• Sonuç bulunamadı

Abidin Dino'yla 23 yıllık bir söyleşi

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Abidin Dino'yla 23 yıllık bir söyleşi"

Copied!
6
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

E K İ M

2

0

0

0

□ Fethi Naci, Eleştiri Günlüğü’de

Cumhuriyet

P O R k i ı

E

K

'‘Kendini Yokeden romancı” Mehmet

R auf’u değerlendiriyor..._....

sayfada

□ Tülay German, Hıfzı Topuz’un ilgiy-

3 karşılanan anıları “Eski Dostlar”iigili

»larak yazdı yazısını... .

6.sayfada

J Şiir Atlası’nda bu hafta , İzmir’de

00

. doğum günü toplantısında anılan

ieferis’in şiirleri yer alıyor...

ıs.sayfada

3, sürgündeyken

de buradaydı

Abidin

Dino

Abidin Dino’nun “Kültür, Sanat ve

Politika Üstüne Yazıları” yayımlandı.

Sanatın hemen her alanında düşünceler

üretmiş, bunları kültür hayatının

gelişmesi için ortak yararlanmaya

sunmuş bu çok ilginç kişiliğin yazıları ve

düşünceleri üzerine Ferit Edgü ile

konuştuk.

TURGAY FİŞEKÇİ

O

nce isterseniz kişisel bir soruyla başlayalım: Siz, A bidin Dino ile nasıl bir ilişki içindeydi­ niz? Onunla tanışık olmak, onun dostu ol­ m ak sizin için nasıl bir deneyimdi, biraz anlatır mısınız?

- A bidin D ino ile benim İlişkim, b ir dostluk ilişkisiy- di. İkimiz için de, hiçbir çıkara dayanmayan, tam bir dosduk ilişkisi.

Ben, A bidin’i, 1959 yılının güzünde, P aris’te tanı­ dım. O n u n , M irom esnil’deki Schoeller G alerisin d ek i resim sergisinin açılışında. Ben sekiz-dokuz aydır P a ­ ris’teydim, ama A bidin’in kapısını çalmamıştım. Bu, olacak b ir şey değildi. Ç ünkü P aris’e ayak basan hem en her yazar-çizer T ürk, m utlak, A bidin’in kapısını çalar­ dı. Bu nedenle, Abidin, kırk yıldır birbirim izi tanıyor- muşuz gibi, “Yahu bunca zam andır nerelerdeydin?” diye sitem de b ulunurdu. Bir-iki hafta sonra, telefon e t­ tim ve ilk kez St. M ichel Rıhtımı 13 num aradaki stü d ­ yolarına gittim . D in o ’lar, k endilerinden önce M ax E m st’in çalıştığı b u stüdyoda yaşıyorlardı. H içbir k o n ­ foru olmayan (asansörü yoktu, b u nedenle de, en d er de olsa, kalp sorunu olan N âzım ’ın ya da Sabahattin Eyü- boğlu’nun gelişleri b ir sorun oluyordu) b u stüdyoda çok güzel anılarım oldu.

N âzım ’ı, T zara’yı, Sim anov’u, M axime R odinson’u, daha nice yazar ve sanatçıyı bu rad a tanıdım.

Abidin b ir dostluk insanıydı. Yaşamöyküsünü o k u ­ duysanız görm üşsünüzdür, onda şeytan tüyü vardı. İn ­ sanların içinde kendini iyi duyardı. Bu açıdan birb iri­ mize benzem ezdik. Belki de bu nedenle çok iyi anlaşı­ yorduk. Eleştiriye açıktı. Bu nedenle de karşısındakini eleştirme hakkı vardı. Bunu incelikle, ustalıkla yapar­ dı. H erkesi över gibi görünürdü. Ama yakınları için övgüde pek cöm ert değildi. Söylemem bile gereksiz; bir inanç adamıydı. “Engagé"bir sanatçıydı, ama g ü d ü m ­ lü sanattan yana değildi. K endine özgü b ir toplum cu partinin gerçekçi sanat anlayışı vardı. Bunlar sanat gö­ rüşüyle örtüşm üyordu. Başlangıçta, biraz da hayretle, aynı sanatçılara ilgi duyduğum uzu gördüm . Sonraları, A bidin’in h e r büyük yapıtm (bu ister resim olsun, ister şiir, ister roman) özünde, devrimci b ir nitelik bu ld u ğ u ­ nu fark ettim . Bir simyacı gibiydi. D oğu’n u n Batı’nın

gelmiş geçmiş düşünürlerinden, m istiklerinden, şairle­ rinden öylesine sözcükler dam ıtırdı ki, birbirinden fark­ lı yepyeni renkler, tadlar, anlamlar yükleyerek günüm ü­ ze taşırdı onları.

- A bidin D ino’nun yetişm e koşullan üstüne neler söy­ leyebilirsiniz? Bu koşullarla, kü ltü r adamı olarak A b i­ din D ino’nun kişiliğinin oluşmasında nasıl bir ilgi görü­ yorsunuz?

- Abidin, Kısa Hayat Ö ykü m ’Be,kişiliğinin oluşm a­ sıyla ilgili tüm ipuçları verir. Tam bir otodidakt’tır. Bu

sözcük, biliyorsunuz, kendi kendini yetiştiren kişiler için kullanılır. Ama, hiç kimse, yalnızca kendi kendinin “eseri” olamaz. Abidin okullu değildi, ama gerçek h o ­ ca olmayan hocaları vardı. Ö rneğin, büyük ağabeyi Arif Dino. A rif D ino, bizim toplum um uzda pek karşılaşı­ lan b ir tip değildir. Yeteneklerini elinin tersiyle itmiş, marjinal olmaya bile itibar etmemiş biridir. Ö n ü n de­ senlerini ilk kez gördüğüm de A bidin’e el verenin ağa­ beyi olduğunu anladım ve b u n u yazdım. A bidin de bun d an büyük bir m utluluk duydu. Arif D ino’nun

(2)

O K U R L A R A

“Abidin de,

gerçeküstücüler gibi, in­

sanoğlu tarihinde, yazar,

:air, ressam, mimar,

nüzikçi, sinemacı, tiyat­

rocu ayrımının silineceği

rir günün geleceğine; bir

nsanın, yetenekleri

loğrultusunda bir çok içi

iirden severek

tapacağına, o mutlu

temden doğuş mitosuna

kanırdı.

Sanatın her alanında de­

rinleşmekle, bir çok

alanında at oynatmak

arasında ( eğer kişi o atı

iyi oynatabuiyorsa), ne

nitelik ne de nicelik

açısından bir ayrım

görürdü.

ilk gençlik yıllarından

başlayarak, sanatın

hemen her alanında (re­

sim, karikatür, yontu,

seramik, tiyatro, dekor,

sinema...) yeteneğini

sınadı. Boya

bulamadığında, çamura

biçim vermek; yorulup

sözcüklerde dinlenmek;

koşup kameranın ardına

geçmek, vb.

A bidin ’in, sanat, kültür,

şiir, yazın, politika üzeri­

ne yarım yüzyıllık bir

süreye yayılmış ve her

biri sorumluluk bulun­

cuyla yazılmış bu yazıları

hiç bir konuda son sözü

söylemiyor. Tam tersine,

okuru düşünmeye ve

tartışmaya çağırıyor.”

Bent Eagü, Abidin

D ino’nun “Kültür, Sanat

ve Politika Üstüne

Yazılanının ‘Sunuş’unda

söylüyor yukarıdaki söz­

leri.

Abidin Dino’nun engin

kültürünü görebilmek

için okumak gerekiyor

kitabını.

İstanbul, yeni bir kitap

fuarı ile tanışıyor. Grup

Medya Fuarcılıkla

Türkiye Yaymalar

Birliğinin ortaklaşa

düzenledikleri fuar 7-15

Ekim 2000 tarihleri

arasında Beşiktaş tâki

Dolmabahçe Kültür Mer­

kezinde gerçekleştiriliyor.

Yeni yayın döneminde de

bol kitaplı günler!...

TURHAN GÜN AY

K İT A P

İmtiyaz Sahibi: ç a ğ Pazarla­ ma Gazete Dergi Kitap Basın ve Yayın

A.ş.

Adına Berin N adiö Yayın Danışmanı: Turhan cün ay

o

sorum lu Müdür: Fikret İlkiz

o

Görsel Yönetmen: Dilek llkorurö Baskı: çağd aş Matbaacılık itd. sti.

o

idare Merkezi: Türkocağı Cad. No: 39-41 Cağaioğlu, 34 334 İstanbul Tel: (212)512 05 050 Reklam: Medya c

Kendini yokeden bir

romancı

ehm et Rauf (1875-1931) tek rom a­ nıyla yaşayan b ir romancı: Bir za­ m anlar “psikolojik rom an örneği” sayılan Eylülle. 1901’de yazılmıştı Eylül, yüz yaşma ulaşmış bir roman. Halit Ziyanın Aşk-

ı Memnu’undan sonra yüzyıla dayanabilmiş

tek roman. Yazık ki Eylül’ü Türkçeleştirm e­ ye kalkışan Selami İzzet Sedes rom anı oku- namayacak hale getirmiş; Türkçeleştirme ko­ n u su n u n en başarılı adı b ence Şemsettin Kudu; K utlu, Eylül u günüm üz Türkçesine aktarsa, öyle sanıyorum, b u rom an bugün de okunur.

