• Sonuç bulunamadı

Selim İleri:Bir hüznün eteklerinde

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Selim İleri:Bir hüznün eteklerinde"

Copied!
4
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

□ Halil Gökhan, Esra Zeynep’le “Yaşan­ mıştır” üzerine konuştu...7. sayfada

□ Sennur Sezer, Aydın Hatipoğlu’nun “Saç”ını değerlendirdi...9. sayfada

□ Mustafa Günay, tarih ve bilim felsefe­ cisi Doğan Özlem’i anlattı...12.sayfada

□ Nevra Bucak, “İran’da Soluyor Çiçek­ ler”! değerlendirdi... ...17. sayfada

7 T E M M U Z 1 9 9

Cumhuriyet

€>

KİTAP

Bin hüznün

eteklerinde..,

Selim

İleni

Dile, o dili bütün bir geçmişiyle

kucaklayan olağanüstü sevgi ve

saygı; yalnızca edebiyatla sınırlı

olmaksızın, bu ülkenin kültür ve

sanat yaşamından gelip geçmiş

bütün ustalara karşı eşi zor bulunur

bir kadirşinaslık; kolaycılığın, ilkel­

liğin, inatçı cehaletin her türlüsüne

duyulan dipsiz bir nefret ve tiksinti

T

h '

duygusu; bir zamanlar en kalıcı

olması istenen hemen bütün

değerlerin artık bilinçli bir tutumla

ok edilmekte olduğu bir ortamda

emen hiçbir erdemin barınma şansı

bulamayacağı yolundaki inanç vq

bütün bunlara karşın, Vanya

Dayı’daki Sonya’nın o kırgın, ama

kararlı ısrarıyla, bütün dinlenmeleri

yarına bırakan bir çalışkanlık...

Bütün bu sözler, Selim lleri’yi net bir

biçimde betimliyor sanırız.

Selim ileri, “Gençlere Türk

Romanından Altın Sayfalar” gibi

koca bir çalışmanın hemen ardından,

son romanı üzerinde yoğunlaştırdı

çalışmalarını. Aşağıdaki söyleşi, bu

romanın beraberinde getirdiği yeni

hüzünlerin eteklerinde, o diyarın

tedirgin rüzgârlarının uğultusuna

kulak verilirken yapıldı...

Devamı 4. sayfada

(2)

Selim İlen...

Bin hüznün

 T f l N S A Y F A l A ^ j f ~

eteklerinde

AHMET CEMAL

« O elim ileriyle bir söyleşi”, diye bir altbaşlık koyamıyorum bu L-/ sayfalara. Çünkü, bugüne özgü bir şeyi dile getirmiş olmayacağım.

Biz, otuz yıla merdiven dayayan bir dostluk boyunca, hep konuştuk; her gün ve özellikle de her gece; o uzun telefon­ lar boyunca...

Edebiyat yaşamı da en aşağı dostluğu­ muzla yaşıt. Doğan Hızlan bizi tanıştır­ dığında Selim îîeri, edebiyatımızda bir imza olmuştu bile.

Tek fark, usul usul benim de o yaşama ortak olmaya başlamamdı. Çünkü, şim­ di, bunca yılın ardından, perdeleri arala­ yıp geriye baktığımda anlıyorum ki, onca konuşulanlar ve onca paylaşılanlar so­ nuçta beni, Selim İleri imzasını taşıyan her kitabın, her yazının, her senaryonun bir tür “öteki ben”ine dönüştürmüş. Şimdi düşünüyorum da, başka türlüsü zaten olamazdı. Bir yazarın kaleme alma­ ya başladığı her yeni öykünün, romanm, senaryonun olay örgüsünü ve kişilerini satırların ilerlemesine koşut olarak, kimi zaman da daha satırların kalıbı ortaya çıkmazdan önce yazarın kendisinden dinlerseniz, her sözcüğün, her satırın kaç hüzün, kaç karşılıksız sevgi, kaç karşılık­ sız umut boyunca doğduğuna tanık olur­ sanız, sonunda gün gelir, kendinizi kaçı­ nılmaz olarak bir tür “birlikte yazar” di­ ye duyumsamaya başlarsınız...

Dili bütün geçmişiyle kucaklamak Yaşamımızın onsuz olunamaz parçası­ na dönüşmüş bir insanı değerlendirme­ nin belki de tek yolu, ondan bize nelerin geçmiş olduğunu anımsamaya çalışmak­ tır. Ben, Selim i bu yoldan değerlendirdi­ ğim de, ondan bana geçmiş olanların ayırdına çok net varabiliyorum.

