• Sonuç bulunamadı

İbnilemin [İbnülemin] Mahmut Kemal Bey neler anlatıyor?

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "İbnilemin [İbnülemin] Mahmut Kemal Bey neler anlatıyor?"

Copied!
4
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

ibnilemin Mahmut Kemal bey evinde Yedigün objektifi karşısında

âbm(cmu)KlsSmd Omaf

J5ey

nefer ântb

Fotoğraflar: YEDİGÜN ÂLİ Yazan: NACİ SADULLAH

Onun için Süleyman Nazif:

— «N e kendi kimseye benzer, ne kim­

se kendisine» derdi.

— Konuşulacak adam odur işte! — Hem âlem, hem âlimdir!

— Garip adamdır! fakat kolay ko­ lay konuşmaz!

— Yamandır! ama çok söyler...

— Onu söyletmek için kızdırmak,

damarına basmak lâzımdır!

— Konuşmıya razı olur ama, huyu­ na göre gitmezsen birşey alamazsın!

— Mübareği de sevmiyen yoktur

hani!

— Zavallının ilâç için olsun tek

dostu yoktur!

Onun hakkında, herbiri ayrı bir b il­ diği tarafından ortaya atılan bu biribi-

rine zıt mütalâalar, en tecessüsten

mahrum kimseleri bile yaman bir me­

rakla kıvrandırabilir. O kendisine man­ yak denilebilecek derecede geveze mi­ dir, bir nevrastenik kadar sinirli midir,

yoksa bir melânkolik kadar uslu so- Üstadın bir diğer portresi

murtkan mıdır? r N e âlimidir, âlemliği neresindedir; onu niçin garip bulurlar; çok mu sevilir, yoksa yine söylenildiği gibi ona herkes düşman mıdır? Niçin?

Düşündüm ki, tecessüsümü, bu istif­ ham ormanının çıkmazlarından selâmet yolu m çıkarabilmek ancak bizzat ken­

disinin, yani: Asarı İslâmiye müzesi

Müdürü İbnilemin Mahmut Kemal be­ yin elinde, daha doğrusu cilindedir.

*

* *

Onu; Asarı İslâmiye müzesinin, gü­ nün her saatinde gündüz ışığına has­ ret çeken yarı karanlık, ufak bir oda­ sında buldum. Siyah bir gecelik tak­ kesini andıran garip başlığının kenar­

larından sık, ve toyu siyah saçları

salkım salkım taşıyor; damarları ve

kemikleri çıkık şakaklarını örtüyordu. Renkli mintanına babayani bir kayıtsız­

lıkla bağlanmış, soluk kıravatı, kahve

rengi yeleğinin bir cebinden öbür ce­ bine, bir ince asma köprü gibi salla­

(2)

yed

İGÖ

n

föe>. &

Şayia 8

^ Üstat kıymetli eserlerle süslü zengin kütüphanesinde

. edilm iş'kılığile çok kalender bir fani

nümunesini andırıyordu. Soluk kirli bir

^ampul ışığında bütün bütün sararan

çok zayıf v e ince yüzünün ortasında > feragatle yanan yorgun gözleri, g ö z le ­

m im e ilişince, onu bir an, kütüphaneler-

j d e dirsek çürütmüş bir yirminci asır

âliminden ziyade; çilehaneye çekilmiş

bir Kurunuvusta keşişine benzettim.

Fakat sesi, zahiri hüviyetinin hayatiyet- sizliğini tekzip edecek kadar canlıydı!

— Buyurun, dedi, şöyle buyurun!

V e ben daha «şöyle buyurmadan» sitem etti :

— Dün söz verdinizdi.. neye gelm e­ diniz ?

Bir gün evel, beni sözümü tutmak

imkânından mahrum bırakan meşru

mazereti söylemk maksadile açılan

ağzım, onun yine söze başlamasile

kapandı:

— Hoş şimdi artık sözün de kıy­

meti kalmadı ya... Biz başka türlü

alıştık ta, yadırgıyoruz bu hali.. M e­ selâ ben geçen gün beklendiğim bir yere gitmek mecburiyetinde kalmıştım. V e İstanbulu sel götürdüğü halde, sö­ zümde durmamazlık edemedim. Bunları size tariz olsun diye söylemiyorum...

Hâşa... Fakat hani sırası geldi de...

Bakın size bir hikâye anlatayım...

N akle değer bulmadığım hikâyesini

sona erdiren muhatabım:

— E, dedi, neyse., olan olmuş.,

şimdi söz sizde., söyleyin bakalım! —- Efendim, bendeniz zatıâlinizden... — Ha.. Siz, geçen gün benden, dün için randevu almak üzere eve gittiğiniz zaman kapıyı kim açmıştı ?

