• Sonuç bulunamadı

1980'li yıllar Türk sinemasında bunalımlı ve uyumsuz karakter

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "1980'li yıllar Türk sinemasında bunalımlı ve uyumsuz karakter"

Copied!
152
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ

RADYO, TELEVĠZYON VE SĠNEMA ANABĠLĠM DALI RADYO, TELEVĠZYON VE SĠNEMA BĠLĠM DALI

1980’LĠ YILLAR TÜRK SĠNEMASINDA UYUMSUZ ve BUNALIMLI KARAKTER

Ceyhan HANSU YÜKSEK LĠSANS TEZĠ

DANIġMAN

Prof. Dr. Meral SERARSLAN

(2)

T. C.

SELÇUK ÜNĠVERSĠTESĠ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Bilimsel Etik Sayfası

Bu tezin proje safhasından sonuçlanmasına kadarki bütün süreçlerde bilimsel etiğe ve akademik kurallara özenle riayet edildiğini, tez içindeki bütün bilgilerin etik davranış ve akademik kurallar çerçevesinde elde edilerek sunulduğunu, ayrıca tez yazım kurallarına uygun olarak hazırlanan bu çalışmada başkalarının eserlerinden yararlanılması durumunda bilimsel kurallara uygun olarak atıf yapıldığını bildiririm. Öğrencinin İmzası Öğ renci ni n

Adı Soyadı Ceyhan Hansu

Numarası 124223001006

Ana Bilim / Bilim Dalı Radyo Televizyon ve Sinema Anabilim Dalı/ Radyo Televizyon ve Sinema Bilim Dalı

Programı Tezli Yüksek Lisans Doktora

(3)
(4)

ÖNSÖZ

Tüm yaşamım boyunca her ani kararımda, her yön değişikliğimde, her yenilikte beni cesaretlendirdikleri ve her zaman koşulsuz destekledikleri için canım annem, babam, ağabeyim ve tekne kazıntısı kardeşime minnettarım.

Bu süreçte sabrını ve bilgi birikimini esirgemeyen tez danışmanım Prof. Dr. Meral Serarslan‟a; fikirleriyle yol gösteren Dr. Öğr. Üyesi Nermin Orta‟ya ve Dr. Öğr. Üyesi Nalan Ova‟ya teşekkür ederim. Hiçbir zaman desteklerini esirgemeyen ve varlıklarıyla güç veren sevgili hocalarım Prof. Dr. Aytekin Can‟a, Prof. Dr. Birol Gülnar‟a, Doç. Dr. Mete Kazaz‟a; dostluğuyla hep yanımda olan sevgili Dr. Öğr. Üyesi Murat Aytaş‟a; entelektüel birikimini ve film arşivini paylaşan, akşam kahvelerinin vazgeçilmezi Öğr. Gör. Engin Kılıçatan‟a; Ankara Kalesi‟nin tek gerçek gezi arkadaşı, yaşayıp yaşamadığımı kontrol etmeyi vazife bilmiş kişi canım Bircan Sarıgül‟e; üniversitedeki ilk sıra arkadaşım, bozkır sıkıntısı Alparslan Cenk Çardaközü‟ne; birbirimize yaralarımızı göstermekten hiçbir zaman korkmadığımız, en çok güldüğüm, en çok ağladığım canım kardeşim Begüm Özbek‟e çok teşekkür ederim.

Son olarak tüm serüvenlerimde ve kararlarımda bana destek olan, varlığıyla dahi yüzümü güldürmeyi başaran canım Serhat Koca‟ya minnettarım.

(5)

T. C.

SELÇUK ÜNĠVERSĠTESĠ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Öğ

renci

ni

n

Adı Soyadı Ceyhan Hansu Numarası 124223001006 Ana Bilim /

Bilim Dalı

Radyo Televizyon ve Sinema Anabilim Dalı Radyo Televizyon ve Sinema Bilim Dalı Programı Tezli Yüksek Lisans Doktora

Tez Danışmanı Prof. Dr. Meral Serarslan

Tezin Adı 1980’li Yıllar Türk Sinemasında Bunalımlı ve Uyumsuz Karakter

ÖZET

Bu çalışmada Türk sinemasında 1980‟li yıllarda ortaya çıkan film karakterlerindeki dönüşüm incelenmiştir. 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile toplumsal alanda yaşanan ani ve hızlı toplumsal dönüşümler, sinema alanını da etkilemiştir. Özellikle toplumsal ve kültürel yaşamdaki depolitizasyon, bireyselliğin yükselişi, kültürel ürünler alanında görülen çeşitlenme gibi etkenlerle geçmiş sinema anlayışı içerisinde temsil edilmeyen yeni karakterler bu dönemde sinemada temsil edilmeye başlanmıştır. 1980‟li yıllar Türk sinemasında Yeşilçam döneminin kapandığı ve Yeşilçam‟a özgü sinema anlatımının dönüşüme uğradığı bir dönemdir. 1980‟li yıllarda Türk sinemasında karakterin Yeşilçam‟a hâkim olan anonim özelliklerinden uzaklaşarak, sadece eylemleri ile değil psikolojik boyutuyla da temsil edilmeye başlandığı film örnekleri görülür. Çalışmanın birinci bölümünde toplumsal değişme ve sinema toplum ilişkisini ortaya koyulmuş ve 12 Eylül 1980 askeri darbesine giden süreçte yaşanan sosyal, ekonomik ve politik krizler, darbe sürecinde yaşanan ekonomik, siyasi, kültürel ve toplumsal dönüşümlere değinilmiştir. Bu doğrultuda çalışmanın ikinci bölümünde anlatı kavramı, sinemada anlatı ve karakter ilişkisi açıklanmıştır. Çalışmanın üçüncü bölümünde ise, birinci ve ikinci bölümdeki tartışmalardan yola çıkarak belirlenen filmlerin toplumsal ve tarihsel bağlamı ile ilişkisi, bu ilişki çerçevesinde hatırlattıklarının ve unuttuklarının neler olduğu, yaşanan travmaları nasıl aktardıkları, bu aktarımların kolektif bellek süreçleriyle ilişkisi tartışılmış ve kültürel temsil alanlarından biri olan sinemanın dönem filmlerini aktarırken perdeye gerçeğin izlenimini aktararak darbe ile hesaplaşma alanı mı yoksa egemen söylemi yeniden üreterek rahatlama/unutma alanı mı yarattığı saptanmaya çalışılmıştır.

Anahtar Kelimeler: Anlatı, Karakter, Toplumsal Değişme, Uyumsuzluk, Bunalım, 12 Eylül

(6)

T. C.

SELÇUK ÜNĠVERSĠTESĠ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Öğ

renci

ni

n

Adı Soyadı Ceyhan Hansu Numarası 124223001006

Ana Bilim / Bilim Dalı Radyo Televizyon ve Sinema Anabilim Dalı Radyo Televizyon ve Sinema Bilim Dalı Programı Tezli Yüksek Lisans Doktora

Tez Danışmanı Prof. Dr. Meral Serarslan

Tezin Adı Incompatible and Depressed Characacters in Turkısh Cinema in the 1980s

SUMMARY

In this study, the transformation of the film characters emerged during 1980‟s was analyzed. The sudden and rapid social transformations experienced in the society right after the military coup on September 12, 1980 also influenced the field of cinema. Through the factors such as depolitisation especially seen in social and cultural life, the rise of individualism and the diversification observed in the cultural products, new characters which hadn‟t been represented in the previous perceptions of cinema were represented in the cinema during that period. The period of 1980‟s is the time when the age of Yeşilçam in Turkish cinema was closed and the narration which was native to Yeşilçam underwent a transformation. In 1980‟s, the characters in Turkish cinema moved away from the anonymous characteristics which were dominant in Yeşilçam and they are represented in the films not only with their activities but also with their psychological dimension. In the first chapter, the social change and the relationship between cinema and society were revealed and the economic, political, cultural and social transformations experienced throughout the process which leads to the military coup on September 12, 1980 were emphasized. Accordingly, the term of narration and the relationship between narration and character in cinema were explained in the second chapter of the study. Starting from the discussions seen in the first and second chapters, the relationships between the films and their social and historical contexts, the issues they reminded or made them forgotten within the framework of this relationship, how they narrated the experienced traumas and the relationship between those narrations and the processes of collective memory were discussed in the third chapter of the study. It was aimed to determine whether cinema as the field of cultural representation transfer the observation of truth in order to recon with the coup or creates a new field of relaxation/forgetting through producing the dominant discourse.

Keywords: Narration, Character, Social Change, Disharmony, Depression, Films of September 12

(7)

ĠÇĠNDEKĠLER

Bilimsel Etik Sayfası ... i

Tez Kabul Formu ... ii

ÖNSÖZ ... iii ÖZET ... iv SUMMARY ... v ĠÇĠNDEKĠLER ... vi GĠRĠġ ... 1 I. BÖLÜM ... 3

TOPLUMSAL DEĞĠġME OLGUSU: ANOMĠ, BUNALIM ve UYUMSUZLUK KAVRAMLARI ... 3

1.1. Toplumsal Değişme Bağlamında Bunalım Ve Uyumsuzluk Kavramları ... 3

1.1.1. Toplumsal Ve Bireysel Anomi Olarak Modernleşme ... 13

1.1.2. Türk Modernleşmesi ve Anomi ... 18

1.1.2.1. Osmanlıda Modernleşme Hareketleri ... 19

1.1.2.2. Cumhuriyetin Kuruluşundan 12 Eylül Darbesine (1923-1980) ... 24

1.1.2.3. 24 Ocak Kararlarından 1990‟lı Yıllara ... 37

II. BÖLÜM ... 44

ANLATI KARAKTER ĠLĠġKĠSĠ VE TÜRK SĠNEMASINDA KARAKTER OLGUSU ... 44

2.1. Anlatı ve Karakter ... 44

2.1.1. Sinemada Klasik Anlatı ve Karakter ... 51

2.1.2. Sinemada Çağdaş Anlatı ve Karakter ... 62

2.2. Türk Sinemasında Karakterin Dönüşümü: Anonim Tiplemelerden Bireysel Karaktere ... 71

2.2.1 Türk Sinemasının İlk Yıllarından Yeşilçam‟a ... 71

(8)

