ve İnsanlar: Tercümeye Dair Notlar”, Ulus, 4 Ekim 1940. 19 “Tercümeye Dair” Tercüme, Nr. 1/6, 19 Mart 1941, s. 505-507.

20 Fârisî ile çok sayıda şiir söylenmesinin sebebi, Türk diliyle ince şiir söylemenin güç olmasındandır.

Fakat Allah yardım ederse ben bu güçlüğü yeneceğim, tıpkı gül yaprağının ilkbaharda sert dikenden çıktığı gibi.

(9)

Bazılarının iddiasına göre asıl metindeki bir cümleyi ikiye bölmek hiçbir zaman caiz değildir. ‘Mademki muharrir bunu bir cümle olarak düşünmüştür, biz de bir cümle olarak tercümeye mecburuz. Bir cümlede esas olarak bir fi kir vardır; ötekiler onu aydınlatmak için etrafına toplanılmış ikinci derecede fi kirlerdir; herhangi birini ayırdığımız zaman ona daha fazla bir ehemmiyet vermiş ve bu suretle muharririn maksadını, fi krini bozmuş oluruz’ diyorlar. Bu, kafası mantıkî tahlil’e saplanmış bir gramerci sözüdür. Hakikatte bir muharriri uzun veya kısa cümlelerle yazmaya sevk eden birtakım ahenk, şekil endişeleridir. En titiz muharrirlerde bile tamamıyla lüzumsuz, ancak cümlenin ahengini temin için konulmuş kelimeler göstermek kabildir. Mütercim, kendi cümlesi ağırlaşacaksa onları çıkarmakta yahut bir cümleyi ikiye, üçe bölmekte; bazen de bilakis iki cümleyi birleştirmekte serbesttir. Bittabi bu da daima bir ölçü meselesidir; esasen uzun cümlelerle düşünen bir muharririn kitabını kısa kısa cümlelerle tercümeye kalkmak o adamın üslubunu, eserine verdiği şekli bozmak demektir; buna da elbette mütercimin hakkı yoktur.

Cümleyi kırmaya razı olmamak bazen metne bir sadakatsizlik olur. Avrupa dillerinin ço-ğunda cümle, Türkçe cümlenin aksine olarak kurulur; bizim önce söylediklerimizi onlar sonra, bizim sonra söylediklerimizi onlar önce söylerler. Sekiz, on satırlık bir cümleyi Türkçeye gene bir cümle ile tercümeye uğraşınca muharririn ilk söylediklerini sona atmış olursunuz; eserin açıklığını bozarsınız, cümleyi anlaşılmaz yahut zor anlaşılır bir hale getirirsiniz. Bunun için asılları gayetle kolay okunan bazı kitapların tercümeleri, içinden çıkmaz şeyler oluyor.21

Tercüme dergisi ve Ataç’ın çevirileri üzerine yapılan çalışmalarda Nurullah Ataç ve

Sabahattin Eyüboğlu ile Suut Kemal Yetkin ve Orhan Burian’ın çeviri anlayışlarındaki önemli bir ayırıma dikkat çekilmiştir.22 Ataç ve Sabahattin Eyüboğlu çevirilerde akıcı bir dil kullanımını ve Türkçeyi, yani “erek” dili ön plana çıkarırken Suut Kemal ve Orhan Burian, yazarın üslup özelliğinin çeviri dilinde korunması gerektiğini savunarak “kaynak dil”e odaklanmışlardır.23 Havva Hale Sert, Dil Devrimi’nin Erken Cumhuriyet

Dönemi’nde Şiir ve Çeviri Bağlamında Türk Edebiyatına Etkisi (1932-1950) başlıklı

doktora tezinde 1944 yılında Maarif Vekâletinin “Dünya Edebiyatından Tercümeler” serisinden çıkan Tehlikeli Alakalar kitabı üzerinde durur. Ataç’ın özellikle aşk konulu

21 “Tercümeye Dair” Tercüme, Nr. 1/6, 19 Mart 1941, s. 505-507.

22 Özdilek, Tercüme Dergisi ve Türkiye’deki Çeviri Eleştirisi Serüvenine Katkıları, s. 28; Gürçağlar,

Türkiye’de Çevirinin Politikası ve Poetikası, s. 16-17.

23 “Aynen harfi yen” ve “mealen” şeklinde tercümeyi ikiye ayıran Halit Ziya’nın benimsediği yol ise bu

iki görüşü de kapsamaktadır. Bu iki görüşü şöyle izah eder: “Ben birtakım tercümelere tesadüf ettim ki mütercimleri aslından birkaç sayfayı bir hamlede okurlar, sonra bunu nasıl anladılar ve nasıl diledilerse Türkçe olarak yazmışlardır. Bu tarza tercüme değil meal itibariyle topyekûn nakil demek muvafık olur. Edebî bir eser ibare ibare alınmalı, hatta cümlelerin terkibine dikkat ederek kelime kelime ve Türkçe selikasına uydurularak çevrilmelidir. Bu hiç kolay bir iş değildir ve bu zorluğa galebe çalmak her mütercimden beklenemez”. bkz. “Tercüme İşi”, Sanata Dair, s. 447-454.

(10)

cümleler için dipnot düşüp Divan şiirinden beyitler zikrettiğini belirtir.24 Nazik Göktaş,

Madam Bovary ve Kızıl ile Kara çevirilerini metinlerden örneklerle değerlendirdiği

yazısında, Ataç’ın daha çok “Türkçede nasıl söylenir?” meselesine kafa yorduğu ve Türkçeye odaklandığı tespitinde bulunur. Bu çalışmadan anlaşıldığına göre Ataç, Türkçenin söyleyiş kalıplarını gözetmiş; deyim, atasözü, konuşma dili kullanımlarına özellikle yer vermiş ve sıcak bir dille çeviri yapmaya çalışmıştır. Mesela burjuva gi-yimli, iyi giyimli anlamına gelen “un nouveau habillé en bourgeois” ifadesini, bizim kültürümüzde zenginliğin işareti olan “setre pantolon giymiş yeni talebe” şeklinde çevirmiştir.25

Ataç’ın üzerinde durduğu tercüme hatalarından biri de, çevirmenlerin kaynak dilin en çok kullanılan tabirlerini anlamamaları ve cümleye verdikleri mananın metne yakışıp yakışmadığını düşünmemeleridir. “Tercüme Hataları” yazısında buna iki örnek verir: Türkçe bir romanda şöyle bir parça bulunabilir: ‘Bay Ali gece yarısı müthiş vecalarla uyan-dı. Derhal getirilen doktor muayeneden sonra, bakır çalmış olması ihtimalinden bahsetti.’ Bunu tercüme eden adam kalkıp da ‘Doktor o adamın bakır çalmış (sirkat etmiş) olduğunu keşfetti’ derse yalnız ‘bakır çalmak’ tabirini bilmediğini değil, metne hiç dikkat etmediğini de göstermiş olur.

