• Sonuç bulunamadı

Başlık: Toplumsal Yapılar ve Şiddet: Ruanda ÖrneğiYazar(lar):ÖZTÜRK, Ebru ÇobanCilt: 1 Sayı: 1 Sayfa: 067-114 DOI: 10.1501/africa_0000000006 Yayın Tarihi: 2011 PDF

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Başlık: Toplumsal Yapılar ve Şiddet: Ruanda ÖrneğiYazar(lar):ÖZTÜRK, Ebru ÇobanCilt: 1 Sayı: 1 Sayfa: 067-114 DOI: 10.1501/africa_0000000006 Yayın Tarihi: 2011 PDF"

Copied!
48
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Toplumsal Yapılar ve Şiddet:

Ruanda Örneği

Yard. Doç. Dr. Ebru ÇOBAN ÖZTÜRK

Çankaya Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü

Afrika uzun yıllardır kabileler arası nefret, şiddet, huzursuzluk ve katliamlarla özdeş düşünülen bir kıta olagelmiştir ve günümüzde de çatışma ve şiddet olaylarıyla gündemde yer almaktadır. Ruanda’nın da yer aldığı Büyük Göller Bölgesi (Great Lakes Region) hem ülkeler hem topluluklar arası şiddetin en uç noktalarda yaşandığı bir bölgedir. Bu çatışmalar arasında en akılda kalan ve uluslararası toplumun uzlaşma sağlayabilmek için halen en fazla çaba sarf ettiği şiddet olayı Ruanda’daki soykırım olmuştur.

1. Ruanda’da Şiddetin Tarihi

Afrika kıtasındaki devletlerin çoğunluğundan farklı olarak Almanya ve Belçika Koloni dönemlerinden önce Ruanda topraklarında bir krallık bulunmaktaydı. Bu krallık Ruanda devletinin bugünkü toplumsal çeşitlilik ve sınırları açısından bir öncül niteliğindedir. 19. yüzyıl sonlarında Ruanda krallığı Büyük Göller Bölgesindeki en güçlü iki krallıktan biriydi. Ülkede kral (mvami), danışmanlar konseyi, kraliçe ve konseyden oluşan bir yönetim mevcuttu. Topraklar eyaletlere bölünmüştü ve kralın temsilcisi olan askerlerce yönetilmekteydi. Bu dönemde eyalet ve eyaletlerin belli bölgelerinin yöneticilerinin çatışan ve çakışan yetkileri olsa da merkezi bir yönetim söz konusuydu.

19. yüzyılda günümüzde olduğu gibi temel ekonomik aktivite tarım ve hayvancılığa dayalıydı. Hayvancılıkla uğraşmak daha üstün tutulan bir

(2)

aktiviteydi ve büyükbaş hayvan sahibi olmak toplumsal düzende en temel zenginlik göstergesiydi. Ülkedeki Hutu ve Tutsi kimliklerini belirleyen en temel şey de uğraşılan ekonomik aktivite olmaktaydı. Tutsiler hayvancılıkla uğraşan, sosyal hiyerarşide üst sırada yer alan zengin bir azınlık olarak görülmekte, Hutular ise tarımla uğraşan, genelde yönetimde yer alamayan çoğunluğu oluşturmaktaydı. Hutu ve Tutsi kelimeleri krallık dönemlerinde de mevcut olan ve genellikle sosyal statüyü ve ekonomik aktiviteyi belirlemek için kullanılan kelimelerdir. Ruanda krallığı toprak genişletince sosyal kategoriler ve kurumları da yayılmıştır. Merkezi yönetimin güçlenmesi sosyal kategorileri katılaştırsa da hiçbir zaman Belçika Koloni yönetimi döneminde olduğu kadar durağanlaşmamıştır. Örneğin büyükbaş hayvan sayısı ve zenginliği artan bir Hutu, Tutsi statüsüne geçiş yapabilmekteydi.1 Birçok klan ve kabile hem Tutsi hem Hutu nüfusa sahipti. Ayrıca konuştukları dil (kinyarvanda) aynıydı. İki grubun birbirinden tamamen ayrı ırklar olarak düşünülmesi Belçikalıların ülkeye gelişleriyle birlikte ortaya çıkmıştır.

Almanya, şimdiki Burundi’yi de içine alan toprakları Ruanda-Urundi adıyla kolonileştiren ilk devlettir. 1890–1916 tarihleri arasında süren bu yönetim Ruanda’nın sosyal ve idari sisteminde büyük değişiklikler yapmamış, kuzeybatı bölgelerinde çıkan ayaklanmaları bastırarak merkezi gücün pekiştirilmesine katkıda bulunmuştur.2

Belçikalılar ise Kongo’daki kolonilerini genişleterek Ruanda-Urundi’yi işgal etmiş, Almanların buradaki yönetimine son vermiş ve 1959 yılına kadar bu topraklarda mevcudiyetini sürdürmüştür. Belçika yönetimi Almanya’nın aksine ekonomiden mimariye, sosyal ve siyasi yapıya kadar derin izler bırakmıştır. İlk zamanlarda, ülkede geleneksel olarak elit ve yönetici sınıfı oluşturan Tutsilerin yönetimine destek vermiştir. 1920’lerde Tutsi kralla ters düşerek Tutsi elitini güçlendirmiş, kralın yetkilerini azaltmış ve Hıristiyanlığın bu grup arasında yayılmasını sağlamıştır. 1930’larda yerel yönetimlerde görülen çok sayıda yöneticinin çakışan yetkilerinin olduğu yapıyı değiştirerek daha hiyerarşik ve daha az yöneticinin bulunduğu bir sistem yerleştirerek merkezi yetkileri artırmıştır. Bu durum Belçikalıların yönetimlerini kolaylaştırdığı kadar Tutsi

1

Hutu ve Tutsi kelimelerinin tarihsel kullanımları hakkında daha fazla bilgi için bkz.: J. P. Chrétien, The Great Lakes of Africa: Two Thousand Years of History, çev., S. Strauss, New York, Zone Books, 2003; C. Newbury, The Cohesion of Oppression: Clientship and Ethnicity in Rwanda, 1860-1960, New York, Columbia University Press, 1988; C. Newbury, “Ethnicity in Rwanda: The Case of Kinyaga,”,Africa, Cilt 48, Sayı 1, 1978.

2

Ruanda’daki Alman yönetimi hakkında detaylı bilgi için bkz: W. R. Louis, Ruanda-Urundi 1884-1919, Oxford, Clarendon Press, 1963 ve R. Lemarchand, Rwanda and Brundi, New York, Praeger, 1970, s. 48-63.

(3)

elitinin de yerini sağlamlaştırmasına ve geri kalan nüfus üzerinde daha fazla etkiye sahip olmalarına katkıda bulunmuştur.

Belçika Koloni yönetimi ve beraberinde ülkede faaliyetlerini sürdüren Katolik misyonerler, Ruanda’daki sosyal kimlikleri ırksal bir kategoriye dönüştürmüştür. 19. yüzyıl antropolojik sınıflandırmalarını da yansıtır şekilde, Tutsiler üstün ve Hami ırkına mensup (Hamitic Race) yöneticiler ve Hutular da yönetilen sınıf olarak kabul edilmiştir. Koloni öncesi Ruanda Krallıklarında daha geçişken olan sosyal statüler 1930’lardan itibaren katılaştırılmıştır. Her bireye hangi ırka mensup olduğunu belirten kimlik kartlarının da verilmesiyle sosyal statüler ve etnik farklılıklar değişmesi güç kategorilere dönüştürülmüştür. Tutsilerin kuzeyden gelen daha açık tenli ve uzun boylu farklı bir ırk olduğu söylemi 1950’lere kadar Belçika yönetimince tekrarlanmıştır. Bu durumdan elbette ki Tutsilerin tamamı değil, ayrıcalıklı bir grup çıkar sağlayabilmiştir. Yönetilen Tutsi ve Hutular arasında evlilikler devam etmiş ve yaşam düzeylerinde büyük farklar görülmemiştir. Ancak Koloni yönetimi süresince eğitim alabilme, ticaretle uğraşabilme ve dil öğrenebilme konularında Tutsiler hak sahibi olmuşlar ve Hutular bu ayrıcalıkların büyük bölümünden mahrum bırakılmışlardır.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında koloni yönetimlerinin sonlandırılması, daha fazla özgürlükler sağlanması ve yönetimden pay alınması söylemlerine imkan veren siyasi bağlamla beraber, Belçika yönetimi Hutu nüfusun koşullarında iyileştirme yapma eğilimine girmiştir. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin yayımlanmasının ve savaş sonrası uluslararası ortamın hassasiyetinin etkisiyle, Birleşmiş Milletler Afrika ülkelerindeki insan hakları ihlallerine duyarlılık göstermektedir. Ruanda’da uzun süredir faaliyet gösteren Flaman Katolik Kilisesi de Hutu topluluğun koşullarından haberdardır ve hem Hutuların koşullarında düzelme hem de Tusilerin baskılarının azaltılması yönünde çaba harcamaktadır. Belçika yönetimi, Birleşmiş Milletler’in ve Flaman Katolik Kilisesi’nin baskılarıyla reform hareketleri başlatmıştır.3

1952 ve 1956 yıllarında yapılan yeniliklerle Hutuların yerel düzeydeki temsili artırılmıştır. Bu dönemde Avrupalı yöneticilerden kurtulmak istediklerini belirten siyasi gruplar da ortaya çıkmaya başlamıştır. 1950’lerden 1962 yılındaki bağımsızlığa kadar Ruanda siyaseti gelgitlerle doludur. 1959 yılında ilk kez sivillere yönelik saldırılar

3

1950’lerde Ruanda-Urundi’deki Belçika yönetimini anlatan bir özet için bkz. V. Gelders, “Native Political Organization in the Ruanda-Urundi,” Civilisation, Cilt 4, Sayı 1, 1954, s. 125–132 ve I. Linden, Church and Revolution in Rwanda, Manchester, Manchester University Press, 1977.