Bugünlerde Dr. Rahim Tarım j n Mehmed

Rauf - Hayatı ve Hikâyeleri Üzerine Bİr Araştırma’sini okuyorum (Akçağ Yayınlan,

2000). Bu araştırmada yıllardır merak ettiğim bir sorunun cevabını buldum . Kaymak Ta­

bağı adlı, el yazısıyla yazılmış b ir “k itap ”ı

okuduğum zaman on üç yaşımdavdım. Yıl, 1940. İlk defa pornographique bir kitap oku­ yordum . El yazısıyla yazılmış o “k itap ”, el­ den ele dolaştıktan sonra yok oluvermişti. M ehm et Rauf’un öyle bir rom an yazdığmı epey sonra öğrenm iştim . Ama Rahim Ta­ rım ’ın açıklam alarından öğrendiğim e göre “İranlı bir kitapçı Kaymak Tabağı adlı yine pornografik bir kitap bastırmış, ‘Süleyman ismiyle bastırdığı’ b u rom anın çok sayıda nüshasmı İstanbul ve A nadolu’da satarken, hakkında açılan takibat sonucunda İra n ’a kaçmıştır. M ehm ed R auf’a m âledilen ve onun yazdığı zannolunan b u romanın onun olduğuna dair kesin bir bilgi yoktur. / D u ru ­ m un ciddiyet kesbetm esi üzerine, önceleri b u rom anın kendisine ait olmadığını ileri sü­ ren M ehm ed Rauf, daha sonra Askerî Mah- kem e’de yargılanması sırasında suçunu ikrar ederek sekiz ay hapse m ahkûm olmuş, asker­ likten de ihraç edilmiştir.” / “İşte ‘Zam bak H âdisesi’ (Kitabın adı, Bir Zambak Hikâye­

si) diye adlandırabileceğimiz b u romanın ya­

yımlanması ve ardından gelişen olaylar so­ nunda, M ehm ed R a u f un edebî şahsiyeti d e­ rinden sarsılır. (...) M ehm ed Rauf’un edebî şahsiyeti derinden sarsılır. (...) M ehm ed Ra­ u f’un edebî şahsiyeti, edebî hatıralarda ve edebiyat tarihlerinde hep b u hâdise ile b ir­ likte değerlendirilerek onun altında ezilip gitmiştir.” (s. 66)

Zamanın birçok yazarı bu konuda görüş bildirmiş.

“Yıllar sonra, yazdığı bir makalede Ab- dülhak Şinasi Eİisar, kendisine m addî refah sağlamak amacıyla kaleme aldığı b u rom a­ nıyla M ehm ed R auf’un ‘işleyebileceği en b ü ­ yük günahı işlemiş’ ve ‘yazı şerefini kaybet­ miş olduğunu’ söyler. Yakup K adri ise, M eh­ m ed R a u f u hem en m ahkûm etmez. Bu ro­ manı, sıkıntılı bir dönem de ‘yazmak zorun­ da kaldığını’ ve ona ihtiyaç duyduğu m addî faydayı da sağladığını söylemektedir: ‘...İ ş ­ te b u çaresizlik ve yoksunluk içindedir ki, Edebiyat-ı C edîde’nin en temiz, en hissî aşk rom anını yazan M ehm ed Rauf, günün birin­ de Zam bak adlı yarı pornografik bir roman neşretm ek zorunda kalacak ve b u rom an edebiyat dışı büyük bir rağbet kazanacaktı. ” (s. 67)

“E debî şahsiyetinin yanı sıra itibarı da sar­ sılan M ehm ed Rauf, m addî refah um arak yazdığı bu rom anın yol açtığı olaylar sonun­ da, b ir m üddet tam am en işsiz kalır. Bugün­ lerde kendine M ekteb ve Servet-i Fünûn m ecm ualarından arkadaşı olan Hüseyin

Câ-hid yardım elini uzatır ve çıkarmakta olduğu Tankı gazetesinde M ehm ed N âzif imzasıyla yazı yazmasına im kân sağlar.” (s. 68)

“M ehm ed Rauf’un, Bir Zambak’ın Hikâ­

yesi adlı b u rom anından ne ölçüde m addî

imkân sağladığını bilemiyoruz, ancak bütün edebî şahsiyetini lekeleyen b u rom anın fatu­ rasını çok ağır ödediği inkâr edilemeyecek b ir gerçektir. A nılan b u rom anı okuyarak kendisine evlenme teklif eden İzmirli zengin bir ailenin kızı olan Besime H anım ’la yapmış olduğu kısa evliliği ise, ancak küçük bir te­ selli sayabilir.” (s. 69)

H alit Ziya, Kırk Y ıl’da (Anılar, 3. baskı, 1987, İnkılâp Kitabevi) sık sık M ehm et Ra­ u f tan söz eder.

M ehm et Rauf, İstan b u l’dan çalışmaya baş­ layan H alit Ziya’ya bir m ektup yazar, “b ir deste m üsvedde” götürür. H alit Ziya, “çeki­ ci b ir T ürkçe gördüm .” diyor; “D üşm üş” ad­ lı hikâyeyi hem en yayımlıyor: “Ve o günden başlayarak M ehm et R auf bana bağlanmış ol­ du. ” / “O günden sonra M ehm et R auf bütün perşem belerini, kimi zaman Sarıyer’de b ü ­ tün cumalarını bende geçirir old u .”

H alit Ziya’nın b ir kızı olur. Dostları, şere­ fe bir güveç şöleni isterler. H alit Ziya sadece d ö rt kişiyi çağırır: A hm et İhsan, M ehm et Asım, A hm et Rasim ve M ehm et Rauf. Şöyle diyor H alit Ziya: “O gün ne güzel bir gün ge­ çirdik! İçimizde en çok eğlenen: O kulunun b ü tü n yoksunluk öm rü içinde hep böyle bir­ leşmeler hayal ederek yaşamış olduğundan, b ird en b ire b u hayaline kavuşm uş olmanın sevinciyle dolu, sık sık kıvrak kahkahalarını salıveren M ehm et R a u f tu. (...) O günlerin şakrak çocuğu ile son acildi yıllarının zavallı, talihsiz adamı arasında ne korkunç bir ayrım vardı.” (s. 390)

H alit Ziya, M ehm et R a u f un çocukluğunu anlatıyor: “M ehm et Rauf küçük bir aileden­ di. Babası, sanırım, sağlık işlerinde küçük bir m em urdu. G örüş açısı, kiıltür sınırı oğluna nasip olan geniş ve yüksek dolaşım alanını ha­ zırlayabilmekten pek uzaktı. Kazanç geliri de az olduğundan b u küçük çocuk, o zamanın h er küçük çocuğu gibi şöyle böyle ilk öğre­ nimini bitirdikten sonra, en ucuz bir yoldan yetiştirilmek üzere -asıl anlamı evden

çıkarıl-Mehmet Rauf

m ak ve baştan atılmak olacak- (Askerî) D e­ nizcilik okuluna verilmişti.” / “Belki öm rü boyunca Fransızca on cümle konuşabilm ek yürekliliğinde bulunam am ış olan M ehm et Rauf, daha o yıllarda bile inceliklerini, seçkin özelliklerini, üsluba ve sanata ilişkin bütün ayrıntılarına kadar öğrenimini b u dilde yap- mışçasma, Fransızcaya egemen bulunuyor­ du. Bunu birçok kez gördüm .” (ss. 394-395) H alit Ziya, M ehm et R a u f u n yazar kişiliği­ ni değerlendiriyor:

“M ehm et R auf bir iki romaniyle, birkaç öyküsüyle, tek tü k ‘m ensur şiirler’iyle Ede- biyat-ı C edide’nin en çok dikkati çeken ve b u nun için de en çok saldırıya uğrayan ele­ manıydı. O n u n duygularında öyle derin ve ince şeyler vardı ki her eserin üst zarında d o ­ laşan ve sözde, cüm leden daha iç katlara ine­ bilm ek gücünden yoksun düşünceler, kendi­ sinin biraz karışık cüm lelerinde takılıp kalır­ lar ve bu yeni, yeni olduğu kadar garip dilin altında ne olabileceğini m erak etmezlerdi. / Oysa onun ta ilk denem elerinden başlayarak b ü tü n yazdıklarının arasm dan Eylül yazarı­ nın belirmeye başlayan sanatı görülüyordu. Bunu aramızda görm ekten uzak kalmadık; öyle ki Eylül rom anı yayınlanınca sadece hayran olduk. / Sonraları yaşamının dertle- ri-felâkederi, daha doğrusu b u zavallı, has­ talıklı ruhun aşk illeti onu sarsa sarsa, her adım da sanatının o en yüksek eseri (olan Ey- lül’den) uzaklaştırdıkça gene şaşmadık. Bu, acılar ve hayal kırıklarıyla dolu öm rünün en doğal bir sonucuydu. A dım larının her sen- deleyişine tanık oldukça, b ir kez eriştikten sonra tutunm aya bir türlü fırsat bulamadığı yüksekliklerinden uzak kalan b u sanat için derin acılar duyduk.” (s. 532)

G ene H alit Ziya’nın M ehm et Rauf değer­ lendirmeleri:

“M ehm et Rauf rom anlarının ve öyküleri­ nin hem en hepsinde (ya da hiçbirinde) ken ­ di kişiliğinden soyutlanamamıştır. Daha da çok soyudanmaya gerek duymamıştır, ik in ­ ci plandaki kişileri, rom anlarının asıl kahra­ manlarının çevresinde dolaşan ortam ı ve ola­ yı dolduracak bir yana bırakılabilir elem an­ lardan ve biçim lerden başka bir şey değildir­ ler. O kendisi kahram anlarında özdeşleşir; onların bütün duyguları davranışları, d üşün­ celeri; kendisinin o halde, o durum da bulu nacak olsa ne ve nasıl olması gerekse işte odur. Ve b ü tü n o hayatın düzenleyici gücü aşktır, yazarın kendi aşkıdır.” / “O n u Eylül eserine kadar yazdıklarında b u özelliğiyle gördük. Sanatı yüksele yüksele sonunda o eserin bulunduğu yüksekliğe çıkınca, yaza­ rının aşk konusundaki kimliği de açıkça o r­ taya çıkmış oldu. Sanatı ondan sonra hiçbir zaman o yüksekliği bulam adı. Sonraları ya­ şayışının acılı evreleri uzayıp gittikçe aşk se­ rüvenleri de, türlü ıstıraplarla birbirini izle­ yerek, -denilebilir ki- aşkları sanatını kemi- re kem ire ve o n u kem irirken kendi varlığına da yıprattıra yıprattım, zehirli ilâç tu tk u n la­ rında görülen bir bozguna uğrayışla, b u eş­ siz yaratılışı kötü sonuçların en acıklısına uğ­ rattı.” (s. 585)

M ehm et R auf’un ilginç b ir intihar girişimi vardır. Hüseyin Cahit Yalçın, Edebiyat Anı­

ları’nda, (Rauf M utluay’m günüm üz T ü rk ­

çesine aktardığı 1975 baskısı, s. 142) anlatı­ yor. M ehm et Rauf, Büyükada’da, “zarifliği, güzelliği, serüvenleriyle ünlü b ir hanımefen- d i”ye âşıkmış. Bir gün Hüseyin Cahit okul­ da çalışırken bir m ektup getirmişler: M eh­ m et Rauf, intihara karar verdiğini yazıyor­ muş. Hüseyin Cahit adamakıllı telâşlanmış, hem en Reji’ye, H alit Ziya’ya koşmuş. G öz­ yaşları içinde. ‘‘Birlikte A d ay a koşmaya ka­ ra r” vermişler. Üst yatımı H üseyin Cahit şöy­ le anlatıyor: “Yaramıza başka dosdar da al­ dık mı hatırlam ıyorum . Yalnız gözüm ün önünde b ü tü n açıklığıyla, Rauf’un karyola­ da, darm adağınık b ir d u ru m d a yatışı var. K üçük yatak odasının kapısmı zorlayıp da içeri girdiğimiz vakit onu kendinden geçmiş bir durum da bulm uştuk. O rtad a bir mangal duruyordu. Ve içindeki ateş artık kül olm uş­ tu. H em en pencereyi açtık. R auf ölmemişti. K urtuldu.”

M ehm et Rauf’u okurken, düşünürken hü ­ zünlenm em ek elde değil. ■

(3)

Kapak konusunun devamı...

<•“ şında, sayısız hocası oldu A bidin’in. Ama ne onlar gerçek anlamda hocaydı, ne de Abidin gerçek bir çömez. H er yerde, herkesten bir şeyler öğreniyordu. Ayzenş- tayn’dan, Babel’den, Picasso’dan, Taza- ra’dan, G ertrude Stein’dan, Aragon’dan, N âzım ’dan... İtiraf edin ki, hocalar hiç de fena değil.

A bidin’in ressam olarak doğduğu ke­ sin. Bir de olağanüstü dil yeteneği.

O n beş-on altı yaşından sonra hiçbir okula gitmemiş Abicıin, yirmi iki yaşında Rusya’ya gidiyor. Fransızca, Rumca, bel­ ki İtalyanca biliyor ama bu dillerle hiçbir yakınlığı olmayan Rusça’yı da birkaç ay içinde konuşmaya başlıyor. Bir okula git­ m eden, ders almadan, Kiril alfabesini okumayı nasıl başarıyor? Şaşırtıcı.

1960’larda bir gün, Tristan Tzara, Abi­ din, ben, Klebnikov’un adı çıktı. Tzara,

is-O, sürgündeyken de buradaydı

Abidin Dino

ğunu, resimden karikatüre, ede­ biyattan sinemaya, siyasetten toplum sorunlarına dek türlü ko­ nularla uğraştığım görüyoruz. Sizce, Abidin D ino’nun bu den­ li yaygın ilgiler içinde olmasının nedenleri nelerdir?

- Şu inancımı hemen, durak­ sam adan dile getireyim: Eğer, yalnız sınırlarının sonuna değin zorlasaydı, 20. yüzyılın en b ü ­ yük illüstratörlerinden biri olur­ du. Kuşkusuz, kendisi de biliyordu bunu. Ama yapmadı. Çünkü birden fazla (çok şükür birbirleriyle çelişmeyen) kişi vardı

yazılardan birinde dile getiri­ yor. Ama, ressam olarak nasıl çizip boyam adan edemiyorsa yazmadan da edemiyordu. O na, bir telefon açıp, bir konu­ da ya da bir sanatçıyla ilgili bir yazı istemeye görün. H em en kaleme sarılır, arımda, isteğini­ zi karşılardı.

Yaşma başına, işine gücüne, ününe bakm adan, sol dergiler, gazeteler için yazdıklarına ba­ lon. A n k ’a,yeniyetme bir gazeteci gibi iz­ lediği Cannes Film Festivalinden gön­ derdiği yazıları okuyun. (Dergilere,

gaze-»# • n

m

: I 1 kemlesinde şöyle bir doğruldu. Şaşkınlık­

la, “Klebnikov’u nerden biliyorsun?” di­ ye sordu. Abidin, “Benim Rusça bildiği­ mi unutuyor musun? ” diye yanıtladı. Tza­ ra haklı olarak, “H er Rusça bilen Klebni­ kov’u bilmez” dedi. G erçekten de, o yıl­ larda, Fransa’da, Rus formalistlerinin bu en ilginç şairlerinden biri olan K lebni­ kov’u bilen çok az kişi vardı. (Bugün de, olsa olsa birkaç yüz kişi tanıyordun) Yıl­ lar sonra, Abidin’in ardında bıraktığı ya­ zılara, mektuplara bakarken, Klebnikov üzerine, o yıllarda yazdığı Fransızca bir ya­ zı geçti elime. Bu yazıyı hangi amaçla yaz­ dı (Tzara’yla olan konuşmasının hem en ardından, ona bir yanıtmış gibi olmasın?), yayımlandı mı, yayımlanmadı mı, bilmiyo­ rum. Klebnikov ve dönem i üzerine bilgi dolu bir yazıydı. Bu örnekle şunu belirt­ m ek istiyorum: Bir dili bilmek, Abidin için, o dilin edebiyatını bilmekti. O ede­ biyatın gizli kalmış köşelerinde yatan şiir­ leri, öyküleri bilm ek dem ekti. G erek Fransızca, gerek Türkçe yazılarında, za­ man zaman öylesine alıntılar yapar ki, şa­ şarsınız. Bizim halk şiirimizden, özellikle Tekke şiirimizden, ama, aynı zamanda bir Yunan, bir Bizans, bir İran şiirinden.

Tümüyle “anti-akadem ik” bir kültür­ dü r onunki. Bu nedenle, nerde olursa ol­ sun, ne yaparsa yapsın (resim, yontu, film, yazı) bunları, sınırsız verimli, -eğer deyiş yerindeyse- oksijeni bol bir ortam da ger­ çekleştirmiştir.

- Abidin Dino’nun yazılarını okuduğu­ muzda, onun yirminci yüzyılın öteki büyük aydınları gibi çok geniş ilgi alanları

oldu-içinde. İnsanoğlunun m udu geleceğinde, herkesin resim, şiir, öykü, roman, müzik­ le uğraşacağına inanıyordu inançlı bir Marksçı olarak. Kendisini, bu m utlu in­ sanın, eksiğiyle gediğiyle günüm üzde ya­ şayan bir örneği olarak görüyor muydu, bilemeyeceğim. Bildiğim, kendini hiç mi hiç ciddiye almadan her yaptığı işi ciddi­ ye almış; sorum luluğunu taşımış olması­ dır.

- Yazılar bütünü ortaya çıktıktan sonra Abidin Dino’nun çağdaş sanatımız ve dü­ şünce dünyamızda, nasıl br yeri olduğunu söyleyebilir misiniz?

- A bidin’in “Kültür, Sanat ve Politika

Üstüne Yazılar” sırası gelmişken söyleye­

yim, Turgut Çeviker’in, kültür ve sanat dünyamıza bir armağanıdır. Çeviker ol­ masaydı, onun sevgisi, ilgisi, sabrı ve kılı kırk yaran dikkati olmasaydı, bu kitap o r­ taya çıkmazdı. (Bu da, A bidin’in, dosdar- dan yana talihli olduğunun bir başka ka­ nıtıdır.) Bu, yaklaşık 700 sayfalık kitabı okuyacak ya da şöyle bir kanştıracak olan okur, ilkin, 1938-1993 yıllan arasında (60 yıllık bir sareç!) yazılmış bu yazıların ko­ nu zenginliğiyle şaşıracak, sonra, yıllar sonra, yazarın dilinin geçirdiği evreleri iz­ leyerek şaşıracak, daha sonra da, bir sanat­ çının içinde, başka sanatçılar için böylesi sevgi dolu olduğuna şaşıracaktır. Bu kitap, tüm b u nitelikleriyle, sanat ve kültür d ü n ­ yamızda bir eşi bulunmayan bir insanın “bu dünyadan geçmiş oluşuna” tanıklık ediyor.