Dile, o dili bütün bir geçmişiyle ku­ caklayan olağanüstü sevgi ve saygı; yal­ nızca edebiyatla sınırlı olmaksızın, bu ül­ kenin kültür ve sanat yaşamından gelip geçmiş bütün ustalara karşı eşi zor bulu­ nur bir kadirşinaslık; kolaycılığın, ilkelli­ ğin, inatçı cehaletin her türlüsüne duyu­ lan dipsiz bir nefret ve tiksinti duygusu; bir zamanlar en kalıcı olması istenen he­ men bütün değerlerin artık bilinçli bir tutumla yok edilmekte olduğu bir or­ tamda hemen hiçbir erdemin barınma şansı bulamayacağı yolundaki inanç -ve bütün bunlara karşın, Vanya Dayı daki Sonya’nm o kırgın, ama kararlı ısrarıyla, bütün dinlenmeleri yarına bırakan bir çalışkanlık...

Bütün bunlar, Selim îleri’den yılların akışı içersinde bana geçmiş olanlar. Ama hepsi, artık “başkasından geçmiş” diye­ meyeceğim kadar benim olmuş. Böyle

bir panoramada, Selim İleri ile •söyleşiyi, kimi yerde sanki kendimle yaptığım bir söyle­ şiyle karıştırmam, şaşırtıcı sa­ yılabilir mi?

Selim İleri, “Gençlere Türk

Romanından Altın Sayfalar" gibi koca bir çalışmanın he­ men ardından, sahnelerinin ve kahramanlarının doğum sancı­ larına yine tanıklık ettiğim son romanı üzerinde yoğunlaştı. Aşağıdaki söyleşi, bu romanm beraberinde getirdiği yeni hü­ zünlerin eteklerinde, o diyarın tedirgin rüzgârlarının uğultu- suna kulak verilirken yapıldı...

- Genelde sanatçılığı, özelde de yazarlığı bir kurtuluş sayan­ lar da var. Kurtulabildin mi? .

“Çok zor bir soru bu. Geç­ mişe dönüp baktığımda yazar olmak isteğimin nerede, nasıl ve niçin belirdiğini pek açık seçik hatırlayamıyorum. Evde bana an latılm ış m asallar, okunmuş masallar çok etkile­ yiciyd i. O nları dinledikten sonra kendi kendime devamla­ rını getirmeye çalışır, bir tür tefrika masalcılık yapardım. İlk işaret, ilk ipucu bu masal­ lar. Tabii o zaman kurtulmak, kurtuluş aklımdan geçmiyor­ du. Sonraki yıllarda da geçme­ di. Profesyonel yazarlık bera­ berinde birçok sorunu getiri­ yor. Bir defa başka bir meslek alanında çalışmadınız mı, nasıl geçineceğiniz, nasıl ayakta ka­ lacağınız sorunuyla başbaşa kalıyorsunuz. Hayatımı yazar­ lıkla sürdürmek istediğim gün­ den sonra da bu sorunla ödeş­ mek durumunda kaldım. Bu

bakımdan kurtuluş üzerine düşünme gü­ cüm pek olmadı diyebilirim.”

- O zaman kurtulamadın...

“M uhakkak ki kurtuldum . Yazarlık Türkiye’de gündem dışı bir sanat çabası oldu bugün. Osmanlı imparatorluğunun son döneminde edebiyat adamına, ne olursa olsun, saygıyla bakılmış. Eski ya­ zarlarımız II. Abdülhatnid’in sansürün­ den çok yakınırlar ama, birikimlerine ba­ kıldığında, hiç yabana atılmayacak emek­ ler saptanabilir. Cumhuriyetim ilk yılları Türk yazarından beklenti içindedir. Şim­ di Yakup Kadri için, Reşat Nuri, hatta

Halide Edib için ‘resmi yazar’ filan deni­

yor ama, pek kulak asmamak gerek. Res­ mi yazar Yakup Kadri, tabii tırnak içinde resmi yazar, Ankara’yı yazmış, o düzeyde eleştirel gerçekçi çok az romanımız var. Resmi yazar Halide Edibe gelince, siya­

sal görüş ayrılığıyla Türkiye’den ayrılınca, Türkiye’de eserinin yayınlanması bile kısa süre problem olmuştur. Örnekse Zey-

no’nun Oğlunun Vakit gazetesindeki tef­

rikası durdurulmuş, ancak bir buçuk yıl sonra tekrar başlayabilmiştir. Bununla birlikte, bu türden yersiz durdurmalara rağmen, Halide Edib’in değeri ve önemi üzerinde Cumhuriyet okuryazarı epey bir donanım edinebilmiştir. 1950’lerden baş­ layarak bunlar hepsi azalıyor, yazarın y e ­ rini bambaşka şeyler alıyor. Yazara gelin­ ce, bir fildişi kule de bulamadığından ola­ cak, kendi ince, çabuk zedelenebilir ka­ buğuna çekiliyor. Artık dış dünyaya ‘is­ tenmeyen’ bir unsur olarak sızmaya çalış­ maktadır. Yazmak ise, kendi kendinin tek kurtuluşu, belki de tek sevinci, mııtlulu- udur. işte bu anlamda ben de elbette urtuldum."