(4)

görülmeye başlanmıştır. Hutular iktidardan pay istedikçe Tutsiler şiddet kullanarak ülkeyi yönetmeye çalışmışlardır. Şaibeli bir şekilde kral ölmüş ve hemen ardından siyasi partiler kurulmuş, ölen kralın yerine Belçikalılar bir başka Tutsi kral getirmişlerdir. Ancak Tutsiler şiddete başvurdukça Belçikalılar ve Katolik Kilisesi Hutulara desteğini artırmıştır. Hem statükoyu korumaya çalışan Tutsiler hem uzun yıllardır siyasi ve ekonomik pastadan pay alamayan, baskıyla yönetilen ve şiddete maruz kalan Hutular şiddete başvurmaktan çekinmemiştir. Bu yıllar aynı zamanda siyasi değişimin olacağına ilişkin beklenti yıllarıdır. Belçikalılar kolonileştirdikleri topraklardan çekilmekte, Hutulara destek artmakta, yeni partiler kurulmaktadır. Belirsizlik, istikrarsızlık ve rejim değişikliği sinyalleri milliyetçi söylemlerdeki artışla birleşince şiddet eylemlerinin gerçekleşeceği açıktır. Nitekim Ruanda için bu bağlam şiddet eylemlerinin yaşandığı tüm dönemlerde mevcuttur. Hutular o dönemde de 1990’larda olduğu gibi toplam nüfusun % 85’ini, Tutsiler % 14’ünü ve etkisiz bir topluluk olarak düşünülen Twa’lar % 1’ini oluşturmaktadır. Bu nedenle Hutuların halkın çoğunluğu, çoğunluk yönetimi gibi söylemlere sıklıkla başvurduğu gözlenmektedir. Yalnız çoğunluğun yönetimine ilişkin söylemlerde fazlasıyla ırkçı ve başka bir topluluğun yaşamasına izin vermeyecek bir rejim isteği göze çarpmaktadır.4

Ruanda’da bağımsızlığa giden yolda dikkati çeken kimi noktaları belirtmekte yarar vardır. İlk olarak, ülke sınırları ve siyasi kurumları Koloni öncesinden Koloni ve bağımsızlık dönemlerine kadar kesintiye uğramamıştır. İkincisi, Afrika kıtasının genelinde Avrupalılar kabile siyasetinin ön plana çıkmasını sağlarken ya da izin verirken, Ruanda’da tüm siyasi ve sosyal sistemlerin temelini ırka dayalı bir algı ve siyaset oluşturmuştur. Üçüncüsü, Afrika kıtasında pan-Afrikan hareketler ve ülke milliyetçiliklerine sıklıkla rastlansa da Ruanda’da ırk milliyetçiliği hâkimdir. Örneğin Hutular bağımsızlıklarını Belçikalılara karşı değil, Tutsi ırkına karşı kazandıklarını belirtmektedirler.5

1962 yılında resmi olarak bağımsızlık ilan edilip seçimler yapıldığında Tutsilere yönelik sertlik yanlısı politikalarıyla tanınan Kayibanda başa geçmiştir. Hutuların başa geçmesi Koloni yönetiminin sonlanmasından çok, yönetimdeki topluluğun değişmesi ve Tutsilere karşı yapılan bir devrim olarak algılanmıştır. İktidarın niteliğinde ve ırka dayalı söylem düzleminde değişimden bahsetmek mümkün değildir, sadece iktidar tersine dönmüştür.

4

C. Newbury, op.cit., s. 180-181.

(5)

Kayibanda’nın 1962–1973 yılları arasındaki yönetimi Birinci Cumhuriyet Dönemi olarak adlandırılır. Bu dönemde üst düzey yöneticilerin tamamı Hutulardan oluşmuştur. Hutuların da tamamının siyaset ve ekonomiden pay almadığı açıktır; Kayibanda kendi memleketi olan güney Ruanda’dan Hutulara öncelik tanımaktadır.6

Kayibanda yönetimindeki Ruanda’da benzer sebeplerle ve bağlamlarda 1962, 1963 ve 1973 yıllarında şiddet olayları gerçekleşmiştir. 1962’deki olaylar hakkında geniş bilgi bulunmamaktadır. Uluslararası toplumda ilgi çekmemiş olan bu olaylar hakkında Katolik misyonerlerin kayıtlarından bilgi edinilebilmiştir. Ruanda dışına sürgün edilen ya da kaçan Tutsiler, Ruanda topraklarına saldırılarda bulunmuş ve ardından da Hutular Tutsi sivilleri öldürmeye başlamıştır.7

Misilleme özelliği bu dönemki olaylarda olduğu kadar Ruanda’daki tüm şiddet örüntüsünde aynı şekilde seyretmektedir. Şiddet olaylarının nasıl başladığı, kaç kişinin öldüğü, Belçikalıların rolünün ne olduğu ve olayların nasıl durdurulduğuna ilişkin net bilgiler mevcut değildir.

1963 yılındaki olaylar hakkında daha fazla bilgiye ulaşmak mümkündür. Dönemin yöneticilerinin ülke dışındaki Tutsi mültecilerden çekindiği bilinmektedir çünkü mültecilerin Ruanda’nın o günkü ordusundan on kat daha fazla askeri olan bir ordu kurdukları, Ruanda’ya saldıracakları ve ülke içindeki Tutsilerle işbirliği yapacakları söylentisi mevcuttur.8

Bu olası bir durumdur çünkü Tutsiler geleneksel olarak orduda daha fazla yer alan ve ülkenin yüksek kesimlerindeki yaşam koşulları gereği daha savaşçı bir topluluk olagelmişlerdir. Yönetimden uzaklaştırılmaları dolayısıyla güç kullanarak tekrar iktidara gelmek isteyecekleri kolaylıkla tahmin edilebilir. Ancak Hutu yönetim bu tehdidi fazlasıyla abartmıştır. Hutular içindeki hizipleri ortadan kaldırmak ve düşman “öteki”ne karşı birlik olarak onları yok etmek için düşmanı olduğundan büyük göstermek işlevsel bir yaklaşım olarak benimsenmiştir. Söylentiler gerçek olmuş ve mülteci Tutsilerin ordusu Ruanda’ya girmiştir. Hükümet Belçikalıların da yardımıyla saldırıları durdurmuştur. Hemen ardından ülke içine yönelerek Tutsi kökenli, ılımlı Hutu ve pan-Afrikanist siyasetçiler yakalanarak idam edilmiştir. Yerel savunma birlikleri oluşturarak, barikatlar kurarak ve radyo yayınlarıyla halkı

6 R. Lemarchand, op.cit., s. 197-198. 7

A. Segal, “Massacre in Rwanda,” Fabian Research Series, No. 240, London, Nisan 1964; J. Hubert, La touissant rwandaise et sa repression, Brussels, Academie royale des sciences d’outre-mer, 1965, s. 58-59 ve R. Lemarchand, op.cit., s. 217-219.

(6)

yönlendirerek çok sayıda Tutsi sivil öldürülmüştür.9

İleride görüleceği üzere 1994’te meydana gelen soykırım olaylarıyla ciddi bir benzerlik bulunmaktadır. Ekonomik koşullar da benzerdir; temel ihraç maddesi olan kahve fiyatlarının uluslararası alanda düşüşü ve ülkede yarattığı ekonomik zorluklar hemen hemen aynı seyirdedir.

1970’lerde ülke için ek sorunlar da belirmiştir. Seçimler yapılmak üzeredir ve Kayibanda anayasaya aykırı olduğu halde iktidarı bırakmamaya niyetli olduğunu göstermektedir. Ülkenin siyasetten payını alamayan kuzey bölgelerinden gelen subayların darbe hazırlığı içinde olduğu bilinmektedir. Ayrıca komşu ülke Burundi’deki olayların Ruanda’ya etkileri görülmektedir çünkü Burundi de Ruanda ile aynı toplumsal bölünmelere sahiptir.10

Burundi’de halen varlığını koruyan Tutsi yönetimine karşı gelen Hutular öldürülmüş, kaçan Hutular Ruanda’ya sığınmış ve Ruanda’daki Hutu nüfusun Tutsilere olan kızgınlığını ve şiddet eğilimlerini artırmıştır. Akabinde Tutsiler sosyal hayattan tasfiye edilmeye başlanmıştır. İlköğretim, lise ve üniversitelerdeki öğrenciler ve eğitimciler uzaklaştırılmıştır. Kırsal kesimde Tutsilere saldırılar gerçekleştirilmiş ve Tutsiler her türlü ticari faaliyetten uzaklaştırılmaya çalışılmıştır.

9

R. Lemarchand, op.cit., s. 223 ve A. Segal, op.cit, s.14.

10

Ruanda ve Burundi aynı coğrafyada bulunan iki komşu ülkedir. İki ülke arasındaki bağlantı, komşuluk ilişkisinden ötedir. Her ikisi de Belçika koloni yönetimi altında bulunmuşlar ve aynı tarihte (1 Temmuz 1962) Birleşmiş Milletler ve Belçika hükümeti kararınca vesayetlerine son verilerek bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Burundi’de bağımsızlık sürecinde Ruanda’da olduğu gibi bir elit değişimi gerçekleşmemiştir. Tam tersine Burundi’de ülkenin belli bir bölgesinden gelen Tutsi nüfus, hükümeti, orduyu ve ekonomiyi kontrol altında tutmaya devam etmiştir. Ancak 2005’te Hutu bir yönetici seçimle iktidara gelebilmiştir. Burundi’de de Tutsi nüfusu Ruanda’daki gibi toplam nüfusun % 15’i kadardır. Geri kalan çoğunluk Hutu kökenlidir. İki ülkenin coğrafi büyüklüğü ve nüfusu birbirine çok yakındır. Ruanda’ya benzer biçimde, tepelik yüzey şekillerinin hâkim olduğu topraklarda halkın % 90’ı tarımla geçimini sağlamaktadır. Burundi’de kahve ve çay ticaretinde, orduda ve hükümette Tutsiler hâkimdir. Yine Ruanda’ya benzer şekilde, kimlikler Tutsi ve Hutu farklılığı üzerine kuruludur. Burundi ve Ruanda arasındaki tarihsel, ekonomik, siyasi ve demografik benzerlikler iki ülkeyi bir diğerinde gerçekleşen olaylara hassas kılmaktadır. Burundi’de de şiddet olayları görülmekte ve hem Hutular hem Tutsiler birbirlerine karşı şiddete başvurmaktadırlar. Burundi’de şiddet olaylarının Ruanda’daki düzeye ulaşmasının önündeki engelin ise Ruanda’ya oranla daha güçlü olan Tutsi hâkimiyetindeki ordu olduğu düşünülebilir. Burundi’deki ordu hem insan gücü hem teknolojik donanım açısından Ruanda’dakinden güçlüdür ve şiddet içeren toplumsal olayları bastırmada etkinliği daha fazladır. Ayrıca Ruanda’da yıllık askeri harcamalar GSMH’nın % 2,9’unu oluştururken, bu oran Burundi’de GSMH’nın % 5,9’una ulaşmaktadır. Detaylı veriler için bkz.:https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/print/by.html,