Abidin, bir düşünür değildi. Kendisini bir yazar olarak görmediğini de kitaptaki

telere, kitap için çizdiği desenler, kitap ve plak kapaklan ayn birkitabın konusu ola­ bilir.) alçakgönüllülüğün böylesi, bizde pek sık görülmez.

- Abidin Dino’nun sanat ve düşün yaşa­ mında Türkiye’de yaşadığı dönem ve Fran­ sa'da yaşadığı dönem diye bir ayrım yapı­ labilir mi? ik i dönem arasında farklar bu­ luyor musunuz?

- A bidin’in yaşamında değil, onun sa­ natında, bu yüzyılın, hemen tüm sanatçı­ ları gibi dönem ler var. Ama bu dönemler, sanırım Türkiye Dönemi, Fransa D öne­ mi diye ayrılamaz.

Abidin, Paris’te de, Türkiye’deymiş gi­ bi yaşıyordu. Türkiye ileyaşıyordu. Ama, resminde, ister istemez, Paris’in o günkü sanat rüzgârlanndan etkilenmiştir. Bir za­ manlar pek iyi gözle bakmadığı soyut res­ min dayanılmaz çekiciliğine karşı koya­ mamıştır.

- Abidin Dino, bildiğiniz gibi, sosyalist düşünceye inanan bir insandı. Buna kar­ şın yaşamında “parti disiplini”, "Sosyalist Gerçekçilik” gibi konularda resmî görüş­ lerin dışında, kendi doğru bulduğu tutum ­ lar içinde oldu. Sizce, Abidin D ino’nun si­ yasal yaşamındaki tavırlarında Ölçütleri nelerdi?

- Bu, çok önemli bir soru. Sanat, yapı­ sı ve daha da önemlisi, işlevi gereği bili­ yorsunuz, sol ya da sağ, tüm dogmalara karşıdır. Oysa, sosyalist dünyada, Le- n in ’den Staiin’e değin, sanatı yönlendiri­ ci bir politikası olm uştur Partinin. Bu, Jdanov’culukla doruğuna ulaşmıştır. Şa­ şırtıcı olan, Partinin sanatla ilgili görüşle­

ri, daha doğrusu güdüm ü, Sovyeder Bir- liği’nin dışındaki ülkelerin, sosyalist sa­ natçıları üzerinde de egemen olmuştur. H em en hemen tüm ülkelerde, ama özel­ likle Fransa’da. Bu arada Türkiye’de de Bu gerçekten çok karmaşık bir konudur Zira, toplum cu sanatla Parti sanatı ayn şey değildir. Konumuz Abidin olduğum göre, onun örneği üzerinde konuşalım Kitaptaki yazılar da gösteriyor ki, Abidin hem toplum ca bir sanattan yanadır, hen de bu toplum cu sanatın Partinin görüşle ri doğrultusunda oluşmasına, yani gü dümlü sanata, sanki pek gönüllü değildir Sanatın, kural tanımadığının, nerde, m zaman, nasıl ortaya çıkacağım kimsenir bilmediğinin, hele sanatçıyı yönlendirme­ nin olanaksız olduğunun bilincindedir. Bunu da dile getirmektedir.

Abidin, doğrusunu isterseniz ağabeyi Arif Dino gibi bir aylandır. Arif Dino par­ tisiz, Abidin partili bir aykırıdır. Abidin, Partinin sanat görüşlerinin doğruluğuna inanır gibidir, ama sanatın kendi doğru­ larına daha çok inanmaktadır. Abidin’in en büyük dramı, kanımca, yeryüzündeki tüm onun durum undaki aydınların ve sa­ natçıların dramıdır: İnsan olarak da, sa­ natçı olarak da çok sevdiği bir Babel’in, bir Ayzenştayn’ın, bir Maleviç’in, bir Ma- yerhold’ün binlerce, binlerce, şair, vazar, sanatçının susturulmaları, sürülmeleri ve öldürülmeleridir. Abidin, b u insanları unutacak, kimilerinin yaptığı gibi onların suçluluğuna inanacak biri değildi.

O kendi sanatında, Partinin politikası­ na zaman zaman uydu, ama çoğu zaman uymadı. Tüm büyük sanatçılar gibi, izle­ mesi gereken yolu kendisinin açması ge­ rektiğini biliyordu. Ve b u yolu kendisi aç­ tı.

Dünya aydınlarıyla ilişkiler

- Abidin Dino’nun Fransız ve öteki ül­ kelerden aydınlarla ilişkileri, Fransa’da bu­ lunmuş öteki sanatçılarımıza göre çok fark­ lı. Paris’te yaşayan sanatçılarımız, genel­ likle orada da kendi dünyalarında yaşarla r- ken, Abidin Dino’nun dünya aydınlarıyla yakın ilişkiler içinde olduğu görülüyor. Abidin D ino’nun rahatlıkla böylesi ilişki­ ler içinde olmasını sağlayan özellikleri ne­ lerdi?

- Abidin’in, sözünü ettiğimiz b u ilişki­ ler konusunda iki büyük ayrıcalığı vardı: Birincisi dil. (Fransızca’yı, yüksek sınıf­ tan bir Fransız gibi, Balzac, Proust, Rim- baud, Baudelaı're Fransızcasıyla konuşup yazıyordu.) Pera Palas’ı, E lleriFransızca yazmıştı. Fransızcada da, üslubu olan bir yazardı. İkincisi, insanlarla çok çabuk, çok sıcak ilişki kurması. Az önce şeytan tüyü dediğim kişilik yapısı. N erede olursa ol­ sun, h atta dilini bilmediği bir ülkede b i­ le, sokaktaki adamla kolaylıkla anlaşabi­ lirdi.

Daha 1934’te, Moskova’dan Paris’e git­ tiğinde, kendisine hemen bir çevre edin­ mişti. Daha doğrusu kendisine, bir çevre içinde yer açmıştı. Elem de ne çevre: G ert­ rude Stein, Picasso, Tristan Tzara...

Fransız toplumu, kapak birtoplum dur. Yalnız Türklere karşı değil tüm yabancı­ lara karşı bir hayli kapakdır.

A bidin ise kozm opolit bir dünyadan geliyordu ve Paris’teki o kozmopolit d ü n ­ yanın içine giriverdi.

- Abidin Dino, Nâzım H ikm et'in yakın dostuydu. Ancak onunla ilgili, yalnızca üç yazı yazdığı görülüyor. Sizebu dostlukla il­ gili neler anlatırdı? Bunları okurlarla pay­ laşmak ister misiniz?

- Abidin ile Nâzım ’ın ilişkisi, sanırım dosduk sözcüğünü aşan bir ilişkidir. Ara­ larında yalnızca on yaş bir fark vardı. Ö r­ neğin, hen aramızdaki yaklaşık çeyrek yüzyıllık yaş farkına karşın A bidin’le bi­ rer akranmışız gibi konuşurduk... N â­ zımda ilişkileri, şimdi düşünüyorum da, sanki büyük ağahey, küçük kardeş ilişki­ sizdi. Abidin’in Nâzım için yapmayacağı hiçbir şey yoktu. Ama sanmayın ki, Nâ- zım’ın tüm yazdıklarına hayranlık duyu­ yordu. Ö rneğin, kimi oyunları

(4)

da pek olumlu düşünceleri yoktu. Bunla­ rı Nâzım’a da yazıyordu. Nâzım, yazdığı her şiiri, sıcağı sıcağına Abidin ue G ü ­ zin’e gönderiyordu. O nlar da, bunları Fransızcaya çevirtip yayınlatıyordu.

Bu kitapta yer alan, N âzım la ilgili üç yazısı, sizi yanıltmasın. Bunlar, gördüğü­ nüz gibi zorunlu yazılardır. Abidin, az ön­ ce de söyledim kendisini bir yazar olarak

Örmüyordu. Bu tü r yazılan, artık örnek- erini çok az gördüğüm üz dostluklara bağlılık yazılarıdır. Birisi, O rhan Veliye mi saldırdı, Abidin hemen kalemi eline al­ mıştır. Oktay Rifat mı öldü, Sait Faik’in Fransa’da bir kitabının yayımlanma ola­ nağı mı doğmuştur, Abidin b u hiçbir za­ man unutmadığı (ardında bıraktığı, zarf­ ların dosyalarının içinde, O rh an Ke­ mal’in, Sabahattin Ali’nin, Sait Faik’in, O rhan Veli’nin fotoğraflarım buldum ) dostları için, T ürkçe’nin sevgi dolu söz­ cüklerini seçmiştir. İki eli kanda olsa bile yazmıştır onlar için.