2.2.3. 1980‟li Yıllar Türk Sinemasında Karakter ... 84

III. BÖLÜM ... 90

1980’LĠ YILLAR TÜRK SĠNEMASINDA UYUMSUZ ve BUNALIMLI KARAKTER ĠNCELEMESĠ ... 90 3.1. ARAŞTIRMANIN METODOLOJİSİ ... 90 3.1.1. Problem ... 90 3.1.2. Amaç ... 90 3.1.3. Önem ... 90 3.1.4. Varsayımlar ... 91 3.1.5. Sınırlılıklar ... 91 3.1.6. Evren ve Örneklem ... 91 3.1.7. Yöntem ... 92 3.2. BULGULAR ve YORUM ... 94

3.2.1. Sen Türkülerini Söyle Filminin Künyesi ve Konusu ... 94

3.2.1.1. Sen Türkülerini Söyle Filminin Anlatı Yapısı ve Karakteri ... 94

3.2.1.2. Sen Türkülerini Söyle Filminin Yabancılaşma Spektrumu ... 101

3.2.2. Ses Filminin Künyesi ve Konusu ... 102

3.2.2.1. Ses Filminin Anlatı Yapısı Ve Karakteri ... 103

3.2.2.2. Ses Filminin Yabancılaşma Spektrumu ... 110

3.2.3. Hakkâri‟de Bir Mevsim Filminin Künyesi ve Konusu ... 111

3.2.3.1. Hakkâri‟de Bir Mevsim Filminin Anlatı Yapısı Ve Karakteri ... 112

3.2.3.2. Hakkari‟de Bir Mevsim Filminin Yabancılaşma Spektrumu ... 119

3.2.4. Av Zamanı Filminin Künyesi ve Konusu ... 120

3.2.4.1. Av Zamanı Filminin Anlatı Yapısı Ve Karakteri ... 121

3.2.4.2. Av Zamanı Filminin Yabancılaşma Spektrumu ... 125

SONUÇ ... 127

(9)

GĠRĠġ

Mimetik; taklide, temsile dayalı bir anlatı formu olarak sinema filmleri, içinde şekillendiği toplumdan ve toplumda ortaya çıkan sosyo-ekonomik, politik gelişmelerden bağımsız değildir. Sinema anlatıları hem bu gelişmelerden etkilenir hem de bir kitle iletişim aracı olarak bu gelişmeleri kendine özgü anlatım tekniği içerisinde dolaylı olarak ya da doğrudan yansıtır. Dramatik bir anlatı olarak sinemada, eylemi gerçekleştiren ve olay örgüsündeki aksiyonun taşıyıcısı karakterdir. Dramatik anlatının merkezinde oturan karakter ve bu karakterin gerçekleştirdiği eylemler film süresince gelişerek filmin bütünü oluşturur. Dolayısıyla filmlerin toplumsal yapıyla olan ilişkisi karakter temsilleri; karakterin toplumsal yapıyla olan ilişkisi aracılığı ile gerçekleşir. Yine filmlerin toplumsal gerçekliği nasıl yansıtacağı karakteri de içine alan filme özgü anlatı yapısının nasıl kurulduğuyla ilgilidir. Sinemaya hâkim bir anlatı türü olarak klasik anlatı yapısına sahip filmlerde, gerçeğe benzerlik yanılsaması ön plana çıkarken, karakter ve karakterin toplumsal yapıyla olan ilişkisi bir fona dönüşür. Çağdaş anlatı yapısına sahip filmlerde ise gerçeğe benzerlik yanılsaması geri plana itilirken karakter ve karakterin psikolojik boyutu ön plana çıkar. Dolayısıyla sinemadaki karakter temsilleri ve bu temsiller de görülen değişmeler filme özgü anlatı yapısıyla da ilişkilidir.

“1980‟li Yıllar Türk Sinemasında Uyumsuz ve Bunalımlı Karakter” isimli bu çalışma, Türk sinemasında 1980‟lerde ortaya çıkan karakterlerin (bireylerin) dönüşümünü konu edinmektedir. 1980‟li yıllarda yaşanan toplumsal dönüşümün, filmlerde yaratılan karakterin inşasına nasıl etki ettiği, 1980 dönemi çekilen filmlerde yer alan karakterlerin özellikleri kısacası; toplumsal değişme ile ortaya çıkan yeni karakterlerin film anlatısındaki yeri araştırılacaktır. Bu yönüyle çalışma, 1980 öncesi sinema anlayışı ve bu anlayıştan hareketle ortaya çıkan karakterler, 1980‟ler boyunca ortaya çıkan sinema anlayışı, dili ve yaratılan karakter arasındaki ilişkiyi de konu edinecektir. 1980‟li yıllar Türk sinemasının karakteri nasıl oluşturduğunun ortaya koyulması, 1990‟lı ve 2000‟li yıllarda ortaya çıkan sinema anlatısının beslendiği kökeni ortaya çıkarmak açısından önemlidir. 1980‟li yıllar Türk sinemasına ilişkin temsil yönüyle ilgili birçok çalışma olmasına rağmen, temsil boyutunu da içeren

(10)

karakter inşasına ilişkin çalışma sayısı yok denecek kadar azdır. Bu yönüyle, karakter inşasını merkeze alan bir çalışmanın literatüre kazandırılmasının da alana katkı sağlayacağı düşünülmektedir.

Çalışmada, “anlatı, sinema anlatısı ve karakterizasyon, sinema toplum ilişkisi bağlamında Türk sinemasında karakter” araştırmaları için, güncel literatür tarandıktan sonra edinilen bilgiler ışığında Melvin Seeman‟ın yabancılaşma parametreleri, Gianetti‟nin ideoloji spektrumuna uyarlanarak analiz edilmiştir.

“1980‟li Yıllar Türk Sinemasında Uyumsuz ve Bunalımlı Karakter” adlı bu tez çalışması üç bölümden oluşmaktadır. Çalışmanın ilk bölümünde; Türkiye‟de yaşanan sosyo-ekonomik, politik değişmeler incelenecek ve toplumsal değişim bağlamında bunalım ve uyumsuzluk kavramları incelenecektir.

Çalışmanın ikinci bölümünde; anlatı ve karakter ilişkisi, sinemaya egemen olan anlatı türü olarak klasik anlatı ve klasik anlatının karşıtı bir anlatım türü olarak çağdaş anlatı karakterizasyon boyutuyla incelenecektir. Sinema toplum ilişkisi merkezinde Türk sinemasına hakim olan karakterizyonun dönüşümü, karakter temsilinde görülen değişim ortaya koyulacaktır.

Çalışmanın son bölümünü; 1980‟li yıllar Türk sinemasında ortaya çıkan uyumsuz ve bunalımlı karakterlere yönelik analizler oluşturmaktadır.

12 Eylül 1980 darbesiyle yürürlüğe konulan ekonomi politikaları, Türkiye‟nin küresel kapitalizme eklemlenme sürecini hızlandırmış ve toplumsal alanda köklü bir dönüşüm yaşanmasına neden olmuştur. Bu süreçte sinemanın da içinde yer aldığı kültürel alan köklü bir dönüşüm süreci içerisine girmiş ve değişen toplumsal yapı sinema anlayışını, sinemaya özgü temsil sistemini de etkilemiştir. Türkiye‟de 1980 sonrası yaşanan toplumsal dönüşümle Yeşilçam sineması tarih sahnesinden çekilirken, Türk sineması ve Yeşilçam‟a özgü sinema anlatısı büyük bir dönüşüm süreci içerisine girmiştir. 1980‟li yıllar sonrası çekilen filmlerde yaratılan bireyler bir zamanlar, “her türlü güçlüğün üstesinden gelen” ya da „dünyayı değiştirme ideali‟ne sahip olmuş bireyler değil tutunamayan, toplumsallaşamayan, çoğunlukla bunalımlı, uyumsuz karakterler olarak temsil edilmiştir.

(11)

I. BÖLÜM

TOPLUMSAL DEĞĠġME OLGUSU: ANOMĠ, BUNALIM ve UYUMSUZLUK KAVRAMLARI

Toplumsal değişme, belirli bir toplumda tarihsel süreç içerisinde ortaya çıkan ve gelişen o toplumunda var olan ilişkiler içerisindeki dönüşümleri açıklamak için kullanılan bir kavramdır. Bir toplumsal değişme süreci olarak 18. Yüzyılda Batı‟da ortaya çıkan modernleşme toplumsal hayatı bir bütün olarak etkilemiş ve geleneksel topluma özgü değerleri hızla ortadan kaldırmıştır. Hızlı ve ani gerçekleşen köklü değişimler ise toplumun bütünleşmesini güçleştirmiş ve Durkheim‟ın anomi olarak kavramsallaştırdığı bir kuralsızlık durumunun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Anomi, hızlı toplumsal değişmelerin gerçekleştiği kriz dönemlerinde ortaya çıkan toplumsal değerlerde, ilişkilerde görülen ani değişmelerin insanlarda yarattığı uyumsuzluğu ve bunalımı da tanımlayan bir kavramdır. Bu doğrultuda çalışmanın birinci bölümde, toplumsal değişme, uyumsuzluk ve bunalım kavramları incelenecek ve aralarındaki ilişki ortaya konacak ve Türkiye‟ye özgü toplumsal değişme süreci ele alınacaktır.

1.1. Toplumsal DeğiĢme Bağlamında Bunalım Ve Uyumsuzluk Kavramları

Sosyolojik açıdan değişme, belirli bir dönem içerisinde toplumsal yaşam ve insanın tutum ve davranışlarında gerçekleşen farklılaşmayı tanımlarken, toplumsal değişme ise toplumun yapısını oluşturan ilişkiler ağının ve bunları belirleyen kurumlarda ortaya çıkan tarihsel süreç içerisindeki farklılaşmayı tanımlamaktadır. Toplumsal değişme, birey ve grupların davranışlarının tarihsel süreç içeresindeki değişimi, toplumsal norm ve değerlerinin farklılaşmasıdır (Turhanoğlu, 2011:3). Değişim doğadaki tüm varlıklar için olduğu gibi insanlık için de kaçınılmaz bir kaderdir. Toplumsal bir varlık olarak insan için değişim, toplumsal ilişkiler ağını oluşturan toplumsal yapılardan bağımsız olarak gerçekleşemez. hobs(1981:102), toplumsal değişmeyi makro düzeyde değişim olarak “Toplumsal ilişkilerde,

(12)

kurumlarda ve yapıda belirli bir durumdan ya da varlık biçiminden başka bir durum ya da biçime geçiş” olarak nitelemektedir. Değişimin mikro düzeyli bir tanımını veren Tezcan‟a göre ise toplumsal değişme “Toplumsal yapının ve onu oluşturan toplumsal ilişkiler ağının ve bu ilişkileri belirleyen toplumsal kurumların değişmesi” olarak tanımlanmaktadır (1998: 191).

