• Sonuç bulunamadı

Doğumunun yüzüncü yıldönümünde:Fikret için konuştuklarımdan parçalar

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Doğumunun yüzüncü yıldönümünde:Fikret için konuştuklarımdan parçalar"

Copied!
6
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Doğumunun Yiiziincil Yıldönümünde:

FİKRET İÇİN KONUŞTUKLARIMDAN PARÇALAR

BEHÇET K E M A L Ç A Ğ L A R

... Herkes biliyor ki çağdaşı Cenap, sonradan gelen Haşim ve daha ni­ celeri daha şairdiler. Niçin onlar aynı günlerde anılmıyor da Tevfik Fikret ikide bir dile getiriliyor?

Galatasaray Lisesi müdürü diye mi? Evi müze oldu diye mi? H ayır! Bir tek gerçek nedenle:

Bizim şairden, bilginden, siyasiden, şundan bundan çok adama ihtiya­ cımız var. Gerçek adama, insan adama, erdemli adama! Gençliğe karakter örneği verebilecek adam arayıp duruyoruz. Ne çekiyorsak gerçek adamsız­ lıktan çekiyoruz!

Yüzyıllardan beri bu toplum neler görmüş, neler görmüş! “Vatan yolunda” geçimini hiçe saymış, başını bu yola koyar görünmüş nice kimseler, gününü bulunca, ülkü arkadaşlarını ele mi vermemişler; padişahlara jur­ nal mı yazmamışlar!

Fikret’in çağdaşı bir Pilevne şehidi çocuğu İzmir’e Yunanlılar girince “Bizi medeniyet namına te'dibe geliyorlar” diyecek mi olmamış!

Konuşma diliyle, hece vezniyle vatan ve hürriyet şiirleri yazanların Türklük dara gelince milliyetlerini inkâr ya da tebdil ettiklerine, “Zâten ben Türk değilim ki” dediklerine tanık mı olmadık!

Oysa, işte Tevfik Fikret ortada dimdik duruyor. Masaldan, hurâfeden sıyrılmasını, gözlerini kırpmadan dünyaya ve ülkeye, Tanrı’ya ve tarihe, “müsbet ilim” görüşü ile, açık ve yiğit bakmasını biliyor. Gerektiği zaman, kutsal aracıların hepsine birden “Siz aradan çekilin, bir örümcek bile beni hakka götürür” diye çıkışmaktan çekinmiyor.

Servet-i Fünun dergisinin çevresinin çevresinde toplanmış olanlar, Kızılsultanın bir çarpık buyrultusu ile dergi kapanınca, “aman başımıza bir belâ gelmesin” diye suspus olmakla kalmayıp çil yavrusu gibi dağılıyor­ lar; saraya “kâtip” girip, “aziz” canlarının güvenini sağlayanlar da oluyor. Bunların içinde ancak Fikret, tek başına, bu densizliği, bu haksızlığı hoş görmediğini belli ediyor; onun insanlığı, haksızlığa boyun eğmeyi, boyun­ duruğa girmeyi kendine yediremiyor. Bundandır ki onun kafa tutan şiirle­ rini beğendiğimiz kadar da inanarak, imrenerek benimsiyoruz.

(2)

daha yüzüncü doğum yıldönümü gelip de kendisinden söz açmak moda olmadan neler düşündüğümü belirtmek istiyorum:

î 915 yılının 19 ağustos günü, Bebek yamaçlarına bir kartal yuvası gibi tünemiş bir evde bir büyük adam ölüm döşeğinde yatıyordu. Daha beş on gün önce bu yatağın içinde çocuklar için hece vezni ile konuşma diline uygun şiircikler yazarak bütün eski Osmanlı ağzı mısralarının artık zamana dayanamayacağını anlamış bulunuyordu. Şeker hastalığı onu yere ser­ mişti, ama o bir dev adamdı. Özgürlüğe sevgisini, erdeme bağlılığını ve hak­ sızlığa başkaldırışını en yiğit, en gür bir sesle haykırıp durmuştu. Şu mısra­ lar kendini kendi ağzından ne iyi anlatıyor:

Yılgın bir ebkemiyyetin üstünde hür sesin Yıllarca dalgalandı ... Bu kasvetli mahbesin Çatlak sağır duvarları sayhanla inledi

Binlerle kalb o sayha-i bîdârı dinledi Yıllarca susmadın ve bağırdın derin derin...

