• Sonuç bulunamadı

Orhan Kemal'le son öğle yemeği

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Orhan Kemal'le son öğle yemeği"

Copied!
1
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

R

e

c

e

p

B

il

g

in

er

A

n

ı

Gazeteci ve oyun yazan Recep Bilginer, 1922 yılında A dana’da doğdu. 1940 yılında Konya Lisesi'ni bitirdikten sonra İstanbul Gazetecilik Enstitüsü'nde okudu. 1944 yılında gazeteciliğe başlayan Bilginer, şiirlerinin yanı sıra daha çok oyun yazan olarak

tanındı. 1962 yılından bu yana oyunlan sürekli olarak sahnelendi

"Gazeteciden D ost”, “İsyancılar”, “Ben Devletim", "Utanç Dünyası", “San Naciye",

“Yunus Emre", “Parkta Bir Sonbahar Günüydü” adlı oyunlannm yanı sıra

"Politikada Bir Sançizm eli" adını taşıyan bir romanı ve “Hapisliğim” adlı bir anı kitabı da var. Bilginer’in “Karım ve Ben" adlı oyunu 1985-86 döneminde Ankara D evlet Tiyatroları ve İstanbul’da sergilendi Recep Bilginer “Utanç Dünyası” oyunuyla “llhan-lskender ArmağanC’nı ve "Yunus Em re" oyunuyla

Yunus Emre İlm e H izm et Vakfı ’nın Yunus Emre Büyük Sanat ö d ü lü ’nü kazandı.

B

ir başka olayla - İsa’nın çevresin­deki Onikiler’le yediği son akşam yemeği - Çağrışım yapıyor, ama ölümünden bu yana, birlikte ye­ diğimiz o yemeği, hep, böyle anımsadım.

İsa, o son akşam yemeğinde, çevresinde top­ lanan Havariyuna, “ İçinizden biri yirmi dört: saat içinde bana ihanet edeceksiniz” diyecek' kadar umutsuzluk içindeydi Oysa, birlik­ te yediğimiz o son öğle yemeğinde, Orhan Kemal, sevinç ve sevecenlik doluydu. Daha­ sı, ömrü boyunca yakasını bırakmayan, pa­ ra sıkıntısından kurtulmuş gibiydi ya da öyie görüyordu kendini.

Sanırım, 1971 yılının nisan başlarındaydı. Ilıman bir güneş baharın selamını getirmiş­ ti İstanbul’a. Öğle saatleri. Cağaloglu’ndan, hep yakındığımız, ama kara sevda gibi tu­ tulduğumuz basının merkezi Cağaloğlu’ndan Türbe’ye doğru yürüyoruz. Ben, Hüsamed-

din Bozok, Agop Arad. Yönümüz belli:

Kumkapı’ya, meyhaneye. Babıâli Caddesi ile, Nuruosmaniye Caddesi’nin kesiştiği nokta­ da, O rhan Kemal’le karşılaştık. O karşıdan, Türbe yönünden geliyordu.

“Merhaba!” “Merhaba!’ “Nereye?” “Kumkapıya. Sen?” “Birini beldivorum.” “Kim?” “Bir kız.”

Bir süre durakladı, sağma soluna bakın­ dı. Yutkundu. İçinden bir şeyler geçirdiğini sezdik.

“Kumkapı’da içeceksiniz değil mi?”

“Evet!’

“Güzel be. Randevum olmasaydı, ben de gelirdim, kaynatırdık”

“Nasıl iyi bir parça mı?” diye sordu Arad kendi üslubu içinde.