Kongar‟a göre; toplumsal değişmeyi, insan-doğa çelişkisinin belirlediği teknoloji ile insan-insan çelişkisinin belirlediği ideoloji arasındaki etkileşim biçimlendirir. İnsanın yaşamsal ihtiyaçlarından kaynaklanan insan-doğa mücadelesi giderek teknolojiyi kullanması, iş bölümü ve uzmanlaşmaya dayalı olarak insan-insan çelişkisini ortaya çıkarır (1979:21-22). Toplumsal değişme, tarihsel bir süreç olarak her toplumun kendine özgü sosyo-ekonomik dinamiklerine bağlı olarak gerçekleşmekte ancak sosyolojik olarak toplumsal değişim, toplumsal bütünleşme-çözülme ikileminin sonucu olarak ortaya çıkmakta ve toplumsal değişimi sağlayan bütünleşme-çözülme ikilemi hem toplumsal yapının kendi içinde ortaya çıkan farklılaşmalardan hem de dışardan kaynaklanan faktörlerden etkilenmektedir (Yazıcı, 2013:1490). Her toplumun tekrar tekrar yaşadığı bir olgu olarak toplumsal değişme; karmaşık ilişkilerden meydana gelen bir yapı olan toplumsal sistemin öğelerinin değişimini ifade eder. Toplumsal sistemi oluşturan; ekonomi, teknoloji gibi alt yapı ögeleri ya da din, hukuk, sanat gibi üst yapı ögelerinde ortaya çıkan çelişkiler, kısa ya da uzun vadede toplumsal sistem içerisinde değişimlere neden olur. Güçhan‟ın da belirttiği gibi; toplumsal sistem bir bütün olarak görülür ve insanın yaşamına toplumsal ilişkiler, değerler aracılığı ile yansır. Ögeler arasındaki çelişkiler, giderek sistemin bütünü içerisinde değişmelere neden olur ve ortaya çıkan değişmeler bireyin davranış, tutum, değer yargıları ve düşüncelerine somut olarak yansımaya başlar (1992:23).

Toplumsal değişmeyi anlamlandırmanın önemli bir boyutunu da değişmenin kaynağı, boyutu, hızı, yönü gibi olgular oluşturur. Toplumsal değişme, toplumsal sistemin her ögesinde aynı anda aynı hızda gerçekleşmeyebileceği gibi değişmeye direnç gösteren ögeler de olabilir. Toplumların yaşamlarında görülen bu dinamik süreç 18. Yüzyıl‟da Batı Avrupa‟da ortaya çıkan köklü toplumsal değişimler ve dönüşümlerle sosyolojinin inceleme alanı içerisine girmiştir. Batı toplumlarında

(13)

Rönesans ve Reform hareketlerine bağlı olarak gelişen Aydınlanma düşüncesi, Hristiyanlığın hâkim olduğu geleneksel dünyayı anlama anlayışının karşısına rasyonel aklı koymuş ve toplumsal hayata hâkim olan gelenek ve dinsel sistemin otoritesi sorgulanmaya başlamıştır (Turhanoğlu, 2011:4).

Batı Avrupa‟da kökenleri Rönesans ve Reform hareketlerine dayanan Aydınlanma düşüncesi modern bilimlerin gelişiminin önünü açmış, bilimsel alanda yaşanan gelişmelerle ortaya çıkan Sanayi Devrimi, Hobsbawm‟a göre; insanlık tarihinde ilk kez üretim güçlerinde köklü bir değişimi gerçekleştirerek toplumsal alanda yaşanan büyük değişimleri hızlandırmıştır (2003:63). Batı‟nın teknolojik alandaki üstünlüğü ekonomik alanda kapitalizmin ortaya çıkıp gelişmesi ile siyasal alanda demokrasi ve ulus devletin doğuşuyla devam etmiş ve Batı toplumlarına özgü bu süreç modernleşme olarak adlandırılmıştır. Şaylan‟a göre; dinsel kozmoloji yerine bilimin geçmesi ve yaşama ekonominin egemen olması, kentlerin ön plana çıkması, monarşi ve oligarşilerin yıkılıp siyasal sistemlerin demokratikleşmesi ve yeni türde toplumsal kimliklerin (ideolojiye bağlı olarak ulusal ya da sınıfsal türden kimlikler gibi) toplumsal bütünleşmede belirleyici konuma gelmesi modernleşme sürecinin belli yapı taşlarını oluşturur (2009:73-74).

Modernleşme sürecinin öncüsü olan Avrupa, kendi içinde yaşadığı toplumsal dönüşümler sonucunda dünyanın ekonomi ve politikasına yön verme gücüne erişmiş ve Batı dışında kalan ülkeler Batı ile rekabet edebilmek için Batılılaşmak, modernleşmek zorunda kalmıştır. Modernleşme süreci ile batılı devletler, küresel anlamda kendilerini ideal toplumlar olarak kabul etmiş ve kendi dışındaki ülkeleri geri kalmış (geleneksel) toplumlar olarak tanımlamışlardır. Son iki asırdır tüm dünyanın ekonomisine ve politikasına egemen olan Avrupa devletleri, modernleşme sürecinde değişimin öncüleridirler ve başta bilim, teknoloji, kitle iletişim araçları olmak üzere her alanda sahip oldukları üstünlükle diğer toplumları yönlendirmekte, bütün toplumların aynı çizgisel süreçten geçerek muhakkak modernleşmesi gerektiğine inanmaktadırlar (Yazıcı, 2013:1491, Kongar, 1979:247).

Modernleşme yönündeki toplumsal değişim sadece topluma özgü; ekonomik, siyasal, teolojik, bilimsel anlayışın değişimi değil bu değişimlere bağlı olarak sosyal

(14)

ilişkilerde ortaya çıkan geniş değişimleri de belirtir. Bu yönüyle modernleşme içinde birçok çelişkiyi barındıran karmaşık bir süreçtir. Berman bu çelişik durumu şöyle açıklar:

“Modern olmak, bizlere serüven, güç, coşku, gelişme, kendimizi ve dünyayı dönüştürme olanakları vaat eden; ama bir yandan da sahip olduğumuz her şeyi, bildiğimiz her şeyi, olduğumuz her şeyi yok etmekle tehdit eden bir ortamda bulmaktır kendimizi. Modern ortamlar ve deneyimler coğrafi ve etnik, sınıfsal ve ulusal, dinsel ve ideolojik sınırların ötesine geçer; modernliğin, bu anlamda insanlığı birleştirdiği söylenebilir. Ama paradoksal bir birliktir bu, bölünmüşlüğün birliğidir: Bizleri sürekli parçalanma ve yenilenmenin, mücadele ve çelişkinin, belirsizlik ve acının girdabına sürükler. Modern olmak, Marx'ın deyişiyle "katı olan her şeyin buharlaşıp gittiği” bir evrenin parçası olmaktır” (2007:27).

Batı‟da ortaya çıkan ve 20. Yüzyıl‟da küresel ölçekte yayılmaya başlayan modernleşme ile birlikte geçmiş yüzyıllarda uzun zaman dilimleri içerisinde gerçekleşen toplumsal değişimler olağanüstü bir hız kazanmıştır. Modernleşme ile birlikte ortaya çıkan toplumsal değişimler; ekonomik, teknolojik, siyasal ve kültürel olduğu kadar sosyal ilişkilerde de gelenek-modern arasında çatışmalara, çözülmelere neden olur. Smith‟e göre bu süreçte, geleneksel kurumlar çözülür veya biçimlerini tümüyle değiştirirler. İnsanın kendisi ve sosyal çevresi ile ilişkileri her nesille birlikte başkalaşır. Eğilimler, adet ve gelenekler, inançlar ve deneyimler, farklılaşır ve çelişkiler ortaya çıkar. İletişimde, eğitimde, üretim ve tüketim alışkanlıklarında, savaşta, hak-hukukta, sanatta, yönetimde, aile yaşamında, boş zaman değerlendirmesinde, giyim-kuşamda, bireysel davranışta, diğer bir deyişle her alanda her nesille artan ve atalarının omuzlarında yükselerek ağırlıklarını yaygınlaştıran yenilikler ve değişimler görürüz (1996:87). Bu bağlamda modern toplumda ortaya çıkan toplumsal değişimlerin geleneksel toplumda ortaya çıkan değişimlere göre daha hızlı ve yoğun gerçekleştiği söylenebilir. Bunun yanı sıra Smith‟in de vurguladığı gibi modern toplumlarda değişme, sadece topluma özgü dinamikler tarafından ortaya çıkmaz kapitalist dünya pazarının yarattığı global etkilere de bağlı olarak gelişir bu nedenle önceden belirlenmesi güçtür (1996:87). Buradan hareketle modern toplumlardaki insan sürekli bir toplumsal değişme girdabı içerisindedir. Bu

(15)

değişme girdabı içerisindeki denge, düzen ve uyum ise toplumsal yapıyı oluşturan ögelerin birbirleriyle kurdukları ilişkiye bağlıdır.