Tevfik Fikret’ti bu. Üç, beş arkadaşıyle Türk edebiyatına Batı aşısını vurmak, aruzu Türkçeye uydurmak, gerçek düşünce yeniliklerini şiir yoluyle yurduna sindirmek için çabalayan bir genç adamdı. Çevresine top­ landıkları sanat dergisi bir hiç yüzünden Kızılsultanın vehmi ile kapatılınca, arkadaşları korkularından çil yavrusu gibi dağılmışlardı. Saraya sekreter girenleri, uzak yerlerde iş alanları olmuştu. O, tek başına, bir türlü sindire­ mediği bir haksızlığa köşesinden ateşli, hınçlı, alımlı mısralarla “isyan” yağdırmıştı.

Yılgın bir dilsizlik üstünde bu özgür ses sıkıntılı bir hapishaneye benze­ yen yurt düşüncesinin çatlak sağır duvarlarında yankılanıp durmuştu. Binlerce yanık yürek, küflü kapılarını bu uyanık sesin yavaş ama tedirgin edici vuruşu üzerine doğrulmuş, gözlerini oğuşturmuş, ışığı ve umudu aranıp durmuştu.

Abdülâziz’in çılgın “sefahatinden” sonra Abdülhamid’in yersiz vehmi ve yıldırıcı zalimliği başlamıştı. Plevne zaferi uzak bir düş gibi ta ötelerde kalmıştı. Donanma Haliç’te yosun bağlamıştı. Dört kişi bir araya gelip ko­ nuşamaz olmuştu. Düğün gibi toplantılar için bile izin almak şarttı, sansür sözlükteki kelimelerin çoğunu unutturmuş, silip atmıştı: Hürriyet, istibdat, ih­ tilâl, vatan gibi kelimeler artık yüksek sesle söylenemiyor ve yazılarda yer alamıyordu. Hafiyelik, jurnalcilik alıp yürümüştü. Kimse yarınından gü­ venli değildi. Başkent İstanbul’un üstüne bir yarasa kanadına benzer ka­ ranlık, boğucu bir hava çökmüştü. Aydın geçinen kişiler, yılmışlar, sinmiş­ ler ve susmuşlardı. Daha önce özgür düşüncelerini fedaice ileri sürenler birer birer yok edilmişti: Mithat Paşa boğdurulmuş, Ali Suavi sopa ile öldü­ rülmüş, Namık Kemal bir çeşit sürgünde can vermişti. Ortada bir tek erkek ses el altından da olsa özgürlüğü özleyen yüreklere su serperek bir şeyler

(3)

söylemekten geri kalmıyordu: Alanda Tevfik Fikret’ten başka fedai yoktu. O çağın aydın geçinen kişileri ulustan ve ülkeden umutlarını kesmiş olduk­ larını belirtmekle vicdanlarının buyruğunu yerine getirmiş, aydın olmanın hakkını vermiş sayıyorlardı kendilerini... “Bizim millet adam olmaz” gibi iri kıyım karamsar lâfları birbirine fısıldamakla rahatlayıp köşelerine çekiliyorlardı. Son kurtuluş çaresi diye dine sarılmak isteyenler ise bizi “taassub” un karanlığına sürüklemekten başka bir şey yapamıyorlardı. Batı uygarlığından ışık almaya yeltenmiş olanlar da Avrupalı olalım derken züppeleşiyorlardı. Kısacası meydanda “çürüyen bir tarih, çöken bir eoğrafya, inildeyip çatırdayan bir toprak” vardı. Edebiyat çevrelerinde de ölü top­ rağı serpilmiş gibi bir sessizlik hüküm sürüyordu. Doğru dürüst dergiden eser yoktu. Gazeteler kuru, korkak ve “havai” idi. Bu haller, bu şartlar içinde, Tevfik Fikret gibi bir adamın böyle bir İstanbul’a küfür ve hakaret yağdırmakta hakkı yok mu idi? “îstibdad” ın bir kat daha kararttığı uzun gecelerde kulaklara çarpan tek sese: Köpeklerin ulumasına “ey dile gelip konuşmasını bilen, ey haykırma gücü ile insandaki suskunluğu lânetleyen keskin nutuklar” diye seslenmekte haksız mıydı? Namusu belden yukarda görüp fikre ve inana bağlılıkta bilen gerçek bir aydın olarak “ey masalların uçurumuna düşüp kaybolmuş eski anı: ey namus” diye sızlanması yersiz mi idi? Bir koltuğa oturabilmek, bir işe girebilmek için o günlerde tek çıkar yolun etek öpmek olduğunu belirtmesinden daha haklı ne olabilirdi?