Bay Dr. Mustafa Hakkı Akansel, bir gazetede M. Maurice Maeterlinck’in L’Oiseau Bleu’sü tercümesinden bahsederken birçok yanlışlar arasında bir de şunu gösteriyor: Mütercim ‘talihim var’ veya ‘varmış’ demek olan ‘Ja’i de la veine’ cümlesini ‘Benim damarlarımda kan var’ diye tercüme etmiş. ‘La veine’ kelimesi bazen ‘verid, kara kan damarı’ bazen de ‘talih, şans’ demektir. İkinci manada kullanılması nadir değildir, hatta romanlarda, hikâyelerde ekseriya en çoğu o manada kullanılır. Mütercimin bilmemesi mazur görülemez; hadi diyelim ki mazur gördük, o yerde ‘Damarlarımda kan var’ demenin hiçbir manası olamayacağını da mı fark etmedi?26

Ataç, tercüme yaparken sık sık kendi dilinin, Türkçenin hususiyetlerini düşündü-ğünü, bir dilin aslını aksettirmekten ziyade onun Türkçesini vermek istediğini belirtir. Ona göre tercüme ana dilinin gelişmesine hizmet etmelidir.27 Bir bakıma çevirmeni bir edebiyatçı, bir sanatkâr gibi düşünür. Edebiyatı bilmeden, yazarları tanımadan çeviri yapmak isteyenleri de eleştirir. “Öyle edebiyatla çok uğraşmamışlar, ama bildikleri yabancı dili iyi bilirlermiş!.. Bu, olacak şey değildir. Bir dilin edebiyatını bilmeyen o dili iyi bilmez” diyerek çeviri alanında görmezden gelinen önemli bir noktaya işaret eder. Ataç’a göre böyle kişilerde edebiyatla uğraşmadıkları için güzellik duygusu, şekil

24 Sert, Dil Devrimi’nin Erken Cumhuriyet Dönemi’nde Şiir ve Çeviri Bağlamında Türk Edebiyatına

Etkisi (1932-1950), s. 177-178.

25 Göktaş, “Nurullah Ataç: Madame Bovary ve Kızıl ile Kara Çevirisi”, s. 197-204. 26 “Konuşma: Tercüme Hataları”, Son Posta, 10 Temmuz 1937.

(11)

kaygısı belirmemiş, gelişmemiştir. Onlar için önemli olan bir Voltaire, bir Goethe, bir Hazlitt’in ne söyledikleridir, nasıl söyledikleri değil:

Unutmamalı ki bir Voltaire’in, bir Goethe’nin, bir Hazlitt’in yazıları her şeyden önce birer sanat eseridir, zevkle okunsun diye yazılmıştır; düşüncelerle doludur ama asıl istedikleri dile hizmettir. Güzelliklerine, şekillerine bakmazsanız o kupkuru düşünceler hiçbir şey değildir. Voltaire’in bir yazısı başka bir dile çevrilince sıkıntıyla okunuyorsa, zor anlaşı-lıyorsa, okuyana bir yabancılık duygusu veriyorsa Voltaire’le artık hiçbir ilgisi yoktur; saçma sapan bir şeydir, atıverin. 28

Bu bağlamda okurlara Tercüme dergisinde yayımlanmış olan Yakup Kadri’nin Marcel Proust’tan çevirdiği sayfaları okumalarını önerir. Tercümeden örnekler vererek, eski kelimeler kullanmasına rağmen Yakup Kadri’nin Proust’u çok iyi anladığını, uzun cümleleri hiç zorluk çekmemiş gibi tercüme ettiğini belirtir ve bir tehlikeye dikkat çeker:29 “Bugün Türkçede kullanılmaya başlayan birçok yanlış şekiller tercüme yoluyla girmiştir. Bir kitabı çeviren, onun yazıldığı dille Türkçenin bir olmadığını düşünmüyor, okuduğunu olduğu gibi yazmaya kalkıyor. Daha doğrusu bütünü, hiç olmazsa cümleleri değil, kelimeleri tercüme etmeye kalkıyor.”

Çeviri meselesinde Ataç, müspet ilim ve teknik kitaplarının dışında asıl zorluk yaşanacak olan felsefî ve edebî eserlerdeki problemler üzerinde durmuştur. Bu tür eserlerde cümlenin gelişi, kelimelerin sırası, bu sıradan doğan ahenk anlatılan şey kadar önemlidir. Yeni düşünce tarzlarını içeren eserler beraberinde dilimizde yadır-gayacağımız şekilleri de getirecektir.30

Ataç, küçük yaştan itibaren yabancı mürebbiyelerle büyümüş, dersleri yabancı dilde verilen mekteplerde okumuş, yabancı dilleri kolaylıkla konuşup anlayan kişilerin tercüme kütüphanemize katkılarının çok az olduğunu söyleyerek onları eleştirir. Ya-bancı dili çocukluk devresinden sonra öğrenenlerde ise dili iyi bilmemelerine rağmen tercüme konusunda diğerlerine göre daha fazla bir heves vardır.31

Ataç, Flaubert’in Madame Bovary romanını hem çevirmiş hem de bu çevirinin zorluklarını bazı yazılarında anlatmıştır. Flaubert’in romantik tarzının en güzel eseri olarak gördüğü Salambo’nin tersine Madame Bovary’de yazar, gözünün önünde geçen hayatı, yaşayan tipleri tespite çalışmıştır. Flaubert’in en titiz sanatkârlardan olduğunu, her cümlesi üzerinde saatlerce, günlerce çalıştığını söyleyerek Madame Bovary çevi-risinin güçlüğüne dikkat çeker.32

28 “Sohbet: Tercüme Üzerine”, Cumhuriyet, 21 Ağustos 1942. 29 “Sohbet: Tercüme Üzerine”, Cumhuriyet, 21 Ağustos 1942. 30 “Cereyanlar, Kitaplar: Çevirme İşi”, Akşam, 31 Ağustos 1935. 31 “Hayata Dair: Dil Bilenler”, Haber Akşam Postası, 6 Kasım 1937.

(12)

Tercüme Tenkitleri

Ataç, dönemindeki çeviri faaliyetleri üzerine eleştirel yazılar da kaleme almıştır. Öyle ki Tercüme dergisinde böyle bir bölümün ayrılmasının gereğini sık sık vurgu-lamıştır. Bu tür yazılarında ikinci bir dil üzerinden bile olsa tercüme edilecek metnin orijinaline en yakın olanının seçilmesi üzerinde durur. Ataç için çevrilecek metnin ruhunu vermek, manasını kavramak önemlidir. Onun için de çevirmenin gerektiğinde eserin ortaya çıktığı devirle, eserle ilgili izahat vermesini önemser. Dikkat çektiği bir başka husus dil meselesidir. Ölü bir dil kullanmak yerine, kolaylıkla okunan, akıcı, Türkçenin sentaks yapısına uygun çevirileri beğenir.

“Kral Edip” başlıklı yazı33 Kemal Emin’in (Bara) 1932’de İstiklâl Lisesi Talebe Kooperatifi yayınlarından çıkmış olan Sofoklis’in Oedipos çevirisi üzerinedir. Yakup Kadri’nin Horatius ve Ruşen Eşref’in Virgilius tercümelerini hatırlatan Ataç, tercümele-rin Fransızca metinlerden yapıldığını, ancak çevirmenletercümele-rinin asıl metni mümkün olduğu kadar sezmeye, kavramaya çalıştıklarını, onlarda bir hümanizm aşkı olduğunu belirtir. Kemal Emin’in Fransızcadan yaptığı tercüme ise aslına uygun değildir. Oedipus’u, 19. yüzyılda Jules Lacroix’in Fransızca versiyonu olan ve Fransız aktör Mounet-Sully’nin oynadığı bir adaptasyondan çevirmiştir. İlk olarak, aslında “Oedipos” veya şimdiki Yunan telaffuzuna göre “İdipos” olması gereken başlığın, “Œdipe” şeklinde yazılıp “Edip” okunan Fransızcasından alınmasını eleştirir:

