T7-□ R H A N P A M U K
B
î r
B
a ş k a
E
v
: CİHANGİR
B
azan da annemle babam birlikte kaybolurlardı. Böyle bir sefer, 1958 kışında ağabeyim bir sü reliğine iki kat yukarı halamla eniştemin dairesine yollandı. Beni ise bir akşamüstü Nişanta şı’na gelen teyzem Cihangir’deki evine götürdü. Hüzünlenmeyeyim diye bana çok iyi davrandığı nı, ilk dakikadan başlayarak daha arabadayken (Chevrolet) “ Senin için Çetin’e akşam yoğurt aldı rıyorum” dediğini, yoğurt ile ilgilenmezken bir şoförleri olduğu için etkilendiğimi hatırlıyorum. Dedemin yaptırdığı ve yıllar sonra bir dairesinde yaşayacağım büyük apartmanın asansörsüz, ka lorifersiz ve dairelerin de küçük olması bende bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Dahası yeni evimde er tesi gün hayata hüzünle alışmaya çalışırken, pijamalar giydirilerek, el bebek gül bebek yatırıldığım öğle uykusundan uyandıktan sonra, Pamuk Apartmam’ndan edindiğim bir alışkanlıkla, evdeki hizmetçiye “ Emine Hamıım, gel beni kaldır, giyindir” diye buyurduğumda beklenmedik bir şekil de terslenmem beni sarsmıştı.Belki de bu yüzden, orada geçirdiğim günler boyunca kendimi ağırdan sattım, biraz hava bastım. Teyzem, gazeteci, şair editör (Melling’in bir tıpkıbasımının yayımcısı) kocası Şevket Rado ve benden yedi yaş büyük, on iki yaşındaki kuzenim Mehmet’e, bir akşam yemeğinde, duvardaki be yaz çerçeveli kitsch resimden başı kasketli ve sevimli bir benzerim bana bakarken, amcamın Başba kan Adnan Menderes olduğunu çok fazla önemsemeden söylemem umduğum gibi saygılı bir şekil de karşılanacağına, gülüşmelere ve alaycı sorulara yol açtığı için harksızlığa uğradığımı hissettim. Çünkü amcamın başbakan olduğuna da içtenlikle inanıyordum.
Ama bu inanç aklımın bir köşesindeydi yalnızca. Amcam Özhan ile Başbakan Adnan’ın son iki harfi uyuşan beş harflik isimleri, Başbakan Adnan’ın o sırada, amcamın da yıllardır yaşadığı Amerika’ya gitmiş olması, ikisinin de fotoğraflarını her gün defalarca görmem (birini gazetelerde, diğerini babaannemin salonunun her yerinde) ve bazı fotoğraflarda birbirlerine çok benzemeleri bende bu içten yanılsamayı yaratmıştı. Daha sonra hayatta pek çok inanç, kam, düşünce, yargı, ön yargı, bilgi ve estetik seçimimi benzer bir akıl mekanizmasıyla geliştirdiğimi farketmem beni bu alışkanlıklardan çok az kurtardı. Aynı, hatta benzer adı taşıyan iki kişinin şahsiyetlerinin de benze diğine, bilmediğim yerli, yabancı kelimelerin, harfleri bakımından en yakın bildiğim kelimeyle ya kın anlamda olduğuna, gamzeli bir kadının ruhunda ondan önce tanıdığım gamzeli kadının ru hundan bir şeyler olduğuna, şişmanların birbirine benzediğine, yoksullar arasında bilmediğim bir ortaklık olduğuna, Brezilya ile bezelye arasında bir ilişki olduğuna (Brezilya bayrağında kocaman bir bezelye vardır), bazı Amerikalıların Türkiye ile hindi arasında bir ilişki olduğuna inanmaları gibi “dürüstçe” inanırım. Dahası, tıpkı başbakan ile amcamı hayalimde kesiştiren noktaların hep aynı kalacağını sanmam gibi, bir kere, söz gelimi bir lokantada ıspanaklı yumurta yerken gördüğüm bir uzak akrabanın (çocukluğumun İstanbul’unun güzelliği, sokaklarda, dükkânlarda hep tanıdık, ak raba, hısım birileri ile karşılaşmaktı) elli yıl sonra hâlâ (şimdi çoktan kapanmış olan) o lokantada ıspanaklı yumurta yemeye devam ettiğine de aklımın bir köşesiyle inanırım.