— Bir hanım!

— Size birşey söyledi mi? — Evde olmadığınızı söyledi! — Başka birşey anlatmadıysa şaşa­

rım.. Aman efendim, mübarekten çek­ tiklerimi sormayın . H er gelen ziyaret­ çiye, kapı eşiğinde, ayak üstünde evin havasını, suyunu, mevkiini, rütubetsiz- liğini, genişliğini, rahatlığını, kullanış­

lılığını metheder.. Geçenlerde ayni

şeyleri bir gazeteciye de anlatmış, hat­

tâ, sanki satılığa çıkaracakmışız gib i

üstelik yazmasını da rica etmiş. B eri­

ki de zaten muziplik yapmak için

fırsat, bahane arıyor. Tutup bunları

^ballandıra ballandıra neşretmesin mi? ¿Üç gün sonra kapıya elleri defterli me­

murlar dayandılar: «Efendim buranın

kıymeti bizim bildiğimizden fazla im iş!.»

diye vergi miktarını artırdılar.. Size

¿birşey söyledi mi diye soruşumun sebe­ bi de bu idi.. O , tenbihatıma rağmen ayni boşboğazlığı yapar, siz de j aynı muzipliği tekrar ediverirsinizde, memur­

lar yine kapıya dayanırlarsa, «yangın

v a r!» diye bağırırım alimallah...

Sözüne kısacık bir fasıla sıkıştıran

üstat, daha ben son nüktesine muka­

bele edemeden:

— Neyse, dedi, demek, mübarek ilk defa şeytanın ayağını kırıp tövb e tut­ muş.. Şimdi söz sizde.. Söyleyin ba­ kalım!..

— Efendim, bendeniz zatıâlinizden... Dördüncü kelimeyi, içeriye giren hade­ me boğazıma tıkadı:

— Efendim, Suut bey geldi!

Mahmut Kemal bey hademeye cevap vermeden bana döndü:

— Gördünüz mü tesadüfü., benim

taliim hep böyledir işte.. Meselâ kırk

yılda bir, evde oturayım, şöyle

yalnız kalıp başımı dinleyeyim, derim, o gün, Istanbuldaki bütün tanıdıklarım sözleşmiş gibi gelir, dolarlar.. Bazan da bunun aksine, çene çalacak, dertle­ şecek bir ahbabı hasretle özlerim , ka­

pımın ipini çeken tek fani çıkmaz.. İş­ te misali meydanda...

V e hademeye dönerek emir verdi: — N e yapalım., buyursunlar artık!. Huzura kabul için ferman çıkan zatin içeriye girmesinden, bize tanıştırılma­

sından, gösterilen sandalyeye iliş­

mesinden, ve misafir karşılama anla­

rında söylenmesi mutat olan sözlerin

sona ermesinden sonra bana dönen

üstat:

— Eh, dedi, beyefendi yabancı de­ ğil.. Söz sizde şimdi!

— Efendim, bendeniz zatıâlinizden. Mahmut Kemal bey birden, büyük bir gaf yapmış gibi doğruldu:

— Siz, sigara içer misiniz ? Orada

tütün var., sarın isterseniz.. Ben ken­ dim içmem de,- misafirleri geç hatırlı- yabiliyorum...

Bu ikrama teşekkür ettikten sonra,

bilmem kaçıncı defa tekrar başladı­

ğım suali yine tamamlıyamadım. Zira

muhatabım, bu sefer, sözümü, seslen­ diği hademeye üç şekerli kahve ısmar­ lamakla kesmişti.

Sonra esirgemediği, fakat kullanma­

ma da imkân bırakmadığı müsaadeyi

yine ihsan etti:

— Şimdi sorun bakalım? — Efendim...

— Y o o o .. öyle hırsızlama iş yok.

Birden yerinden doğrulan muhata­

bım, arkamda oturan fotoğrafçının

kendi işini görmek için harekete g eçti­ ğin* sezmiş, ona çıkışıyordu:

— Geçenlerde, dedi, iki ecnebi ga­ zeteci gelmişti.. Oturduk, güzel güzel konuştuk, çıkıp gittiler.. On gün son­

ra masamın üzerinde, Fransızca bir

gazete gördüm. Sayfalarını çevirirken

karagöz gibi bir resmin altında kendi

ismimi görmeyeyim mi? Meğer, kör

olası Frenklerden birisi beni çeneye

tutarken öteki işini görüyormuş. Buna da hayır dediğimiz yok ama, haber ve­

rin ki palyaçoya dönmiyeyim...