Toplumsal yapıyı meydana getiren kurum, grup ve sınıflar arasındaki ilişkiyi etkileyen birçok faktör vardır ve toplumsal değişme aracılığı ile kurum, grup ve sınıfların yapısı ve oluşturdukları ilişki ağları yenilenir. Değişme faktörlerinin bazıları, örneğin teknoloji, değişmeyi kendi seyrinde ve bunalım yaratmadan gerçekleştirir, ancak bazıları ekonomik krizler, savaşlar, göçler, felaketler, darbeler gibi toplumsal çözülmelere sebep olabilir, böylece toplumsal kriz dönemleri ortaya çıkar ( Avcıoğlu, 2013:157). Özellikle ekonomik krizler ve ekonomi politikalarında gerçekleşen köklü dönüşümler, siyasal alanda başlayarak üretim ilişkileri, beslenme, gıda, barınma, sağlık, tüketim, eğitim gibi alanlarda etkili olur ve toplumsal alanda derin bunalımların ortaya çıkmasına neden olur. Bu nedenle büyük ve hızlı değişimlerin yarattığı krizler toplumsal ilişkilerin yeniden tanımlanmasını, yenilenmesini gerekli kılar Durkheim‟ın anomi olarak adlandırdığı bu durum neticesinde değerler ile toplumsal yapı arasındaki uyum bozulur, toplumun bütünleşmesi ve işlevlerini sağlıklı bir biçimde yerine getirebilmesi zorlaşır. Durkheim, anominin toplumsal kargaşa veya dönüşüm dönemlerinde ortaya çıkacağını belirtir (2013:241; Slattery, 2008:35). Anomi kelime anlamı olarak kuralsızlığa işaret eder ve geleneksel normların, ilişki biçimlerinin ortadan kalktığı hızlı toplumsal dönüşümlerin insanlarda yarattığı huzursuzluğu, güvensizliği tanımlar. Merton ise anominin, kültürel amaçlar ile bunlara ulaşmanın meşru yolları arasında bir kopukluk ile ortaya çıktığı görüşünü savunur. Durkheim‟e göre anomi, toplumun mekanik dayanışmadan (geleneksel toplumdan) organik dayanışmaya (sanayi toplumu, işbölümü ve uzmanlaşma) geçiş sürecinde ortaya çıkarken, Merton ise bireylerin önüne koyulan hedeflere (maddi başarı, saygınlık) ulaşmak için gerekli araçlara sahip olmamasının anomiyi ortaya çıkardığı görüşündedir (Wallace ve Wolf, 2012:93). Özatalay‟a göre; toplumda düzenleme (regülasyon) yokluğu, düzenleyici normların ve kuralların yokluğuna, yetersizliğine, eksikliğine vurgu yapan anomi, ekonomik ve sosyal alana dönük devlet müdahalesinin başat kabul edildiği 1980‟li yıllara kadar toplumsal değişme ile ortaya çıkan toplumsal krizlerin etkilerinin açıklanmasında önemli bir kavramdır ( 2016:114).

(16)

Mills‟e göre modern çağda büyük toplumsal dönüşümlerin insan üzerinde yarattığı anomi durumunu şöyle açıklar:

“Sıradan insanlar, yaşadıkları gündelik hayatın dünyasını aşacak güçte değildirler. Kaldı ki, iş, aile ve komşuluk ilişkilerinden oluşan bu yaşamı sıradan insanların ne yönetebilecekleri ne de kavrayabilecekleri nitelikteki güçler biçimlendirmektedir. „Büyük değişimler‟ onların denetimi dışındadır, ama bu değişimler onların edimlerini ve dünyaya bakış tanımını etkilemekten geri kalmamaktadır. Modem toplumun biçimlendiği bu aynı çerçevenin baskıcı zoruyla, sıradan insanlar kitle toplumunun üzerine çöreklenen bu değişimlerden başkasını düşünememekte; dolayısıyla, kendileri amaçsız bırakan bir çağın insanları sayılmaya itilmektedirler (1974:7).”

Toplumsal değişme ile toplumsal gruplar, bireyler üzerinde ortaya çıkan bunalımın, uyumsuzlukların anlaşılmasında anomi ile birlikte kullanılan diğer bir kavram da yabancılaşmadır. Geniş kapsamlı bir olgu olarak yabancılaşmanın sözlük tanımı; “belli tarihsel şartlarda insan ve toplum etkinlikleri ürünlerinin, bu etkinliklerden bağımsız ve bunlara egemen olan ögelerin değişik biçimde kavranması”dır (TDK). İnsanın kendi toplumundan, uzaklaşarak, sosyal ilişkilerden geri çekilmesini, uyumsuzluk göstermesini belirlemeye ve açıklamaya çalışan kuram, Marks'ın 1844 Ekonomi ve Felsefe Notları'nda (1975) (ki daha önce felsefe ve ilahiyat metinlerinde ve en önemlisi Hegel'de geçen bir kavramdır) kapitalizmin egemenliğindeki işbölümüne bağlı olarak kullanmıştır (Edgar ve Sedgwick, 2007:28).

Marx, kapitalist üretim ilişkilerinin yarattığı çelişkilerle bağlantılı olarak yabancılaşmayı şöyle açıklar;

“İşçi ne kadar çok zenginlik üretir, üretimi erk ve hacim bakımından ne kadar artarsa, o kadar yoksul duruma gelir. Ne kadar çok meta üretirse, o kadar ucuz bir meta olur. İnsanların dünyasının değersizleşmesi, nesnelerin dünyasının değer kazanması ile orantılı olarak artar. Emek yalnızca meta üretmekle kalmaz; genel olarak meta ürettiği ölçüde, kendi kendini ve işçiyi de meta olarak üretir. Bu olgu yalnızca şunu dile getirir: Emeğin ürettiği nesne, onun ürünü, yabancı bir varlık olarak, üreticiden bağımsız bir erk olarak, ona karşı koyar. Emek ürünü, bir nesne

(17)

içinde saptanmış, bir nesne içinde somutlaşmış emektir, emeğin nesneleşmesidir. Emeğin gerçekleşmesi, onun nesneleştirilmesidir. Ekonomi politik alanında, emeğin bu gerçekleşmesi işçi için gerçekliğin yitirilmesi olarak, nesneleşme nesnenin yitirilmesi ya da nesneye kölelik olarak, sahiplenme yabancılaşma, yoksunlaşma olarak görülür (2007:21).”

Kapitalist ekonomik sistem içerisinde işçilerin yabancılaşmasını merkeze alarak çözümleyen Marx‟a göre dört temel ilişki biçimi yabancılaşmaya neden olur. Bunlar; insanın kendi üretici etkinliğine yabancılaşması, üretici etkinliği sonucu ortaya çıkan ürüne yabancılaşması, üretici etkinlik içerisindeki kendi sınıfına yabancılaşması ve insan türüne yabancılaşmasıdır (Ollman, 2008:135). Yabancılaşma olgusunu psikopatolojik olarak inceleyen Fromm‟a göre ise; yabancılaşmış kişi, “ben ya da kimlik” duygusu kalmayan kişidir. Bunun nedeni ise kendi duygu ve düşüncelerini kendi dışındaki bir nesneye aktarmasıdır. Benlik ve kimlik duygusunun yitirilmesi tüm kişiliğin bütünleşmesini veya örgütlenmesini önler; yabancılaşmış kimseyi kendi içinde darmadağın, bir şeyi isteme gücünden yoksun, istek ve düşüncelerini gerçekleştirme ümidini yitirmiş bir kimse haline getirir (1995:60).

Anomi kavramının yabancılaşmanın boyutlarından birisi olduğunu söyleyen Seeman, yabancılaşma kavramını sosyolojik bir kavram olarak değerlendirmiş ve kavramı incelemek için bilişsel ve davranışsal boyutu içeren beş ayrı kategori olduğunu belirtmiştir. Bunlar;

i. Güçsüzlük Duygusu Olarak Yabancılaşma: Bireyin davranışları neticesinde istediği sonuçları elde edemeyeceğini ya da aradığı desteği bulamayacağına ilişkin olumsuz algılamasından, beklentisinden kaynaklanan duygudur (Bayhan, 1995:36). Birey üzerinde oluşan güç yitimi duygusu ile ulaşmak istediği sonuçları elde edemeyeceğini hisseder, düşünür. Kavram, üretim süreci içerisinde bireyin kendi ürünlerine ve üretim araçlarının sonuçları üzerinde kontrol hakkının olmaması anlamında kullanılmıştır. Kavramın, Marksist anlamda kişinin üretim araçlarından kopmasının nesnel boyutundan çok bireyin ruh halini anlamaya yönelik sübjektif türden bir kavram olarak

(18)

anlaşılması gerekir (Tolan, 1981:127). Bayhan, fabrika işçisinin üretim süreci içerisinde kendi arzularını ifade edemeyişini ve kendi üzerinden alınan kararları kontrol edemeyişini güç yitimi olarak yabancılaşmaya örnek olarak gösterir (1995:36).

ii. Anlamsızlık Duygusu Olarak Yabancılaşma: Tolan‟a göre (1981: 127); anlamsızlık duygusu anomide olduğu gibi, bireyin neye, hangi genel doğrulara inanacağını ve bağlanacağını bilememesi halidir. Özellikle bireysel karar verme sürecinde, bireyin kendi doğrularının genel toplumsal doğrularla çakışmaması durumu, bu duygunun yüksek düzeyde yaşandığını gösterir. Anlamsızlık duygusu, toplumsal alanda var olan ya da toplumsal değişme sonucu ortaya çıkan doğrular ile bireyin doğruları arasında ortaya çıkan uyumsuzluktan kaynaklanır. Anlamsızlık duygusu, yaşadığı toplumu anlamlandıramayan bireyin kendi iç dünyasına dönmesine ve amaçsızlaşmasına neden olur. Doğası gereği bir yerlere, bir 'şey'lere bağlanarak yaşamını anlamlandıran bireyin anlamsızlık duygusunu yüksek düzeyde hissetmesi, kendi dünyasına çekilerek toplumsal hayatla sınırlı bir temas kurmasına hatta intihar etmesine neden olabilir (Ünaldı, 2011:23).

iii. Normlara İnancını Kaybetme Olarak Yabancılaşma: Kavram başarı hedeflerine ulaşmak için toplumsal normların dışına çıkarak, kabul görmeyen davranış, tutumların sergilenmesini açıklar (Tolan, 1981: 127). Birey, toplum tarafından onaylanmayan davranışlarla amacına ulaşmaya çalışır. Normlara olan inancın kaybedilmesi hızlı toplumsal değişimlerin gerçekleştiği dönemlerde bireyin meşru olmayan yolları tercih etmesi anlamına gelir. Ünaldı‟ya göre; normlara olan inancın kaybedilmesi durumunda birey, hedef ve amaçlarına yalnızca toplumsal olarak kabul görmeyen davranışlar sonucu ulaşabileceğine inanır (Ünaldı, 2011:23).

iv. Yalıtılmışlık Olarak Yabancılaşma: Tolan, kavramın özellikle entelektüeller, aydınlar arasında ortaya çıkan duyguyu tanımladığını belirtir. Yalıtılmış olarak yabancılaşma aydınlara özgü, bireysel beklenti ve taleplerin geniş halk

(19)

kitlelerinin talepleri ile çeliştiği durumlarda ortaya çıkar (1981:127). Aydın tarafından değer verilen şeylerin toplum tarafından önemsenmemesi, bunlara değer verilmemesi bu durumun başlıca nedenidir. Bu durum bireyin kendini toplumdan soyutlamasına ve toplumla anlamlı ilişkiler geliştirememesine neden olur.

v. Kendine Yabancılaşma: Yabancılaşmanın bu boyutu, yabancılaşmanın tüm ayrıntılarını kapsamaktadır. Bireyin kendine ait özgücünü, kendisi dışında yabancı görmesi, kendi eylemlerini kendisi dışında görmesi, kendi eylemlerine, başka birisine ait eylemler gibi ya da bir nesneye bakar gibi yaklaşmasıyla belirlenen bilinç haline karşılık gelir. Kişi kendi benliğini kendisi dışında algılar ve içsel bütünlüğünü kuramaz. Kendine yabancılaşma, kişinin gerçek benliği ile olan bütünlük algısını, duygusunu yitirmesini ifade eder (Ünaldı, 2011:22).