Sofoklis’in tragedyasının ilk ismi sadece ‘Oedipos’tur; sonra onu, şairin son zamanlarında yazdığı ve ancak yeğeni veya torununun oynatabildiği ‘Oedipos Kolonada’ tragedyasından ayırmak için bir de ‘türannos’ ilave etmişler. Oedipos tahtını terk ettikten sonra da kraldır; Yunancadaki ‘türannos’ ve Fransızcadaki isimden sonra gelen ‘roi’ kelimeleri ancak bu tragedyada Oedipos’un hükümdarlığı zamanına ait bir vakadan bahsedildiğini göstermek için konulmuştur. ‘Oedipos’un kırallığı’ terkibi de asıl ismi pek iyi ifade etmez; bana kalırsa sadece ‘Oedipos’ demek veya aslın mukabili olduğunu iddia ettiği zannını vermeyecek bir isim bulmak daha münasip olurdu. Eleştirdiği ikinci husus, yine asıl metinden uzaklaşılarak eserin, bugünkü tiyatronun zaruretlerine göre perdelere ayrılmış olmasıdır. Tercümenin başında Sofoklis’in kısa bir biyografi si ve eserin kısa bir tahliline yer verilmekle birlikte Yunan tragedyasının ne olduğunu gösteren, o devrin hayatındaki yerini anlatan bir bölüme yer verilmemesini, efsanenin anlatılmamış olmasını eleştirir:

Kadmos oğullarının başına gelenler, Yunanlılarda kadere verilen ehemmiyet bilinmezse Sofoklis’in bu eseri tamamıyla anlaşılmaz. Sonra unutulmamalı ki bugün elimizde bulunan ‘Oedipos’ bütün Yunan şairlerinin ve ‘mytologue’larının bahsettiği ‘The balde’ efsanesinin ancak bir cüz’üdür; Atinalılar tiyatroya giderken o masalları bilirler ve ‘Oedipos’u anlarlardı. Yirminci asrın kariine kitabı verirken kül hakkında da biraz malumatı esirgememelidir.

(13)

Fransız tragedyasında koro olmadığını, halbuki Yunan tragedyasında şiir, musiki ve dansın birbirine karışıp bir ayin teşkil ettiğini, şarkısız söylenen parçaların şarkı ile söylenenlerle aynı vezinde olmadığını söyleyerek aslından uzaklaşmanın doğurduğu sakıncaları şöyle anlatır:

Şarkısız söylenen parçalar şarkı ile söylenenler bir vezinde değildir. Koronun şarkısız söylenmesine imkân yoktur; ancak koro reisi, eşhastan biri ile konuşurken şarkısız söz söyler. Yunancanın düz söylenecek şiirleri taganni edilecek şiirleri bir vezinde değilmiş. Bunu görmek için bir tragedyanın Yunanca metnine bakmak kâfi dir. Lacroix’nın tercüme-sinde eşhas da, koro da hep Fransızcanın ‘alexandrin’i ile söyler. Bu Yunan tragedyalarına, bilhassa koro mefhumuna hiyanettir. Fransızlar da pek nadiren tragedyaya koro koymuşlar, fakat onun söyleyeceği parçaları musikiye daha uygun vezinlerle, hatta yarı serbest nazımla yazmışlardır. Kemal Emin Bey de Lairoix’ya uymuş, ‘Hey’et’ dediği koro, diğer eşhas gibi (7-7)lik vezinle konuşuyor. Aslı taklide çalışsaydı, hatta kafi yeden vazgeçip ritmalı bir nesir kullanarak asla daha sadık kalsaydı bence iyi ederdi.

Yine Milliyet’te 1932’de Mehmet Emin’in (Erişirgil) Bergson’un Les deux sources

de la morale et de la religion eserinin çevirisi üzerine iki yazısı yayımlanır. İlk yazıda,34 Mehmet Emin’in Yeni Türk Mecmuası’nın ilavesi olarak verilen Ahlak ve Dinin İki Kaynağı başlıklı tercümenin ilk sayfasını Fransızca metinle karşılaştıran Ataç, ikisi arasında gördüğü anlam farklarını, Türkçe karşılıkları eleştirel bir gözle değerlendirmiştir. Bu yazı üzerine, müşkülpesent olmakla eleştirildiğini söyleyerek ikinci bir yazı daha kaleme alır.35 Bu kez tercümedeki aksaklıkları, metinden hareketle daha ayrıntılı olarak göstermeye çalışır.

Bir başka yazısında Edebiyat-ı Cedide sanatçılarından Ahmet Reşit’in (Rey)

Ae-neis çevirisi üzerinde durur.36 Latin şairi Virgilius’un söz konusu eserinin tercümesini halka, özellikle gençlere hitap etmeyen ölü bir dil kullanıldığı için eleştirir. Ataç bu tür çevirilerde Fransızca metne sadık kalmak yerine, daha serbest bir çeviriyle okurlarda Latince öğrenmeye merak uyandırmanın doğru olacağını düşünür:

M. Bellessort, Æneis tercümesinin önsözünde, tercümeleri de yine bilhassa Latince bilenler okuduğu için mütercimin en ölmüş, klişe haline gelmiş hayalleri, teşbihleri bile atlamama-ya mecbur kaldığını şikâyetle anlatır. O eserleri canlandırmak için mütercimin serbestçe hareket etmesi lazım geldiğini söyler. “Fakat ne yapalım? der. Biz, bilenler için tercüme ediyoruz.” Bay Ahmet Reşit bilenler için tercüme etmiyor, çünkü bizde Latince bilen yok. Türk mütercim, metne, daha doğrusu Fransızca tercümeye tam bir sadakat göstermekten ziyade eseri sevdirtmeye, zevkle okutmaya çalışmalıdır.” (...) “Çetin, ilmî bir traité değil, şiir kitabı, bir masal okuyoruz. Gençlere onu sevdirelim ki bir gün, Vergilius’un mısraları elbette daha güzeldir diye aslını merak edip okumaya, Latince öğrenmeye merak etsinler.

34 “Haftalık Edebî Musahabe: Fikirler ve İnsanlar-Bir Tercüme”, Milliyet, 18 Ekim 1932.

35 “Haftalık Edebî Musahabe: Fikirler ve İnsanlar-Yine Bergson Tercümesi”, Milliyet, 8 Kasım 1932. 36 “Cereyanlar, Kitaplar: Æneis Tercümesi”, Akşam, 4 Nisan 1936.

(14)

Hüseyin Rıfat’ın (Işıl) Farsçadan tercüme ettiği Mevlana Rübailerinden Manzum

Tercümeler kitabı bir başka yazının konusudur.37 Genel olarak beğendiği bu tercümede Hüseyin Rıfat’ın gerek Mevlana’dan gerek diğer şairlerden aldığı rübailerin hemen hepsini “feilâtün feilâtün feilâtin feilün” vezni ile Türkçeye çevirmesini eleştirir. Rü-bailerin her mısraında veznin küçük değişikliklere uğraması kulağa ayrıca bir zevk, bir sürpriz lezzeti verdiği için bu usulü doğru bulmadığını söyler.