Sonra gülerek bir nükte yaptı: — Hem, camınıza, zahmetinize ya­ zık.. Beni görüp kim ne yapacak ki?.. Siz, eli yüzü düzgün birisini bulun da onun resmini çekin...

V e, kendine mümkün mertebe çeki

düzen verip gözlerini objektife dikti,

put kesildi:

— Efendim, dedim, resim çekilmesi, bizim konuşmamıza mâni olmaz.. Zatı- âliniz söze devam buyursanız da görü­ lebilir o iş...

Üstat vaziyetini bozmadan cevap

verdi:

— Y o k , yok., o dert çıksın aradan bir kere...

(3)

N o . 86 ______________ Y E D İ G Ö N Sayfa" 9

Üstat boş zamanlarını tetkikatla geçirir.

Üstat, resim çekilme ameliyesine

büyük bir itina ile nezaret etmeyi bi­ tirince, malûm müsaadeyi tekrarladı:

— Şimdi rahat artık.. Sorun baka­ lım!...

A rtık tarnamlayamıyacağıma emin

olduğum suale yine başladım: — Efendim bendeniz...

Beni, dini bütün bir adam olarak

tanımadığınız için, indinizde yeminim

de makbule geçmez. Fakat mübaleğa

etmediğime emin olun ki - bu sefer,

suali tamamlıyabilmek şöyle dursun üçüncü kelimesini bile söyliyemedim. Üstat :

— Hava da, dedi, bugün nekadar

soğuk.. Bakayım sizin ellerinize.. Be­

nimkiler buz gibi.. Tuhaf değil mi; s o ­

ğuk, benim beynimi adeta dondurur.,

söyliyecek söz bulamam.. Eğer sıcak

bir havada gelseydiniz, zihnim daha

parlak olurdu, ve size daha iyice c e ­

vaplar verebilirdim!

Ç ağırdığı hademeye tutturduğu pal-^

tosunu giyerek yerine oturan üstat,

takkesini kulaklarına kadar çekti, ve

iyice büzülerek söze başladı:

— Efendim, benim bünyem de, vü­ cudum da soğuğa dayanacak gibi de­

ğildir.. Ö yle zayıfımdır ki sormayın.

Bazı tanıdıklar: «Senin bu vücutla ya ­

şaman bir mucizedir!» derler.. Birgün,

merhum Süleyman Nazifle hamama g it­ miştik. Bana baktı da:

— Sen ölmezsin birader! dedi, ve

ilâve ettiydi:

— İnsanları öldüren hastalıktır.

Hstalıklar mikroplardan doğar. M ik­

roplar da, insanların, ya ciltlerine, ya etlerine, ya yağlarına, ya kanlarına g i­ rerler. Senin, yalnız sinirden, kemik­ ten yapılı vücudunda mikrobun barına­ cağı bu yerlerden hiçbiri yok ki ölüm­ den korkasın.

Süleyman N azif dedim de aklıma

geldi...

Süleyman Nazif isminin kendine ha­ tırlattığı hikâyeleri de bitiren Mahmut Kemal bey :

— Tatlı günlerdi., diyerek içini

çekti, ve bana döndü:

— Siz neler soracaktınız bakalım?

Hazır sualiniz de yok galiba ki bir

türlü soramıyorsunuz?.. — Bendeniz...

— Siz bana asıl, şairlerimiz hakkın-

daki eserimin macerasını sorun.. Bir

anlatsam da dinlesenız.

— Sorduğumu farz buyurun beyefen­ di?

— Yazın öyle ise.

— Siz anlatın, bendeniz not tuta­

rım efendim!.

— Y o , öyle olmaz.. |Bu ' mesele

mühimdir.. Benim söylediklerim i a y­

nen yazacaksanız söylerim!

Şimdi bu arzusunu, yerine getir­

mekte mahzur bulmadığım üstat söy­

lüyor, ve ben aynen yazıyorum:

— Eslâfım ız, milletin yetiştirdiği

her sınıf hüner erbabı için birer eser

yazdılar, onların tercemeihallerinden

bahsettiler. Onların vücude getirdiği

eserlerden, ve şahıslarından ahlâfı ha­

berdar ettiler. Ecdadımız hakkında

bugün edinebildiğimiz malûmat, o him-

metli ve gayretli eslâfımızın eseri lût-

fudur.