Tolan‟a göre; Seeman‟ın yabancılaşmayı açıklamaya yönelik oluşturduğu kategorilerden, kendine yabancılaşma ve güçsüzlük Marksist yaklaşımla normsuzluk, yalıtılımışlık ve anlamsızlık duygusu ise anomi sorunsalı ile yakın bağlantılar içerir (1981:128). Bu bağlamda, hızlı gerçekleşen toplumsal değişmelerin, toplumda var olan anomiyi ve anominin yarattığı yabancılaşmayı derinleştirdiği bunun da toplumsal grup ya da birey üzerinde kendini bunalım ve uyumsuzluk olarak gösterdiği söylenebilir. Bunalım ve uyumsuzluk kavramları ile anlatılmak istenen bir toplumsal yapıda ortaya çıkan darbe, devrim gibi köklü değişimlerin yarattığı etkilerdir. Uygur‟a göre; bunalım; insanlığın belli bir uygarlık düzeyine doğru çıkmasıyla ortaya çıkan köklü değişimlerdir. Bunalım, insanın toplumsal yaşamını, her türlü gelenek görenekleriyle altüst eden büyük olaylardır (2002:204). Bunalım ve uyumsuzluğun birey üzerinde yarattığı etkiyi ise Uygur şöyle açıklar;

“Birdenbire değişikliktir bunalım. Boyutu, yapısı, kıyıbucağı kestirilmeyen ölçüde bir değişiklik her türlü önceden ölçüp biçilmeye meydan okuyan bir bambaşka oluş. Çoğu kez "korkunç” diye nitelenen bir değişiklik. "Korkunç” nitelemesi: beklenmedik, umulmadık bir değişiklikliğe parmak basar. Peki, nedir

(20)

bunalımın değiştirdiği? Peki, nedir bunalımla değişen? Nasıl ortaya çıkarsa çıksın, hangi ad verilirse verilsin, bunalım, tek bir ögenin, bir iki parçanın, birkaç bölümcüğün değişmesi değildir. Tümü tümden değiştirir bunalım. Bunalımla altüst olur her şey. Bunalım, önceki düzenin, kurulu düzeninin birden gitmesi, alışılmış işlerliğin yok olması, öncenin düpedüz bitmesi demektir. Bunalımla değişen dengedir. Olanca varlığıyla eski bağlamdan söz edilemez artık. İlk bakışta küçücük bir şey yerinden oynamış da olsa, baştan aşağı eski bağlamı yerinde değildir artık. Tüm ilişkiler, algılanmalar, eylemler, oluşlar, geçişler, yanyanalıklar, ardarda dizilişler, nedensellikler, önemli-önemsiz düzenlenmesi bambaşka bir kılığa bürünmüştür (2002 :200).”

Toplumsal hayatta sıradan insanın dahi gündelik hayatında etkileri görülen bunalım ve uyumsuzluğun kültür alanına yansıması ise nerdeyse kaçınılmazdır. Hızla gerçekleşen toplumsal değişmelerin toplumsal alanda yarattığı kültürel, düşünsel bunalımı inceleyen Sorokin‟in görüşleri şöyledir;

“Normal zamanlarda· bile, en azından birkaç düşünür ya da bilgin, insanın kaderi -belirli bir toplumun nereden gelip nereye gittiği, nasılı ve niçini- üstüne kafa yorar. Ciddi bunalım anlarında ise, bu sorunlar birdenbire, teorik olduğu kadar pratik ve düşünürler için olduğu kadar sıradan halk için de olağanüstü bir önem kazanır. Nüfusun çok büyük bir bölümü, bunalımın kendilerini köklerinden söktüğünü, yıktığını, yaraladığını ve yok ettiğini görürler. İnsanların olağan yaşayış çizgisi bütünüyle altüst olur; alıştıkları uyarlanımlar bozulur; koca koca insan grupları yerinden edilmiş ve uyarlanımları kalmamış olarak suyun üstünde yüzen bir eşya yığınına dönerler. Sokaktaki sıradan adam bile, şu soruları sormaktan kendini alamaz: Bütün bunlar neden oldu? Bütün bunların anlamı nedir? Sorumlusu kimdir? Nedenleri nelerdir? Bir çıkış yolu var mıdır? Buradan nereye gidiyoruz? Benim, ailemin, dostlarımın, memleketimin, başlarına neler gelecek? Ciddi bir bunalımda bu sorular, toplumdaki düşünürleri, önderleri ve bilginleri daha da yoğun olarak sıkıştırır (1997: 13).”

Toplumsal alanda ortaya çıkan bunalım ve uyumsuzluklar öncelikle ekonomik, siyasal ve sosyal bir olgu olarak kendini ortaya koyar ancak Günay‟ın da belirttiği

(21)

gibi; sanat ve düşünce tarihinde yeni eğilimlerin ve anlayışların ortaya çıkması da çoğunlukla bunalım/kriz dönemlerinde gerçekleşir (2009:116). Bu doğrultuda darbe, devrim gibi kriz dönemlerinde toplumsal değişmenin yarattığı, ortaya çıkardığı yeni koşulların sadece kültür ve sanat alanındaki üretim ilişkilerini etkilemediği, sanat alanında yeni ifade arayışların ortaya çıkmasına da zemin hazırladığı söylenebilir. Bu zeminin oluşmasında toplumsal alanda ortaya çıkan bunalım ve uyumsuzlukların sanatçıyı zorlaması kadar, sanatçının toplumsal alanda ortaya çıkan bunalım ve buna bağlı olarak gelişen uyumsuzlukları yansıtma, bunlar üzerinden yeni bir toplumsal uyum yakalama arayışı da etkili olur. Güçhan‟ın da belirttiği gibi; toplumların kendilerine özgü değişme süreçlerine kendilerini uyarlayan kitle iletişim araçları, toplumsal kültürel yapıda, kurumlar ve ilişkiler düzeyinde, değişmenin biçimi, hızı ve yönündeki ayrılıkları, sıçrama ve direnişleri çeşitli temsiller aracılığı ile yansıtırlar. Aynı zamanda bu temsiller aracılığı ile izleyicileri üzerinde etkin olurlar (1992:29). Bu doğrultuda bir kitle iletişim aracı olarak sinemanın toplumsal boyutunun, sinema ve toplum arasındaki ilişkinin açıklanması gerekir.

1.1.1. Toplumsal Ve Bireysel Anomi Olarak ModernleĢme

Modern terimi ilk olarak M.S. 5. Yüzyılda kullanılmış ve Hristiyanlık tarihi ile ilk çağı (antik) ayırt etmek amaçlı kullanılmıştır. 17. Yüzyıldan itibaren ise sanat ve edebiyatta „yeni‟ olanı ifade etmek için kullanılmış, „yenilik‟ ile „geleneksel‟(klasik) arasına mesafe koyması ise 19. Yüzyıla kadar ilerlemiştir. 19. yüzyıldan itibaren „modern‟ terimi estetik anlamlar taşırken „klasik‟ giderek demode, muhafazakâr ve geçersiz anlamına gelmeye başlamıştır. 19. Yüzyılın sonunda ise „modern‟ Modernite çağını temsil eden olguyu ifade etmiştir. 19. yüzyılda moderne dair olumlu düşüncenin yayılması bu kavramın „modernite,‟ „modernizm‟ ve „modernist‟ gibi diğer çeşitlemelerini ortaya çıkarmıştır (Kovacs, 2010: 8-10). Modern olanın gerçekliği ile hareket etmek modernlik, bir süreç olarak açıklanması ise modernleşme olarak tanımlanmaktadır (Erdumlu, 2004, 5).

“Modernleşme” kavramı latince modernus kelimesinden alınmıştır. Modernus modo‟dan türetilmiş bir kelimedir. Modo ise eski latincede “hemen şimdi” demektir. Bu çerçevede modem toplum, günümüzdeki toplum demektir. Modernleşme ise eski

(22)

zamanların toplum tipinden günümüzdeki toplum tipine doğru bir değişme anlamına gelir (Kızılçelik, 1992: 299). Avrupa‟da tarım ve toprağa dayalı Feodal toplumdan modern topluma geçiş, kökenleri Batı‟da ortaya çıkan Rönesans, Reform, Fransız Devrimi ve Aydınlanma Çağı ve Sanayi Devrimi‟ne dayanan toplumsal alanda sosyal, siyasi, iktisadi ve kültürel yönlerden yaşanan köklü değişmelere dayanmaktadır.