Tercümeden tercüme Ataç’ın üzerinde durduğu önemli bir meseledir. Pek çok eserin Fransızca üzerinden tercüme edilmesini eleştirerek Nurettin Artam tarafından İngilizceden çevrilen Kipling’in iki ciltlik Cengel kitabını başarılı bir örnek olarak gösterir. Buna rağmen Goethe’nin Werther’i, Hermann ve Dorothea’sı, Dickens’in

David Copperfi eld’inin Almanca ve İngilizceden değil Fransızcadan çevrildiğini, buna

bir son vermek gerektiğini belirtir.38

Ataç, diğer pek çok meselede olduğu gibi hümanistlerin tercüme alanına önemli bir ivme kazandırdıklarını ve “hülasıcılık”ın önünü kestiklerini belirtir. Homeras des-tanlarının, özellikle İliada’nın daha önce çıkmış olan birkaç özetinin dışında yenilerde başlanılmış olan iki İliada tercümesinden haber verir. Biri Türk Dili Belleten’inde bir bölümü çıkmış olan Celâl Arıkdemir’in Yunanca metinden asıl sentaksa sadık kalarak oluşturduğu tercümedir. Öyle ki bu tercüme Homeros’u aslından okumak isteyenlere imkân verecektir. İkincisi ise Hasan İzzettin Dinamo’nun Fransızca, Almanca, İngi-lizce tercümelerden hareketle oluşturduğu daha rahat okunan bir tercümedir. Ataç, Celal Arıkdemir’inki gibi tercümelere ihtiyaç olduğu gibi Homeros destanlarını, halka okunması kolay ve zevkli eserler olarak tanıtmanın da önemli olduğunu vurgular.39

Aynı gün yayımlanan bir başka yazısında Ataç, yine bu iki tercümeye yer vererek Celâl Arıkdemir’in İnsanlık mecmuasında ve Belleten’deki İliada tercümesinde bizim alışık olmadığımız ifade yapılarıyla birlikte asil bir üslupla karşı karşıya olduğumuzu belirtir. Yalnız Yunan harfl eri ile değil de Latin harfl eri ile basılmasını garipser ve Latince aslının versiyonu verilmediği için eleştirir. “Böyle âlimane tercümelerde asıl metnin tenkidinin bulunması, yani hangi mısraların Homeros’un olduğunun, hangile-rinde tereddüt edildiğinin de gösterilmesi icap eder” diyerek yine bu tür tercümelerin tenkitli olması gerektiğini vurgular. Dinamo’nun tercümesini ise kolaylıkla okunduğu için beğenir ve halka, özellikle gençlere Homeros destanını tanıtmaya hizmet edeceği için takdir eder. Yalnız Dinamo’ya da şöyle bir tavsiyede bulunur:40

37 “Hayata Dair: Rübai Tercümeleri”, Haber Akşam Postası, 28 Haziran 1937. 38 “Hayata Dair: Tercümeden Tercüme”, Haber Akşam Postası, 26 Ağustos 1937. 39 “Fikir ve Sanat: İliada”, Ulus, 26 Mart 1940.

(15)

H. İ. Dinamo’ya bir şey tavsiye edeceğim: O da Celâl Arıkdemir gibi, ‘cevap vermek’ yerine ‘karşılık vermek’ tabirini kullanıyor; halbuki ‘karşılık verme’nin manası büsbütün başkadır. ‘Buna karşılık dedi ki...’ belki daha doğru olur. Fakat ben daha ziyade, bizim eski masallarımızda olduğu gibi ‘aldı’ sözünün kullanılmasına taraftarım. Belki evvela biraz tuhaf gelir, fakat alışılır ve böylelikle Homeros destanlarına daha munis bir hal verilmiş olur. Onlar da harikulade güzel, birer masaldır.

Bir yazısında da okurlarını Mithat Cemal’in ve Mustafa Nihat’in La Dame aux

Camélias tercümelerinden haberdar eder. Böyle bazı eserlerin birden fazla

tercüme-sinin bulunması ve bunların karşılaştırılması bizde tercüme sanatının ilerlemesine hizmet edecektir.41

Polemikler

Tercüme dergisinin ilk sayısında Nurullah Ataç’ın Sabahattin Eyüboğlu ile Paul

Valéry’den Türkçeye çevirdikleri mensur şiirlere yönelik Peyami Safa, Cumhuriyet gazetesinde “Tercüme Eğlenceleri” başlıklı bir eleştiri yazısı kaleme alır.42 Öncelikle ortaya çıkan metnin bir tercüme değil, çeviri olduğunu söyleyerek meseleye açıklık getirir: “ ‘Türkçeye çevirdikleri’ diyorum, ‘tercüme ettikleri’ demiyorum. Bunun sebebi ikisi arasında fark görmemem değil, bilakis pek büyük bir fark görmemdir. Türkçeye çevirmek dürüst bir tercümenin şartlarını ihmal ederek yapılmış tercümelere yakışan bir tabir”. Maarif Vekâleti’nin çıkardığı bir mecmuanın, çevirmene hiçbir yorum payı bırakmayacak tarzda manaya sadık kalması gerektiğini belirtir ve örnekler vererek ser-best çeviri olarak gördüğü bu tercüme tarzını eleştirir. Verdiği örneklerden biri şöyledir: “Le beau exige peut-être l’imitation servile de ce qui est indéfi nissable dans les choses” Arkadaşlar bunu şöyle tercüme etmişler:

“Eşyada hani ne olduğunu söyleyemediğimiz bir hâl yok mu? İşte onu körü körüne taklit edebilirsen belki o zaman güzele ermiş olursun”

Allahım! Bunu Sabahaddin Eyüboğlu değil, mutlaka Nurullah Ataç tercüme etmiştir. Çünkü cümlenin aslında ne ‘hani’ edatının sızdırdığı lâubalilik, ne de ‘yok mu’ tarzında bir sorgu, ne ‘edebilirsen – olursun’ fi illerindeki senli benli hitap, ne de ‘güzele ermek’ fi kri var. Valéry bu dört unsuru da yazılarına hiç sokmamış bir şairdir. Bu cümlenin Tercüme Bürosu sayın başkanı tarafından tercüme edildiğinin bir işareti de yazının en başına koyduğu şu itiraftır: “Sabahaddin Eyüboğlu benim gibi değildir, o tercüme edilen parçanın şekline sadık kalmak ister, ben ise değiştirmeden ‘muharrir Türk olsaydı bunu nasıl söylerdi’ diye düşünüp Türkçeye daha munis bir şekil bulmadan rahat edemem.”

41 “Hayata Dair: La Dame aux Camélias”, Haber Akşam Postası, 25 Ekim 1937. 42 Peyami Safa, “Tercüme Eğlenceleri”, Cumhuriyet, 1 Haziran 1940.

(16)

Muharrir Türk olsaydı... Fakat Türk olmak mutlaka mangal başında mısır patlatan haminne edasıyla mı düşünmektir?

“Hani o... yok mu? İşte sen de.. edebilirsen... olursun”. Bu Türk tefekkürünün edâsı değildir. Böyle olduğunu bile farz etsek, edâ için mânâ feda edilemez, o zaman tercüme değil ilham yoluyla te’lif olur.

Bence yukarıki cümle de kolayca şöyle tercüme edilebilir:

“Güzel, belki de eşyada tarifi mümkün olmayan bir şeyin körü körüne taklidini emreder (yahut icap ettirir.)”

Ataç, Ulus’ta “Bir Cevap” başlıklı yazısıyla43 Peyami Safa’nın hırsla, nefretle, menfaatle hareket eden bir yazar olduğunu söyledikten sonra eleştirilere cevap ve-rir ve yukarıdaki örnekte fi kre hıyanet edilmediğini, Türkçeye daha munis bir şekil verilmek istendiğini belirtir. Ataç, asıl metnin dil hususiyetlerine uymak konusunda çok dikkatli olmak gerektiğini düşünür. Ona göre Türkçede munis olmayan şekillere ancak başka çare bulunmadığı takdirde müracaat edilmeli, tercüme edilen eserlerde mümkün olduğu kadar tercüme kokusunun kalkmasına çalışılmalıdır.