- Senin söylediklerin kurtuluştan çok, perhiz gibi bir şey oldu.

“Öyle de denebilir. Yetişme yıllarımda ve gençliğim boyunca toplumu kurtara­ cak edebiyattan söz açılmıştır. Sanatın toplumu nasıl kurtaracağı üzerine pek çok, belki de ciltler dolusu dermc-çatma yazı yayınlanmıştır. Oysa sanattan, edebi­ yattan yalnız bunu beklemek, her ikisinin de önünü tıkamakla, imkanlarını kısıtla­ makla eşanlamlı bence. Türkiye’de, sen daha iyi bilirsin, ciddi anlamda bir ‘sanat eğitimi’ ne yapılmış, hatta ne düşünül­ müş, ne düşlenmiştir. Sanatçı bir başına düşe kalka, kafasını gözünü patlata patla- ta yol almaktadır. Bu arada bir de perhiz yapmış, sözü mü olur...”

- Yanılmıyorsam ilk yazıların 1967’de yayınlandı. Otuz yıla çok yaklaşmış bir zaman diliminin deneyimleriyle, kitleyi

(3)

sanata yönlendirmek, sence nasıl olabilir? “Şimdi ilk yazılar ve otuz yıl falan de­ yince, insan ürperiyor. Bana hepsi daha dün gibi geliyor. Sanki birazdan yine sev­ gili Fransızca hocam, bana bir edebiyat ömrü hazırlamış Vedat Günyol’un Yeni Ufuklar dergisine gideceğim ve yazılarım ne zaman Yeni Ufuklar’da yayınlanacak diye heyecan duyacağım... Bunları belki de şunun için söylüyorum: Daha o zaman bile Türkiye’de, bir azınlık çevresinde bi­ le olsa, kültür, sanat ciddiye alınıyordu. Edebiyat dergileri edebiyat verimi yayın­ lardı. Şimdi o dergilerden hatıraları kaldı. Bugün de bir iki dergi aynı çabayı sürdü­ rüyor ama, rengârenk, cicili bicili, gelge­ ldim içeriksiz dergiler edebiyatın, kültü­ rün altından girip üstünden çıkıyor. Kül­ tür para getirir mi? İşte, kültürün bir kül­ türsüzlük aracına dönüştürülmesiyle geti­ rebiliyor. Yurdumuz bugün büyük bir kültürsüzlük uçurumunun eşiğinde dur­ maktadır. Ne Doğu, ne Batı kültürleri, ne şu, ne bu... Hepsi sona ermiştir. Bugün dedikodu bir kültür temeli oluşturmakta­ dır, o kültüre istediğiniz adı, sıfatı takabi­ lirsiniz. Koşullar buyken kitleyi sanata nasıl yönlendireceksiniz; ben nasıl bilebi­ lirim?! Sanat ve kültür konusundaki bu olumsuz koşullara bir de ekonomik haya­ tın zorluklarını eklerseniz, karşınıza, çık­ maz sokak demeyeyim ama, bir labirent çıkıyor.”

- Peki ama andığın Doğu, Batı kültürle­ ri en azından birikimsel açıdan yerli ye­ rinde dururken, toplumumuzdan nasıl çı­ kıp gidiyorlar?

“Çıkıp gitti demek sanırım daha doğru. Pek çok yanlış tutum, Türkiye’yi bugün­ kü uçurum noktasına getirdi. Kültürün baş aktörü dil, anadilimiz artık bizden büyük bir kırgınlıkla uzaklaşıyor. Bugü­ nün genç insanı ya da çok kalabalık bir kitle Türkçeyi bilmiyor. Gazetede oku­ dum; bir araştırma sonucuna göre, gün boyu konuştuğumuz, iletişim kurduğu­ muz dil üç veya dört yüz kelimeden olu­ şuyormuş. Daha dilde başlayan bu yok­ sullaşma, dilin açılımları sayılabilecek sa­ nat dallarını da sarsmış, adeta çökertmiş­ tir. Dil olmadan, sözcükler olmadan, söz­ cükleriniz, söyledikleriniz karşı tarafa ulaşmadan bir sanat eserini, çok uçta ör­ nek vereyim, bir soyut resmi, ya da kar­ maşık bir müzik eserini nasıl yorumlayıp, irdeleyip sevdirebileceksiniz., mümkün değil...”