(7)

1973 yılında da ülkenin kuzeybatısından gelen subaylar darbe yapmış ve General Habyarimana başa geçmiştir. Yeni yönetim ülkenin güneyinden gelen ayrıcalıklı Hutuları görevden almıştır. Darbeyle yönetime gelen Habyarimana soykırımın başladığı 1994 yılına kadar yönetimi bırakmamış-tır. Tutsilerin koşullarında bir iyileşme yapılmamış, görevlerine, okullarına dönüş izni verilmemiştir. Ancak minimum düzeyde de olsa Tutsilerin belirli işleri yapmasına izin verilmiştir. Habyarimana dönemi 1980’lerin sonuna kadar kısmi istikrarı sağlayabilmiştir.11 Bunda en büyük etken ekonomik büyüme, altyapı çalışmaları, kahve üretimindeki artış, diplomatik açılım ve ardından gelen uluslararası ekonomik destek paketleri olmuştur.12

1990’lara gelindiğinde istikrarın bozulacağı endişesi baş göstermiştir. Bu yıllarda dünyadaki değişimden etkilenen ülkede muhalif bir basın ortaya çıkmış, hükümete eleştiriler artmış ve demokrasi talepleri duyulmaya başlamıştır. 1 Ekim 1990’da mülteci Tutsilerin ve çocuklarının kurduğu RPF (Ruanda Yurtsever Cephesi), Uganda üzerinden Ruanda topraklarını işgale başlamıştır. İşgal, hem RPF’nin Hutu toplulukta ölümlere sebebiyet vermesi hem de hükümetin istikrarsızlık algısıyla Tutsilere yönelik şiddete başvurması ve Hutu kökenli halkı da böyle davranmaya yönlendirmesi anlamına gelmekteydi. Birçok söylenti de olayların büyütülmesinde yol açmıştır. RPF’nin saldırısı bir savaş anlamına gelirken aynı zamanda Hutu yöneticilerin kendi aralarındaki hizipleri unutup Tutsilere karşı birleşmeleri için de bir fırsat olarak görülmüştür.

Soykırımın hemen öncesinde ülkede bir iç savaş hali mevcuttur. Buna ek olarak, uluslararası piyasada kahve fiyatları düşmüş, dolayısıyla ülke ekonomisinin fazlasıyla bağlı olduğu bu üründeki dalgalanma Ruanda ekonomisini zora sokmuştur. Ayrıca o yıllarda Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası da birçok ülkede kemer sıkma politikası uygulamaktadır. 1993’te Burundi’deki seçimle iktidara gelen ilk Hutu devlet başkanı öldürülmüş ve bu durum Tutsilere karşı bir kez daha derin bir tepkiye yol açarak Ruanda’nın iç politikasında etkili olmuştur.

11

C. Newbury, “Rwanda: Recent Debates over Governance and Rural Development,” Der. G. Hyden & M. Brattons, Governance and Politics in Africa, Boulder, Lynne Rienner Publishers, 1992, s. 193, 199–200.

12

Habyarimana hükümetinin şiddet içeren politikalarını anlatan ve bu politikaların diğer ülkelerce dikkate alınmayarak, para yardımında bulunulmasına karşı bir eleştiri olarak bkz.: P. Uvin, Aiding Violence: The Development Enterprise in Rwanda, West Hartford, CT, Kumarian Press, 1998.

(8)

2. Sosyal Yapı ve Kültürel Etkiler

Ruanda yöneticileri eski çağlardan itibaren halk üzerinde etkin bir güce sahip olmuşlardır. Ülkedeki yöneticiler hem Krallık döneminde hem Cumhuriyet döneminde halka emir verme, bunlara uyulmasını sağlama ve denetleme açısından Afrika’da sık rastlanmayan bir kapasiteye sahiptir. Devletin ve kurumların eski yüzyıllardan itibaren devamlılık arz etmesi, değişmesi zor olan bir kültürel yapı oluşturmuştur. Ruanda’da itaate büyük önem veren ve hem devlet kurumlarını hem aile ve üretim biçimlerini içine alan hiyerarşik bir toplumsal yapı mevcuttur. Birçok devlet kurumu gelişmemiş düzeyde olsa dahi gayet hiyerarşik bir yapıdadır, emirlere itaat sağlanabilmektedir ve merkezi bir devlet yapısına rastlanılmaktadır. Başkent dışındaki alanlarda devlet görevlilerinin yoğunluğu, yol ağının genişliği ve halka ulaşma ve yapılması gerekenleri iletme işlevi gören radyoya sahip olabilme oranı oldukça yüksektir. Ayrıca ülkede ücret karşılığı olmayan zorunlu işçilik kurumu mevcuttur ve devlet kurumları zorunlu iş gücünü sağlarken gücünü bir kez daha pekiştirmektedir. Ruanda devletinin halkın üzerindeki gücü ve kontrolü ile hiyerarşik toplumsal algı özelliklerinin birleşimini düşünerek Ruanda devleti, toplumu ve şiddet olaylarını daha iyi anlamak mümkündür.

Ruanda üzerine yapılan bazı çalışmalar da bu özellikleri gözler önüne sermekte ve ülkenin güçlü, iyi organize olmuş ve sosyal kontrolü rahatlıkla sağlayabilen bir yönetim özelliğine sahip olduğunu göstermektedir. Örneğin, Catharine Newbury 1980’lerde ve 1990’larda Ruanda’da iki baskın özelliğin mevcudiyetinden bahsetmektedir. Devletin, bir taraftan iyi organize olmuş ve ekonomisini iyi idare eden bir özellik taşırken diğer taraftan da otoriter ve baskıcı bir aygıt halini alabildiğini söyler.13

Alison Des Forges de aynı şekilde Ruanda’nın sosyal kontrol ve hareketliliği sağlamak üzere tasarlanmış yoğun bir idari yapısı olduğundan bahseder.14

Soykırımdan hemen önceki tarihlerde yayımlanan Dünya Bankası raporunda da Ruanda’nın gelişmiş bir idari yapısı olduğundan bahsedilmektedir.15

Gérard Prunier daha ileri giderek Ruanda’da neredeyse canavarlık düzeyinde bir sosyal kontrol olduğunu anlatırken, 16

bazı yazarlar Ruanda’nın totaliter bir yapısı olduğuna

13

C. Newbury, “Rwanda: Recent Debates…,” s. 215.

14

A. D. Forges, Leave None to Tell the Story: Genocide in Rwanda, New York, Human Rights Watch, 1999, s. 42.

15

World Bank, Rwanda: Poverty, Reduction and Sustainable Growth, Report No. 12465-RW, May 16, 1994, s. 36.

16

G. Prunier, The Rwanda Crisis: History of a Genocide, New York, Columbia University Press, 1995, s. 3.

(9)

dikkat çeker.17

Linda Melvern de ilginç bir benzetme yaparak komünist ülkelere ek olarak dünyadaki en fazla kontrol edebilen devletin Ruanda olduğunu belirtmektedir.18

Yüzyıllar içinde Ruanda’da oluşan merkezi, sosyal kontrol üzerine kurulu siyasi kültür ve devlet geleneği kırsal kesimdeki halkın sosyal hareketliliği ve yönlendirilmesi için çok uygun bir olanak sunmaktadır.19

Christian Scherrer, otoritelerin emrine itaat kültürü veya geleneğinin Büyük Göller Bölgesinin hiyerarşik toplumlarında yüzyıllar boyunca tekrarlanarak, halkın bunu içselleştirmesine yol açtığını yazmaktadır.20

Prunier de benzer sonuçlara, Ruanda’daki geleneği Alman tarihindeki Prusya geleneği ile karşılaştırarak ulaşmaktadır. Prunier’e göre, Ruanda’da Koloni öncesi dönemde de otoriteye sorgulamadan itaat etme geleneği mevcuttur ve bu gelenek doğal olarak Alman ve Belçikalı Koloni yönetimlerince de pekiştirilmiştir. Bağımsızlık dönemi sonrasında da ülke iyi organize olmuş ve sıkı kontrol edilen bir devlet olma niteliği ile varlığını sürdürmüştür. Bu tür bir kültürel ve geleneksel algılama dâhilinde, ülkedeki yönetim hiyerarşisinde üst düzeyde bulunan bir kişi halktan birisine herhangi bir şey yapmasını emrettiğinde -öldürme eylemi de dâhil olmak üzere- emredilen kişi sorgusuz biçimde bu emri yerine getirecektir.21

Batı Avrupa, Kuzey Amerika ya da kimi Uzakdoğu ülkeleri gibi gelişmiş ülkelerde devletin gücünün ve toplum üzerindeki etkisinin yüksek oluşu ekonomik anlamda gelişmişlikle de pekişmektedir. Ruanda’da ise durum farklıdır. Ruanda devletinin etkinliğini belirtmek, ekonomik ve siyasi yapının gelişmişliğinden bahsetmek anlamına gelmemektedir. Ruanda’da sınırlı bir teknokratik ve bürokratik yapı mevcuttur ve sanayileşmeyi sağlama, vergi toplama gibi konularda da gelişmiş ülkelerle karşılaştırıldığında

17

L. Melvern, A People Betrayed: The Role of the West in Rwanda’s Genocide, London, Zed Books, 2000, s. 24 ve C. Scherrer, Genocide and Crisis in Central Africa: Conflict Roots, Mass Violence, and Regional War, Westport, Praeger Publishers, 2002, s. 109.