“Yirmi iki yaşında” dedi Orhan Kemal. Biz üçümüz, oldukça kiloluyduk, Orhan Kemal, zayıf ve ufak tefek kalıyordu yanı­ mızda. Yaşamı boyunca hep arkadaş, hep dost canlısı kalmıştı. Gülen gözleriyle, yü­ zümüze bakıyordu. Yüzüne, tatlı bir gülümse yayılmıştı. Bir yanda yirmi iki yaşında bir genç kız, bir yanda bizler ve en önemlisi, meyhanede sürecek söyleşinin çekimi arasın­ da bocaladığı belliydi. Orda, Onu, Tarık’ın, Ispanya’ya ilk çıkışına benzettim. Tarık’ın as­ kerlerinin önünde, zafer ve servet vardı, ge­ ride deniz. Ama, gemileri de yaktığı için, askerleri kaçamazdı. Orhan Kemal de, bizim­ le gelirse, o yirmi iki yaşındaki kızla, belki, bir daha bizimle buluşamayacaktı. Kalırsa, aşk; gelirse, yarenlik ve bir sofrada bulun­ manın doyulmaz tadı vardı.

“Sizinle geliyorum” dedi.

Yürüdük. Şimdi konservatuvar olan eski belediye binası önünden, yokuş aşağı, Cinci meydanına indik. Hem yürüyor, hem konu­ şuyorduk. Köşe başında beklediği, sonra bizi görünce bıraktığı kızı anlatıyordu. Kendini

20

avutmak için de, “Belki de onun için böylesi

daha iyi. Önce kızar, sonra da gidip bir den­ gini bulur” diyordu.

Şimdi cennette mi, yoksa cehennemde mi olduğunu bilemediğimiz Kör Agop’un mey­ hanesinde son buldu yürüyüşümüz. Kör. Agop’la, ressam Agop, ilkokul ve mahalle arkadaşı. Kör Agop, ilkokula gittiği ilk yıl­ lar, dut ağacına çıkmış, gözüne batan çöp­ le, bir gözü kör olunca bırakmış okulu. Çocukluğunun afacan Kör Agop’u büyüyün­ ce de, tamdık çevresi geniş bir meyhaneci ol­ muş.

Orhan Kemal’in dili, birinci kadehten son­ ra açıldı. Bu bir sarhoşluk açılması değil, söyleşinin sıcaklığında, anlatacak çok şeyi­ nin olmasından kaynaklanan sevecenlik açıl- masıydı. Onun anı dağarcığında, en büyük

yeri hapishanede geçen günleri, günleri ne demek, yıllan kaplar. Sonra hastaneler. Kaç kez ameliyat, kaç kez uzun süren tedaviler. Yoksul yıllar, hastane yıllan, hapislik yılla­ rı... Taş olsa, demir olsa dayanmaz. Ama, Orhan Kemal dayandı, dayandı ve yazdı. Onun için, halk dilinde söylenen “Kendi gitti

ismi kaldı yadigâr” demiyoruz, kendi gitti,

eserleri kaldı diyoruz.

Gerçekten, o son öğle yemeğinde, Orhan Kemal en keyifli günlerinden birini yaşıyor­ du. Kesilip biçilmeye, o denli alışmış ki, ya­ kınlarda hastaneye yatacağını, belki bir

ameliyat daha geçireceğini anlatırken, hiç umursamıyordu.

Konuşurken, sözlerini el hareketleriyle güçlendiriyor, hikâyesini anlattığı hapishane arkadaşlarının taklidini yapıyordu. Bir ara, ayakkabısını çıkardı, ayağım altına alarak oturdu sandalyeye. Bir gün önce, hapishane­ de tanıdığı bazı kimselere, Küçükpazar’da bir kahvede rastlamıştı. Hapishanenin kahveci­ si, meydancısı, kabadayısı, gardiyanı, sanki hikâyelerindeki kişiler gibi, o anlattıkça, gür­ zümüzün önünde canlamyordu.Orhan Kemal değil, karşımızdaki, om uzunda mendili ek­ sik, bir meddahtı. Diline doladığı kimsele­ rin, z ıtla şm a la rın ı, şa k a la şm a la rın ı, acımasızlıklarını anlatırken, yalnız ağzı de­ ğil, elleri de konuşuyordu.