Nâzım ın Benercfti

Nâzım’ın Fransa’daki ilk seçme şiirle­ ri, çevirmen Haşan G ureh adıyla yayım­ lanmıştır. Bu, Sabahattin Eyüboğlu’dan başkası değildi. Ama Sabahattin Bey’in birinci elden çevirilerini Tristan Tzara’ya ileten, Tzara’nın bu çevirilere el vermesi­ ni sağlayan A bidin’di. Kezâ, N âzım ’ın Fransızca’daki ilk büyük çevirisi M emle­

ketimden insan Manzaralarım Maspero Yayınevi tarafından yayımlanmasını da Abidin sağlamıştı. Ama o, bunlardan hiç söz etmezdi. Söz edilmesini de hiç iste­ mezdi. Şu anda da bana “Ferittt!’’dedi­ ğini duyar gibi oluyorum.

Abidin, bunca dil bilmesine ve dil bi­ lincine sahip gerçek bir yazar olmasına karşın, niçin bilmem, çeviriden hep uzak durmuştur. Ama gene de Nâzım’ın Be-

nera siniFransızcaya çevirip resimlemek­ ten alıkoyamamıştır kendisini.

- Yazılarını okudukça Abidin Dino’nun Türk düşünce ve kültür dünyasında önem­ li bir yol gösterici kişilik olduğunu kavrı- yoruz.Siz, onun bu özelliği üstüne neler söyleyebilirsiniz?

- Hayır, yol göstermiyordu. Kendi izle­ diği, izlemeye çalıştığı yolu gösteriyordu. Kimsenin kendisini izlemesini istemezdi. Ama, o da herkes gibi, doğru olarak an­ laşılmak isterdi.

- Abidin Dino, 1940’ta yazdığı bir dizi yazıda, “Klasisizme Gidiş", “Hümanizme Gidiş" ve “Devrimci Edebiyat” tezlerini savunuyor. “Klasisizm, H üm anizm ve Devrimcilik” her zaman sanatın gerekli unsurları mıdır? Abidin Dino bu konuyu neden işlemek gereğini duyuyor?

- Söz konusu Abidin D ino’nun yazdık­ ları olduğuna göre, bu konuda benim ne düşündüğüm ün önemi yok sanırım. Abi­ din, tüm devrimci sanatçılar gibi, yalnız sanat ve devrim üzerinde degik klasisizm, hümanizm, modernizm üzerinde de d ü ­ şünmüştür. Ama, onun konumundaki bir sanatçı için bunların arasmda en önemli konu, devrim ve sanat ilişkisidir. Çünkü, bu, doğrudan doğruya kendi kişiliğini ve sanatını ilgilendiriyordu. Burada da en önemli nokta, siyasal devrimciliğin, kimi kez (uzun yıllar tüm sosyalist ülkelerde ol­ duğu gibi) tutucu bir sanat anlayışını be­ nimsemesi ve bu doğrultuda sanatçılara yaptırım uygulamasıdır. Bunu yaşayan ve yanlışlığını gören bir sanatçının, gerçek devrimini sanat alanında yapması gerek­ tiğinin bilincinde olan birinin yaşadığı iki­ lemleri, entelektüel yaşamda aşıp aşmadı­ ğını bilemem, ama sanatında; gerek re­ simlerinde, gerek yazılarında aştığı görü­ lüyor.

-A bidin Dino’nun edebiyat yazılarında 1941’den 1967'yedek uzun bir ara var. Sa­ nat yazılarında 1950-1962, siyasî yazıla­ rında ise 1943-1962 arası boş. Bu uzun boşlukları, 1950’li yıllar boyunca, Abidin Dino’nun tek bir yazı bile yazmamış olma­ sını nasıl açıklıyorsunuz?

-1950-60 arası Türkiye’nin durum uy­ la ilgilidir bu. G enç okurlar, Dem okrat

Abidin Dino’yla 23 yıllık bir söyleşi

Kitabı derleyen ve yayına hazırlayan, Turgut Ceviker

Parti iktidarının nasıl kısa zamanda faşi­ zan bir yönetime döndüğünü bilmeyebi­ lirler. Yalnız, Abidin gibi sosyalist bir sa­ natçı değil, iktidardan yana olmayan, dü­ şünen her namuslu m uhalif aydın, o dö­ nem de çok güç koşullar altında yazıp çi­ zebiliyordu. Birçok yazar, şair yapıtlarını yayımlayamıyordu. Kitaplar toplatılıyor, soyut resimlerde, Tanrı göstermesin bir eğriyi kesen bir doğru yan yana geldiğin­ de orak-çekice benzetilip sanatçı deliğe tı­ kılıyordu. Hepim iz, her yerde, okulda, sokakta, sinemada, tiyatroda, meyhanede (özellikle meyhanede) izleniyorduk. Yurt- dışına çıkmak için pasaport almak bir mucizeydi.

Yerli yabancı birçok yazar, şair, düşü­ nür Türkiye’de yasaklıydı.

D üşünün, sınıf sözcüğü yerine yazarlar “k at” sözcüğünü kullanıyorlardı. Anla­ yan anlar misali.

Böylesi bir ortam da kapağı Paris’e ata­ bilmiş Abidin D ino’nun, Türkiye’de ya­ zılarını yayımlayabilmesi söz konusu de-ınnı ya, ğildir. O yazsaydı bile, onun yazdıklarını yayımlayacak bir gazete, bir dergi yoktu.

- Abidin Dino yu her zaman bulunduğu çevrede yol gösterici bir kişilik olarak gö­ rüyoruz. 1951 ’de ülkem izi terk etm ek zo­ runda kalmasa, varlığı size kültür hayatı­ mızda ne gibi etkilere yol açardı?

- A bidin’in yurtdışına gitmesi, kendisi için de T ürk sanatı için de iyi olmuştur. O , Paris’te de, Türkiye’de yaşar gibi ya­ şadı. Bağlannı hiç koparm adı. Birçok ya- zar-çizerin elde etm ek için yırtındıkları Fransız pasaportunu, kendisine birçok kez sunulduğunde, nezaketle geri itti. Çektiklerinden dolayı, hiçbir zaman T ü r­ kiye’ye küsmedi. Sürgünde deTürkiye’yi, Türkiye’nin sorunlarını yaşadı. Bu kitap­ taki yazıları kanıttır. ■

Abidin Dino- Kültür, Sanat ve Politi­ ka Üstüne Yazılar / Derleyen ve Yayına hazırlayan: Turgut Çeviker / Adam Yayın­ ları / 679 s.

“Abidin Dino’yla yaptığım bu

söyleşinin üzerinden yirmi üç

yıl geçmiş. O yıllarda çok sık

görüşürdük. Eşine az rastla­

nır nitelikte bir sanatçı, bir

aydındı Abidin Bey. Onun

ölüm yıldönümünde,

dosyaların arasında

bulduğum bu söyleşiyle

anıyorum..” diyor Nedim

Gürsel.

NEDİM GÜRSEL

G

eçen y ıl A nkara’da “Doksan Ç içek/ Dokunsan Çiçek” adlı bir sergi açmıştınız. Bugünler­ de İstanbul’da açılan serginiz de çiçek f i ­ gürlerinden oluşuyor. G eleneksel süsle­ me sanatlarımızla bu çiçek merakı ara­ sında bir ilişki var mı? İlkyaz gelmeden sizin çiçeklerinizi giyinecek İstanbul!

- Çiçek resim lerim in başlangıcı bir hayli gerilere gider. Ö rneğin, anımsaya­ bildik im kadarıyla 1938-40 yıllarında, bir ölçüde geleneksel T ürk çiçeklerin­ den esinlenen resimler yapm ıştım . O sı­ rada iki tü re karşı özel bir eğilimim var­ dı: ilki, bazı yapılarda görülebilen Os- manlı çiçek geleneği. Bu geleneğin en

opkapı S ı da Boğ; u gei

güzel örnekleri o yıllarda Topkapı Sara- ssinde, ya d;

K öprülü yalısında görülebiliyordu.Tah-yı’nın H arem dairesinde, ya da Boğaz’da

I

ta bölm elere çizilmiş rengarenk çiçekler­ di bunlar. Aynı tü rü n bir başka görü n ü ­ m ü m erm ere oyulmuş çeşme kom pozis­ yonlarıydı. Yine çiçek ve meyve figürle­ rinin b ir uzantısı da, havlu, peştemal vb. işlem elerinde kendini gösteriyordu. İkincisi, arabacı ustalarının halk karak­ teri taşıyan çiçekleriydi. İstanbul’daki en büyük araba süsleyicisi Tatar U sta’yla dost olm uştum . A rabalarını boyatm ak için ülkenin her tarafından arabacılar ge­ liyor, Tatar U sta’nın At pazarındaki atöl­ yesinin önünü bayram yerine döndürü- orlardı. Tatar U sta’ının İstanbul oku- undan başka, A nadolu kentlerinde, özellikle de E dirne ve Bursa’da birtakım ünlü ustaların varlığı da dikkatimizi çek­ ti. Taşıt arabası kadar som ut ve günce- lişlere adanm ış b ir araç bile sanatsız ve sanatkârsız edem iyordu demek.

- Salt süsleme işlevi m i görüyordu bu çiçekler? Yoksa süslemenin ötesinde, k ö ­ k ü çok eskiye uzanan halk inançlarından bazı simgesel öğeler de taşıyorlar mıydı?