Eski, gelenekselden toplumdan kopuşu tanımlayan modernleşme, çok boyutlu değişim ve dönüşümlerin yaşandığı bir toplumsal süreci tanımlamaktadır. Modernleşme; bilimsel anlamda pozitivizm, siyasal alanda ulus devlet, laiklik, bürokrasi, ekonomik alanda kapitalizm, sanayileşme, kültürel alanda kentleşme, uzmanlaşma gibi değişimlere dayanmaktadır. Bu yönüyle, modernleşme çok yönlü bir kavramdır. Kumar‟a göre; modernliğe maddi özünü kazandıran gelişme Sanayi Devrimi olmuştur. Modern dünyayı sanayi dünyası olmadan düşünmek mümkün değildir (2010:103-104). Tarımsal üretim ve zanaate dayalı bir ekonomik yapının yarattığı durağan bir toplumsal yapıdan ticaret, sanayileşme dayalı dinamik bir toplumsal yapıya geçiş modernleşme olgusunun en temel özelliğini oluşturmaktadır. Bu yönüyle tarıma dayalı toplumsal bir yapıdan sanayiye dayalı toplumsal bir yapıya geçiş modernleşmenin belirleyici özelliği olmuştur. Giddens‟a göre; modernliğin sonucunda ortaya çıkan değişimler insanlığı geleneksel toplum düzeni ve türlerinden eşi görülmedik bir biçimde söküp çıkarmıştır ve bu dönemde yaşanan değişimler geçmişle kıyaslanamayacak ölçüde yoğun ve yaygındır (1994:12). Sanayiye dayalı üretim ve ticaret ile iktisadi alanda köklü bir değişim yaratan modernleşme toplumda var olan eski değerlerin söküp atılarak yerine yeni değerler ortaya çıkması anlamına gelmektedir. Geleneksel toplumda yaşa ve buna bağlı olarak yaşam tecrübesine bağlı olarak kişinin elde ettiği sınırlı bilgi birikimi modern topluma geçişle yerini teknolojik etkililiğin ve seri üretimin yanında bilgi birikiminde hızla yaygınlık, etkinlik kazandığı bir sürece bırakmıştır (Aslan ve Yılmaz, 2001:95).

Modernleşme, ticaretin gelişimi ile birlikte artan toplumsal hareketlilik ve buna bağlı olarak ortaya çıkan bilimsel gelişmenin sanayileşmeyi ortaya çıkarması, dinsel otoriterlik ve monarşiye dayanan yönetim anlayışının yerine demokrasi ve ulus devletin ortaya çıkması gibi değişimleri içermektedir. Modernleşme ile birlikte

(23)

siyasal alanda görülen en büyük yenilik demokrasinin Devlet‟in rasyonel tek yönetim biçimi haline gelmesi ve iktidarın kaynağının Tanrı‟dan halka geçmesidir. Aynı zamanda modernleşme, düşüncenin laikleşmesi ile dinsel metinlerin toplumsal yaşamı temellendiremeyeceği düşüncesinin yerini toplumsal yaşamın yalnızca rasyonel temelleri olabileceği düşüncesine bırakmıştır. Modernleşme ile makineleşmenin hız kazanması tekniğe büyük bir özerklik kazandırmış ve üretim süreci insana değil doğrudan makineye bağlanmıştır. Böylece bir yandan sanayi kentleri ortaya çıkarken kentleşmenin büyümesi de toplumsal hareketliliği arttırmıştır (Jeanniere, 2011:113-119). Sanayileşme ile birlikte üretimin fabrikalara kayması kırsaldan kente doğru yoğun bir göçün oluşmasını sağlamıştır. Bu durum, kırsal nüfusun özellikle yeni gelişmekte olan sanayi kentlerine ucuz işgücü olarak çekilmesiyle başlayan bir süreçtir (Güler, 2011:56) ve kentleşmeyle birlikte geleneksel toplumsal ilişkiler de hızla çözülmeye başlamıştır.

Yine tarihsel süreç içerisinde modernleşme ile insanın doğayı kontrol etme gücü ve doğa güçleri üzerindeki denetiminin artmasını da tanımlar. Bu süreçte teknolojik atılımlarla birlikte insanın doğa üzerindeki denetimi artmış ancak kapitalizmin yarattığı iş bölümü ve uzmanlaşma ise toplumsal bağımlılığın artışına nenden olmuştur. Kapitalizm bu süreçte emeği, diğer yaşamsal faaliyetlerden ayırarak piyasa kurallarına üretim ilişkilerine hakim kılmış, geçmişin bütün organik üretim biçimlerini parçalara ayırarak, bireyi dolayısıyla anonim ilişkilerle yaşamını sürdüren bireye dönüştürmüştür (Ercan, 2011:31-32).

Modernitenin ilk sosyologları olan Durkheim, Simmel ve Parsons‟a göre; modernlik, uzmanlaşma, iş bölümü ve bireyselliğin yaygın olduğu karmaşık sözleşmeye dayalı toplumsal ilişkilerin var olduğu, bilgi ve teknolojinin ise toplumsal hayata geçmişte görülmediği ölçüde hâkim olduğu bir yaşam şeklidir. Temel bileşenlerini kapitalizm, sanayi, teknoloji, kentleşme, akılcılık, iş bölümü ve uzmanlaşma, bürokrasi, farklılaşma, bilimsel bilgi, demokrasi ve ulus-devlettir. Bir yönüyle modernlik, geleneğin durağanlığına karşı gelişen yıkıcı bir başkaldırıdır (Aslan ve Yılmaz, 2001:98). Modernizm olarak adlandırılan Batı‟ya özgü modernlik düşüncesinde dinsel otoriteye dayalı toplumsal düşünüş, yaşayış biçimi değiştirilmiştir. Modernizm savunucuları, ne toplumun, ne tarihin, ne de bireysel

(24)

yaşamın insanın önünde boyun eğmesi gereken ya da büyü yoluyla etkilenebilecek yüce bir varlığın iradesine tabi olduğunu söylemiştir (Touraine, 2002:26-27).

Modernleşme toplumsal hayatta görülen köklü ve sürekli bir değişim, dönüşümü içerir. Bu yönüyle modernlik radikal bir değişim ve dönüşüm süreci ile hem insanın hem de doğanın değişimidir. Modern dünyayla birlikte sanayiye dayalı üretim, tarımsal üretimin yerini aldığı gibi geleneksel değerlerin kaybolduğu, milliyetçiliğin yükseldiği, tanrının varlığının sorgulandığı, bilimin önem kazandığı, dini inançlara dayalı yaşam biçiminin sekülerleştiği bir dünyanın ilk adımları da atılmıştır. Modernite önce insanın, daha sonra insanın dünyasını etkilemiştir (Aslan ve Yılmaz, 2001:94).

Touraine, modernliğin temel sorununun Aydınlanma filozoflarının, akılcılaştırmış bir toplum yaratma yönündeki girişimlerinden kaynaklandığını söyler. Toplum bilginin yarattığı ilerleme ile özgürlük ve mutluluğa doğru yol alacaktır ancak bu girişim başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bunun nedeni ise akılcı tercihler tarafından yönlendirildiği düşünülen toplumsal yaşamın aslında iktidarlar ve çatışmalarla dolu olduğunun ortaya çıkmış olmasıdır (2002: 51-52). İlk defa anarşizm sözcüğünü kullanan ütopyacı Proudhon‟a göre, bilimsel devrim ve sanayi devrimi ile ortaya çıkan gelişimeler insanları makineye dönüştürmüştür. Uygur ise kapitalist modernleşmenin ekonomik olarak yarattığı bağımlılık ilişkilerinin yabancılaşmaya yol açtığı gibi toplumsal yapıda var olan çelişkileri artırdığını ve giderek sınıf çatışmasını artırarak yeni bir toplumsal yapının doğmasını sağlayacağını söyleyerek modernleşmeye yönelik radikal eleştirilerde bulunmuştur (Aslan ve Yılmaz, 2001:98).

Berman‟a göre moderniteyle birlikte ortaya çıkan değişim: “Modern olmak kendimizi bize macera, iktidar, keyif, gelişme, kendimizi ve dünyayı dönüştürme vaat eden ve aynı zamanda sahip olduğumuz her şeyi, bildiğimiz her şeyi, büründüğümüz her kimliği yıkma tehdidinde bulunan bir çevrede bulmak demektir” (2009: 27). Bu yönüyle modernleşme, toplumsal alanda uzmanlaşma ve iş bölümü ile karmaşık ilişkilerin kurulduğu ve insanın varlığını anlamlı kılacağı sabit değerlerin olmadığı sürekli değişimin yaşandığı bir süreçtir. Dinamik bir süreç olarak

(25)

modernizmin mekanik toplumdan organik topluma geçiş olarak tanımlayan Durkheim‟a göre; mekanik toplumda mal ve hizmetlerin üretimi, ihtiyaçların giderimi için herhangi bir iş bölümü yoktur. Bu nedenle mekanik dayanışmanın nitelendirdiği bir toplum, birlik oluşturur çünkü tüm insanlar genellemecidir. İnsanlar arasındaki bağ, tüm insanların benzer etkinlikler yerine getirmesi ve benzer sorumluluklarının olmasıdır. Avcı-baba ve yiyecek toplayıcı-annenin başında bulunduğu ilkel aile, pratik olarak kendine yeterlidir mekanik dayanışmanın olduğu toplumda hemen hemen herkes kendi ihtiyaçları için çalışır, üretir ve ihtiyaçlarını kendisi karşılar. İnsanlar arasındaki bağımlılık ilişkiler daha zayıftır. Ayrıca, insanlar küçük sayılabilecek, homojen bir yapıya sahip kabile ve köy gibi küçük birimler halinde yaşarlar. Bu küçük toplulukların üyeleri benzer sosyal doğruları, değerleri ve normları kabul eder, bu kurallara göre toplumsal düzen sağlanır. Bunun tersine, organik dayanışmanın nitelendirdiği bir toplumu, insanlar arasındaki farklılıklar, tümünün farklı görevler ve sorumluluklarının olması bir arada tutar.