Ataç’ın tercüme konusunda cevap verdiği yazarlar arasında Reşat Nuri Güntekin de vardır. Reşat Nuri, Ulus gazetesinde “Türkçenin Eksikleri” başlıklı iki yazı kaleme alır.44 İlk yazısında Batı kültüründe pek çok mefhumun bizde henüz karşılığının bulu-namadığını kendi tecrübelerinden örneklerle izah etmeye çalışır. Asırlardan beri aynı kültür kaynağından beslenen Fransız ve İngilizlerin birbirlerinin eserlerini anlamaları ve çevirmeleri kolay olduğu halde Türk mütercimlerinin bu kolaylıktan mahrum olduğunu belirtir. Örneğin, “Bir bilgiyi, faraza bir tıp meselesini doktor olmayan orta halli bir aydı-nın anlayabileceği bir şekle sokma işi” şeklinde tanımladığı “vulgarisation” kelimesine karşılık bulamamaktan şikâyet eder. Lügatteki bayağılaştırma, adileştirme karşılıkları maksadı asla vermemektedir. Uygun karşılık bulamamaktaki sıkıntısını şöyle anlatır:

Fakat ben tercümeci ne yapacağım? İşi tercümecilikten dil bilginliğine dökerek yeni bir kelime icadına mı çalışmalıyım. Tek kelimeyi uzun bir tarifl e anlatmak ve üç satır sonra bir daha karşıma çıkınca bu tarifi tekrar etmek daha mı doğru olur? Yoksa her sıkıştıkça yaptığımız gibi ‘vülgarizasyon’ diye aynen mi almalı?

Yine karşılığını bulamadığı “beauté” ve “joli” kelimelerini bir cümle içinde izah etmeye çalışır: “Les anciens étaient plus beauté; mais nous sommes plus jolis”. Fransız lügatine göre “beauté” kelimesi asalet, büyüklük, şekil ve çizgi düzgünlüğünden ileri gelme güzellik; “joli” ise eski heykellerde olduğu gibi sadece incelik, zarafet, hoşluk olan güzel anlamına gelmektedir. Reşat Nuri, Türkçede iki farklı güzellik anlayışını karşılayacak kelime bulamamaktan yakınır:

43 “Tercüme Meseleleri: Bir Cevap”, Ulus 7 Haziran1940.

44 Güntekin, “Dilimize Dair: Türkçenin Eksikleri”, Ulus, 25 Temmuz 1944; “Dilimize Dair: Türkçenin

(17)

Bu izahata göre Fransız yazıcının maksadı anlaşıldı. Eskiler şu türlü güzelmiş, biz bu türlü. Şimdi aldık ele kalemi, başladık: ‘Eskiler bizden daha güzeldiler; fakat biz onlardan daha ....’ neyiz diyeceğiz? Çünkü lügatlerimiz ‘beau’ için de ‘joli’ için de güzel, latif, şirin, hoş, vesaire diye bir sürü sıfat sıralıyorlar.

Buna benzer başka örnekler de veren Reşat Nuri bunun tercüme davasının üstünde bir kültür davası olduğunu, matematik terimleri gibi fi kir, sanat eserleri tercüme etmek için de çok mefhuma, terime ihtiyaç duyduğumuzu belirtir.

“Türkçenin Eksikleri” başlıklı ikinci yazısında, yine karşılığını bulamadığı “pe-riphrase” terimini örnek olarak verir ve tevriye ve telmih dünkü edebiyatımız için ne kadar gerekliyse bugünkü edebiyatımız için de tek bir kelime halinde bu terimin karşılığının olması gerektiğini söyler. Öte yandan dilde tasfi yeciliğe gidenleri de eleştirir. Bir gurubun “tercüme” kelimesini “çevirme” ile değiştirmeye çalıştığını, kendisinin “tercüme”yi kullanmakta zarar görmediğini, fakat mütercim demeye de artık dilinin varmadığını “tercümeci”yi tercih ettiğini belirtir. Hasan Ali Yücel’in arzusuyla Carlyle’ın Kahramanlar adlı kitabının bir kısmını kırk yıl evvel Mahmut Esat Efendinin, kendinden farklı olarak o günün dil imkânlarıyla sıkıntıya girmeden, fakat suni bir dille tercüme ettiğini şöyle anlatır:

O günkü Türkçe, yüksek bir garp eserine yarayacak kelimeler bakımından, elbette bu-günkünden daha dardır. Fakat bakıyorum, efendi merhum benim çektiğim sıkıntıyı asla çekmemiş. Çünkü Arap ve Fars kültürünün asırlar içinde Osmanlıcaya mal olmuş bütün kelimeleri ve imkânları henüz ayaktadır. O vakit ki tercümecinin emrindedir. Efendi merhum bu kelime ve imkânlardan meydana gelmiş eksiksiz bir yapma diş takımıyla Carlyle’ın çetin metnini leblebi gibi öğütüp geçiyor. Halbuki ben!

Reşat Nuri Carlyle’ın Kahramanlar kitabında karşılık bulmakta güçlük çektiği kelimeler üzerine epey örnek verdikten sonra “Görülüyor ki ben tercümecilik yap-mıyorum; şimdiye kadar pek boş oturmuş demek belki doğru değil, fakat kendini fazla sıkmamış birtakım nesiller hesabına dilcilik yapıyorum” diyerek Türk dilinin meselelerine kafa yormayanları eleştirir.

Reşat Nuri ancak dildeki eksikliklerin bu tür uğraşlarla, tartışmalarla giderilebi-leceğini söyleyerek, yine bir mefhumun zaman içerisinde kendisine bulduğu işaretleri bir örnekle şöyle izah eder:

Mesela ‘tradition’a benim çocukluğumda rivayatı mütevarise deniyordu; sonra anane oldu, nihayet gelenekte tam kıvamını bularak dilimize yerleşti. Aşağı yukarı tanıdığımız bütün milletlerin kültür kelimeleri için bu böyle olmuştur.

Reşat Nuri, terimlerden farklı olarak kültür kelimelerinin dile girip yerleşme-sinde şuurlu ve sistemli bir heyet yahut ferdî çalışmayı gerekli bulur. Yeni harfl erin kabulünden sonra Birinci Dil Encümeni’nin böyle bir çalışma başlattığını hatırlatır.

(18)

Oluşturulan heyet Fransızların iki ciltlik Larousse lügatini tarayıp batı mefhumlarının tam bir cetvelini çıkararak, Türkçede karşılığı bulunmayan mefhumlar için birer kelime aramak veya icat etmek yolunu tutmuştur, fakat Reşat Nuri’ye göre yanlış bir usulden dolayı çalışma yarım kalmıştır:

Bu encümenin büyük bir hatadan sakınamadığını şimdi anlıyorum. İlk önce Türkçe için en lüzumlu göreceği bin yahut biraz daha fazla mefhumdan işe başlasa ve bunlardan pek zor bulduklarını sonraya bıraksaydı bu iş çıkardı. Fakat Larousse’daki bütün kelimeleri sıra ile almak istediği için işin daha başında soludu ve Türk kültürü bence çok ehemmiyetli bir eserden mahrum kaldı.

Ataç, Reşat Nuri’nin Batı dillerinde pek çok mefhuma karşılık bulunamadığın-dan şikâyet ettiği, tercüme meseleleri, dilin gelişimi üzerinde durduğu bu iki önemli yazısı üzerine Ulus’ta “Tercüme Üzerine” başlıklı cevap mahiyetinde bir yazı kaleme alır.45 Zamanla Türkçenin eksiklerinden çok kendi eksiklerini duymaya, “Bu dilde söylenemez ki bu söz!..” yerine “Elbette vardır Türkçesi bu sözün; ama nedir? Ben bulamıyorum” demeye başladığını söyleyerek tercüme anlayışındaki değişiklikleri kendi tecrübelerinden örnekler vererek anlatır.