18

L. Melvern, op.cit., 24.

19

C. Scherrer, op.cit., s. 109 ve L. Melvern, op.cit., s. 24.

20

C. Scherrer, op.cit., s. 113. Otoritenin emrine itaat kültürü üzerine bkz.: International Criminal Tribunal for Rwanda,The Prosecutor v. Jean-Paul Akayesu, Case No. ICTR-96-4-T, Judgment, s. 17; B. Berkeley, The Graves Are Not Yet Full: Race, Tribe and Power in the Heart of Africa, New York, Basic Books, 2001, s. 256; P. Gourevitch, We Wish To Inform You that Tomorrow We Will Be Killed with Our Families, New York, Picador, 1998, s. 243; S. Khan, The Shallow Graves of Rwanda, London and New York, I. B. Tauris Publishers, 2001, s. 67; R. Andersen, “How Multilateral Development Assistance Triggered the Conflict in Rwanda,” Third World Quarterly, Cilt 21, Sayı 3, 2000, s. 441-456.

(10)

yeterli kapasitesi yoktur. Ancak gelişmiş devletlerde olduğu gibi devlet yapısı iyi organize olmuştur, hiyerarşik yapı güçlüdür ve kırsal kesimin uzak yerlerine bile devlet nüfuzu yayılmış durumdadır. Devlet, halk üzerindeki gözetleme ve bireyleri kayıt altına alma konularında etkindir ve ücret karşılığı olmayan, zorunlu tutulan görevler için bile halkın geniş çapta itaat etmesi sağlanabilmektedir. Bu nedenledir ki, daha önce belirtildiği gibi, birçok gözlemci bu gücün ülkedeki derin itaat ve otorite geleneğinde yansıtıldığını belirtmektedir.

Ruanda diğer Afrika devletlerinden farklı nitelikler taşımaktadır ve bu nitelikleri dört temel noktada sıralamak mümkündür. İlk olarak, ülkede Koloni öncesi dönemden başlayarak Koloni sonrası dönemde de devam eden bir kurumsal devamlılık mevcuttur. İkincisi, Koloni öncesi dönemde Ruanda’daki monarşi yönetimi gelişmiş bir idari yapıya ve işçi hareketliliğini sağlayabilen özel kurumlara sahiptir. Üçüncüsü, Ruanda’da nüfus yoğunluğu yüksektir, hatta Afrika kıtasının en fazla nüfus yoğunluğu buradadır. Son olarak, ülkenin tepelik ve izlenebilir topografyası, insanları fazlasıyla göz önüne çıkarmakta ve saklanmak ya da göz önünde olmama imkânı bırakmamaktadır.

Ruanda’da devamlılık arz eden kurumlar ve bir siyasi kültür mevcuttur. Buradaki kurumsal devamlılık ilk olarak, siyasi açıdan ülkenin uzun yüzyıllardır aynı topraklarda hüküm süren merkezi bir otoritesi olmasından kaynaklanmaktadır. İkinci olarak, kurumsal devamlılık sosyal kurumların da tarih boyunca benzer şekillerde devam etmesinde göze çarpmaktadır. Koloni öncesi dönemde, Koloni döneminde ve bağımsızlık dönemlerinde vergilendirme kurumları mevcuttur. Buna ek olarak yükümlülükler sistemi bulunmaktadır ve yükümlülükler ile vergilendirme kraldan en alttaki çiftçiye kadar uzanmaktadır.22 Koloni öncesi dönemde yükümlülüklere ilişkin kurumlar ve iş gücü hareketliliği dört ana şekilde ortaya çıkmaktaydı. İlkinde, en üst yöneticilerden başlamak üzere tüm idari yöneticiler, nohut, fasulye, bal, süt gibi gıdaları toplayarak bir üst otoriteye sunuyorlardı. Bunun yapılmaması halinde, on gün çalışma cezası verilmekteydi. İkinci olarak, yerel yöneticilerin yaklaşık altı ay süren uzun ziyaretlerle krala sadakatlerini bildirmeleri gerekmekteydi. Üçüncü olarak, yöneticiler asker toplamakla yükümlüydüler ve askerlik hizmeti Ruanda devlet otoritesinin önemli bir boyutuydu. Son olarak, koloni dönemi öncesinde ailelere, her beş günden ikisinde yerel yöneticiler için çalışma zorunluluğu (mandatory labor) getirilmişti. Uburetwa veya ubunetsi olarak

(11)

adlandırılan bu zorunlu görevler, yöneticinin evinde gece nöbeti tutma, su taşıma, binaların tamiri ve inşaatı, toprak ekme, sulama gibi üst otoriteler için yapılacak herhangi bir iş olabilmekteydi. Gerekli performansın gösterilmemesi karşılığında ceza verilmekteydi.23

Koloni yönetiminde bu zorunluluklar ortadan kaldırılmamıştır. Alman Koloni yönetimi, bu zorunluluklara nakit vergilendirmeleri ve zorunlu işçileri de eklemiştir.24

Belçika yönetimi de zorunlulukları ortadan kaldırmadığı gibi, bunları devlet otoritesinin bir ölçütü olarak görüp pekiştirme yolunu seçmiş ve hatta hiyerarşik yapıyı artırmıştır.25

Belçikalılar, yol inşaatı, bina yapımı, kilise gibi kamusal işlerin tamamında zorunlu işçi kullanmayı sürdürmüştür. Hatta misyonerler de bu faaliyetten yararlanmış-lardır. İptal edilen üçlü yerel yönetici sisteminin yerine konan tek yönetici sisteminde, bu yönetici, işlerden sorumlu olmak ve gözetimi sağlamak üzere göreve getirilmeye başlanmıştır.26

Halk için hoşnutsuzluk yaratan ama itiraz edilmeyen bu yükümlülükler sisteminin zamanla yaygınlaştırılması ile birlikte Ruanda, zorunlu iş ve işçiye dayalı bir devlet halini almıştır.27

Ülkenin topografyasında ekili olmayan çok az alan mevcuttur ve topraklar genel olarak merdiven biçiminde veya dalgalı biçimde yokuşlar şeklindedir ve birbirinden haberdar olmanın kolay olduğu bir üretim biçimi oldukça yaygındır. Ruanda coğrafi şekilleri gayet ilginçtir ve toplumsal yapının daha iyi anlaşılabilmesi için bu konudan bahsedilmesi gereklidir. Ruanda yüzölçümü olarak yaklaşık Ankara ili büyüklüğünde bir ülkedir. Toprakların % 45.56’sı tarıma elverişlidir ve bu arazinin % 10’undan fazlası ulusal park olarak korunmaya alınmıştır.28

Yani ülke topraklarının yaklaşık % 30’u ekonomik faaliyetlerde kullanılabilmektedir. Üstelik bu sınırlı arazide nüfus yoğunluğu dünya ve Afrika ortalamasına göre çok yüksektir. 1994 yılındaki soykırım olayları başlamadan önce yaklaşık yedi milyon civarında

23

Detaylı bilgi için bkz. R. Lemarchand, “Rwanda,” Der. R. Lemarchand, African Kingships in Perspective: Political Change and Modernization in Colonial Settings, London, Frank Cass & Co., 1977, s. 79; W. R. Louis, op.cit., s. 111-112; J. J. Maquet, The Premise of Inequality in Rwanda: A Study of Political Relations in a Central African Kingdom, London, Oxford University Press, 1961, s. 102-103; C. Newbury, The Cohesion of…, s. 141.

24

Ibid., s. 141.

25

Ibid., s.141.

26 R. Lemarchand, “Rwanda,”s. 79 ve C. Newbury, The Cohesion …, s. 142. 27

D. Newbury ve C. Newbury, “Bringing the Peasants Back In: Agrarian Themes in the Construction and Corrosion of Statist Historiography in Rwanda,” The American Historical Review, Vol. 105, No. 3, 2000, s. 871.

(12)

olan nüfus bugün yaklaşık on milyondur ve tüm dönemlerde nüfusun % 90’ı tarımla uğraşmaktadır.29

Ruanda’dan eski yüzyıllarda tepeler ülkesi olarak bahsedildiğini görmekteyiz. Ülke topografyası tepelik ve basamak biçimlidir. Her bir basamak muz ve kahve ağaçları çoğunlukta olmak üzere tarımsal faaliyetler için kullanılmaktadır. Sınırlı arazilerde çok sayıda insan bir arada çalışmak ve beraber iş yapmak zorundadır. Ekilebilir toprağın sınırlılığına karşın insan sayısının fazlalığı, beslenme ve barınma için bireyler arasında ciddi bir rekabetin varlığına işaret etmektedir. Ayrıca tepelik ve basamaklı yapı, tarımsal faaliyetler esnasında kişilerin birbirlerini gözetlemesine ve yapılan tüm eylemlerin farkında olmasına yol açmaktadır.

Bölgeye ve yapılan işin niteliğine göre değişen şekilde, tarımsal faaliyetlerde birkaç kişiden sorumlu olan bir “üst” ve “üst”lerden sorumlu olan başka bir “üst” mevcuttur. Askeri kurumları andıran bu hiyerarşik yapı yüzyıllardır tüm ekonomik faaliyetlerde (tarım ve hayvancılıkta) yerleşiktir. Bu faaliyetler esnasında geliştirilen hami-yanaşma ilişkileri, coğrafi yapının da katkısıyla gözetim mekanizmasına çok elverişlidir. Coğrafi yapı, Foucault’nun görülmeden gözetlemeye olanak verdiğini söylediği mimari yapı olan “Panoptikon”a benzer biçimde gözetlemeye ve kişilerin gözetlenmese bile bu iktidarı içselleştirmelerine yol açmaktadır.30

Nitekim

29

Ibid.