Mahmut Kemal bey sustu ve:

— Ama, dedi, «eseri lûtfu» terkibi

İzafî oldu.. Onun Türkçesini bulmalı.

— Bendeniz bulurum efendim!

— Ama, o, çok yeni Türkçelerden

olmasın ha!

— Merak buyurmayın efendim..

Bendeniz ikisi ortası birşey bulurum. Bu teminatımla müsterih olan üstat devam etti:

— N e diyordum, ha., eslâfımızın şa­

irler hakkında yazdıkları eserlere

«T ezkirei şuara» denilir. En son

yazılan tezkirei şuara, Fatin efendinin eseridir. Fatin efendi; Hicrî., biz hicrî diyoruz, siz isterseniz asrisini bulursu­ nuz.. Hicrî 1271 senesine kadar geçen şairleri yazmıştır. Ben kendi hesabıma, o zatın himmetine müteşekkirim. Fakat

merhum Hersekli A r if Hikmet bey:

«hükümete senelerce hizmet ettiği hal­

de bir mevkie nail olamıyan Fatin

efendinin yegâne emeli râbia rütbesiydi» derdi. Rica ederim, oraya bir parantez açın.. Şimdikiler, râbia rütbesinin ne demek olduğunu bilmezler.. Anlatalım ki, «rütbei râbia», eski hükümet teşri­

fatında askerler.n kolağalığına mua­

dildi.. Hoş, kolağalığını bilenler de

kıttır ya., neyse... Fatin efendiye bir

gün! «Sen, demişler, bir tezkirei şuara

yaz, sadrazamdan vesair ekâbirden

bahset, sana istediğin rütbeyi v e rir­ ler.» Fatin efendi de bu nasihati dinle­

yerek tezkiresini yazmış, istediğine

înail olmuş.

H iç kimsenin eserine kusur bulmak ötedenberi âdetim ’ değildir. Merhumun namını rahmetle yadetmekle beraber..»

Ben bu söylenilenleri not ederken, - Mahmut Kemal bey, bütün söylediklerine baş sallayan uysal misafirine döndü, ve yapacağı ittihamı mazur göstermek için: — Zira, dedi, tezkire değil yazdığı mübareğin ki!

V e cümlesine devam etti: «Bu tezkire,

bir râbia rütbesi için yazıldığını her

sayfasında gösterir.. Çünkü, daima

görüştüğü nice değerli şairlerin ter-

cemei hali olarak, nihayet üç dört sa­ tır yazmıştır.

Meselâ meşhur olan:

Neşve tahsil ettiğin sağar da senden gamlıdır Bir dokun, bin ah dinle kâsei fağfurdan

Beytinin kaili ve C eridei havadis

muharriri Şair  lî için sade dört satır yazmıştır.

Fakat kusurlarına rağmen yine bü­

yük bir himmet eseridir, eğer o zat

bu tezkireyi yazmasaydı, o zevatı hiç

tanımıyacaktık.

Ben 80 senedenberi yetişen şairlerle Fatinin tezkiresine nasılsa kaydetmediği

bazı zevatın, ahlâfa intikal etmeden

unutulup gideceklerini ötedenberi dü­

şünürdüm. V e milletin muhtelif mes­

leklerde liyakat göstermiş olan kıy­

metli adamlarına dair bir eser yaz­

makla uğraşırdım. Hersekli merhum

gibi bazı zevatın teşviklerde, hayli ze­ vatı yazdım. Türk Tarih Encümeni mi

derlerdi, Mülga mı diyorlar ona şim-

(4)

İb n ile m in M a h m u t

K e m a l B e y

— 9 uncu sayfadan —

di.. Metrûk Türk Tarih Encümeni di­

yelim biz... Evet, yazın.. M et­

ruk Türk Tarih Encümenindeki arkadaş­

larımızdan Mebus N ecip Asım bey:

«Mahmut Kemal bey ne yazmışsa, En­

cümen hepsini tabettirmelidir. Zira,

nice emeklerle vücude getirdiği o

eserler, kendisi gözünü yumunca yok

olacaktır. Onun için vaktile davranıp bu gayba mâni olunmalıdır!» dedi, ve bu teklifinde ısrar etti. D iğer arkadaş­ lar da ısrarla arzu ettiler. Bunun üze­ rine ben, Fatinin tezkiresine zeyl olma­ sını tasavvur ettiğim bir eser vücude getirdim ve (Kemalüşşuara) ismini v e r­

dim. Encümen azaları, bu ismi, «Son

asır Türk şairleri» ne tahvil ettiler..

Dağdağalarla, mihnetlerle, ancak üç

cildi tabolunabildi, beş cildi ortada

kaldı.