Ataç, tercüme ederken bir cümledeki kelimelerin değil, bütün cümlenin Türk-çedeki karşılığını aramak gerektiğine zaman içerisinde inandığını söyleyerek Reşat Nuri’ye bu noktada itiraz eder. Ataç’a göre “Les anciens étaient plus beauté; mais nous sommes plus jolis” örneğinde, cümlenin şekline, kelimelerine bağlı kalınca o söz sadece Türkçeye değil Almanca ve İngilizceye de tercüme edilemez. “Beau” ile “joli” arasında Fransızcada kullanıla kullanıla bir fark belirdiğini söyleyerek bizdeki “it” ve “köpek”i örnek verir. Cümlenin bütününe bakarak bu kelimelere karşılık bu-lunabileceğini düşünür ve Reşat Nuri’nin örnek verdiği cümleyi “Eskiler yakışıklı, şanlı adamlarmış; biz ise şöyle bir güzeliz” şeklinde tercüme eder.

Tercümeyi bir “yaratma işi” olarak gören Ataç’a göre belli ki çevirmenin bir sanatçı duyarlılığına sahip olması gerekir. Güzel bir eserin çevrildiği dilde de benzer bir etkiye sahip olmasını bekler:

Tercüme sadece kelimelerin karşılığını koymak değildir, dilde bir yaratma işidir. Sadece kelimelerin karşılığını bulmak olsaydı, bugün diyelim ki Fransa’da her İngilizce bilenin İngilizce kitapları iyi tercüme edebilmesi lazımdı. Ama öyle değil. Falan romanın İngi-lizcesi çok güzeldir, tatlı tatlı okunur diyorlar; Fransızcasını alıyoruz, sıkıntılı, okunmaz bir şey. Bir Gide’in, bir Lacretelle’in, bir Jean-Aubry’nin tercümesinde başka bir değer oluyor. Neden? Onlar tercüme ederken kendi dillerinin özelliklerini düşünmüyor, ona göre yaratıyorlar da ondan. Asıl metindeki cümlelerin kuruluşundan ayrılmayan tercümecilerle Fransızlar da alay ediyor.

(19)

Her roman, her şiir her şeyden önce bir sanat eseridir; onu başka bir dile çevirirken o yeni dilde de bir sanat eseri olmasına çalışmak gerektir. Başka dilden tercüme ettiğiniz güzel bir cümle, sizin dilinizde tatsız bir şey olmuşsa, manaya istediğiniz kadar bağlanın gene öze hayınlık etmiş olursunuz.

Reşat Nuri “Kelime Eksiklerimiz Üzerine” başlıklı yazısında46 Ataç’a cevap verir. Pek çok konuda Ataç’a katıldığını söyleyerek tam olarak anlaşılmadığını düşünür ve yazılarında zikrettiği “vulgarisation”, “diaphane”, “périphrase” kelimelerinin Türkçe-de karşılığı olmadığında ısrar eTürkçe-der. Birincisi bir yazı çeşidini, ikincisi birçok görülür varlıkların önemli bir sıfatını, üçüncüsü bütün dillerde bol rastlanan bir şeyi gösteren bu üç kelimenin yalnız umumi dil kelimeleri değil aynı zamanda birer terim olduğuna (kitapçılık, fi zik, edebiyat terimi) dikkat çeker. Bu durumda ya bu kelimeler için di-limizden karşılık bulmak ya da yabancı kelimeyi aynen lügatimize geçirmek gerekir. Reşat Nuri’ye göre dilimizde kısmen izah edebileceğimiz bu kelimelerin dışında bize iyice yabancı olan pek çok mefhum ve terim “artist yazıcı”, “artist tercümeci” için ayak bağı olmakta ve tercümeci kelimelerle uğraşmaktan işinin asıl ruhuyla uğraşma-ya vakit bulamamaktadır. Ayrıca uğraşma-yazılarının Ataç’ın sandığı gibi “artist tercümeyle” ilgisi olmadığını; halk ve okul kitapları, ajans telgrafl arı gibi pek çok şeyi içine alan bir kırkambarı kastettiğini belirtir. Reşat Nuri’nin bu kırkambar içinde dile aykırı kullanımları yerleştirmeye çalışanlara tahammülü yoktur:

Bu kırkambar ne olsa varlığımızın en büyük bir parçasıdır; temiz tutmaya mecburuz. İçin-de çalışanlar Nurullah Ataç’ın yaptığını yapmağa ne vakitleri ne başka imkânları müsait olmayan kendi hallerinde küçük işçilerdir, başlıca sermayeleri zengin bir lügat içindeki hazır kelimelerdir. Kelimeleri yapıp bozmak onların işi değildir. Sonra “meskûn mahal” gibi icatlar karşısında kalırız. “Meskûn mahal” bilmiyorum neyin karşılığıdır? Herhalde localité gibi bir şeyin olacak. Yaşamakta olan kelimelerde mahsup, makbuz gibi Arapça meful isimlerine katlanmak mümkündür. Fakat “meskûn” ile yeni kelime yapmaya: Halbuki dil inkılâbımızı idare eden kanuna aykırı olarak yapılan bu kelime tutmaya ve yaşamaya başlamıştır bile.

Ataç, “İnsan İle Tabiat” başlıklı yazısının47 “Üç Kelime” başlıklı kısmında dildeki eksiklikler konusunda Reşat Nuri’ye katıldığını belirtir. Ancak Ataç’a göre düşün-celerini söylemek için hali hazırdaki kelimeler yeterli değildir, birtakım yeni sözler bulmak gerekir. Bunların hepsi olmasa da birçoğunun beğenilip kalacağını düşünür.

Reşat Nuri’nin tek kelimeyle karşılayamadığı diaphane, vulgarisation, périphrase sözlerine Ataç, Türkçede bazı karşılıklar teklif eder. Ataç’ın kelimelere karşılık bulurken mantık yürütmesini göstermesi bakımından verdiği örnekler ilginçtir:

46 Güntekin, “Dilimize Dair: Kelime Eksiklerimiz Üzerine”, Ulus, 26 Eylül 1944. 47 “Sohbet: İnsan ile Tabiat”, Ulus, 2 Ekim 1944.

(20)

Diaphane yahut translucide, ışığı geçiren ama arkalarındaki cismi göstermeyen nesnelerin sıfatıdır; buzlu cam gibi. Biz buna ışıkgeçer, güngeçer diyemez miyiz? Şeffaf karşılığı bazı yerlerde görel derlermiş, o da çok güzel.

Vulgarisation için önce budunlama demeyi düşündüm; ama o daha ziyade nationalisation kar-şılığı oluyor. Halklamanın iki suçu var: Biri öz Türkçe olmaması, ikincisi söylenişi zor olması. Kamulama desek? Kamulaştırma da denilebilir ama ben kamulama sözünü daha iyi buluyorum. Périphrase için çevresöz diyecektim, hocamız Cevat Emre’ye sordum, o bir de m kattı: Çevremsöz, périphase sözünün tercümesi... İsterseniz uzuntu da denebilir.