30

Panoptikon, 18. yüzyıl İngiliz filozofu olan Jeremy Bentham’ın planladığı, çevrede halka biçiminde bir yapı ve merkezde bir kule olan, kuleden binanın tüm birimlerinin gözetlenebildiği ancak binadakilerin kuledekileri görmediği bir mimari yapıdır. Foucault, Discipline and Punish kitabında disipliner tekniklerin mimariye yansıması olarak gördüğü Panoptikon’dan bahsetmektedir. Jeremy Bentham, merkezdeki bir gözetleme kulesinin etrafında konuşlanan hücrelerden oluşmuş bir mimari yapı öngörmektedir. Ortadaki gözetleme kulesi tüm hücreleri görebilecek, fakat hücredekiler kuledekini ve birbirlerini göremeyecektir. Üstelik kuleden onları gözetleyen kişinin sürekli orada olup olmadığını da bilemeyeceklerdir. Bu devamlı bir gözetim ve gözetlenildiği algılaması sağlayacaktır. Buna bağlı olarak, devamlı bir baskı ve disiplin getirilerek iktidarın sürekli işleyişi sağlanacaktır. Bentham’ın söylediğine göre, bu sadece hapishane olarak değil, birçok toplumsal alanda gözetim mekanizması olarak kullanılabilecektir. Foucault bu planın, hapishane, hastane, fabrika ve benzeri mimari yapılarda kullanılarak görülmeden gözetlemeye ve bir bilginin nesnesi olarak insanları disipline etmeye yarar biçimde işlev bulduğunu belirtmektedir. Bentham’ın bu “paronayak” düşü gerçekleşmemiştir, ama Foucault’ya göre, Panoptikon’un dönemin gözetleme ve cezalandırma mantığına ilişkin birçok şeyi dile getirmiş bir iktidar ütopyası olduğu açıktır. Panoptikon’da açığa çıkan şey sadece suçluların kapatılması değildir, sürekli bir gözetim ve denetleme sayesinde hücrelerdekilerin disiplini içselleştirmesi ve disiplinin insan ruhuna yerleştirilmesidir. M. Foucault, Discipline and Punish: The Birth of the Prison, çev., A. Sheridan, New York, Vintage Books, 1995, s. 195-228.

(13)

hem “üst”ler hem (sınırlı mekânda çok kişinin bir arada çalışmasından kaynaklı olarak) diğer kişiler tarafından gözetlendiği hissi ile birlikte, hata veya itaatsizlik halinde yerine geçebilecek çok sayıda insanın var olduğu fikri otoriteye itaatsizliği neredeyse imkânsız kılmaktadır. Bu yapıda sürekli pekişen bir iktidar türünden bahsetmek mümkündür. Coğrafi yapının herhangi bir aktiviteyle uğraşan herkesin birbirini görebilmesine ve denetlemesine imkân vermesi, tarım dışındaki ekonomik faaliyetlerin azlığı, çok sayıda kişinin bir arada çalışıyor olması ve ayrıca ekonomik faaliyetlere ilişkin toplumsal hiyerarşik bir yapının varlığı ve sıkı denetleme mekanizması, Ruanda’da hem yönetimsel anlamda gözetlemeyi hem de gözetim anlamında gözetlemeyi mümkün kılmaktadır.

Gözetlemeye fırsat veren toplumsal ve fiziksel yapıların varlığı önemlidir. Bir gözetleyenin olduğu fikri, hatta gözetleyen olmasa da bu olasılığın varlığı sürekli denetim ve cezalandırma fikriyle yaşayan, bu durumu içselleştiren bireyler topluluğu anlamına gelmektedir. Modern devletteki gözetleme mekanizması, gelişmiş devletlerdeki sosyal güvenlik ve kimlik numaralarında ya da büyükşehirlerdeki kamera sistemlerinde olduğu gibi teknolojik boyut da içerebilmektedir. Ruanda’da teknolojik boyut eksik olsa da coğrafi yapının, nüfus yoğunluğunun ve toplumsal hiyerarşinin varlığı, her bireyin kökenleri temel alınarak kaydının tutulması, gelişmiş devletleri aratmayacak bir gözetim mekanizmasının var olmasını mümkün kılmıştır. Soykırım gibi planlı ve organizasyon gerektiren şiddet eylemlerinde, gözetleyen birimlerin varlığı kişilere ulaşmayı kolaylaştırmaktadır. Diğer taraftan denetlendiği/gözetlendiği hissini içselleştirmiş bireylerin varlığı otoritelerin talep ettiği eylemlerin gerçekleştirilmesini de kolaylaştırmak-tadır. Ruanda’da yapılması istenen eylemlere itiraz edildiğinde itiraz edenlerin bulunması kolaydır, çünkü nüfus yoğunluğu ve coğrafi yapı kişilerin saklanmasına veya kaçmasına imkân vermemektedir. Otoritelerden öldürme eylemlerine katılma emri geldiğinde bu emre itaat etmemenin cezasının ölüm olduğu ve itaat etmeyenlerin kolaylıkla bulunabileceği bilinmektedir. Ayrıca emre itaatin, toprak edinmek gibi, ekonomik ödülleri de bulunmaktadır. Görüldüğü üzere, Panoptikon benzeri, her an gözetlemeyi mümkün kılan coğrafi ve toplumsal yapı soykırım eylemlerinde halkın mobilizasyonunu sağlamada etkindir.

Hutular ve Tutsiler arasında eski yüzyıllardan itibaren kimi sosyal farklılıklar mevcuttur ve bu yapısallaşmış, kurumsal hale bürünmüş sosyal ilişki türleri iki grup arasında kutuplaşmalara yol açabilmektedir. Hutular ve Tutsilerin bir arada olduğu üç temel kurumsal yapıdan bahsetmek mümkündür. Bunlar, meclis ritüelleri, hami-yanaşma ilişkileri ve askeri-idari

(14)

sistem olarak sıralanabilir. Meclis ritüellerinde, Hutular ruhani liderler olarak yer almaktadır, ancak 19. yüzyıldan itibaren Hutuların geri plana

düştüğü göze çarpmaktadır.31

Hami-yanaşma ilişkilerinde hami rolü Tutsilerindir ve bu üstünlüklerini hiç kaybetmemişler, hatta 19. yüzyıldan itibaren artırmışlardır.32

Bu üstünlük kendi aralarında bir seçkinler sınıfı oluşmasına da yol açmıştır. Askeri-idari sistem, 19. yüzyıldan itibaren mevcut hiyerarşisiyle günümüzün Ruanda’sıyla benzer şekilde seyretmektedir. Hutu ve Twa topluluklardan daha savaşçı olan, zor koşullarda hayvancılıkla uğraşan ve krallığın sınır bölgelerinde diğer topluluklarla savaşlara giren Tutsiler ülkenin askeri yapısının temelini oluşturmuştur.33

Bu durum, kendi aralarında birlik kuran ve ayrıcalıklarını koruma konusunda fikir birliği yaratan tarihsel bir gelişme olmuştur.

Devletin Ruanda halkı üzerindeki emir verme ve itaati sağlama etkinliği, hiyerarşik yapıda sürdürülen ekonomik ilişkiler, toplumdaki hiyerarşik algı ve itaat kültürü Ruanda toplumsal yapısını açıklayan ve burada meydana gelen şiddet olaylarının neden farklı seyrettiğini anlamamıza yardım eden temel unsurlardır. Bu yapılarla uyumluluk gösteren ve Ruanda toplumunu tanımlayan bir başka özellik de toplumsal kategorizasyonlar ve ırk algısıdır. Koloni yönetimleri Ruanda’ya gelmeden önce de Ruanda’da kimlik farklılıkları ve farklı insan toplulukları mevcuttur. Hem koloni dönemlerinde hem günümüzde nüfusun yaklaşık % 85’i Hutu,

%14’ü Tutsi ve %1’i Twa34

olmuştur ve ilginç bir biçimde şiddet olaylarına ve göçlere rağmen oranlar yaklaşık seyretmektedir. Bowen’ın belirttiği üzere, modern çağ öncesinde de Afrikalılar kendilerini Nuer, Zande, Hutu, Tutsi olarak adlandırmışlardır, fakat bu adlandırmalar gündelik yaşamın asıl kaynağı değildir.35

Örneğin, Orta Afrika’da yaşayan bir kadın kendi kimliğini, nerede doğduğu, ailesinin özgeçmişi, medeni durumu ve ekonomik gücü veya zenginliği ile tanımlayacaktır. Etnik, ırksal, kabileye ait

köken belirten kimlikler gündelik yaşamda nadiren ön plana geçmektedir.36

Üstelik bu kimlikler, Hutuların Tutsi kimliğine ya da Tutsilerin Hutu

31

M. Mamdani, When Victims Become Killers, Princeton, Princeton University Press, 2001, s. 64.

32

C. Newbury, The Cohesion of …, s. 75, 76, 134, 135.

33

J. Maquet, op.cit., s. 109–124.

34

Twalar dünya üzerinde en kısa insan topluluklarından olup genelde ormanlık alanlarda yaşayan ve iktidar için önem arz etmediği düşünülen bir grup olarak kalmıştır. Yöneticiler tarafından sıklıkla casusluğa ilişkin görevlerde kullanılmışlardır.

35

J. R. Bowen, “The Myth of Global Etnic Conflict,” Der. A. L. Hinton, Genocide: An Antropological Reader, Massachusets, Blacwell Publishers, 2002, s. 336.

(15)

kimliğine geçiş yapabilmesinde olduğu gibi, yeni mesleklerle uğraştıklarında, ekonomik statüleri veya yaşadıkları yerler farklılaştığında değişebilmektedir. Gruplar arasındaki çatışmaların asıl kaynağını da tarımsal arazi, su kaynakları v.b. ekonomik temeller üzerinde girişilen güç mücadeleleri oluşturmaktadır. Tutsiler Krallık döneminde (krallar her zaman Tutsi kökenli olmuştur) ve Koloni dönemlerinde Ruanda’da ekonomik aktivitelerden ve siyasi güçten en büyük payı alan topluluk olmuştur. Bağımsızlık sonrasında da bu durum değişmemiştir ve askeri aktiviteler, yönetim kademeleri, ticaret, hayvancılık, eğitim hakkı her zaman Tutsilere ait kalmıştır. Bu aktivitelerden ve iktidardan dışlanma ya da yeterince pay alamama Hutularda doğal olarak hoşnutsuzluk yaratmaktadır.