- Tahta üzerine resmedilen Osm anlı geleneğindeki çiçekle­ rin yalnızca süs değil, aynı zam anda simge­ sel anlam lar taşıdığı kesindir. Aynı durum halk yazmaları ve işle­ meleri için de söz k o ­ nusu. H ediye gönde­ rilen bir işlemede duy­ gular b ir m ektup yazı- uyormuşcasma iletilir. Diyeceğim, işte bütün b u etkilerle uzun bo-yunlu vazolardan fış kıran çok renkli çiçek ler yapmıştım o yıll

Selçuk Demirel ve Dino Paris'te..

da.

1960’a doğru, sana­ tım da çiçek motifi b ü ­ yük yağlıboyalar biçi­ minde yeniden ön pla­ na çıktı. Kısa bir süre için. Sonra, 1971-73 ıllarında yeniden çiçek

konusuna döndüm . Bu dönem de çiçek tem asm m tekrar üremesi beni de b ir öl­ çüde şaşırtmıştır. T ürkiye’de yaşanılan trajik olaylara ters düşen bir konuydu bu. Belki de kendim e karşı birtakım özürler arayıp bulm ak çabasıyla b u ay­ kırı motiflerin benim için koruyucu ya da avutucu b ir nitelik taşıyabilecekleri­ ni düşündüm . Kimi zam an sanatçı, bir olayı tersiyle de yansıtabilir. Buna bir karşı tep k i de diyebiliriz. Bir Fransız eleştirm en dostum un öne sürdüğü gibi, Italyan edebiyatında Fioreti (çiçekleme) şiirleri İtalya'nın en trajik dönem lerin­ den birin d e ortaya çıkmıştır. Beloya- nis’in idamla sonuçlanan m ahkem esin­ de de, tutuklu her celsede elinde bir ka­ ranfille görülüyordu. Ve Picasso, bu an­ landı ayrıntıyı b ir resm inde yansıttı. Ya­ nılm ıyorsam Ingiliz tarih in d e de “Uç G ü ller” savaşları vardır. Ve en sonunda, bizde Lâle Devri sürerken, ortalık pek de sütlim an sayılmazdı. D enilebilir ki, kimi zaman tam b ir uyum gösteren ko­ nuyla içerik, kimi zaman da birim leriy­ le çelişirler. D aha da ileri giderek deni­ lebilir ki, devrim ci konulu b ir sanat ya- pıtı devrimci içerikten yoksun olabilece­ ği gibi, devrimci b ir konu taşımıyormuş gibi görünen b ir sanat yapıtında dev­ rimci içerik sezilebilir.

- “Ferhat ile Şirin”in bir yerinde Nâzım H ikm et Ferhat’a şunları söyletir: “Bir tek lâlenin içine bütün dünyayı koym am la­ zım, bütün ışıkları, bütün renkleriyle dünyayı koym am lazım. ” Sizin nakkaşlı­ ğınızda da böyle bir çaba yaşadığımız dünyanın acılarını, sevdayı, umudu, öz­ lemi, kısacası bütün gerçekliğiyle yaşamı buldum ben. A m a göründüğü gibi değil, belli bir soyutlama düzeyinde. Yani her şeyden önce çizgi ve renk olarak. N e der­ siniz?

- Sergideki h er çiçeğin ayrı b ir adı var. İçlerinden birine “Bir çiçek var çiçekten içeru” adım koydum. Bu Yunusgil yoru­ m u, N âzım ’m “F erhat ile Şirin”indeki düşüncelerine ek olarak öneriyorum. İs­ tan b u l’daki sergimin çiçek adlarında ta­ rihsel çağrışımlar da var. B edreddin’e, Y unus’a, N âzım ’a çiçekler adadım.

- Peki, bu adların uyandırdığı çağrışım­ larla çiçeklerin plastik gerçekliği arasın­ da doğrudan bir bağ kurulabilir mi?

Adlarla resim ler arasındaki bağı abartm am ak gerekir. G eçen sergim de Ferit E d g ü ’n ü n seçtiği çiçgk adlarını sevdim. Fakat b ir başka dost aynı çiçek­ lere başka adlar da takabilirdi. Bu kez, çiçeklerimin birkaçının adını Yaşar Ke­ mal önerdi. Üst tarafını ben seçtim. E l­ b ette ki edebiyatla, yani resim lere ad takm akla, resim sanatı arasındaki ara­ sındaki ilişki kesin değil. M odern res­ samların çoğu, örneğin M arx Ernst, re­ simle takılan ad arasm da uyum değil, çelişki bile aramışlardır. N e var ki, genel olarak çiçeklerim in belirli b ir tarihsel geleneğin yeni bir aşaması (iyi ya da kö­ tü) olduğunu sanıyorum.

- Geleneğin çağdaş bir yorum u olarak nitelenebilir m i çiçekleriniz? N e de olsa bugünün anlayışıyla, çağımızın öncü sa­ nat akımlarını bilen, hatta onlardan ya­ rarlanan bir sanatçının gözüyle bakıyor­ sunuz geleneğe. D urum böyleolunca, ge­ leneğin özümlenmesi, aşılması söz ko n u ­ su olabilir artık, tekrarlanması değil.

- G elenek her çağda, her sanatçıda ye­ nileşen bir olgu. G elenek dural b ir nes­ ne değil. H e r yeni katkı, yaratıldığı an­ dan itibaren, geleneğin bir parçası

olu-E

or. G elenek geriye değil, ileriye dönük

ir eylem.

- Bence gelenek, gemişin kü ltü r mira­ sıyla özdeştir. G eleneği dural, ama

(5)

r

nılgı var. M otifi aştığımız ölçüde yeni bir ortak dile doğru yönelebiliriz ancak. M o­ tifi tekrarlam akla yetinirsek çağdaş ola­ mayız.

- Bir eleştirmen "Ömür boyu kendini yineleyenlerden değil her an ken d in i ye­ nileyenlerdendir A b id in ” dem işti sizin için.

- Bende değişmez etken, dilde ya da anlatım da değişkenlik. Belki iddialı bir deyimle, oluşum. Ki b unda tarihsel olay­ ların payı kuşkusuz büyük. Çağımızda tarih hızlandı.

- Bir bakıma, tarihsel olayların izdüşü­ m ünde m iyeralıyor hu oluşum?

- Evet. Bir insan öm rüne düşen (tali­ hi buna yeterse) deney ve görgü payı baş­ ka bir çağda yaşayan insanm kine oranla kat kat fazla günüm üzde. Bilinen b ir şey, ama tekrarlanm akta yarar var: Elli yıl ö n ­ cesine oranla, insan yaşamının uzunluk ortalam ası çok arttı. Ayrıca, deneyleri­ miz artık yanlız kişisel değil. Radyo, si­ nem a, televizyon dünyanın en uzak bir noktasında yaşayan insanların deneyleri­ ne katılmamıza ola­ nak sağlıyor. Yalnız kendi öm rüm üzü yaşamıyoruz. D ü n ­ yanın en uzak bir noktasındaki insan­ ların serüvenine gözlerim iz ve duy­ gularımızla, kimi za­ m an da eylemimizle katılıyoruz. Ö m rü ­ müz eşzamanlık aşa­ m asında. RimSa- u d ’nun bir dizesini, b ir kehanetini anım ­ satayım b u konuda: “H e r yaratığa başka birkaç yaşantı ekliy­ d i”. ■

Paris, 5 A ra lık 1977 şik biçimlerde yorumlanabilecek bir mal­

zeme, bir kültür zenginliği olarak düşün­ müştüm.

- Geçmiş çağın hem içinde, hem dışın­ da olmamız gerekiyor artık. Nâzım Bed- re d d in ’i yazarken, hem o çağı yaşıyor, hem de bugünün sorunsalını ileri sü rü ­ yordu. Bir çeşit imece anlayışının, A na­ dolu dayanışmasının destanını yaratıyor­ du, ileriye dönük olarak.

- A m a gelenekte, örneğin halk sanatla­ rında, ortaklaşa yaratma, ortak bir beğe­ n i söz konusu deği mi? Oysa günüm üz sa­ natçısı kendi özgün dilini yaratmak, ken ­ d i öznelliğini de yapıtına katm ak zorun­ da.

- Doğru. Folklorik karakterdeki sanat ürünlerinde kullanılan imge sistemi o r­ taklaşa b ir sistemdir. B ugünün plastik sanatçılarının, özellikle de ressamların kullandıkları dil kişileşiyor b ir ölçüde. Sanatçı, şu ya da bu m o d em sanat akı­ mının içinde bulunsa bile, kişisel katkı ağır basıyor. Ö rneğin, bence, kilim m o­ tiflerinden yararlanan resim lerde b ir ya­

Abidin Diro ve Melih Cevdet birlikte.

Hıfzı Topuzun anılarındaki dostları

Eski Dostlar

Hıfzı Topuz yalnız dostları

yazmıyor. Kitabında, basına

sonsuz özgürlük vaadedip

sonra da verdiği sözü yerine

getirmeyen Samet Ağaoğlu da

var, Sevr Antlaşması’nı

imzalayan ve Topuz’a: “Bu

solculuk nedir, marksizm

nedir, ben hiç bilmiyorum,”

diyen Rıza Tevfik de var,

Paris’teki Türkiye

Başkonsolosluğunda çalışıp

yıllarca vatandaşlar hakkında

Ankara’ya rapor gönderen

Recep Zerman da var, şeriatçı

Kısakürek de var, hatta

1947’de Ulus gazetesinde

demokrasi anıtının üzerine

bir şal örtülmesini öneren, 12

Mart döneminde

başbakanlığa getirilen ve

1961 Anayasasını değiştiren

Nihat Erim bile var.