- Günün moda sorusunu soracağım: Bunda televizyonun da etkisi oldu mu? Dilin yoksullaşmasında?

“Televizyonun bugünkü durumu, ben­ ce, uzun yıllara dayalı kültürsüzlük kültü­ rü politikalarının çok doğal bir sonucu. Çok üzülerek belirteyim ki, televizyonu bugün bir ‘kıyamet’ aracı olarak görüyo­ rum. Ama kıyamete adım adım yaklaşıldı­ ğının belirtileri, habercileri çoktan beri görülüyordu. Şimdi tuhaf, irkiltici bir iki örnek vermek isterim. Çok değerli, rah­ metle andığım bir eleştirmenimiz, bir ya­ zarımız, Halikarnas Balıkçısı’nı eleştirir­ ken, kötü, savruk bir dili vardı gibisinden bir cümle kullanmış. Eleştirmenimizin dilden anladığı, duru, arınmış bir dil. Ha­ likarnas Balıkçısı eski ve yeni sözcükleri iç içe, karmakarışık kullanıyor. Cümleleri gerçekten savruk. Bununla birlikte Hali­ karnas Balıkçısı, edebiyatımızda başlı ba­ şına bir Akdeniz doğası dili yaratabilmiş.

yor. Sonra ne oluyor? Sonrası var... Ku­ rum, dilde özleşme, arınma derken askeri bir darbenin hışmına uğruyor, sesi soluğu kesiliveriyor. Yani neresinden baksan iç­ ler acısı. Oğuz Atay çapında bir yazarımı­ zın dili üzerinde baskı kurmak akıl alacak iş midir? Ya da, bir komutan dile ömür mü vermiş ki, dilin nasıl denetleneceğine karar veriyor... Bunların sonucu, televiz­ yon haber bültenlerinde geçen aylarda iki ‘tellâl’ Cağaloğlu Hamamı’ndalu yangın­ da yaralandılar. Tellâlların ‘tellâk’ olduğu sonradan anlaşıldı...”

- ‘Bir daha yaşanmayacak zamanlar’ ço­ ğu eserinde odak noktası. Bunu, gelecek zamanlarımıza yönelik belli bir karamsar­ lık, diye yorumlayabilir miyiz?

“Gelecek zamanlarımıza yönelik ne iyimserliğim var, ne karamsarlığım. Çoğu kez bir ıssızlık duyuyorum. Çok acı ama, bir derin ıssızlık. Yazarlığa başladığım yıl­ larda çok başka düşlerim, ülkülerim var­ dı. Bunları tek tek yitirdim. Yazdıkları­ mın en çok okunduğu dönemlerde bile büyük bir mutluluk duymadım, sevinç hiç duyamadım. Ben, hep bir şeylerin ek­ sik kaldığını hissettim; kendi yazdıklarım da da, yazdıklarımın okunuşunda da... Sevinç duyamadım, çünkü toplumun ke­ derleri ve sancıları gitgide yoğunlaşıyor­ du. Siyasetin hiçbir kampına inanmadım, hiçbirinde yer almadım, hiçbirine sem­ pati duymadım. O zaman büsbütün yal­ nız kalıyorsunuz. Meselâ ben nelerle ilgi­ lendim, ilgileniyorum : Bakın, H alide Edib Hanım dedim demin; Cumhuri­ ye tin ilânından sonra Halide Edib eşi

Adnan Adıvaria çıkıp gidiyor. Açık bir

kırgınlık söz konusu. Yurtdışmda anıları­ nı yazıyor, İngilizce yazıyor. 1926’da Londra’da yayınlanmış bu eser, yaklaşık otuz yıl sonra Türkçede Türk’ün Ateşle