Çok şükür ki, uzaklarda, Resne ve Vardar kıyılarında bir kımıldama baş göstermişti. Dağlara çıkan genç subaylar ülkeyi ve ulusu bu yılgın havadan kurtarmaya sözleşmişlerdi. Tevfik Fikret’ten bir “ihtilâl” marşı istediler. O da millet şarkısını yazıverdi:

Çiğnendi yeter varlığımız cehl ile kahre Doğrandı mübarek vatanın bağrı sebepsiz Birlikte bugün bulmalıyız derdine çare Can kardeşi kan kardeşi şan kardeşiyiz biz...

Zulmün topu var güllesi var kal’ası varsa Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır... İnsanlığı pâmal eden alçaklığı yık ez

Billâh yaşamak yerde sürüklenmeye değmez...

Bu ses şairin bağrından öyle kopmuş, Rumelihisarı’ndaki ilk fetih şehitlerinin mezar taşlarına çarparak Resne dağlarının yalçın kayalarında öyle yankılanmıştı ki, 15 güne kalmadı İstanbul’a hürriyet ordusu girdi. İstanbullular hürriyet havasını aldılar ve yılgın başlarını özgürlük güneşine doğru kaldırabildiler. Gösterişine, yararına ve çalımına alışılmış iktidarı bırakmak, her babayiğidin harcı değildir. İttihat ve Terakki fedaileri, kur­ tarıcı olmaktan çıkıp da zahmetleri lütuflarından ağır basmaya başlayınca, ilk baş kaldıran ses, gene bizim yiğit ve yüce şairimizden geldi:

(4)

Bir devr-i şeamet yine çiğnendi yeminler Çiğnendi yazık milletin ümmidi bülendi Kanun diye topraklara sürtüldü cebinler Kanun diye kanun diye kanun tepelendi... Hâlâ tarafiyyet hasebiyyet nesebiyyet Hâlâ bu şenindir bu benim kısmeti câri Hâlâ gazap altında hakikatle lıamiyyet Hep aynı terennüm sayıdan saygıdan âri Son nağmesi yalnız: Yaşasın sevgili millet...

Birinci Cihan Savaşı içinde vagon ticaretleri, vurgunlar, karaborsalar, rüşvetler, soygunlar alıp yürüyünce ilk kükreyen gene Tevfik Fikret olmuş­ tu:

Bu harmanın gelir sonu kapıştırın giderayak Yarın bakarsınız söner bugün çatırdayan ocak Bu gün ki, mideler kavi, bu gün ki, çorbalar sıcak Atıştırın tıkıştırın kapış kapış çanak çanak

Yiyin efendiler yiyin bu hânı pür-nevâ sizin Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin.