Modern aile, market, fırıncı, kasap, araba tamircisi, öğretmen, polis memuru ve benzerine gereksinim duyar. Bu insanlar ise, modern toplumda yaşamak için başkalarının sağladığı türden hizmetlere gereksinim duyarlar. Durkheim'a göre modem toplumu bu nedenle, insanların uzmanlaşması ve birçok başka insanın hizmetlerine gereksinim duymaları bir arada tutar. Uzmanlaşma, sadece bireyleri değil aynı zamanda grupları, yapıları ve kurumlan kapsar. Bu nedenle organik toplum ise heterojen bir yapıya sahiptir. Toplum farklı normlara ve değerlere sahip gruplardan oluşur. Organik toplum yapısı bünyesinde daha küçük toplumları içermektedir. Mekanik toplumdan farklı olarak insanlar arasında bir iş bölümü ve dayanışma vardır. İnsanlar birbirlerine bağımlı yaşarlar. İhtiyaç duydukları mal ve hizmetleri iş bölümü ve uzmanlaşma sayesinde üreterek birbirlerinin ihtiyaçlarını karşılarlar. Sanayi, teknoloji ve endüstrideki hızlı gelişmeler, kentleşme ve modernleşme gibi değişiklikler nedeniyle insanoğlu basit toplum yaşamında, birimlerden koparak daha karmaşık toplum yaşamında ve büyük devletler halinde yaşamaya başlamıştır. Bir diğer ifade ile eski, küçük ve homojen yapı yani mekanik toplum artık yerini daha heterojen, büyük ve karmaşık olarak tasvir edilebilecek organik topluma bırakmıştır (Ritzer, 2013:198-199).

(26)

Mekanik toplum yaşamından organik toplum yaşamına geçiş sürecinde insanlar çok büyük değişikliklerle; ekonomik krizler, savaşlar ve yönetim krizleri gibi daha birçok değişik hadiseyle karşılaşmıştırlar. İnsanların mekanik toplumda alışık oldukları yaşam tarzı, ortak değerler ve toplumsal normlar bu geçiş sürecinde meydana gelen toplumsal hadiselerle artık ya uygulanmıyor ya da yenileri ile yer değiştirmiştir. Mekanik toplumsal yapıda olduğu gibi benimsenen yaygın değerlerin ve kuralların uygulanmayışı ve yerlerine sürekli değişen yeni değerler ve normların gelmesi insanların yaşamlarında bir boşluk veya uyuşmazlık oluşturmuştur. Ortaya çıkan düzensizlik ya da kuralsızlık durumu Durkheim tarafından “anomi” olarak kavramsallaştırılmıştır. Avrupa‟da ortaya çıkan intihar vakaları üzerinden toplumsal değişmeyi inceleyen Durkheim‟a göre; intiharlar salt bireysel nedenlerden değil, özellikle 19. yüzyıl Avrupa‟sında modernleşme ile ortaya çıkan yeni toplumsal yapıda meydana gelen ekonomik, siyasal ve sosyal krizler sonucunda oluşan toplumsal bunalımın ortaya çıkardığı anomi olgusundan da kaynaklanmaktadır (2013:241-248, 307-351). Bu doğrultuda anominin, modernleşmeyle birlikte ortaya çıkan toplumsal yapıda meydana gelen bunalım, kriz dönemlerinde etkisini hem toplumsal hem de bireysel olarak yoğun şekilde hissettiren bir olgu olduğu söylenebilir.

1.1.2. Türk ModernleĢmesi ve Anomi

Modernleşme Avrupa‟ya özgü bir olgu olması sebebiyle batıya özgü köklü bir tarihsel sürecin sonucudur. Avrupa‟nın dünya siyasetinin merkezi haline gelmesi ile ideal dünya tasarımı olarak dünyaya dayattığı modernleşme olgusu Batı dışında kalan ülkelere de Batı ile rekabet edebilmek için modernleşmenin kaçınılmaz olduğu fikrine dayanmaktadır. Modernleşme süreci içerisinde giren Batı dışındaki ülkeler ise Batı‟ya özgü kurumları, kültürel değerleri ülkelerine uyarlamaya çalışmış ve bu süreçte ortaya çıkan köklü reformlar toplumsal yaşamda büyük huzursuzlukların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Köklü, ani toplumsal değişimlerin yarattığı anomi durumu ise Batı dışındaki ülkelerde bu bağlamda görece daha büyük çelişkilere sebep olmuştur. Modernleşme sürecinin toplumların kendi iç dinamikleri ile (ekonomik, siyasi, askeri, kültürel, bilimsel) gelişmemiş olması reformların Batı‟dan uyarlanması ortaya çıkan çelişkilerin başlıca nedeni olmuştur.

(27)

Osmanlı İmparatorluğu döneminde başlayan modernleşme çabaları Cumhuriyet Türkiye‟si içerisinde de köklü reformlarla devam ettirilmiştir. 200 yıllı bulan modernleşme süreci ile Batı‟nın kendi iç dinamikleri etrafında gelişen ve özü gereği Batı‟ya özgü kurumsal (siyasi, ekonomik, bilimsel) ve toplumsal yapıların (insan ilişkileri, düşünce ve zihniyet) Türk toplumunda da yaratılması hedeflenmiştir (Balkız, 2015:124).

1.1.2.1. Osmanlıda ModernleĢme Hareketleri

Modernleşme; Türkçe‟de çağdaşlaşma olarak tanımlanmış bir kavramdır. Batı‟da gerçekleşen teknolojik devrim ve ulaşılan ekonomik refah seviyesi ile birlikte Osmanlı İmparatorluğu‟nun istikrarlı yapısı bozulmaya başlamış ve arka arkaya gelen askeri mağlubiyetler yönetici kadrolar, askeri ve idari bürokrasiyi İmparatorluğun yeniden görkemli günlerine kavuşturulabilmesi için çözümler aramaya itmiştir (Balkız, 2015:125). İbrahim Müteferrika önderliğinde 1727 yılında Padişah III. Ahmet‟in fermanı ile ilk Türk matbaası kurulmuştur. Ancak matbaa Avrupa'daki etkisini Osmanlı'da pek gösterememiştir. Osmanlının gerileme dönemine girmesiyle birlikte (1730) gerilemenin kaynağını, batının teknolojisinden ve teknolojinin savaşlara etkisinden çok, Osmanlıdaki din bütünlüğünün yitirilmesine bağlayan farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Şerif Mardin, Lale devrinde Osmanlının içine sızan batılıların, kişisel refah anlayışının idareci sınıf ile orta ve alt sınıf arasındaki çatışmaların başlangıcı olarak nitelendirmektedir (1991: 12-13).

Osmanlı, Avrupa‟nın Sanayi Devrimi (18. Yy.) ile ulaştığı askeri alandaki üstünlüğü ve kapitalistleşmesiyle kazandığı ekonomik refahı yakalamak için reformist hareketlere başvurmuştur. Bu süreçte yenilikçi padişahlar Osmanlının iki yüz yıllık modernleşme çabalarının ilk adımlarını atmışlardır. Bu dönemde özellikle III. Selim‟in (1789-1807) tahta geçmesi ile beraber batılılaşma hareketleri hızlanmış, öncelikle askeri alanda reformlar yapılması gündeme gelmiştir. III. Selim tarafından başlatılan modernleşme hareketleri her ne kadar başarıya ulaşmamışsa da Osmanlı‟nın Batılılaşma süreci başlamıştır. 1808‟de tahta çıkan II. Mahmut daha kapsamlı bir Batılılaşma çabası içerisine girmiş ve ilk kez bir padişah ayanlara söz hakkı tanımış, vergiler konusunda ortak karar hükmü getirmiştir. II. Mahmut‟un en büyük adımı ise reformlar karşısında ulema tarafından kışkırtılan Yeniçeri Ocağını

(28)

kaldırması (1826) olmuştur (Berkes 2002: 240-245). Yeni ordu ile birlikte Yüksek Harp Okulu ve Tıp Okulu kurulmuştur. Varlık durumuna göre vergiler tekrar düzenlenmiş, ilkokul zorunlu hale getirilmiş, kavuk giyme zorunluluğu kaldırılarak devlet memurları ve askerler için fes zorunluluğu getirilmiştir. Ancak bu reform hareketleri de köklü değişimler yaratamamıştır. 1839‟da tahta çıkan Sultan Abdülmecid, 3 Kasım 1839‟da Osmanlı demokratikleşmesinin ilk adımı olarak kabul edilen Tanzimat Fermanı‟nı yayımlamıştır. Tanzimat hareketi, çok uluslu, çok dilli bir imparatorluk olan Osmanlı‟nın, dönemin ulus-devlet anlayışıyla yıpranması, kapitalistleşmeye ayak uyduramaması sonucu, devlet yapısını, merkezi otoriteyi güçlendirme, siyasi birliği koruma ve geliştirme istediğinden kaynaklanmıştır. Avrupa‟daki milliyetçi hareketler ırksal, dinsel bütünlüğü olmayan Osmanlı tebaası arasında hareketlenmeye sebep olmuştur. Tanzimat Fermanı ile Osmanlı tebaasının din ve mezhep ayrımı gözetmeksizin korunup kollanacağı belirtilmiş, vergilerde yeni düzenlemelere gidilmiştir. Padişah kendi otoritesini sınırlandırmıştır (Lewis, 2015:57-63).

Osmanlı modernleşmesinin önemli bir dönemi olan Tanzimat Dönemi reformları, tıpkı II. Mahmut‟un reformları gibi üstten ve dış dinamiklerin dayatmasıyla yapıldığı için, toplumda kültürel bir yabancılaşmaya yol açan sonuçları da beraberinde getirmiştir (Akt: Duman, 2008). Osmanlının Batı karşısında gerilemesi toplum ve aydınlar tarafından önemli bir sorun haline gelmediği için Tanzimat‟a kadar olan sürede yapılan tepeden inme reform hareketleri tabanda kültürel ve düşünsel bir temelden yoksun kalmıştır. Bu dönemde Padişah ve idareciler ise Avrupa‟da sanayi devrimine bağlı olarak gelişen sosyal ve ekonomik değişimle sağlanan askeri güçle rekabet edememenin sıkıntılarını çekmiştir. Devletin otorite sorunları özellikle balkanlarda ulusal bağımsızlık temelli isyanlarla sonuçlanmaktadır. Bu süreçte egemenlikte söz sahibi olan ulema, aydın ve bürokratlar, İmparatorluğun yapısal dönüşüm sorunlarına çare bulmayı amaçlamıştır. Osmanlı aydın ve bürokratları Avrupa kökenli eşitlik düşüncesiyle yeni bir “Osmanlılık” siyaseti üreterek müslüman-gayrimüslim ayrımcılığını gidererek ulusal ayrılıkçı isyanları önleyip devletin gücünü ve bütünlüğünü sağlamayı amaçlamışlardır (Ortaylı, 2000: 16-17).