Bu eserin tabedilip edilmemesi ben­ ce müsavidir.. Ö yle ya, ben birşey ö ğ ­ renecek değilim.. Fakat bir aşıra karip zamandanberi yetişen şairlerin ahvaline

dair malûmat alınabilecek başka bir

mehaz yoktur.. Ben not ederken o y i­ ne ilâve etti:

— Varsa çıkar, getir otur, okuya­

lım birader! Y azık yazık!... V e sözü­ nü tamamladı:

— Muasırlarımız, ve ahlâfımız, zama­

nımızın bir şairini yazmak isteseler,

envai müşkülâta düşecekler ve neticede

hiç birşey bulamıyacaklardır! Demek

bu, bir başkasının toplayamıyacağı bir eserdir?

— Tabiî ya.. Domates değil bu ki,

gidip tarladan toplansın!

V e kısa bir sükûttan sonra:

— Eh, dedi, şimdi artık siz istedik­ lerinizi sorun?

V e bermutat yine söze başlıyarak

ağız açmama mâni oldu:

— Fakat sizler, suallerinizi, işinize g e ­ lecek mevzularda sorarsınız.. Muhatap­

larınızı hiç hesaba katmazsınız.. Ben

cevap vermekten kaçınmam ama, siz

yaman bir gazeteciye benziyorsu­

nuz (!!!? ?)... size fazla söylemek iste­

mem... Zira:

Kim ki korkmaz Haktan, andan korkar erbabı lıkul H er ne isterse yapar, Haktan hirasan olmıyan

Bu beytine, takdirkâr misafirde bir­ likte uzun uzun gülen üstat:

— Sakın darılmayın, dedi, lâtife edi­ yorum?

Ben de lâtife ile mukabele edecek, ve:

— Gören Allah için söylesin, han­

gimiz Allahtan korkmuyor beyefendi! diyecektim!

Fakat onun lâtifeye benim kadar

mütehammil bulunduğundan şüphe e t ­

mek dilimi düğümlememe sebep oldu.

Bu yarı karanlık odada, hiç ağız

açmamıya mahkûm olarak geçirdiğim uzun saatlerin sıkıntısı, göğsümü da-

raltmıya başlamıştı. Tam vedaa niyet­

lenmiştim ki:

— Hani ya, dedi, soracak bir şeyiniz yok mu?.. Şimdi söz sizde.

— Efendim, dedim, bendeniz zatıâli- nizden...

— Bazı sualler soracaktınız!

— Hâşâ beyefendi.. Bendeniz zatıâ-

linizden, ziyaretinize başka bir gün

gelmek için müsaade rica edecektim.

Zira acele (!) ve mühim bir işim var­ dı da!.

Beni teşyi için doğrulan üstat: Hay, hay, dedi; gazetecilere kar­

şı boynumuz kıldan incedir. Müsaade

de sizin., söz de. *

* *

Söz de mi bizim.. Sözde..

Naçi Sadullah

Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Ta h a To ros Arşivi

Referanslar

Benzer Belgeler

Alternatif yöntemler olarak, buruşmazlık bitim işlemi banyosuna çapraz bağlayıcılarla beraber yardımcı maddelerin ve alternatif katalizörlerin ilave edilmesi;

Nitekim Allah (c.c.) “Her şeyden de çift çift yarattık ki, düşünüp öğüt alasınız” 1 buyurmuştur. Bu nedenle eş isteği ve çift talebi yaratıklar için doğal

Ne idi,

implemented the Define-Measure-Analyse-Improve-Control (DMAIC) methodology to improve the capability of the solder paste printing process by reducing thickness variations

Ünlü işadamı Vehbi Koç, tehditler nedeniyle “Büyük Konstaninus'dan Fatih Sultan Mehmed’e Konstantino- polis-İstanbul” sempozyumunu bir başka tarihe erteli­

DEDİK ya, Namık Ke­ mal’e göre, o tarihte Midil­ li Adası yöneticileri tam bir çeteymiş, mesela meclisi idare azalan.... Namık Kemal hepsini aynı fıçıya

Böylelikle bebeğin beynindeki si- nir hücreleri arasında daha önce bu durum özelinde kuru- lan bağlantı kopar, sinir hücreleri yeni bağlantılar oluştu- rur. Bu da ağlama

Sonra İsterseniz şair diye tanınan kişiyi, yâni kendisini tanımlar size: «Bizim toplumumuzda şair önem- »enmcyen, yaşadığı süre içersinde anlaşılmayan,