Tevfik Fikret’ten önce edebiyatımızda N ef’î gibi bir büyük hiciv şairi yetişmişti amma o sadece kendi hıncını ve hırsını satırlara koymakla yetiniyor, övüp de para alamadığından yererek hıncını alıyordu. Toplu­ mun kinine, ulusun garazına “tercüman” olan en keskin hiciv şairimiz Tev­ fik Fikret’tir; tabiî, Şair Eşref’le Neyzen Tevfik’i unutmamak kaydıyle. Tevfik Fikret, Edebiyat-ı Cedide okulunun en güçlü şairi değildi amma ger­ çek temsilcisi idi. Tevfik Fikret sayesindedir ki büyük şehir şiirine tabiat girmiş, resim girmiş, mevsimler değil aylar bile ayrı ayrı anlatılmıştır. Türk- çeyi aruza değil, aruzu Türkçeye ilk uyduran gene odur.

Keşke toplumun kötülüklerine bulaşmayayım diye ikide bir küsüp kö­ şesine çekilmeseydi de, o kirlerin paçasına sıçramasını göze alsa, alnına sıç- ratmamaya önem vererek dimdik ayakta büyük erdem ve insanlık savaşma halk ve toplum içinde devam edebilseydi. O, toplumdan kaçtıkça toplum onu kendinden iğreniyor sandı. Halbuki büyük zavallı, toplumu da çok seviyordu.

Manzumeleri, yalnız fikirden ve kuru öğütten “ibaret” kaldığı zaman şairliği araya gidiyordu amma insanlığı her zaman pırıl pırıl meydanda idi. Herkesin ona buna yaranıp bir şeylere konmak istediği bir çağda, o, ancak özgür bir yurtta umutlu bir toplum içinde bir gölge kadar sessiz, bir gölge kadar özgür yaşamaktan başka bir şey istemiyordu. “Gamzeleri pırıl pırıl gülen bir âşüfte ikbal” peşinde değildi; her yerde ve her şeyde çıkarına yol arayan aşağılık hırslara şöyle sesleniyordu:

(5)

Yok yok benim aksâ-yi murâdım

Karşımda ne bir debdebe görmek ne de gülgûn Bir hande-i pür-gamze-i ikbâl

Ey hırs-ı zelil al bütün âmâl

Âmâl-i zer âmâl-i müzehher senin olsun Ancak şudur aksâ-yi murâdım:

Bir gölge kadar hür yaşasaydım.

Birbirinden ateşli ve doğru olan bu satırlarda keşke yabancı tamlama­ lar birbirini kovalamasa; bu kadar yeni ve Batılı düşünceler her Türkün kolayca anlayabileceği bir dille yazılmış olsaydı keşke!..

Yurduna hizmet mi ettin; en çetin “fedakârlık” lara mı katlandın; kelleni koltuğuna mı aldın; işini bitirince çekil de herkes seni daha büyük aziz sayabilsin. İyilik et denize at, balık bilmezse Hâlik bilir demişler. Ne çıkar:

Varsın bulunmasın bilecek nâm-ü şânını.

Fakat bir gün tarih senin hakkını verir; toplum o günlerde nankör görünse bile sonradan seni kutlamaktan geri kalmaz. Anayurt seni “Büyük çocuğum” diye bağrına basmakta gecikmez:

Zahmetin, himmetin ve fazlın için Koyar elbet vatan, bu hasta nine, Bir sıcak bûse terli nâsiyene.

Tevfik Fikret’in alnına nice iftiralar azgın saldırışlarla neler sıçratma­ dılar. Amma biz inanıyoruz ki, Anayurt, ölüm döşeğine eğilerek, onu alnından öpmüştür.

* * *

Bir zamanlar Tevfik Fikret’in ders verdiği Amerikan Erkek Koleji’nde yılsonu dersini vereceğim gün; çocuklarımı alır, Rumelihisarı’nın dibine sıralarım. Karşılarına geçer, derim ki:

- Hayata atıldıktan sonra, bir gün, bir haksızlığa, bir densizliğe rast­ layacak olursanız; hemen karamsar olmayacak hemen “Biz adam olmayız” filan diye saçmalamayacaksınız. Buraya geleceksiniz; bu taşlara sırtınızı dayayacaksınız ve düşüneceksiniz ki sizin yaşlarınızda bir adam bu hisarı yaptırdı ve bu kenti aldı. Şimdiden dersiniz ki belki “Hocanınki de örnek mi sanki? Arkasında ikinci Murat gibi bir baba, bir koca ordu olmasa, o genç adam beyaz atın üstünde salına salına gelip de bir başına bu kenti ele geçirebilir miydi? ” Peki, şu ilerde, Âşiyan’da oturan adamın nesi var­ dı? Yüz paralık defteri ile on paralık kalemi ve bir de her gerçek insanda bulunması gereken uygarca yiğitliği, o da mı yok sizde? Diyebilirsiniz ki “Ben öyle hırçın, öyle döğüşken değilim, olamıyorum, ne yapayım!..” Peki, şu aşağıda, Rumelihisar mezarlığında, Yahya Kemal diye bir adam yatıyor:

(6)

Yurdun en karanlık günlerinde İstanbul görüntüsünü ve Osmanlı tarihini sanatının imbiğinden çekip size bir avunma özü gibi sunmuş; bari ondan zevk alıp avunmanın kolayını bulun. Eğer Fatih’ten ders almadın, Fikret’­ ten örnek almadın, Yahya Kemal’den de zevk almadınsa; aşağı doğru iner­ ken kıyı yolunun ne sağma saparsın ne soluna! Doğru denize! Millet sizden kurtulur, siz de kendinizden!...

* * *

İnsanın günlük çıkarlarla yarma bırakılacak güzel anılar arasında ka­ rara varamayıp bocalayacağı günler olur. O zaman, çevresindeki dar düşünceli, kısır görüşlü akıl hocalarını değil de; okuldan belki istemeden ez­ berinde kalan ölümsüz sesleri dinlemesi yerinde olur: Namık Kemal’lerin, Tevfik Fikret’lerin mısralarını ve hele Mustafa Kemal’in sözlerini... Ben de ömrümde bir kere öyle çetin bir anda, çevremdeki akıl hocallarını değil de o sesleri dinleyerek gönlümü ve vicdanımı rahatlığa kavuşturabildim. İşte-o gün, birden içimden gelerek, mırıldandığım sözleri Fikret’in anısına adayarak tekrarlıyorum:

Dışardan herkes - Görmemiş ol, savuş. içimden o ses - Konuş! Konuş! Konuş! Dışardan herkes - Böyle uslu, yavaş. İçimden o ses - Savaş! Savaş! Savaş! Dışardan herkes - Bugüne uy, barın. İçimden o ses - Yarın... Yarın... Yarın...

Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi

Referanslar

Benzer Belgeler

Tez çalışmasında dünyada ve Türkiye‟de film gösterimi yapılan mekânların tarihi gelişimi, kent kültürü içinde sinema olgusu, seyircinin filmi sinemada

Göz, üç temel birleştirici renk olan, kırmızı, yeşil ve maviye tepki verir ve beyin, diğer renkleri bu üç rengin farklı kombinasyonları olarak

Bu çal›flmadaki amaç; HD’e giren KBY’li olgu- larda tüberkülin deri testi (TDT)’nin yalanc› negatiflik oran›na bakmak, ayn› zamanda TDT’nin BCG afl›s›,

Akci¤er tüberkülozu birlikteli¤i Özbay ve Uzun’un çal›flmalar›nda %11.11 oran›nda saptanm›flt›r (26) Tüberküloz geçirme öyküsü yaln›z erkeklerde mevcut

Ankara'da ya da İstanbul’da yapılacak büyük bir kongrede, her biri en az bir hafta sürecek olan iki genel konu olmalı: Biri, «Türk Toplum Bilimleri»,

Bronkoskopide saptanan karak- teristik lezyon s›kl›kla trakea 2/3 alt bölümün- de ön ve yan duvarlar› tutan sert, beyaz renkli çok say›da lümene do¤ru uzan›m

Bitkilerin hücre, doku ya da organları kullanılarak yeni bir bitki elde etmek.. BİTKİ BİYOTEKNOLOJİSİNDEN

bulan İslam hükümdarlığı boyunca İslam kültürü, sanatın her dalında olduğu gibi bahçe anlayışına da damgasını vurmuştur..  İtalya Rönesans bahçelerine