Romanlarında ve hikâyelerinde boyutla­

rım bulan bu tipler, yaşamının istasyonları olan hapishanelerde, hastanelerde, işçilik yaptığı fabrikalarda haşır neşir olduğu, ka­ der ortaklığı yaptığı insanlardı. İnsanı, insa­ nın iç dünyasını, dış dünyasını, ekmek kavgasındaki durumunu yakmdan tanımış­ tı. İnsanı ve insanın oluşturduğu toplumu Orhan Kemal, görüyor, gözlüyor, yaşıyor ve sadece bunları yazıyordu. Onun için, yazdık­ larında bilgiçlik taslama yoktu. Onun Türk romanındaki yerinin tartışma yazısı değil bu. Sadece bir küçük anı. Onun için, herhangi bir yargıda bulunmuyorum, am a onun, ya­

şamı gibi yazışı da sade, yazdıklarında içten­ likli bir yazar olduğu, dost canlılığını, cana yakınlığını söylemeden de geçemem.

O son öğle yemeğinde, Kumkapı’daki Kör Agop’un meyhanesinde, söyleşinin bir nok­ tasında, söz döndü dolaştı, Kemal Tahır’e da­ yandı. Orhan Kemal, onun romanlarında iktisat dersi vermesinden, felsefe yapmasın­ dan hoşlanmıyordu.

“Sen iktisat profesörü müsün, yoksa ro­ mancı mısın?...” diyordu. “Romancıysan ro­ manını yaz, iktisat profesörü isen, onun kitabını.”

Başka zaman masamıza gelip oturan, otu­ rur oturmaz da, bizim hesabımızdan kendi­ sine rakı ısmarlayan Kör Agop, o gün gelmedi. Meyhane, zaten tenhaydı. Bir süre sonra da bizden başka kimse kalmamıştı. Orhan, söz arasında, “Ne iyi ettim de sizin­

le geldim” diyordu. “Bundan sonra sık sık gelelim. Eb, ben yolumu bulmaya başladım. Piyesim oynuyor.”

O günlerde, Şehir Tiyatrolarının Tepeba- şı’ndaki Dram Sahnesi’nde İspinozlar adlı pi­ yesi oynuyordu. Piyes tutmuştu. Sonra bana dönüyor “Sen de piyeslerinden kazanıyor­

sun.” Belli ki, para sıkıntısını atmış durum ­

da. D aha doğrusu, kısa bir dönem için de olsa, oynayan piyesinden gelen telif hakkı­ nın, ileriye doğru sürüp gideceği inancında.

Zayıf ufak tefek Orhan Kemal, yaşama se­ vincine kapılmış, olduğundan daha sağlam görünüyor. O acılan sanki çekmemiş, o ame­ liyatları sanki o geçirmemiş. Sanki, yakın günlerde, yeniden önemli bir ameliyat geçi­ recek olan o değil.

Orhan Kemal’i ilk kez, 1950 yılına doğ­ ru, bir gazeteci arkadaş aracılığıyla, vilayet binasının karşısında, yol üzerinde tanımış­ tım. Rahmetli Sedat Simavi, on hikâyesini birden almış, daha yayımlamadan, on hikâ­ yenin parasını toptan ödemişti. O zaman için yüklü bir paraydı; BabIâli’de, dilden dile do­ laşıyordu.

Meyhanede, kendisine, İspinozlar piyesiyle ilgili bir haber verdim. Daha doğrusu bu bir haber değil, bir olaydı. İspinozlar piyesinde, oyun kişilerinden birinin adı, Ülfet idi. Rast­ lantı bu ya, Belediye Meclisi’ndeki üyelerden birinin adı da Ülfet: Şehir Tiyatrolan’mn ba­ şında Muhsin Ertuğrul var. Belediye Mecli­ si üyesi Ülfet Hanım, Muhsin Ertuğrul’a karşı bir grubun bayraktarlığın yapanlardan. Oyunun rejisörü Zihni Küçümen, Muhsin Ertuğrul’un tuttuğu gençlerden biri. Üstelik eser Orhan Kemal imzasını taşıyor.