Ataç’ın tercüme konusunda polemiğe girdiği bir başka eleştirmen de Orhan Burian’dır. Burian, Kasım 1944 tarihli Ülkü dergisinde “Tercüme ve Bizim İçin Manası Üzerine” başlıklı bir yazı kaleme alır.48 Burada Maarif Matbaasının tercüme faaliye-tinden bahsettikten sonra sözü Ataç’ın Choderlos de Laclos’dan çevirdiği Tehlikeli

Alakalar eserine getirerek şöyle bir tespitte bulunur:

Metin diliyle tercüme dilinin her ikisine birden saygı –ki hemen bütün vekillik tercümele-rinin müşterek vasfıdır– bu tercümede de var; fakat ondan üstün olarak, Nurullah Ataç bu tercümesinde Türkçeyi öyle sanatkârcasına kullanıyor ki Fransız on sekizinci asrından değil de Türk on sekizinci asrından söz açan bir kitap okur gibi oluyoruz. Tercüme burada bir vasıta olmaktan çıkmış; mütercim cümleleri nakil işinden vazgeçiyor; eser sahibinin duygu ve düşüncelerinin ifadesini yeni baştan, onlara yaraşan bir Türkçede bulmaya çalışıyor. Şu var ki bu tehlikeli bir iştir; aslın havasından çıkan mütercimin, kendi havasına kapılarak başı dönebilir. Onun için bu usul ustasına bırakılmalıdır, başkalarına salık vermeye gelmez. Belli ki Burian, şahsına münhasır bulduğu Ataç’ın çevirilerini beğenmekle bir-likte artistik tercüme usulünü, başkalarına tavsiye edilebilecek sağlıklı bir usul olarak görmüyor.49

Bu yazıya Ataç, Ulus’ta “Bir Tercüme Dolayısıyla” başlıklı alaycı yazısıyla cevap verir.50 Orhan Burian’ın “Fransızca on sekizinci asrından değil de Türk on sekizinci asrından söz açan bir kitap okur gibi okuyoruz.” cümlesine verdiği karşılık şöyledir: “Yani ben Président de Tourvel’i kadılığa gönderip Madame de Tourvel’i hareme ka-patmış Vicomte de Valmont’a kavuk mu giydirmişim?” Ataç, bazı cümlelerin aslında olduğu gibi çevrilirse anlaşılmaz bir şey olacağını, çirkinleşeceğini belirtir.

Ataç’ın başka bir eleştirisi de, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fa-kültesi Yayınlarından çıkan Halil Demircioğlu’nun Thukydides çevirisi üzerinedir.51

48 Burian, “Tercüme ve Bizim İçin Manası Üzerine”, s. 17-18.

49 Tehlikeli Alakalar kitabında Orhan Burian muhtemelen, daha önce de üzerinde durduğumuz gibi Ataç’ın

asıl metne fazlasıyla müdahalelerde bulunmasını, Divan şiirinden beyitleri metne yerleştirmesini eleş-tirmektedir.

50 “Sohbet: Bir Tercüme Dolayısıyla”, Ulus, 20 Kasım 1944. 51 “Söyleşi: Tercüme”, Ulus, 1 Haziran 1951.

(21)

Yazıda, kitabın çevirmeninin çeviri konusundaki düşüncelerine katılmadığını, onun “bilgince” çeviriye özendiğini belirterek kitabın önsözünden aşağıdaki kısmı alıntılar. Demircioğlu’nun bu cümlelerinde açıkça bir Ataç eleştirisi görülmektedir:

Filhakika, bilhassa Renaissance ve hümanizma devrimizi yaşadığımız bu zamanda, eski Batı kültürünün yüksek kaliteli eserlerini dilimize çevirirken –ve bilhassa onların böyle ilk ilmi tercümelerini yaparken– kanaatimce, orijinalin yalnız ruhunu vermekle yetinen, yani tercümenin tercüme kokusunu vermemesinin, aksine, sanki Türkçede yazılmış gibi görünmesini isteyen serbest tercümelerden sakınmak lazımdır. Çünkü bu şekilde hareket, böyle eserlerin tercümesindeki maksat ve gayeye uygun değildir. Hele, aynı zamanda bir nevi kaynak mahiyetinde olan –mesela tarih gibi– eserlerde, bundan tamamıyla tevakki etmek icap eder. Çünkü bu gibi eserlerde cümle ve kelimelerin, yalnız manalarının değil, belki konuldukları yerlerin bile büyük önemi vardır.

Ataç, Demircioğlu gibi düşündüğümüz takdirde yabancı dillerin büyük eserlerini çevirmekten beklediğimiz faydayı sağlayamayacağımızı, bu tür çevirileri kimsenin anlayamayacağını belirtir. Ataç’a göre Batı dillerinden çeviriler yaparken kolay anla-şılmaya özen gösterilmeli ki okurlar bu kitapları beğenip sevsinler.

Tercümede Türkçe Karşılıklar Bulmak

Ataç, eserlerde fazla yabancı kelime kullanan çevirmenleri de eleştirir. Kullandıkları yabancı kelimenin daha zengin olduğunu, hatırımıza daha çok şeyler getirdiğini iddia edenlerin bu görüşlerinin yanlış olduğunu düşünür. Ataç’ın parmak bastığı bu husus çevi-ride, dilin zenginleşmesinde önemli bir meseledir. Ona göre yabancı kelimeler kullanıla kullanıla zenginlik kazanmıştır. “Climat” kelimesine ‘ruh haleti’, ‘ruh iklimi’ manasını kazandıran André Maurois’den önce Fransızcada kelimenin bu anlamlara sahip olma-dığını, Türkçe kelimelere de zaman içerisinde aynı zenginliği verebileceğimizi belirtir.52 Tercüme için yeni kelimeler uydurmanın zaruri olduğunu savunarak bir bakıma bu konuda kendisini eleştirenlere cevap verir. Reşat Nuri’nin Batılı kavramları tek bir kelimeyle karşılayamamak konusundaki şikâyetlerini Ataç da tekrarlar; fakat Ataç kelime uydurarak bunlara çözüm üretmeye çalışır. Şemsettin Sami (Fransızca-Türkçe lügat) ve Faik Paşa’nın (burada ismi geçen Faik Paşa, Almancadan Türkçeye lügati olan Faik Bey olmalıdır) sözlük çalışmalarını eksikliklerine rağmen değerli bulur. Onlar bazı kavramlara karşılık göstermemiş, uzun uzun açıklama yoluna gitmişlerdir. Ataç, yabancı dilden sözlük hazırlayan kişilerin kelime uyduramayacağını söyleyerek bu sözlüklerdeki eksikliğin sebebini şöyle izah eder:53

52 “Tercümeye Dair” Tercüme, Nr. 1/6, 19 Mart 1941, s. 505-507. 53 “Kültür Bahisleri: Çeviri Çağı” Dünya. 21 Ekim 1952.

(22)

Bir kavramı bizim dilimizde karşılayabilecek eski yahut yeni söz, sözlük yaparken değil, çeviri işi ile uğraşırken uzun bir yazıyı, bir kitabı çevirirken bulunabilir. Şemsettin Sami Beyin, Faik Paşanın sözlükleri yanlışlarla dolu ise, eksikleri varsa, birer karşılık göste-receklerine uzun uzun anlatmaya kalkıyorlarsa, bizde büyük çevirmelerin yetişmesinden önce yapılmış oldukları içindir.

Aydınlarımızın yeni sözler uydurmaktan çekindiklerini, kiminin de Osmanlı Türk-çesiyle yetindiğini veya Avrupa dillerinin sözlerini olduğu gibi kullandıklarını söyleyerek yeni kavramlar için kelime uydurmanın kaçınılmaz olduğunu anlatmaya çalışır. Ataç’a göre Türk aydınlarının çoğu yeni söz kurmaktan, uydurmaktan kaçındıkları için bizde büyük çevirmenler yetişememiştir. Avrupa’ya Fransızca kapısından girmekle hata etti-ğimizi, Fransızcanın ne olduğunu, nasıl kurulduğunu, nasıl geliştiğini düşünmediğimizi söyler. Fransızcayı gerçekten anlamak, Fransızca sözlerin anlamlarını bilmek, kavramak için Latince öğrenmenin gerekliliği üzerinde durur. Osmanlı Türkçesinin Arapça ve Farsça kelimelerle olan ilişkisiyle Fransızcanın Latince olan ilişkisini şöyle karşılaştırır:

Arapça, Farsça bilmeden Osmanlı Türkçesini iyice bilemeyeceğimizi anlıyoruz, Latincesiz Fransızcayı iyice bilemeyeceğimizi anlamıyoruz. Oysa ki Arapça, Farsça sözler Osmanlı Türkçesinde birer katıktır, birer eklemedir. Türkçenin özünden değildir onlar. Fransızca ise Latincedir, o dilde Latince sözler katık değildir, ekleme değildir. Bugün Fransızların kullandıkları sözlerin çoğu, hemen hepsi yeni bir kılığa girmiş Latince sözlerdir, köklerini, niçin o kılığa büründüklerini öğrenmezseniz onların asıl anlamlarını bilemezsiniz. Biz Fransızcayı gerçekten öğrenseydik, yani Fransızcayı iyi anlamak için Latinceyi öğrenmek gerektiğini anlasaydık, Fransızca kitapları daha kolay çevirirdik, onlarda bulacağımız söz-lerin köksöz-lerine gider, o köksöz-lerin Türkçedeki karşılıklarından yeni sözler üretirdik. Fransızca sözler bizim için birer kapalı kutudur, içlerini göremiyoruz, içleri yoktur sanıyoruz, onun için de onları dilimize oldukları gibi almaya kalkıyoruz.