Hutu ve Tutsi kimliklerinin farklılığına ilişkin sosyal ve sosyal-biyolojik açıklamalar mevcuttur. Sosyal açıklamalar sosyal-biyolojik farklılıklara önem vermemekte ve iki grup arasında sadece her toplumda görülen sosyo-ekonomik farklılıkların var olduğundan bahsetmektedir. Bu, hem Tutsi hem Hutu kökenli zengin ve yoksul arasındaki sınıfsal bir farklılık37

olabileceği gibi, tarım topluluğu ile pastoral topluluk arasındaki iş bölümüne dayalı bir farklılık38

da olabilecektir. Ayrıca iki topluluk arasındaki tarımsal ve pastoral işbölümü, birbirini dışlayıcı değildir. Her iki aktivitenin bir arada yürütülmesi sık rastlanan bir durumdur. Bu görüşe göre, her iki durumda da aynı toplumdaki olağan farklılıklar durumu mevcuttur.39

Tutsi kökenliler genellikle farklılık olmadığına ve bir arada yaşamanın kültürel bir birleş-meyle sonuçlandığına ilişkin görüşe yakın durmaktadırlar. Toplulukların ortaya çıktıkları yerler ve sosyo-ekonomik durumları birbirinden ayrı olsa da iki topluluk, aynı kültürel gelişimi paylaşmakta, aynı dili (Kinyarwanda) konuşmakta ve çoğunlukla Katolik Hıristiyanlık inancını taşımaktadır. Tutsiler ile Hutular arası evlilikler de yaygındır ve erkeğin mensubu olduğu

37 Farklılıkları sınıfsal yaklaşım ile açıklayan görüşler için bkz. W. Rodney, How Europe

Underdeveloped Africa, Dar-es-Salaam, Tanzania Publishing House, 1971; S. Takeuchi, “Hutu and Tutsi: A Note on Group Formation in Precolonial Rwanda,” Der. Didier Goyvaerts, Conflict and Ethnicity in Central Africa, Tokyo, Institute for the Study of Languages and Cultures of Africa and Asia, Tokyo University of Foreign Studies, 2000; T. Gatwa, The Churces and Ethnic Ideology in the Rwandan Crises (1900-1994), Ph. D. Dissertation, University of Edinghburg, 1998.

38

Toplumsal işbölümüne bağlı farklılıkları savunan görüşler için bkz. J. K. Rennie, “The Precolonial Kingdom of Rwanda: A Reinterpretation,” Trans-African Journal of History, Vol. 2, No. 2, 1971; T. Sellström ve L. Wohlgemuth, The International Response to Conflict and Genocide: Lessons from the Rwanda Experience, Book 1, Steering Committee of the Joint Evaluation of Emergency Assistance to Rwanda,Uppsala, Sweden, Nordic Africa Institute, Mart 1996.

(16)

grup o ailenin kimliğine dönüşmektedir. Yani Hutu bir erkekle evlenen Tutsi bir kadın ve çocukları artık Hutu olmaktadır.40

Mamdani’nin belirttiğine göre, Burundi hariç41, Doğu ve Merkez Afrika’daki ülkelerde, Hutu ve

Tutsiler aynı grup içinde anılmakta ve kültürel bir kimliği ifade eden Banyarwanda (tekil isim hali Munyarwanda) genel kimliği içinde değerlen-dirilmektedirler.42

Sosyal-biyolojik açıklamalar ise, ülkede yüzyıllardır Tutsilerin Etiyopya’dan göçle gelen Hutulardan farklı bir grup olduğuna ilişkin hikâyelerin, mitlerin ve hatta (Hutu hükümetlerinin de kullandığı) resmi söylemlerin mevcudiyetinden bahseder. Doğu Afrika üzerine çalışmalar yapan Ogot’a göre, bölgede eskiden beri tarımla ve hayvancılıkla uğraşan topluluklar bir arada yaşamaktadır. Ancak 15. yüzyılda hayvancılıkla uğraşanların sayısında ani bir artış olmuştur.43

Bu artışın, geleneksel olarak hayvancılıkla uğraşan bir topluluğun göç ile bölgeye gelme olasılığına bağlı olduğu üzerinde durulmaktadır. Hiernaux ise, arkeolojik bulgulardan da yola çıkarak, Tutsilerin kökeninin eski Doğu Afrikalılardan gelmiş olabileceğini belirtmektedir. Doğu Afrikalıların kurak ve yağışsız iklime uyum sağladıklarını ve bu uyum esnasında uzun boylu ve ince bir fiziksel yapıya büründüklerini ileri sürmüştür.44

Bu araştırmalar ispatlanamamıştır, ancak burada, Koloni dönemi öncesinde de kimlik ayrımlarının bulunduğuna ve Tutsilerin Ruanda topraklarına ait olmayan bir grup olduğu algısına dikkat edilmesi gerekmektedir.

Dönemin ırkçı politikalarının da etkisiyle Belçikalılar 1930’larda Ruanda’da gen çalışmaları yapmıştır. Genotip çalışmalarında kandaki etken madde ve hücrelere dikkat edilmektedir. Hutularda yoğunlukla sıtmaya karşı direnç kazanmış bir hastalık hücresi özellikleri bulunmaktadır. Bu, sıtmanın yaygın olduğu yerlerde yaşamış ve yaşamakta olan Hutu topluluğu için hayatta kalmayı sağlayacak bir doğaya uyum durumudur. Ancak, Tutsilerde bu hücre özelliğine rastlanmamakta ve bu durum Tutsilerin sıtmanın olmadığı bir bölgeden geldiklerini kanıtlamak için göz önünde

40

Ibid., s. 53.

41

Burundi’de Ruanda’da olduğu gibi kimlik farklılıkları derindir. Dipnot 10’da belirtildiği üzere, Ruanda ile benzer bir koloni tarihi ve şiddet örüntüsüne rastlanılmaktadır. Burundi’de Tutsiler askeri güce Ruanda’ya oranla daha fazla sahip olduğundan Hutuları baskıcı yöntemlerle idare etmekte, yönetime gelmelerini engellemekte, yönetime gelen Hutular içinse bir tehdit oluşturmaktadırlar.

42

M. Mamdani, op.cit., s.53.

43

B. A. Ogot, “The Great Lakes Region,” UNESCO General History of Africa, Vol. 4, D. T. Niane, London, Heinemann, 1984, s. 503.

(17)

bulundurulmaktadır.45 Buna ek olarak, yetişkinlerin bir süt şekeri olan laktozu sindirebilme özelliklerinin olup olmaması da farklılığın göstergelerinden biri sayılmıştır. Laktozun sindirilmesi birçok insan topluluğunda sınırlı olan bir yetenekken, sert koşullarda yaşayan, kuru iklimlere uyum sağlamış ve hayvancılıkla uğraşan göçebe topluluklarda laktoz sindiriminin yüksek olduğu bilinmektedir ve Tutsi toplulukta da aynı duruma rastlanmaktadır.46

Ayrıca, Tutsi ve Hima topluluklarının Etiyopya’daki topluluklarla benzer genetik özellikler gösterdiklerine ilişkin çalışmalar da mevcuttur.47 Genotip üzerine yoğunlaşan tüm bu literatürün varmak istediği ortak sonuç, Tutsilerin göç dalgalarıyla günümüzde bulundukları bölgelere gelmiş olan ve yerli halktan farklı özellikler taşıyan bir topluluk olduklarını göstermektir.

Almanya ve Belçika Koloni yönetimleri de bu kimlik farklılıkları üzerinden hareketle var olan farkları ve Tutsilerin yönetici konumlarını kabul etmiş ve pekiştirmiştir. Belçikalılar kimlik farklılıklarını pekiştirmekle kalmamış, aynı zamanda bu farklılıkları derinleştirmiş ve yeni bir kategorik algı yaratarak “ırk” kimliği çerçevesinde adlandırılmalarına yol açmıştır. Göreli olarak daha uzun boylu ve daha açık tenli, dar burunlu olan ve çoğunlukla hayvancılıkla uğraşan bireyler Tutsi ırkı, kısa, koyu siyah, geniş burunlu ve çoğunlukla tarımla uğraşanlar da Hutu ırkı olarak belirlenmiştir. Bu veriler, tüm toplum kayıt altına alınırken kullanılmıştır.

İnsan toplulukları arasında var olan farklılıklar, artık ırk kimliği ile adlandırılıp, sınıflandırılmaya başlanmıştır ve ekonomik aktiviteler, eğitim ve siyasi yapı, ırk ayrımına göre işler hale getirilmiştir. Hatta bireyler hangi gruba ait olduğuna ilişkin –boy, ten rengi, burun genişliği gibi özellikler dikkate alınarak- kayıt altına alınmış, bireylere ait oldukları düşünülen gruplarının yazılı olduğu kimlikler verilmiştir. Verilen kimlikleri taşımak, tüm ekonomik faaliyetleri bu kimliklere göre gerçekleştirmek zorunlu hale getirilmiştir. Bu zorunluluk eskiden geçişken olan ve durağanlık taşımayan Tutsi ve Hutu ayrımını, farklılıkların daha sert ve net çizildiği bir yapıya bırakmıştır. Bireyler zenginleşince ya da evlilik yoluyla Tutsi olabiliyorken (soy babadan geçmektedir) 1930’lardan itibaren bu durum giderek

45

S. Grosse, “The Roots of Conflict and State Failure in Rwanda: The Political Exacerbation of Social Cleavages in a Context of Growing Resource Scarcity,” School of Public Health, University of Michigan, Ann Arbor, Mimeo, 15 November 1994; M. Mamdani, op.cit., s. 45.

46 G. Flatz, “Genetics of Lactose Digestion in Humans,” Advances in Human Genetics, Vol.

1, 1987, s. 1-77 ve S. Grosse, op.cit, passim.

47

L. Excoffier, B. Pellegrini, A. Sanchez-Mazas, C. Simon ve A. Langaney, “Genetics and History of Sub-Saharan Africa,” Yearbook of Physical Antropology, Vol. 30, 1987, s. 151– 194.

(18)

azalmıştır. Kimlikler arasındaki farkın keskinleşmesinin, ekonomik ve siyasi paylaşımdan memnun olmayan Hutuların, Tutsileri kendilerine bir öteki ve düşman olarak seçeceği, tüm sorunlardan onları sorumlu tutacağı ve Tutsilere kaştı şiddete başvurabileceği gibi sonuçlar getireceği açıkça görülebilmektedir.