Tepebaşı’nda İspinozlar oyununu seyreden Belediye Meclisi üyesi Ülfet Haram, bir hı­ şımla tiyatrodan çıkıyor ve feryadı basıyor:

“Bu piyesteki kadınlardan birine benim adımı koymuşlar. Bu bana hakarettir, bu pi­ yesin, derhal kaldırılmasını istiyorum.”

O rhan Kemal, okkalı bir Adanalı küfürü savurdu, sonra da güldü, başka konulara geçtik. Piyes oynamaya devam etti. Muhsin Ertuğrul bu, böyle saçmalıklara papuç bıra­ kır mı?

O gün, Orhan Kemal’i, daha yakmdan ta­ mdım. Romancı ve hikâyeci Orhan Kemal’e, dost canlısı, hoş sohbet Orhan Kemal de ek­ lenmişti.

Kör A gap’un Meyhanesi’nden, çakırkeyif olarak “Gelecek hafta yine buraya gelelim” sözleşmesiyle ayrıldık.

O sözleştiğimiz gelecek hafta geldi, am a biz buluşamadık. Orhan Kemal, Sofya’ya gitmiş, orada hastahğ azmış, ameliyat olmuş ve ölmüştü. Bulgar Yazarlar Birliği, onu koy­ duklara tabutu, Kapıkule sım nna kadar ge­ tirecekler, orada teslim edeceklerdi. Durumu bana, ilk kez Nurer Uğurlu söyledi.

Edirne Valisi dostumuz Haydar Özkın’a telefon ettim. Sosyal Sigortalar hastanesine ait bir ambulansa alınıp İstanbul’a gönderi­ lir mi diye... Olur yanıtını aldım. Ama, bu yanıt gerçekleşmedi. Rahmetli Ercüment

Behzat Lav’ın öncülüğünde bir grup Edir­

ne’ye ğdip , Orhan Kemal’i getirdiler. O ge­ ce, onu sevenler, Kumkapı’da, bu kez Kör Agop’unkinde değl, kıyıda bir meyhanede, onun anısına toplamp içtik.

O, kendisini tanıyanların anısında yaşıyor, geride kalan kitapları ise daha genç kuşak­ ların belleğnde. □

Yıl 1969, Ankara; Orhan Kemal, Gençlik Parkı’nda.

Orhan Kemal’le

son öğle yemeği

Referanslar

Benzer Belgeler

Eğer bu düşünceyi tersten değerlendirirsek, 3,8 milyar yıl boyunca yeryüzünde birbirinden farklı 650 milyon ile 1,3 milyar arasında canlı türü yaşamış ve yok olmuş..

İslam dinine ve Müslümanlara yönelik nefret söylemlerinin ifade özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmesi ise İslamofobiyi körüklemekte ve oryantalist

Atatürk her hareketi, her'davra- nışiyle Türk milletini aksettiren mu azzam bir ruh portresidir. Fakat kendisinin sık sık tekrarlamaktan gerj kalmadığı bir

Ayrıca yapılan deneylerde zaten kolayca tepkimeye girme özelliğine sahip zehirli oksijen bileşikleri üretilmesine sebep olarak mikroplara etki ettiği

ilk izlenim: Çok topal, çok kör, çok gözlüklü, çok uzun, çok çirkin bir adam (?) Tek oğlu Çetin’in ortaokula başladığı sınıfı almak istemiş lisenin

Bu çalışmada da yerel vergi bilincini belirleyen faktörler olarak; adalet ve eşitlik, din ve ah- lak, katılımcılık ve yerelleşme, kültür, idareye bakış ve siyasi anlayış

Ancak, basta “ prens” ve “ prenseslerin” gönlünce koşuşturmaları, RENK CÜMBÜŞÜ-Yaklaşık 100 çocuğun tedavi gördüğü “ Saray Hastane” mimari özelliklerini

Y irminci yüzyıl Türk edebiyatının en önde gelen öykü yazarı Sait Faik’in ölümünün ellinci yılı nedeniyle Sakarya Üniversitesi tarafından Kültür ve