Seyyalim bahsettiği Ayazma civarında Rumların eğlencelerinden biri (Guffiye’den alınmıştır)
UÇ YÜZ SENE EVVEL TÜRKİYE VE TURKLER
★
Çanakkale — İstanbul’a geliş — Saray — Saray ağaları — İstanbul’un meşhur sem tleri— Ramazan ve bayram
★
Hâtıralarım nakle banladığımız Jean de Thevenot bir Fransız: seyyahıdır. Se yahatnamesi, memleketimizin üç asır evvelki ahvalini anlattığı için tarihimiz bakı mından çok kıymetlidir. Thevenot, 1633 te Paris’ te doğdu. Kendisinden on üç yas kadar küçük olan amcası âlim ve seyyah MelchisSedek Thevenot’nun yolunu tuta rak, batı ve merkez Avrupa’nın bir çok memleketlerini dolaştı. Sonra, 1655 sene sinde Sicilya ve Malta üzerinden Yakın Doğuya geldi. Derken, yeni bir seyahat silsi lesine başlayıp Hindistan’ı ziyaret etti. Hakikate uygun olmıya çalışan çok kıymetli eserleri vardır. Bunların başında, bu yazıları aldığımız “ Relation d’ un voyage iait au Levant” yani “Sark Memleketlerinde Bir Seyahate A it Hâtıra” isimli kitabı gelir ki 1664 te ve seyyah henüz sağ iken Paris’ te basılmıştır. Biz bu tercümeleri aslından yaptık. Bu eserin bir de devamı vardır ki bunda İran’dan da bahsolunur, bu da sey yahın vefatından sonra 1674 te basılmıştır. Aynı zatın Hindistan hâtıraları 1684 te basılmış, Avrupa, Asya ve Afrika’daki hâtıraları da “M ösyö Thevenot’nun Se-yahatlân” başlığı ile bir kitapta toplanmıştır.
Bir iddiaya göre, Fransa’ya kahve içmek âdetini sokan bu zattır. Jean Thevenot, seyahatte iken 1667 senesinde, henüz pek genç yaşta, İran’ın Mina isimli küçük bir kasabasında vefat etti.
I.
Yirmi iki yaşındaki Fransız seyyahı,
ıtzun, meşakkatli ve maceralı bir deniz
yolculuğundan sonra 1655 senesi ekim ayı nın 21 inci günü Türkiye’ye geldiği zaman,
Osmanlı tahtındaki Dördüncü Sultan Meh met henüz çocuktu ve bir gün evvel İstan bul’da büyük bir yangın olmuştu.
girişinden itibaren başlıyalım:
Hisarları, üç pare top atarak selâmlıyor lar. Thevenot gizlice dürbünle bakıyor. H i sarların sahile dizilen topları o kadar bü yükmüş ki ağızlarından içeri bir adam ko laylıkla girebilirmiş. Beş on gün mü9ait
şartlar, müsait rüzgâr bekliyorlar, za
ten burada durmak gümrük ve muayene
bakımından mecburi. Yolcular o sırada
şehri geziyor, hayli sıkıntılı buluyorlar.
Nüfus azmış. Alçak kapılariyle Rum
meyhaneleri, Fransız gencinin dikkatini
çekiyor. Kapıların
alçak oluşu, sarhoş süvarilerin atla içe
ri girip her şeyi
altüst etmemeleri
içinmiş.
Gelibolu’da bir
tersane varmış. Bu rada yedi adet ga
yet eski kadırga
dikkatini çekmiş,
Türkler bu gemileri
Kıbrıs adasını al
dıkları zaman Ve
nediklilerden zapt
ettiklerini söylü
yorlarmış ama, ha
kikatte, 1571 de
İnebahtı bozgunun dan arta kalan Os manlI donanmasıy mış bu...