(29)

Devlet tarafından yukarıdan aşağıya dayatılan reform hareketleri “Kameralizm” olarak adlandırılmaktadır. Tanzimat Fermanı ile devlet, eğitimi halka yaymayı ve halkın mülkiyet haklarını garanti altına almayı vaat etmiştir. Batıda, halkın verimliliğini artırma amacıyla uygulanan ve ulusal devletlerin kurulması ile orta sınıfların güç kazanması paralelinde yürüyen bu politika ile ulusal bütünlüğün sağlanması ve feodal toplumsal kalıntıların temizlenmesi amaçlanmıştır (Mardin 1991:12). Bu bağlamda Feodal yapısını ekonomik ve sosyal yapıda devam ettiren Osmanlı, üst yapı bağlamında reformist davranmış olsa da ekonomik ve toplumsal yapıda bu yüzden köklü sonuçlar elde edememiştir. Bu dönemdeki bazı Osmanlı aydın ve devlet adamları Batı‟nın gelişmişliğini siyasal yapılanmayla sağladığına inanarak devletin gerileyişini merkezi otoritenin sarsılması dayandırmışlar ve İmparatorluğun “Osmanlılık” çatısı altında yeniden bir bütünlük kazanacağını düşünmüşlerdir (Mardin 1991:13).

Tanzimat döneminde eğitim, askeri alanda pek çok yenilik gerçekleştirilmiş, ulaşım ve iletişim alanlarında da önemli gelişmeler sağlanmıştır. Özellikle de karayollarının geliştirilmesi Tanzimat dönemi valilerinin öncelikli amacı olmuştur. Yine telgraf hatlarının kurulması (1853) da merkezi denetime güçlenmesine katkıda bulunmuştur (Ortaylı 2002: 150-151). Bu dönemde yabancı vapur şirketlerinin yanında Türk vapur şirketlerinin kurulmasıyla deniz ulaşımı da geliştirilmeye çalışılmıştır (Ortaylı 2000: 29). Böylece kara, deniz ve demir yollarının geliştirilerek ülkede ulaşım ağının yaygınlaştırılmasına yönelik faaliyetlerle merkezi yönetim güçlendirmeye çalışılmıştır.

Tanzimat döneminde devlet yapılanmasında somut büyük gelişmeler sağlanmasına karşın, kültürel alanda Batıdakine benzer düşünsel bir dönüşüm gerçekleştirilememiştir. Batı ile girişilen ilişkiler bürokratların halkla ilişkili tutumlarında bir değişmeyi doğurmamış, kapitalist üretim sistemine geçiş amaçlanmış ancak bunun sosyo-kültürel ve pazara ait mekanizmaları ihmal edilmiştir. Tanzimat reformcuları ve bürokratlar, kendi politik konumlarını sarsacak herhangi bir toplumsal grubun gelişimine fırsat vermeyerek (Avrupa korumasındaki gayrimüslimlerin kapitalist ekonomik ilkelerle hareket etmeleri etnik ve dini kimliğin

(30)

azınlıklar arasında canlanışında etkili olmuştur) kapitalist sistemin bireysel ekonomik özgürlüğü sağlayıcı dinamiğini göz ardı etmişlerdir (Karpat 2016: 91-92).

Tanzimat reformları, bir grup aydın olan Jön Türkler (Genç Osmanlılar) tarafından devletin, dini ve örfi gelenekten uzaklaşması, halkın yönetime karşı kendini koruma araçlarının elinden alınması, padişahın mutlak söz sahipliği ile batılı bir anlayışı içerdiği gerekçesiyle eleştirilmiştir. Jön Türkler‟in eleştirileri meşrutiyetin zemini niteliği taşımaktadır (Lewis, 2015:170-171). Jön Türkler Osmanlı içerisindeki azınlıkların Osmanlıdan kopmaması gerektiğini savunmuş Osmanlılık, İslam ve Türklük zemini içerisinde bugünkü Türk milliyetçiliğinin ideolojisinin temellerini atmıştır.

Batı fikirlerinin iyice anlaşılmaya başlandığı bir devir Sultan II. Abdülhamit (1876-1909) devri olmuştur. Bunun sebebi, yeni kurulan okullarda okuyanların ve yabancı dil bilenlerin artması olduğu kadar, padişahın kendisinin Batı‟yı bir bakıma "model" olarak almış olmasıdır (Mardin,1991: 17). II. Abdülhamit, ülke yönetiminde parlamentoya dayanmak yerine dini, askeri ve politik konularda kendisine danışmanlık yapmak üzere oluşturduğu “komitelere” dayanmıştır. Bu durum bütün güçlerin merkezileşmesini neden olmuş, merkezileşme ise büyük bir bürokratik örgütlenmeyi beraberinde getirmiştir. Geniş bürokrasi, Abdülhamit rejiminin en baskıcı, aynı zamanda en zayıf yönünü oluşturmuştur (Berkes, 2002:344). II.

Abdülhamit imparatorluğun içerisinde bulunduğu iç ve dış baskılar sonucu, Türk tarihinin ilk anayasası özelliğini taşıyan 1876 Kanun-i Esasi ve I. Meşrutiyet‟i ilan etmiştir. Sanılanın aksine 1876 anayasası (Kanun-i Esasi) hükümdarın yetkilerini sınırlayıcı hiçbir maddeye sahip olmamıştır ve anayasanın bütün hükümlerinde son söz hükümdara bırakılmıştır. Anayasa, egemenliğin halka ait olduğu düşüncesinin değil, egemenliğin Tanrıya ve onun yeryüzündeki temsilcisine ait olduğu doktrininin yeni bir yapılanması olmuştur (Berkes 2002: 333).

1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı döneminde Sultan Abdülhamit, meclisi ve anayasayı feshederek bütün yetkileri tekrar kontrol altına almıştır. Dönemin aydınları, İttihat ve Terakki Partisi adı altında askeri ve bürokratik alanda yapılanarak, 1876 Anayasası‟nın yürürlüğe girmesini, padişahın artık karar gücünde olmamasını savunmaya başlamıştır. İttihat ve Terakki‟nin örgütlü gücü ile Manastır,

(31)

Selanik gibi Osmanlının merkezi yerlerinde Meşrutiyeti İlan etmişlerdir. İttihat ve Terakki‟nin baskıları ve toplumda ses getirmeleri sonucu Sultan Abdülhamit Kanun-i Esasi‟nin tekrar yürürlüğe girdiğini (24 Temmuz 1908) ilan etmek zorunda bırakılmıştır.

1908 yılından başlayarak Osmanlı siyasi hayatında etkenliğini arttıran İttihat ve Terakki hareketi ise tepeden inmeci bir yönetim anlayışı ile uyguladıkları dış politika neticesinde İmparatorluğun çöküşünü hazırlamakla eleştirilmiştir. Ancak daha önceki modernleşme taraftarı seçkinler gibi İttihatçıların da asıl amacının köklü reformlar yaparak İmparatorluğu tekrar eski görkemli günlerine kavuşturmak olmuştur. Birinci Dünya Savaşı‟nda mağlup ayrılması ile Osmanlı İmparatorluğu çöküş sürecine girmiş, siyasi birlik dağılmış, toplumsal bütünlüğü sağlayacak halifelik ve saltanat gibi kurumlar yetersiz hale gelmiştir.

Modernleşmenin gelenekten kopuş ile gerçekleşeceğini savunan yaklaşım, modernleşmeyi kaçınılmaz olarak yukarıdan ve buyurgan bir söylemle topluma dayatmıştır (Yavuz, 2002: 217). Modernleşme hareketleri boyunca hâkim görüş Batının üstünlüğünün sadece bilimsel ve teknolojik gelişmişliğinden kaynaklandığı olmuştur. Bu nedenle bilim ve tekniğin uyarlanması ile devletin geleneksel değerlerinin korunarak yeninden güç kazanacağı düşünülmüştür. Ancak girişilen reform hareketleri devleti eski gücünü kavuşturamamış ve modernleşmenin sadece teknolojik üstünlük sağlanmayacağı ortaya çıkmıştır. Batı‟nın kendi tarihi içerisinde gerçekleştirdiği bir dizi ekonomik ve siyasal değişim Osmanlı-Cumhuriyet modernleşmesi süresince Batılılaşma yolunda devletçi-seçkinci bir anlayışla tepeden inme düzenleme geleneğine dayanmıştır (Kongar, 2011: 318). Bu durum modern-geleneksel çatışmasının daha şiddetli yaşanmasına neden olmuş ve geçmiş değerlerin yerinden söküp atılması, ortak değer ve inanışların yerine sürekli değişen yeni değerlerin gelmesi gerek bireysel gerek toplumsal düzeyde değişimin daha sancılı olarak gerçekleşmesine neden olmuştur.

Şekil

Tablo 2: Yabancılaşma- Toplumsallaşma Karşıtlığı
Tablo 4: Sen Türkülerini Söyle Filminin Yabancılaşmış Karakter Spektrumu
Tablo 5: Ses Filminin Yabancılaşmış Karakter Spektrumu
Tablo 6: Hakkari‟de Bir Mevsim Filminin Yabancılaşmış Karakter Spektrumu  3.2.4. Av Zamanı Filminin Künyesi ve Konusu
+3

Referanslar

Benzer Belgeler

Composite regulatory signature database (CRSD), a self-developed comprehensive Web server for composite regulatory signature discovery, used to compare the published microarray

[r]

İstanbul Şehir Üniversitesi Kütüphanesi Ta ha To ros

Eldem’in yolculuğunda tuttuğu günlük, notlar ve eskizler, mima- rın yetişmek için mecburi vazifelerinden birini yerine getirdiğinin somut izlerini taşır: Gezgin

1 materyalde ren sinisterin kesitinin rahatllkla g6· rOlebiidigi halde ren dexter 'in capsula adiposa ige· risinde sadece extremitas cranialis'inin gorUiebildigi

Yeni medya türlerinden olan internet hem televizyon hem gazete içeriklerini birlikte aktarması, taşınabilir olması, mekân serbestliği sunması ile geleneksel

Macit ve Keçeli (2012) Türkiye’de 2005-2011 yılları arasında faaliyet gösteren 4 katılım bankasının çeyrek dönemlik verisi ile yaptıkları regresyon ve

1997 yılında Merkez Bankası ve Hazine arasında bir protokol imzalanmış ve 1998'den itibaren Hazinenin Merkez Bankasından kısa vadeli avans kullanmaması konusunda