Hayatı şiirselleştirerek kolaylaştıran bu yanılsamamdan dolayı ciddiye alınmamam, kendi mi ait hissedemediğim bu yeni evde, daha cesur deneyimlere girişmeme yol açtı. Her sabah, kuze nim Alman Lisesi’ne gittikten sonra onun iri, kalın ve gösterişli bir kitabını önüme açıyor (sanırım
bir Brockhaus cildiydi), masaya oturup gördüğüm satırları olduğu gibi kopya ediyordum. Almanca ve okuma yazma bilmediğim için hiçbir şey anlamadan yaptığım bu iş yazmaktan çok resim yapmaya benzetilebilir. Sayfaların, cümlelerin, benzete benzete resmini yapıyordum. Kimisi beni çok zorlayan (g ve k) gotik harflerle dizilmiş kelimelerden birini daha bitirdiğimde bir büyük çınar ağacının binler ce yaprağını tek tek çizen bir Safevi nakkaşı gibi bakışlarımı kâğıttan kaldırıp pencereden dışarıya, apartmanlar arasından gözüken Boğaz’a, gemilere bakarak gözlerimi dinlendirirdim.
İstanbul’da bir mahalle hayatı olduğunu, şehrin kimsenin kimseyi tanımadığı bir yer, duvar larla hayatları ayrılmış, ölenlerle bayram edenlerin birbirinden habersiz olduğu bir apartman daire leri anarşisi değil, herkesin uzak yakın birbirini bildiği bir mahalle takımadaları olduğunu, daha sonra bizim de (bizler gittikçe yoksullaşırken) taşınacağımız Cihangir’de öğrendim ilk. Pencereden baktığımda yalnızca apartmanlar arasından gözüken denizi ve yavaş yavaş tanıdığım şehir hatları va purlarını değil, apartmanlar, evler arasındaki bahçeleri, henüz yıkılmamış eski konakları, eski du varları, onlar arasında oynayan çocukları da görürdüm. Boğaz’a bakan pek çok İstanbul evinde oldu ğu gibi binanın önünden kıvrıla kıvrıla denize doğru inen parke taşlı bir yokuş vardı. Karlı gecelerde benim de teyzemin oğluyla aralarına uzaktan da olsa katıldığım çocuklar bu dik yokuştan aşağıya kı zaklar, merdivenler, tahta parçaları üzerinde bütün mahallenin katıldığı bir gürültü ve eğlenceyle kayarlardı.
O zamanlar senede yedi yüze yakın film üreterek, Hindistan’dan sonra dünya İkincisi sıfatını taşımakla övünen Türk film sanayiinin merkezi Beyoğlu’na on dakikalık bir uzaklıkta olduğu ve pek çok oyuncu Cihangir’de yaşadığı için sokaklar bu filmlerde hep aynı rollerde hep aynı ikincil kişilikle ri canlandıran amcalar ve solgun ve boyalı teyzelerle doluydu. Onları gören çocuklar bu yorgun oyun cuların oynadıkları gülünç ve aşağılayıcı rolleri (mesela hep genç hizmetçilerin peşinden koşan şiş man ve yaşlı kart zamparayı canlandıran Vahi Öz) hatırlayarak peşlerinden koşardı. Yağmurlu günler de parke taşları üzerinde tekerlekleri kayan otomobillerin, kamyonların çıkmakta zorlandıkları yoku şun tepesinde, güneşli günlerde, birden bir minibüs peydahlanır, içinden çıkan oyuncular, ışıkçılar ve “ film ekibi” on dakika içinde bir aşk sahnesini şipşak çekip kaybolurlardı. Yıllar sonra bir rastlantıyla bu siyah-beyaz filmi ve sahneyi televizyonda seyrettiğimde asıl konunun aşk ya da kavga kadar arka dan gözüken Boğaziçi olduğunu anlardım.
Mahalle hayatında bütün dedikoduların toplanıp, yorumlanıp, değerlendirilip yeniden dağıl dığı bir merkez (çoğunlukla bir dükkân) olması gerektiğini de Cihangir’de öğrendim. Cihangir’de bu merkez bizim apartmanın altındaki bakkaldı. Apartman komşularının çoğu gibi Rum olan bakkal Li- gor’dan bir şey almak istiyorsan, üst kattan iple aşağıya bir sepet sarkıtır, sonra istediklerini bağıra bağıra sayıp dökerdin. Daha sonraki yıllarda biz de aynı apartmana taşındığımızda annem bakkala yumurta-ekmek diye avaz avaz bağırmayı kendine yakıştıramadığı için öteki komşularınkinden daha şık olan sepetin içine yazılı bir kâğıt koyardı. Teyzemin yaramaz oğlu ise pencereyi, yokuşun tepesin de bütün güçleriyle zorlanan arabaların üzerine bir şeyler (tükürük, çivi ve telle ustaca sıkıştırılmış mantar patlangaç) atmak için açardı. Bugün bile, hâlâ çok yukarıdan sokağa bakan bir pencere gör düğümde, acaba aşağıdan geçenlere nasıl tükürülür diye düşünürüm bir içgüdüyle.