İmtihanı adıyla yayınlanmıştır. Halide

Edib, orada otuz yıl öncesinin bazı öfke­

lerinden uzak durur. Kırgınlığı yine sür­ mektedir, o başka. Ama yaklaşık olarak şöyle der Mustafa Kemal Paşa için: ‘İstik­ lâl H arbi’nin sembolü Mustafa Kemal Paşa’ydı. İşte bu yüzdendir ki, onun dev­ rinde eziyet çekmişlerin bile, kalbinde ona bir rikkat vardır...’ İşte bu düzey, bu tutum, Türkiye’nin geleceği için hâlâ bir umut, bir bilinç işareti, bir akıl simgesi­ dir. Burada hem insani ve toplumsal-siya- sal dramları, trajedileri yakalama fırsatı buluruz; hem de sağduyuyu, terbiyeyi ve meseleleri hakikaten çok ciddiye alışı... Oysa Türkiye şimdi ‘Taocu seks’ten, mu­ halefet liderinin ‘iktidarlı-iktidarsız’ olu­ şundan konuşuyor. Bu aymazlıklar, bu türden bayağılıklar, Türkiye’nin kitle ile­ tişim araçlarında yeni yeni pehlivan tefri­ kaları, dizileri olup çıkıyor. Bizim gibilere gelince, bize de ıstırap çekmek kalıyor.”

- Bu yüzden mi, romanlarında, incele­ me yazılarında geçmiş zamana dönüyor­ sun? Sözgelimi bir Abdülhak Şinasi’yi sen hem inceleme yazılarında gündeme getirdin, hem de Mavi Kanatlarınla Yal­

nız Benim Olsaydın’da bir roman kişisi­

ne dönüştürdün...

“İnceleme yazılarında geçmiş zamana, geçmişin yazarlarına dönmemin çok açık yanıtım bulabiliyorum: Bir defa bizim çok değerli bir edebiyat birikimimiz var. Okunmuş olsa da, olmasa da. Roman Türk kültürüne geç girebiliyor ama, usta işi örnekler de hemen göze çarpıyor. 1900 tarihli Aşk-ı Memnu roman sanatı açısın­ dan incelendiğinde bir başyapıt olduğu hemen anlaşılır. Halid Ziya, roman sana­ tının bütün inceliklerini, hünerlerini o çok sade, alçakgönüllü tutumuyla, hiçbi­ rini bak ben neler yapıyorum diye vurgu­ lamayarak, buna bugünkü arkadaşlarımız gibi asla tenezzül etmeyerek eserine yedi­ rebilmişim Hemen yanı başında Mehmed

Rauf un eşsiz Eylül’ü durur. Eylûl’e,

bu-İnanılmaz bir dil ustası, bir şair, bir ses, rüzgâr, fırtına, uğultu adamı... işte kimse çıkıp o eleştirmenimize, bir düzey içinde kalarak, itiraz etmemiş. Kimse Halikarnas Balıkçısı’nın dili üzerinde düşünmek iste­ memiş. Bir başka örnek, oldukça göz ya­ şartıcıdır. Oğuz Atay’ın son hikâyesinin adında ‘rüya’ ve ‘hikâyeci’ sözcükleri ge­ çer. Bu hikâyeyi yayınlayan dergi dilde arınmanın savunucusu, bir kurum dergi­ si. Sözcükleri hemen d eğiştiriyo r ve ‘düş’le ‘öykücü’ hikâyenin atfına oturtu- luveriyor. Üstelik Oğuz Atay o sıra ölüm­ cül hasta. Galiba tam o günlerde de

ölü-“Gelecek zaman­ larımıza yönelik ne iyimserliğim var, ne karamsarlığım. Çoğu kez bir ıssızlık duyuyorum. Çok acı ama, bir derin ıssızlık. Yazarlığa başladığım yıllarda çok başka düşlerim, ülkülerim vardı. Bunları tek tek yitirdim.

Yazdıklarımın en çok okunduğu dönemlerde bile büyük bir mutluluk duymadım, sevinç hiç duyamadım. Ben, hep bir şeylerin eksik kaldığını his­ settim; kendi yazdıklarım da da, yazdıklarımın okunuşunda da...

(4)

güne kadar ruh çözümleme romanı diye bakıldı. Eylül, bir yandan da, batan bir impara­ torluğun eylül ayını sezdiriyor. Artık her şeyin çıkmaza sürük­ lendiğini. Her şeyin bitmekte olduğunu. Menmed Rauf’un böyle bir amacı yoktu dene­ cek; iyi de, toplumsal panora­ manın romancıyı nasıl yönlen­ direbileceği üzerinde niçin du­ rulmuyor? Eylül, kadın-erkek ilişkisini, aşkı, insan ilişkilerini konu edinmiştir. Ama aşk, ya­ sak bir aşk. İlişkiler özgürlük süz. Kadın ve erkek ferdiyetini kazanamamış. Dünva dapdar. Yürümeyen, durakalm ış bir şey var. Yani imparatorluğun feci akıb eti. Ben, böylesi önemli birikimlerin bize yarın için ışık tutacağına hâlâ inan­ dığım için ikide birde geçmiş zamandan yararlanıyorum."