TÜLAY GERMAN

H

ıfzı Topuz’un son çıkan kitabı “Es­ki Dostlar”ı okudum (Remzi Kita- bevi).

Topuz, Sabahattin Ali’nin öldürülmesi olayının o zamanlardaki tanıklarından din­ ledikleriyle: “Bu korkunç cinayete yeni bir

perspektif getirmeye çalıştım,” diyor kita­ bın “Önsöz”ünde. Bir de, yeni kuşakların birçok değerli kişiyi ta­ nımadıklarından, bu kişilerin adlarmı bile duymamış oldukların­ dan sözediyor. Sevgili Mîna Urgan’ın dediği gibi “Belîeksiz bir top­ lum” mu olduk?.. üniversite düzeyinde öğrenim görmüş gençlerin Sabahattin Ali’nin adını bile duy­ mamış olmaları çok üzücü. Hıfzı Topuz, Ma- li’li tarihçi Hampate Bayın kendisine söyle­ diği şu sözleri de yazmış “Önsöz”ünde: “Af­ rika’da yaşlı bir insanın ölmesi bir kütüpha­ nenin yanması demektir. Ben yaşamım bo­ yunca tüm duyduklarımı yazdım. Tarihe bir katkım oldu. Siz bunu yapmıyor musunuz?” Evet, bir çeşit görev bu. Topuz, “belleğinde­ ki sanal kütüphanesinden” çok şey kurtar­ mış ve Tristan Tzara’yı, Jacques Prérert’i, Fikret Mualla’yı, Avni Arbaş’ı, Pertev Naili Boratav’ı, Bedri Rahmi’yi, Nâzım’ı anlattığı Paris anılarından sonra (Bilgi Yayınevi 1994) görevini bir kez daha yerine getirmiş.

Sayfaları çeviriyorum. “Bu kapitalist takı­ mına yüz vermeye gelmez,” diyen Rasih ile­ ri... “Küçük Sahne”de, Muhsin Ertuğrul’un ısrarıyla Hamlet rolünde seyrettiğim Nur Sa­ buncu... Muhsin Ertuğrul’u da mı bilmiyor acaba genç kuşaklar?., ikinci Dünya Sava- şı’nda gizli mukavemet örgütlerinde görev alan ve 176 Yahudiyi Nazi kamplarından kurtaran Faruk Sayar...

Hıfzı Topuz yalnız dostlan yazmıyor. Ki­ tabında, basma sonsuz özgürlük vaadedip sonra da verdiği sözü yerine getirmeyen Sa- ^

j

B E R F IN

YAYINLARI

Cağaloğlu Yokuşu, Evren Han, Kat:3, No: 56 Cağaloğlu 34440-İstanbul BERFIN BASIN YAYIN ve TIC. LTD. ŞTI.Tel: (0.212) 513 79 00 - Fax: 512 37 20

F A İ K

B U L U T

l.şitiikçi Den kırı fumtıuriyederi ur

Haşan Sabbah Gerçeği

ui:riÎ\ ;

u

¿¡J

o>

u

f-H ^

3 E

00 c

¡4 55

»ÖD .

u s

g

o!

£

> s— Ol

O

53 8 _ Q S? <o

C3 I

I f l 1

c

f i 1

c3 i t/3 %

f i <

ABDULLAH RIZA ERGÜVEN

Tanrıları Nasıl Yarattık

Z

W f i

ê f a ~ HJrt :¡3 • ed =3

s 1 °

5 Z

X < -H *3

- s

td S3 r03 »

<

f i

. f i

S 1

t* 7,

.2

&

Z é c &

u

S3

- f i

z

<

z

£

c

C3 co

S3 J T

cd

<2 « P * CO

C

"

S3

U

S3

*

Alamut Piri Haşan Sabbah’m gerçek öyküsü. Haşan Sab­ bah, Ömer Hayyam ve Nizamülmülk ile hiç okul arkadaşı ol­ madı. Cennet Fedaileri diye bir örgüt hiç kurulmadı. Haşhaşi- ler (afyonkeş) Alamut Kalesi’nde asla barınmadılar. Sahte Cennet kesinlikle yaşanmadı. Marco Polo, Alamut Kalesi’ui hiç görmeden yazdı.

Gerçek Haşan Sabbah kimdir, ne yapmıştır? Alamut Kalesi ile sahte cennet efsanesinin aslı astan nedir? “Afyonkeş katil­ ler” (Haşaşiler) deyimi niçin günümüzdeki insanlan bile yanıl­ gıya düşürüyor? Bu soruları yanıtlayan eser, Hassan Sabbah hakkında uydurulmuş efsaneleri içeren piyasa malı tüm kitapla­ ra bilimsel bir alternatif niteliğinde. Haçlılar ve Ortodoks İslam­ cıların Haşan Sabbah yandaşlan hakkındaki karalama ve iftira­ larını belgeleriyle ortaya çıkaran bu kitap, Türkiye’de az bilinen İsmaili mezhebinin gizemli tarihini de açıklıyor.

Faik Bulut’un Diğer Kitapları:

✓ Ali’siz Alevilik / 4.000.000 »/Horasan Kimin Yurdu /

2.500.000 ✓ İslam Komüncüleri / 2.500.000 ✓ İslam’da Cinsel Büyüler / 2.000.000 ✓ Filistin Rüyası / 2.200.000

Abdullah Rıza Ergüven, bu kez TANRILARI NA­ SIL YARATTIK adlı yapıtında; eski çağlardan günü­ müze, beş kara parçasında gelmiş geçmiş dinleri, tanrıla­ rı inceleyip gerçekleri sergiliyor. Bu yılki

TURAN DURSUN

Araştırma-inceleme Ödülü

ne

layık görüldü.

Abdullah Rıza Ergüven’in Diğer Kitapları:

✓ Evrenbilim ve Tanrı Kavramı /

2.300.000.TL.

✓ Dinlerin Kökeni ve İslam’da Reform /

4.500.000

✓ Tanrılar Neyi Yarattı / 1.600.000 ✓ Tarih Boyunca

Gök Nesneleri-UFO / 2.000.000 ✓ Yasak Tümceler

(Roman) / 2.500.000 ✓ Gece De Güneş Doğar

(Roman) / 2.300.000 ✓ Kuyuya Düşen Ay (Şiir) /

1.600.000 ✓ Acı Sıcak (Şiir) / 2.000,000 ✓ Tabancamın

İpek Bağı (Şiir) / 1.500.000

“Büyük olasılıkla her gün onlarla karşılaşıyorsu­ nuz; yolda yürürken, alışveriş yaparken, trafikle boğu­ şurken, sinemaya giderken.. Belki de bir konserde arka­ nızdaki sırada oturuyorlar. Ama siz onları görmüyorsu­ nuz. Kimbilir, belki de artık onların yok olduğunu düşü­ nerek aramıyorsunuz, gözlerinin içine bakmadığınız için oradaki ışığı göremiyorsunuz, genele karşı ördüğü­ nüz duvarların ardında yaşadığınız için size yaklaşma­ larına izin vermiyorsunuz ve yarattıkları aydınlığa ar­ kanızı dönüyorsunuz. Ama onlar, içinde yaşadıkları or­ tamın tüm bezdirici koşullarına karşın söylene söylene de olsa her zaman oluşturdukları aydınlığı büyütmeye, yaşamın güzelliklerini bulup çıkarmaya, doğayla bütün­ leşmeye çalıştılar. Şimdi de birbirlerine kenetlenerek ya­ rattıkları ışık yumağını size iletmek için bu kitabın satır­ ları arasına girdiler ve sizinle beraber karanlıkları del­ mek istiyorlar. Yardım ediniz onlara..."

Prof. Esin İNAN

(6)

met Ağaoğlu da var, Sevr Antlaşmasını im­ zalayan ve Topuz’a: “Bu solculuk nedir, marksizm nedir, ben hiç bilmiyorum,” di­ yen Rıza Tevfik de var, Paris’teki Türkiye Başkonsolosluğumda çalışıp yıllarca vatan­ daşlar hakkında Ankara’ya rapor gönderen Recep Zerman da var, şeriatçı kısakürek de var, hatta 1947’de Ulus gazetesinde demok­ rasi anıtının üzerine bir şal örtülmesini öne­ ren, 12 Mart döneminde başbakanlığa ge­ tirilen ve 1961 Anayasasını değiştiren Nihat Erim bile var. Dostların yarımda, dost olma­ yanları da bilmek gerek. Anlatıyor Hıfzı To­ puz.

Kitaptan seçmeler

“Sömürücü devlederin elinde oyuncak olmayalım.”