Teyzemin kocası Şevket Rado, başarısız şairlikle geçen gençlik yıllarından sonra, gazetecilik ve editörlük yapıyor, o sıralarda Türkiye’nin en çok okunan haftalık magazin dergisi Hayat’ı çıkarıyor du, ama beş yaşında ne bunlarla ne de eniştemin bendeki İstanbul fikrinin yerleşmesine yol açan pek çok şairin, yazarın -Yahya Kemal’le Tanpınar’dan, şehrin dokusunu ve yoksulluğunu yansıtan Dic- kens tarzı melodramatik çocuk hikâyeleri yazan Kemalettin Tuğcu’ya kadar- tanıdığı, dostu, iş arka daşı olmasıyla ilgiliydim. Beni eniştemin yayımladığı ve okuma yazma öğrendikten sonra teyzemin bize hediye ettiği ve okuya okuya ezberlediğim yüzlerce çocuk kitabı (Binbir Gece Masalları’ndan
ler, Doğan Kardeş ciltle ri, Andersen’den Hikâyeler, Kejfıler ve
İcatlar Ansiklopedisi) heyecanlandırırdı yalnızca.
Haftada bir kere teyzem beni alır, Nişantaşı’ndaki eve, ağabeyimi görmeye götürürdü. Ağabeyim, Pamuk Apartmam’nda kendisinin ne kadar mutlu olduğunu anla tır, kahvaltıda ançuvez yediklerini, akşamları gülüşüp oy nadıklarım, aile kalabalığı içerisinde özlediğim bütün o şeyleri yaptıklarım, eniştemle futbol oynadığım, amcamın arabasıyla pazar günü hep birlikte Boğaz’a gittiklerini, ak şamları radyoda spor saatini ve piyesleri hiç kaçırmadan dinlediklerini ballandırarak anlatırdı. Sonra bana da “ Sen gitme, artık burada kal!” derdi.
Cihangir’e dönüş vakti gelince ağabeyimden ve ar tık kapısı kilitli olduğu için beni hüzünlendiren bizim da ireden uzaklaşmak bana ağır gelirdi. Bir keresinde ayrılık anında hüngür hüngür ağlayarak kapının yanındaki kalo rifer borusuna elimi bütün gücümle kilitlediğimi, bütün ailenin başıma toplanarak tatlılıkta, kandırmaya çalışarak ve biraz da zor kullanarak elimi borudan ayırmaya çalıştı ğımı, yaptığımdan çok utanmama rağmen uçuruma düş memek için son anda dala tutunan resimli roman kahra manları gibi boruyu uzun bir süre bırakmadığımı hatırlı yorum.
Bir eve bağlılık mı? Belki. Çünkü elli yıl sonra hâlâ aynı apartmanda yaşıyorum. Ev, benim için odaların, eşya
ların güzelliğinden çok, kafamdaki dünyanın bir merkezi olduğu için önemlidir. Ama hüznümün arkasında, anne baba kavgalarını, babamla amcamın sürekli iflaslarından gelen fakirleşmeyi ve ai le içi büyük mal mülk çatışmalarını dolaylı, karmaşık ve çocuksu bir şekilde sevmek de vardı. Der dimin bütünüyle ve olgunlukla farkına varmak, onunla yüzleşebilmek, hakkında doğrudan konu şarak, en azından acıyı açığa çıkarmak yerine; aklımın tuhaf odak değiştirmeleri, aldatma ve unut ma oyunlarıyla onu esrarlı bir duygu haline getirmiştim.
Bu duygu kafamın içindeki ikinci dünyayla ve suçluluk duygularıyla birleşirdi. Bu karmaşık hale hüzün diyelim. Tam bir saydamlık anı olmadığı ve bu yüzden de gerçekliği perdeleyen, onun la daha rahat yaşamamıza yarayan bir şey olduğu için, soğuk bir kış günü altı harıl harıl yanan bir çaydanlığın pencere camlarında biriktirdiği buğuya benzetelim bu hüznü. Buğulu camlar bende hüzün uyandırdığı için de bu örneği seçtim. O camlara bakmayı, sonra yerimden kalkıp parma ğımla cama bir şeyler yazıp çizmeyi hâlâ çok severim. Hüzünden söz etmenin de böyle bir yanı var çünkü. Parmağımla buğulu camın üzerine yaza çize hem içimdeki hüznü dağıtır, eğlenirim, hem de bütün bu çiziştirmeler, yazmalar sonunda camı temizleyip dışarıdaki manzarayı görebilirim. Ama manzara da insana hüzünlü gelir sonunda. Bütün şehrin kaderi gibi gözüken bu duyguyu biraz anlamamız lazım.
Or h a n Pa m u k
KİTAP-LIK E6 □ RHAN PAMUK 3 3
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Ta h a Toros Arşivi