- Bu eserleri tekrar yaşatmak dileğiyle, son çalışman, Genç­ lere Türk Romanından Altın Sayfalar’ı yayınladın. Antoloji­ yi hazırlarken ölçütlerin, ilke­ lerin neler oldu?

“Önce, yeri gelmişken, aralarında sen de olmak üzere, bu çalışmamı anan her­ kese teşekkür etmek istiyorum. Antoloji, roman oburu bir okurun, otuz yılı, otuz- beş yılı aşkın okuma tutkusunun bir ifa­ desi sayılabilir. Birçok romancımıza öte­ den beri ödemek istediğim bir gönül borcu. Bu romancılarımızın eserleriyle iç içe, onlarla baş başa, senelerce mesut ya­ şadım. Onlarla yalnız kaldığımda hayatı­ mın daha anlamlı geçtiğini fark ettim. Bu bakımdan Gençlere Türk Romanından Altın Sayfalar, dile getirmeye çalıştığım yönüyle kişisel de denebilecek bir anto­ lojidir. Asıl amacım, bugünün ve ne ya­ zık ki galiba yarının da genç kuşaklarına, artık adlarını kimsenin anmadığı, anma­ yacağı romancılarımızı şöyle bir hatırlat­ maktı. Doğrusu, böyle bir imkânı bana tanıdığı için, kendisi de bir kitap kaçkını olan sevgili Enis Batur’a, Yapı Kredi Ya­ yınlarına şükran duyuyorum.”

- Antolojiyi hazırlarken daha yakından saptamışsındır: Sence roman edebiyatı­ mız toplumun gelişimine ayak uydurabil­ miş mi?

“Bir döneme kadar önemli eserlerle ayak uydurabilmiş. Sözgelimi ‘Doğu-Ba- tı’ sorunu: Hemen Ahmet Mithat Efen- di’de Fclâtun Bey’le Rakım Efendi yle yansımasını buluyor. Neredeyse yüz elli yıl önce yazılmış bir roman. Belki çok iyi yazılmamış ama, Rakım Efendi’nin, yani Osmanlı doğulusunun talepleri bugünün hayatında çok az bir değişimle yine sürü­ yor. Rakım Efendi’nin taleplerini kavra­ yamadığımız sürece, Batılı Türk aydını olma girişimlerinin niçin bir türlü tutma­ dığını anlamamıza da imkân yok. Reca- izade’nin Araba Sevdası ise Batılı Türk aydınının trajedisi diye okunabilir. Sonra aradaki muazzam başka eserleri atlayıp Peyami Safa’nın çok önemli Fatih-Har- hiye’siııe geliyoruz. Gerici, faşist dediği­ miz o çok önemli Peyami Sata, Fatih’i tutuyor, ama Fatih’e giden yol bir beyaz Rus kızının, hem de iyice alafranga bir beyaz Rus ailesinin macerasından geçi­ yor. Yani bir sentez aranıyor. Peyami Sa­

Kaybolup gitmiş, değeri ya da yaşama biçimi anlaşılamamış insanları, onların dramlarını gündeme getirmek bana daima umut verdi. Bunu başardım ya da başaramadım. Çalışırken, kafa yorarken başarı peşinde koşmuyorsunuz. O dramları anlatıyor olmak yeterince bir umut...

fa’nın bu çabasına karşılık Tanpınar, Do- ğu’yu ve Batı’yı bir hazine telâkki ediyor ve hepsine aç Mümtaz’ı yaratıyor, Hu- zur’daki Mümtaz’ı... Bunlar toplumun o günkü gelişimine yorumlar, hatta katkı­ lar... Sonra Orhan Kemal, bir başka dö­ nem, başka koşullar ve bugünün arabesk dediğimiz üzgün, yıkımlı toplumsal orta­ mını harikulade bir içtenlikle haber ver­ miş Orhan Kemal. Onun, kendi, kişisel geçim kaygısıyla donanmış, kimbilir ne alınteri, ne minnetle yazılmış eseri, bugün şu içinde yaşadığımız şehri artık sarmış olan arabesk yaşama biçiminin kederleri üzerine eşsiz bir monografidir. Sonra ne oluyor? Bakıyorsun, birtakım zıpırca ıkınma sıkınma yazıları roman diye sunu­ luyor, satış üstüne satış yapan ama ne de­ diği sorulduğunda o satışları sağlayanlar- ca yanıtlanamayan gelgeç romancılar dev­ ri başlıyor. Güney Amerika romanına, okumaktan haz duyduğum Borges’e, şu­ na buna ayak uydurmak dışında pek bir sorunları yok. Fakat bunlar üzerinde dur­ maya değmez, bunlar geçicidir.”