“Yıllardan beri arkası gelmeyen dalave­ reler, arsa oyunları, memleket dışına para kaçırma rezalederi, esrarı çözülmeyen cina­ yetler, millet malı soygunculukları alıp yü­ rümüştür. Bu gidişatın sonu hayra çıkmaz. ” Hayır, bu satırları 2000 yılında çıkan bir gazeteden veya dergiden almadım. Saba­ hattin Ali 1947’de yazıyor. (Eski Dosdar - sayfa 25)

Yine 1947 yılında, Fahrünnisa Zeid’in sergisine gidiyor Topuz. Resimleri beğeni­ yor. “Resimler çok güzel ama Türkiye’nin gerçeklerinden ne kadar uzak. Şu güverte­ den ambarın görünüşüne bak, insanlar na­ sıl oynuyor, eğleniyorlar. Ben okuldayken birkaç kez vapurla Çanakkale’ye ağabeyimi görmeye gitmiştim, ambar yolculuğu yap­ tım, o yolculuğun ne olduğunu bilirim. Va­ purun lüks kamaralarından aşağıya bakın­ ca her şey çok zevkli ve eğlenceli görünür ama bir de oradakilere sor...” diyor kendi­ sini sergiye götüren Rasih lleri’ye.

“Bizi unutmayın. Gaibinizden çıkartma­ yın!” diyen Papayani’ler... Hıfzı Topuz, “Bohem”de, “IdeaTde eski Rum şarkıları dinleyip, Yeni Rakı içtiğim gençliğime gö­ türdü beni.

“Türkler hep Yunanlılara düşmandır,” diyen yürekleri hınç dolu, Isa’nın söyledik­ lerinden uzak mı uzak rahibeler...

Yunanlılar İzmir’e çıktığında: “Biz

Ingi-lizlerin oyununa geliyoruz. Ingiliz işine ge­ lene kadar bizi tutar,” diyen Giritli Nıko Stavrinidis...

***

Kitabın “Ankara Sohbetleri” başlıklı üçüncü bölümü en çok ilgimi çeken bölüm­ lerden biri oldu. Özellikle Topuz’un Yakup Kadri Karaosmanoğlu ile yaptığı söyleşi. Ya­ kup Kadri’nin “garpçılık” meselesinin Mus­ tafa Kemal taralından çok iyi çözümlendi­ ğini; kapitülasyon devrinde yabancıların hâ­ kim olduğu memleketimizin bizim olmayı­ şını, Türlderin gördüğü hakarederi, devleti batıran Enver Paşa’yı anlatışı... Gözü kapa­ lı “Batıcılık”ın taraftarı olmayan Karaosma­ noğlu, Avrupa basınının hücumundan söz ederek: “orduların hücumundan daha be­ terdir. Manen bitirir insanı. Bir sermayenin hücumu bir de bu,” diyor.

Yine Mali’li Hampate Ba’yı anımsıyorum. Hıfzı Topuz görevini yapıyor. Bütün bunlan yazıyor.

1930’lardan beri kültür sa­ vaşı veren Vedat Nedim Tör’le, “Halkevi” adını bu­ lan Vildan Âşir’le yapılan konuşmalar... Yıllarca Atatürk’ün sofrasında hazır bulunan Ferit Ce­ lâl Güven’in anlat­ tıkları... Ata­ türk’ün, Ahmet Ve- fik Paşa’nın tercüme ettiği Moliere’in “Zo­ raki Tabip”ini seyrede, ken: “Ne konuşuyorlar b u n l a r ?

Türkçe mi? Bu ağdalı Osmanlıcanın bu sah­ nede ne işi var? Biz yeni Türkçe’ye gidiyo­ ruz,” demesi.

Sonra... Çoksesli müziğin Türkiye’de ta­ nıtılmasında önemli bir rol oynayan, İstan­ bul Konservatuvarı’nın kuruluşunda görev alan Atatürk’ün önünde viyolonsel çalan sevgili Muhittin Sadak... Hıfzı Topuz’un yazdığı gibi -nasıl hatırında kalmış! - bir ge­ ce beni dinlem eye geldiydi. 1963 yılıydı. Söy­ lediğim son şarkıdaki bir notayı uzatıyorum da uzatıyorum. Ben uzattıkça alkış kıyamet. Serde gençlik. Dinleyenler memnun, ben memnun. Ertesi gece aynı notayı daha da uzatıyorum, daha da fazla alkışlanıyorum. Muhittin Sadak geldiydi yanıma: “Sesin gü­ zel, türküleri çokseslendirip söylemen güzel, her şey çok güzel ama, o nota neden o ka­ dar uzuyor?” diye sorduydu. “Ama gördü­ nüz efendim, halk en çcok onu beğeniyor,” dedimdi. Muhittin Sadak yüzüme bak­ tı: “Kızım karar ver. Şarkıcı mı­

sın, dalgıç mısın?” Sevgili Hıfzı Topuz, bi­ zim kuşaktakileri gençlik yıllarına götürüyor, yeni kuşaktakilere de tadı tat­ lı Sabahattin Ali’yi, hal­ kevlerini, Nadir Nadi’yi, Ferit Celâl’i, Faruk Sa- /ar’ı, Rasih Ileri’yi, Türk Dil Kurumu’nda önem- i görevler alan Agop Dilaçar’ı anlatıyor.

“TRT’de Son G ün­ ler” bölümü ne kadar il­ ginç... “12 Mart d ö n e m i n d e özerkliği yok edilen TRT’nin yeniden özerk­ liğe kavuşturul­ masını, yayınla­ rın ulusal bir kültür ve ileti­ şim politikası ç e rç e v e sin d e ele alınmasını, reklam verenle­

rin baskılarını, kaçırılan büyük fırsadan” an­ latmak isüyor Topuz, istiyor ama, anlatacak adam yok! Anlattığında ise, tepki yok!

Kapatıyor TRT günlerini. Ne yazık!

Son bölün

Kitabın son bölümünde Nâzım’la Bur- sa’da hapis yatan ressam Faik Bercavi’yi de yazıyor Topuz, ikinci Dünya Savaşı’nda rol oynamış olan: “Onca insan öldü, ama bugün nereye geldik? Zenginler daha çok zengin ol­ du, müstebitler dana çok müstebit oldular. Milyonlarca dolar sokağa atılıyor. Ahlaksız­ lık, kaçakçılık... Sudan’da, Habeşistan’da çocuklar ölüyor, Pakistan’dan Bangladeş’e açlık, hastalık, sefalet devam ediyor... ” diyen Bercavi’yi.

Bu arada Bercavi’nin üniversite yıllarıyla ilgili bir anısı çok noşuma gitü. Mahmut Esat Bozkurt derste faşizmi tanımlamak istiyor, birçok şey söylüyor, olmuyor. Sonunda: “Çocuklar,” diyor, “faşizm çok ayıp bir şey­ dir!..”

Bir de, Sakallı Celâl’in emniyet müdürü­ ne gidip: “Beyefendi, sizin adamlarınız ön­ lerine geleni komünist diye tutukluyorlar. Bu zavallı adamların komünizmle hiç alaka­ ları olamaz. Müsaade edin de polislerinize ben komünizmin ne olduğunu öğreteyim,” demesini acı bir gülümsemeyle okudum.

Son konuşmamızdaki kısık sesi hâlâ ku­ lağımda olan sevgili Ferruh Doğan’a gelin­ ce... Hıfzı Topuz, yarım yüzyıllık dostu bu aydın sanatçıyı kalemiyle değil de yüreğiyle yazmış.

Kitabın son sayfalarında, Topuzoğlu Ah­ met Rami Bey’in 1920’de Rum çetelerinin kol gezdiği Kartal’daki cephe gerisi çalışma­ larını öğreniyoruz.

Evet, bir yanda ulusal savaşa yardım eden Rami Bey’ler, öte yanda da Rami Beyler hak­ kında kovuşturma açan İstanbul hükümeti... Diyeceğim, yıllar bopınca birçok sanatçı­ ya büyük bir içtenlikle destek olan sevgili Hıfzı Topuz’un ellerine, belleğine, yüreğine sağlık olsun. ■

Eski Dostlar / H ıfzı Topuz / R em zi Kitabevi /270 s.

Referanslar

Benzer Belgeler

Sözleşme’nin somut olaya uygulanmasına gelince; Filistin’e göre, olayda diplomatik misyon kabul eden Devlette kurul- mamış ve fakat özel bir uluslararası statüye sahip

turmaların Yürütülmesi, Soruşturma Evrakının Düzenlenmesinde ve Tamamlan- masında Dikkat Edilecek Hususlar” (Genelgeler; http://www.cigm.adalet.gov. Erişim tarihi

Kocanın artık evin reisi kabul edilmemesi ve evlilik birliğini ilgilendiren konularda, ortak ko- nutun seçilmesinde eşlerin ortak karar alması ilkesinin getirilmiş olma- sı,

59 Ancak bugün itibariyle 5510 sayılı Kanun’da, işverenler tarafından sigortalılar için özel sağlık sigortala- rına ve bireysel emeklilik sistemine ödenen tutarların

27 Anayasa Mahkemesi’nin de, kararname, tüzük ve yönet- melik dışında kalan düzenleyici işlemlere karşı açılan iptal davalarını kabul etmediği göz önünde

When Anthony Minghella, writer and director of The English Patient (1996), the movie, said, “The book [The English Patient] defies adaptation,” an controversy which existed since

Dairesi, 95 davacının yerleşim ye- rinin Ankara İli, Çankaya İlçesi, Çiğdem Mahallesi olarak gösterildiği, yıkımı istenen yapının ise coğrafi olarak davacının

Çünkü borçlunun, ihtiyati tedbir kararı alıp (İİK m. 72/II, c: 3) uygulattıktan sonra, açtığı menfi (olumsuz) tespit davasından feragat etmesi halinde,