Kimliklerin ırka dayalı kategorilere dönüşmesi ve ötekileştirme süreçlerinin keskinleştirilmesi şiddet eylemlerini kolaylaştıran etkenlerdir. Ülke tarihi boyunca öç almaya ve misillemelere dayalı bir şiddet döngüsünün varlığı, ülke nüfusunun kıt kaynakların paylaşımında yaşadıkları sorunlarla birleşerek şiddet eylemlerine zemin hazırlamıştır. Bu yapılardan anlaşılacağı üzere, ücretsiz işçi sağlayabilen, yaptırım mekanizmaları güçlü, ailedeki bireylere kadar temsilcileri olan bir hiyerarşik sosyal ve siyasi yapıya sahip merkezi devlet kendi halkını şiddet eylemlerine katılmak için kolaylıkla mobilize edebilmiştir.

3. Soykırım

a. Modern Devlet, Şiddet ve Soykırım48

Modernite ve Aydınlanma felsefesinde hümanizmin şiddete ve barbarlığa karşı üstünlük mücadelesi verdiği, Batı medeniyetinin bu mücadeleyi kazandığı ve şiddetten uzak toplumsal yapılar kurduğu düşünülür. Fakat modern toplumların şiddetten uzak olduğu veya medeniyetin şiddeti ortadan kaldıracağı düşüncesi bir mitten ibarettir. Kren ve Rappoport’un belirttiği üzere, modernite vahşi barbarlığın bir antitezini oluşturmuş olsa bile, istenen sonuca ulaşmada etkin, hislere kapılmadan yapılan yok etme, kıyım ve işkence olaylarının antitezini oluşturmamıştır.49

Niteliksel olarak düşünce akılcı yönde geliştikçe, yok etme olayları niceliksel olarak artmış, sonuçta medeniyet, şiddeti yeni bir forma sokmuş ve şiddete ulaşma yollarını yeniden düzenlemiştir. Soykırım, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından modernitenin tanımını belirlediği suçlardan birisidir. Bir şiddet eyleminin soykırım sayılabilmesi için ırk, ulus, din, etnisite gruplarından en azından birinin var olduğu varsayımı gerekir. Yani, insan topluluklarının bu gruplardan herhangi birisi olarak tanımlanmış ve bireylerin bu gruplardan birine dâhil olduğunun kabul edilmiş olması gerekmektedir. Diğer bir deyişle insanlar, modern bir sınıflandırma ile çeşitli

48

Bu bölüm, Ebru Çoban Öztürk, Modern Devlet, Biyoiktidar ve Soykırım: Ruanda Örneği, Ankara: Adres Yayınları, 2010 adlı kitaptan kimi metinler içermektedir.

49

G. A. Kren ve L. Rappoport, The Holocaust and the Crisis of Human Behaviour, New York, Holmes & Meier, 1980, s. 140.

(19)

kimliklere bürünmüş olmalıdır. Tanımlanmış olan ırk, ulus ve etnisite modern zamanlarda ortaya çıkan, dinsel grup ise geçmişten gelen oluşumlardır. Burada anlaşılması gereken şey, sınıflandırma ve gruplara ayırmanın, modernitenin belirgin bir özelliği olduğudur.

Modern devletin, modernitenin ve modern devletin soykırım suçuyla bağlantısını en etkili ifade eden yazarlardan birisi Zygmunt Bauman’dır. Modern bir toplumun soykırım gibi toplu katliamların önünü keseceği yönündeki olumlu inanışa ters biçimde Bauman’a göre, soykırım suçunun kendisi modern toplumun bir sonucudur.50 Modern uygarlık soykırım için yeterli bir koşul olmayabilir ancak zorunlu bir koşuldur.51

Soykırım, dünya tarihinde şiddete ilişkin yaşanan olaylar zincirinden farklılık göstermektedir. Bu fark, soykırım olaylarındaki modern karakterdir. Bauman’a göre, Holocaust yani Yahudi soykırımı örneğinde modern medeniyetin doğrudan rolü bulunur, üstelik bu rol çekinik değil, aktif biçimde seyreder.52

Bu da soykırımın modern medeniyetin bir başarısızlığı değil, aslında bir ürünü olduğu anlamına gelir.

Modern olan her şeyin, mantıksal, planlı, bilimsel bilgi ile donanmış, uzmanlaşmış, verimli biçimde idare edilen ve koordineli biçimde yapılması öngörülür. Soykırım olaylarının da modern çağın bir olgusu olarak sayılan özellikleri taşır biçimde gerçekleştirilmesi doğaldır. Şiddet eylemlerinin soykırım olduğunun ispatlanabilmesi için sistematik, planlı ve bir topluluğu yok etme kastı ile hareket edilmiş olma koşulları aranmaktadır ki, bu özellikler de modern devletlerde olması muhtemel bir örgütlenme gerektirmektedir. Eski çağlardaki şiddet olayları birçok açıdan soykırımdan ayrılır. Modernite öncesinde, kendiliğinden gerçekleşebilen, tesadüflere bağlı olabilen, grubun hislerinden ve kişisel motiflerden etkilenebilen şiddet olaylarına tanık olunurken, soykırımda mantıklı, dikkatli biçimde hesaplanmış ve sonuca ulaşmada etkili olan bir çizgi mevcuttur. Bauman’ın sözüyle, soykırım bir amaç taşır.53

Daha iyi ve radikal biçimde farklı bir toplum yaratma hedefi için soykırıma başvurmak, amaca giden yolda yapılması mümkün olan bir sosyal mühendislik türü olmaktadır.54

Bauman’ın da belirttiği üzere, düzenleme, planlama, özü itibariyle modernliğin ruhuna uygun rasyonel bir etkinliktir ve dünya özünde düzenli

50 Z. Bauman, Modernity and the Holocaust, Cambridge, Polity Press, 1989, s. 9–17. 51 Ibid., s. 13. 52 Ibid., s. 89. 53 Ibid., s. 91. 54 Ibid., s. 91.

(20)

bir bütünlüktür.55

Düzeni ve sınıflandırmaları bozma ya da tehdit etme eğiliminde olan ve düzenlemelerin dışında kalanlar, diğer bir değişle denetlenemeyenler, uygunsuzlar, uyumsuzlar ve müphemler yani “öteki” olarak sınıflandırılabilecek olanlar yine modernliğin ruhu ile uyumlu biçimde kapasitesizleştirilebilirler.56

Bauman, bilginin iktidarına vurgu yaptığı modernlik tanımlamasında, şeylerin bilgisine ulaşılarak kurulan iktidarın, olayları denetim altında tutmayı ve önceden tahmin etmeyi sağlayacağını, dolayısıyla toplum planlamasını ya da sosyal mühendisliği mümkün kılacağını belirtir.57

Bauman, soykırım üzerine yazanların, Holocaust’un modern medeniyetin antitezi olduğunu söylediklerini, çünkü olayı bu algılamayla görmek istediklerini belirtir.58

Rahatsız eden şey ise Holocaust’un ilerlemenin yolundan bir ayrılma ve sapmadan, sağlıklı ve medeni toplumlardaki kanserden ve modern medeniyetin antitezinden daha fazlası olabileceği fikri olmuştur.59

Modern toplumun hayranlık duyduğumuz yüzünden başka, örtülü kalmış bir başka yüzü daha mevcuttur ve Bauman’a göre Holocaust, modernitenin örtülü kalmış yüzünde yer alır.60

Üstelik zıt görünen bu iki yüz mükemmel biçimde aynı bedende bulunmaktadır. Belki de en korkulan şey, bu iki yüzün bir diğeri olmadan var olamayacağı fikridir.61 Bauman Holocaust’un, modern toplumun gizli olasılıklarının nadir fakat önemli ve güvenilir bir deneyi olduğunu ileri sürer.62

Bununla beraber, modern medeniyet Holocaust için yeterli bir koşul değildir, ancak Holocaust için kesinlikle gerekli koşuldur ve modern toplum olmadan Holocaust’un gerçekleşeceğini düşünmek imkânsızdır.63

Çünkü Holocaust’u gerçekleştirmeyi düşünmek, modern toplumun rasyonel dünyası ile mümkün olabilecek bir şeydir.64

İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Yahudi katliamları, sadece endüstri-leşmiş modern toplumdaki teknolojik başarılar sayesinde yapılmamıştır.

55

Z. Bauman, Modernlik ve Müphemlik, çev., İ. Türkmen, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2003, s. 56.

56

Ibid., s. 56.

57

Z. Bauman, Yasa Koyucular ile Yorumcular, çev., K. Atalay, İstanbul, Metis Yayınları, 1996, s. 8-10.

58

Z. Bauman, Modernity and the Holocaust, s. 7.

59 Ibid., s. 7. 60 Ibid., s. 7. 61 Ibid., s. 7. 62 Ibid., s. 12. 63 Ibid., s. 13. 64 Ibid., s. 13.

(21)

Aynı zamanda katkıda bulunan unsur, modern medeniyetteki bürokratik toplumun örgütlenmeye ilişkin başarılarıdır.65

Yahudilerden kurtulmanın ve nihai sonuca ulaşmanın en etkili ve uygulanabilir yolu, onları fiziksel olarak yok etmek biçiminde kurgulanmıştır. Geriye kalan ise, devlet bürokrasisinde farklı birimler arasındaki dikkatli planlama, uygun teknolojinin oluşturulması, bütçe sağlanması, hesaplamaların yapılması ve gerekli kaynakların mobilize edilmesi gibi bürokrasinin rutin işleyişi olmuştur.66

Yapılan seçim, değişen koşullarda ortaya çıkan sorunlara rasyonel bir çözüm bulmak üzerinedir. Nazi yönetiminin “nihai çözüm”ü dâhiyane bir rasyonel düşünceden kaynaklanmıştır ve bürokrasi tarafından şekline ve amacına uygun biçimde yerine getirilmiştir.67

Bauman’a göre, bürokrasi olmadan Holocaust’un gerçekleştirilmesi düşünülemeyecek bir durumdur.68 Bauman, Yahudi soykırımıyla ve genel olarak soykırımla ilgili güzel bir benzetmeyi şu cümlelerle yapmıştır: “Holocaust, modern çağ öncesi barbarlıkların henüz silinememiş kalıntılarının irrasyonel bir şekilde açığa çıkması değildir. Modernite evinin meşru bir sakinidir; aslında modernitenin dışında hiçbir yerde de kendi evinde gibi olmayacaktır.”69

Tabii bu ifadelerden soykırımın tamamen modern bürokrasiden ya da araçsal akıldan kaynaklandığı veya modern bürokrasinin mutlaka Holocaust benzeri bir olayla sonuçlanacağını ileri süren determinist bir yaklaşıma düşmemek gerekir.