- Romancılarımız aracılığıyla Doğu-Batı sorununa demin farklı açılardan yaklaş­ tın. Kendi görüş açını nasıl özetlersin?

“Özetin özeti şu: O itelenip kakılmış, yerin dibine batırılmış Tanzimat aydınına saygım büyük. Biraz açmak gerekirse, Tanzimat aydını hangi toplumsal coğraf­ yada yaşadığını iliğinde, kemiğinde hisse­ diyordu. Yapay, bilgiç, gülünç değildi. Belki bin çeşit çaresizliğin acıklılığını ya­ şıyordu ama, gülünç hiç değildi. Bugüne gelince, bugün Doğucu geçinenlerde de, Batıcı geçinenlerde de sahtecilik bence birincil özellik. Zavallı Ahmet Mithat Efendi oğluna, ‘Biz bugün her şeyi az bu­ çuk öğrenmek zorundayız, ama yarın siz ler bir şeyi çok iyi öğreneceksiniz...’ di­ yordu. Bugün Batı hayranı da, Doğu hay ram da hiçbir şey öğrenmemeyi başlı ba­

şına bir erdem sayıyor.”

- Bugüne kadar birçok kitabın yayın­ landı; dergilerde, gazetelerde yazıların çıktı. Sinemayla uğraştın. Televizyon ça­ lışmaların oldu. Düşüncelerini aktarabil­ din mi? Tepkiler ve etkiler oldu?

“Bu konuda kendimi şanslı saymam gerekir. Bir yazar kimliğiyle ayakta kala­ bildim. Başka meslek alanlarında isteme­ ye istemeye çalışmak zorunda kaldım. Bir iş yerinde, yıllar boyu, sabah-akşam me­ sai yapmak durumunda kalmadım. Tür­ kiye gibi yazarına, özellikle edebiyatçısı­ na sırt çevirmiş bir ülkede bu açıdan okurlara sonsuz, ödenemez bir gönül borcum var. Zaman zaman mektuplar al­ dım, bunları pek yanıtlayamıyorum ama, insanların o incelikli sözleri hayatımın anlamı olduğuna işaret etti. Edebiyatın oldum bittim ölgün tutulduğu bir kültür politikasında daha ne olabilirdi? Bunlar elbette yetip artıyor. Düşüncelerimi akta­ rabilme konusu ise daha başka boyutta. Yazı niçin yazılır? Bir tartışabilme aracı­ dır yazı. Okurla bir tartışmadır. Bazen de bir söyleşidir. Belki gizli bir mektuplaş­ madır. Sinema ve televizyonda da bunu sürdürmeye çabaladım. Fakat her zaman olmuyor, kimi zaman sanat heyecanları­ nız çok acıklı şekilde sizde kalıyor. Top­ lumun merakını çelecek konuları, tartış­ ma konularını Türkiye’de bugün ne ede­ biyat, ne sanat, ne kültür belirleyebiliyor. Birtakım çok başka mekanizmaların şid­ detle harekete geçirildiği bir dönemde­ yiz. Benim karınca kararınca görebildi ğim bazı insan dramları var, meselâ onla­ rın filmlerini, televizyon dizilerini öner­ mek, gerçekleştirm ek isterdim , fakat umursanmayacağını bilecek kadar umut suzum. Şimdi şen gidip diyorsun ki, ‘Ben, Mehmet A kif in hayatını bir tele­ vizyon dizisi yapmak istiyorum,’ ve şu ya­ nıt geliyor: ‘Onu geç, sen şimdi Ebru

Gündeş için bir dizi yazabilir misin, Serdar Ortaç için bir şeyler yazabilir m isin?’ Tabii yazılır, niçin yazılmasın. Ama Mehmet Akif’ten söz açarken buralara nasıl sıçranıyor, bir türlü çözemiyorum...”

- Bu anlattığın olmuş bir olay mı?

“Evet, olmuş bir olay. Bende daha çok öyle macera var. Me­ selâ ‘rating’ alabilmek için tele­ vizyon kültür programına dan­ söz çıkarm am talep ed ild i. Dansözlük de kültürümüzün bir parçası, asla tersini düşün­ müyorum. Örnek vermek gere­ kirse Seher Şeniz’in intiharı beni pek çok zamanlar alıp gö­ türür, bir öyküye, bir senaryo­ ya alıp götürür. Ama demek is­ tediğim başka şey: Şizofrenik bir dağılmadan söz açıyorum. Parçalanmadan...”

- Hangi kitabını okusam, is­ ter öykü, ister roman olsun, aşk, sanki Bachmann’m Mali- na’sındaki gibi olanaksız bir duygu. Öyle mi?