Fransızcaya bir tarih görüşü ile bakmadığımız için onu on dokuzuncu yüzyılda bulduğumuz şekliyle kabul ettiğimizi, yüzyıllar boyunca nasıl uydurulduğunu, geliş-tirildiğini anlamadığımızı söyler. Ataç’a göre bizim yeni sözler uydurmamıza engel, bu tarih görüşünden yoksun oluşumuzdur.

Ataç’ın dil konusundaki bu tür düşünceleri kendi içinde tutarlı gibi gözükse de gerçekleşmesi mümkün olmayan, spekülatif teklifl erdir. Yine de kendi döneminin eğitim politikasının belirlenmesinde bu teklifl erin etkili olduğu görülmektedir. Öyle ki Ataç’ın bu niyetleri o sıralarda tartışma konusu olmuş, hümanist kültür anlayışının verilmesi için 1940’lı yıllarda Yunanca ve Latincenin öğretileceği klasik liseler açıl-mıştır. 1938-1950 yılları arasında hümanist politikalarla tarih eğitimi ve öğretiminde, Atatürk döneminin Türk tarihine ağırlık veren anlayışından uzaklaşılmış ve Yunan-Roma tarih ve medeniyetinin öğretilmesi ön plana çıkarılmıştır.54

(23)

Kendi Çevirilerine Yönelik Öz Eleştiri

“Samsatlı Lukianos”, tercüme ettiği eserler hakkında Ataç’ın öz eleştiri mahiyetin-de bir yazısıdır.55 Sophokles’ten Philoktetes ile Oidupus Kolonos’tayı tercüme etmekle yanıldığını belirtir. Ataç’a göre Sophokles gibi büyük bir şairi tercümeye kalkışan adam, eserine bir şiir havası verebilmelidir. Stendhal’ın Kızıl ile Kara romanını iyi tercüme edemediğini, çok kusur bulunduğunu, çok çalışsa iyi bir hale getirebileceğini söyler. Balzac, Alain Fournier, Plautus, Terentius, C. de Laclos’dan yaptığı tercümeleri değer-lendirdikten sonra Samsatlı Lukianos’tan övgüyle bahseder. Lukianos’tan çevirdiği, bu yazının asıl konusu olan Seçme Yazılar Ataç’ın en çok sevdiği tercümeleridir. Nükteci ve alaycı mizacı ile bilinen Lukianos hakkındaki düşüncelerini okurken aynı zamanda Ataç, eleştirmen tabiatını, bir eleştirmende görmek istediği özellikleri anlatır gibidir. Lukianos’un fi lozofl ardan tanrılara kadar hepsiyle eğlenmeyi, alay etmeyi göze alan, öğretilerin peşine körü körüne takılmayan, sorgulayan tavrından övgüyle bahseder:

Lukianos’un eserine yakından değil de şöyle üstünkörü bakarsanız onun biraz mızmız, gülümseme ile her büyüklüğü yıkabileceğini sanan bir ukala, sağduyu arkasına gizlenip aklın atılmalarını önlemek isteyen bir imansız, bir küçük adam olduğunu sanırsınız. Hiç de öyle değildir. Lukianos insana inandığı için tanrıları devirmeğe kalkan, büyük feylesofl ara, büyük şairlere de saygısızlıktan çekinmeyen adamdır. Homeros’a, Efl atun’a, Aristoteles’e çatar, onlarla alay eder; ama onları ne kadar sevdiği, onlarla beslendiği bellidir.

Sonuç

Ataç’ın Cumhuriyetin ilk yıllarındaki, kendisinin de içinde bulunduğu tercüme faaliyetlerinden beklentisi, başka bir kültürün eserlerinden haberdar olmanın, ken-dimizi onlarla zenginleştirmenin çok ötesindedir. O, büyük ölçüde kendi tarihimize, geçmişimize kapıları kapatmak isteyen, ilerlemek için bunu gerekli gören, Avrupa’nın, dolayısıyla Yunan ve Latin klasiklerinin hümanist öğretilerine iman etmiş radikal bir batıcıdır. Onun ve onunla birlikte Tercüme dergisi etrafında bir araya gelmiş bazı ya-zarların faaliyetlerini, II. Meşrutiyet döneminde ortaya çıkmış olan Nev-yunaniliğin Cumhuriyet dönemindeki devamı olarak görmek mümkündür. Onun Yunan ve Latin kültürüne hayranlığı, Yakup Kadri ve Yahya Kemal’le ilgili düşüncelerinde de muh-temelen belirleyici olmuştur. Yakup Kadri’yi her zaman büyük yazar olarak taltif ederken, başlarda alabildiğine övdüğü Yahya Kemal’e zaman içerisinde cephe almış ve onu “duruk” bir toplumun savunucusu olarak görmüştür.

Diğer taraftan Ataç’ın çeşitli yazarlarla giriştiği polemiklerde iktidarı arkasına almış olmanın rahatlığı içinde olduğu hissedilmektedir. Mesela Reşat Nuri’nin karşılık

Referanslar

Benzer Belgeler

işte, tam bu sıralardadır kî, Reşat Nuri Giintekin «G ali Kuşu» romanındaki Feride’siyle Türk kızının ilk gerçek örneğini vordi.. F e­ ride mektepten

Burak ve Erbil resimlerini Ayvalık’ta sergiliyor # GEÇENLERDE YİTİRDİĞİMİZ RESSAM PEKER'İN BAŞLATTIĞI «AYVALIK SANAT ETKİNLİKLERİ» BU YIL DA

«Suriye ve Kilikya’da Fransa Yüksek Komiseri» General Gtıro’- nun emri ile Antep, Maraş ve Urfa sancaklarındaki Fransız kuvvetleri­ nin kumandanlığına

Fakat Curiosity’nin sönmüş bir volkanın etrafında yaptığı ölçümlerde yüksek miktarda feldspata (granit türü kayaların içinde bulunan bir mineral türü)

fiimdiyse, bir grup araflt›rmac›n›n sürekli donmufl durumdaki tortul toprak tabakalar›ndan elde etti¤i bitki ve hayvan DNA’lar›, Sibirya’y› ye- niden verimli bir

Patoloji sonucu polip olan hastalarda olduğu gibi reinke olan hastalarda da tedavi öncesi ve sonrası Jitt, Shim ve NHR ölçümleri arasında istatistiksel olarak

Yasası ile görevlerine son veri­ lenlerden sakıncaları kaldırılan­ ların görevlerine dönmelerinin, ancak ilgili kamu kurumu ve ku­ ruluşlarının kadro durumuna

insan fıtratına yerleştirdiği utanma duygusu, ahlâkî olmakla birlikte İslam hukukunun be- lirli sınırlarla ifade ettiği mahremiyet, Müslüman’ın bir hakkı olarak