Bauman, toplumu, yönetilecek bir nesne, çözülmeyi bekleyen birçok sorunun toplamı, sosyal mühendisliğin meşru bir görevi olarak kontrol edilen, öğretilen, geliştirilen veya yeniden yapılandırılan bir varlık ve tasarlanarak belli şekillerde muhafaza edilen bir bahçe olarak gören bir bürokratik kültürün var olduğunu söylemektedir. Holocaust fikrini düşündüren, geliştiren ve bunun sonuca ulaştırılmasını sağlayan atmosfer, tam da bu anlatılan bürokratik kültürdür.70

Nasıl bahçe bakımında aşılanmış ve istenen forma getirilmiş bitkilerin bakımına devam edilip, zararlı otlar temizlenirse, sosyal mühendislikte de “zararlı otların” ayıklanabileceği sonucu çıkarılabilecektir. Araçsal aklın ruhu ve modern, bürokratik kurumsallaşma biçimi Holocaust tarzı çözümleri hem mümkün, hem mantıklı kılacak ve aynı zamanda bu tarz seçimler yapma olasılıklarını artıracaktır. Bunun asıl sebebi de modern bürokrasinin çok sayıdaki bireyi

65 Ibid., s. 13. 66 Ibid., s. 16-17. 67 Ibid., s. 16-17. 68 Ibid., s. 17. 69 Ibid., s. 17. 70 Ibid., s. 18.

(22)

ahlaki olmayan sonuçlar için koordine edebiliyor olmasıdır.71

Holocaust’un gerçekleşme olasılığı modern medeniyetin evrensel değerlerinde mevcuttur ve bu tür “nihai çözüm”lerin uygulanması ise, devlet ve toplum ilişkilerindeki özel durumlarla bağlantılıdır.72

Modern toplumlarda, her şeyde olduğu gibi, toplumun ve farklılıkların işlenmesi, yeniden inşa edilmesi, mantık çerçevesine oturtulması, teknolojik olarak tasarlanması, yönetilmesi, izlenmesi, idare edilmesi ve gözetim altında bulundurulması eğilimi mevcuttur. Farklılıkların düzeyini belirleyen ve onlara ad koyan ise modernitedir. Irkçılık da bu haliyle modernitenin bir ürünüdür. Dünya üzerindeki kavramsallaştırmalardan biri ve etkili bir siyasi uygulama aracı olan ırkçılık, modern bilimin, modern teknolojinin ve devlet iktidarının modern biçimleri olmadan düşünüleme-yecektir.73 Modernite, ırkçılığı mümkün kılmakta ve hatta ırkçılık için bir talep oluşturmaktadır. Diğer bir taraftan ırkçılık, modernite öncesi ya da en azından modern olmayan çatışmalarda kullanılan modern bir araç olmaktadır.74

Irkçılık, kusursuz gerçekliğe uymayan ve değiştirilemeyen elementlerden kurtulmayı hedefleyerek, yapay bir sosyal düzen inşa etme yolunda, mimarlık ve bahçıvanlık stratejilerini, tıp bilimi ile birleştiren bir uygulama yöntemini rasyonalize eder. Metaforik bir tabirle, bir insan bedeninde ancak sağlıklı olan taraflar ve organlar geliştirilip şekillendirilebilecektir. Fakat kanserli kısımların geliştirilme şansı yoktur, sadece o kısımlar yok edilerek gelişme sağlanabilecektir.75

Irk temelinde Hutu, Tutsi, Twa gibi kimliklere ayrılmış ve kayıt altına alınmış bir toplum olması anlamıyla ve de idari birimlerin aileye kadar doğrudan bilgi sahibi olması nedeniyle yönetimsel anlamıyla gözetleme Ruanda’da yerleşiktir. Bireyler üzerindeki gözetim mekanizmalarının kurulması yine modernitenin ruhuyla uyumlu, modern devletlerin başvurduğu bir durumdur. Ruanda’da gözetim anlamında gözetleme coğrafi ve ekonomik aktiviteler ile mümkün olurken, yönetimsel anlamda gözetleme vatandaşlara yönelik kayıt sistemi ve yaşamın her detayına nüfuz eden idari birimlerin varlığı ile sağlanmaktadır. Gözetim, sürekli olan bir kayıt sisteminden destek almaktadır. Bu kayıt sistemleri ise, Koloni öncesi dönemde var olan ve koloni devletlerinin daha da merkezileştirerek kullandıkları idari yapıları yenileyerek kullanmalarıyla mümkün olmuştur.

71 Ibid., s. 18. 72 Ibid., s. 82. 73 Ibid., s. 61. 74 Ibid., s. 62. 75 Ibid., s. 65.

(23)

Buna ek olarak, ülkedeki vergilendirme, üretimi denetleme, işgücü verimliliğini ve üretimi artırma mekanizmaları da mevcuttur. Bu mekanizmalar çoğunlukla gözetleme, kayıt tutma ve ardından uygunsuz davranışları cezalandırma tehdidi üzerine kuruludur. Ruanda toplumunun gündelik yaşamına tüm bu mekanizmalar toplamıyla nüfuz edilerek, emirlere itaate çok önem veren bir insan topluluğunun varlığı ve sürekliliği mümkün olmuştur.

Holocaust sırasında toplum planlaması çerçevesinde nasıl Yahudiler ortadan kaldırılarak sorunlardan kurtulma amacı taşınmışsa, Ruanda’da da toplumsal planlama dâhilinde ve ırkçılık ideolojisi çerçevesinde Tutsiler yok edilerek sorunlara çözüm bulunması hedeflenmiştir. Nitekim soykırımı gerçekleştiren Hutu kökenli yöneticiler, kendilerini ülkeyi modernize eden kişiler olarak sunmuş ve sloganlarını “büyük çoğunluk”, “çoğunluk demokrasisi” gibi modern çağın siyasi ve ideolojik kurumlarına atfedilen ifadelerden oluşturarak, eylemlerini bu çerçevede meşrulaştırma çabasına girişmişlerdir.76

Bauman’ın tezleri Ruanda soykırımı için de geçerliliğini korumaktadır. Bauman’ın anlattığı Nazi bürokrasisini ve modern devlet özelliklerini, Ruanda ile bağdaştırmak ilk bakışta anlamsız bir çaba gibi görünebilir, ancak Ruanda’nın modern eylemler, söylemler ve fiiller içinde yer aldığı açıktır; sadece modern yapılar, kurumlar ve fikirlerin ülkenin toplumsal ve siyasi yapısına kırılarak ve farklılaşarak yerleştiğine dikkat etmek gereklidir. Ruanda, modernitenin ruhuna uygun biçimde topluma yönelik sınıflandırma ve gruplandırmaların yapıldığı bir yer olmuştur. Kategorizasyonlar, ırk tanımı çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. Modern devletin gözetleme mekanizması, bu ülkeye has özellikler taşımak kaydıyla, yüksek oranda mevcuttur. Bürokrasinin işleyişi ve yaptırım gücünün sağlanabilmesi gibi özellikler de Ruanda soykırımının gerçekleştirilmesinde etkindir.

Ruanda’daki şiddet olaylarının neden soykırım olduğuna uluslararası hukuk açısından verilecek cevaplar olduğu kadar ülkedeki toplumsal ve siyasi yapının modernitenin ruhunu nasıl taşıdığını vurgulayarak da cevap verilebilir. Soykırım moderniteyle iç içe olan bir şiddet türüdür ve modern kategorizasyonlar ve kategorik algılar, modern devlet, modern devletin ideolojik ve bürokratik aygıtları, devletin yaptırım gücü, gözetim ve biyoiktidar gibi sosyo politik süreçler ve yapılar var olduğu takdirde bu şiddet türünün ortaya çıkma olasılığı doğmaktadır. Çünkü soykırım gibi bir

76

M. Mann, The Dark Side of Democracy: Explaining Ethnic Cleansing, Cambridge, Cambridge University Press, 2005, s. 473.

Referanslar

Benzer Belgeler

Örneğin, Aycan’ın (289) kadın yöneticilerle yaptığı bir çalışmada, katılımcılar, iyi bir anne olmanın, kadınların en temel rolü olduğunu belirtmişlerdir.

Böyle bir kültür tabakası Çin'e bir az sonra, -yani eski çağın baş­ langıcı olan Milâttan önce 2000 yıllarında ancak gelebildi ve gelirken, Avrupa, Önasya ve Hindistan

Bu aşamada öncelikle Mahkemenin yazı işleri müdürü (Registrar) dostane çözüm arayışlarına girer ve gizli olarak bu görüşmeleri yürütür. Görüşmelerden bir

The results show that the LSTAR based and neural network augmented models provide important gains over the single-regime baseline GARCH models, followed by the LSTAR-LST-GARCH

Sensitivity was determined using Tigecycline and Colistin E-test MIC method performed in the Clinical Microbiology laboratory of Baskent University, Medical Faculty between 2010

Ayrıca vitamin D eksikliği olan böbrek yetmezliği hastalarında CRP düzeyleri anlamlı olarak daha yüksek, albumin düzeyleri daha düşük ve aşikar ateroskleroz insidansı

direction of the PSE difference shows that more lumi- nance contrast relative to color contrast is needed to balance the two modulations in the “combined” compared to

Bu sebeple bu çalışmada yapı sistemlerinin güçlendirilmesini değerlendirmek amacıyla farklı şekillerde çelik çapraz elemanlarla güçlendirilmiş yapıların doğrusal