“Tabii değil. Büyük aşklar da var. Mali- na çok sevdiğim bir roman. Ama Rüzgâr­ lı Bayır da çok sevdiğim bir roman. Ora­ da aşk hiç sona ermiyor, o sonsuz çatış­ maya karşın aşk sona ermiyor. Aşkı ola­ naksız kılan, karşılıklı aşkın gelip geçicili­ ği belki de. Ama tek taraflı bir aşk bazen bir ömür boyu sürebilir. Tıpkı Malina’da olduğu gibi. Ben, birçok aşk olduğunu bi­ liyorum. Bununla birlikte hâlâ melodram aşklarına tuhaf bir vurgunluğum vardır...” - Melodram... Sonu umutsuz biten hi­ kâyeler, romanlar... Umutsuz olduğun çok söylendi, yazıldı. Umudun nedir?

“Olumsuzlukları görmek, iletişimsizlik­ leri görmek, uçlar arasında dengesiz sarsı­ lışları görmek bence umutsuzluk anlamı­ na gelmiyor. Boş umutlar beslemek bana abes gelir, o ayrı. Ama bir defa insanı ve insan dramlarını çok seviyorum. Kaybo­ lup gitmiş, değeri ya da yaşama biçimi an­ laşılamamış insanları, onların dramlarını gündeme getirmek bana daima umut ver­ di. Bunu başardım ya da başaramadım. Çalışırken, kafa yorarken başarı peşinde koşmuyorsunuz. O dramları anlatıyor ol­ mak yeterince bir umut... Yurdumu ve yurdumun insanını çok seviyorum. Bu konuda adeta metafizik denebilecek bir duyarlılığım var. Aslında çoğu zaman dörtduvar arasında tek başınayım. Bu­ nunla birlikte bir başka şehre gidiyorsu­ nuz, birtakım sebeplerle bambaşka çevre­ lerde bulunuyorsunuz, oralarda insanla­ rın sevgilerini, iyiliklerini, yakınlıklarını görüyorsunuz ve inanılmaz umutlarla dö­ nüyorsunuz. Bunun edebiyatla, sanatla, kültürle ilintisi yok gibi gelebilir ama hiç öyle değil. Ben, özünde bütün güzel şey­ lere bağlı insan birikimini metafizik şekil­ de hissediyorum. Merhametin, iyiliğin, doğruluğun yurdun insanında bir potan­ siyel olduğuna büyük bir umut gözüyle bakıyorum. Bu insan kendisine ulaştığın­ da Behçet Necatigil'in şiirini gerçekten çok seviyor. İşte umut... ■

Gençlere Türk Romanından Altın Say­ falar 1-2/ Hazırlayan: Selim ile r i / Yapı K redi Yayınları / 319+219s.

S A Y F A 6 C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I 2 8 4

Referanslar

Benzer Belgeler

Türk motifleriyle süslü, gül ağacından yapılmış 500 koltuklu, localı bir salona sahip olan bina, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ilk operalarının sahnelenmesi, ilk dil ve

• Altın oran gibi daha çok resim, fotoğraf ve tasarımda kullanılan bir kompozisyon kuralıdır. Bu kurala göre çerçeve 2 yatay ve 2 dikey çizgi ile 9 eşit

Horizontal göz hareketlerinin düzenlendiği inferior pons tegmentumundaki paramedyan pontin retiküler formasyon, mediyal longitidunal fasikül ve altıncı kraniyal sinir nükleusu

Büyük bir şantiyeye benzeyen Mü- nih, Olimpiyat oyunlarının başlayacağı 26 Ağustos tarihine kadar, bütün yol- ları muntazam şekilde işleyen, en dü- zenli bir şehir

dizelerinde kuş sesleri olan veya 'kuş dilli' tasavvufî şiirler söyleyen Türkler, çeşitli çevrelerde türlü amaçlarla kullandıkları değişik gizli diller ile geçerli dili

– Halihazırda Viyanaʼdaki Sanat Tarihi Müzesinde bulunan, olasılıkla Banatʼtaki feodal prenslerden birisi için yapılmıș Sânnicolau Mare Hazinesi (Timiș); çekiç ye

Sanatın öznel olduğu yargısına ‘‘renkler ve zevkler tartışılmaz’’ değerlendirilmesi de eklendiğinde sanatın ne olduğu tartışması noktalanmış olur?. Ama

Biraz daha ileri gidilecek olursa, buradan çıkan sonuç kültürün, sıradan insanların her gün yaşadığı şeyler değil, daha çok boş zamanları dolduran, festivallerde