Nihayet elverişli
bir rüzgârla yol
alıp, aralık ayının ,
ikinci günü, lodosa sırtlarını verip İs tanbul’a varıyor; Sarayburnu’nu dö nerek, Galata’da demirliyorlar, işte o zaman, büyük
yangın haberini al mışlardır; ateş ha lâ da sönmemiş.••
Genç seyyah, hemen karaya çıkıp Fran sız sefiri Mösyö de le Haye’i ziyaret edi yor. Sonra Galata’da bir pansiyona yerle
şiyorsa da, neticede Beyoğlıı’nda güzel,
manzaralı ve bilhassa pek ucuz bir ev tu
tup yerleşiyor. Burada aylarca yaşayıp
her şeyi tetkik ediyor ve diğer meşhur şe hirlerle şöylece kıyaslıyor:
“Bâzılan İstanbul şehrinin azametini
Kahire’yle ve Paris’le ölçerken aldanırlar.
İstanbul bu iki şehirden epey farklıdır.
Kimi İstanbul’a 13 mil, kimi de 16 mil ve 18 mil çevre tahmin eder. Ben, bir kere, bir Fransız arkadaşla deniz ve kara sur
larını devredeyim, dedim, ikimizde yanı
mıza birer saat aldık. Tophaneden bir ka
yığa bindik, İstanbul tarafına geçtik. H, - tiç’te, saraya imkân derecede en yakın bir noktada karaya indik. Kayığı, bizi bekle
sin diye Yedikule’ye gönderdik. Saatleri
mizi yediye getirdik. Liman boyunca sahil surlarının dışında yürüdük. Kara tarafını da böylece katederek Yedikule’ye vardığı
mızda her ikimizin saati dokuza çeyrek
vardı. Görünüyor ki bu mesafeyi bir saat üç çeyrekte almışız. Yedikule'den, tecrübe
ye giriştiğimiz Haliç ağzına üç çifte ka
yıkla varmak için bir saatten fazla zaman
istemedi. Bu M ar
mara sahilini yürü
yecekten geçeme
miştik. Zira, bura sının surlarını dal galar yaladığından
karadan gelmek
kabil değildir. Beş
çeyrekte yürünür
desek bile, demek
âzami üç saatte Bi zans surlarının çev
resi yaya katölu-
nur. Böylece İstan bul şehrinin etrafı nı 10 ilâ 12 mil diye tespit etmiş olmak la yanılmam.’’
Görülüyor ki mü
ellifin dikkatli ol
mak hususunda bü- bir gayreti vardı. Bu bakım dan, Ayasofya’yı, Süleymaniye’yi ve öbür camileri, tür beleri, çeşmeleri, sarayları, konakla rı, hususi evleri,
devlet ve ordu teş kilâtım, ilâh, takdi
re lâyık bir dik
katle tarif etmiştir.
Atmeydanı’nı, sü
tunları, yazılı taş ları ihmal etmemiştir.
Bu arada, elbet, efsaneleri de sayıp dök
mekten kendini alamıyor: Burmalı taşı
yılanlara karşı tılısım sayıyor ki, buna
benzer itikatlara, aynı seneler içinde ya- şıyan bizim Evliya Çelebi’mizde de rastla maktayız (1611-1681).
Fransız seyyahı Thevenot’nun alâkasını, gayet tabii olarak, bilhassa padişahın sa rayı üzerinde toplanmış buluyoruz.
Mimarisinde ihtişama rastlanmadığını,
bu kadar imkânlara sahip bir hükümdara göre buranın pek sade bir saray olduğunu
söylüyor. Hıristiyan olduğu için, saray
yanında Ortodoksların bir âyinini belirt meden geçemiyor:
“Haliç ağzında, Galata’nm karşısında,
rıhtım üzerinde, toprak seviyesinden azı
cık yüksekte bir köşk vardır. Padişah,
oyalanmak için sık sık buraya gelir, de
nizde gezmek maksadiyle kadırgasına da buradan biner. Sarayın Marmara’ya nazır Yedikule istikametinde epeyce yüksek di ğer bir köşk daha vardır. Padişah, eğlen mek için ara sıra buraya da gelir. Burası,
sundurma üstüne bina edilmiştir, surlara
dayanır ve burada bir ayazma vardır.
Ftumlara nazaran vaktiyle bu yerde bir
kilise mevcutmuş. Yortuda, Ortodokslar
gelip ayazmanın suyundan hastalarına içi rirler, soyup onlan kumlara gömerler, fa kat hemen çıkarırlar. Sağlamlar bile aynı şeyleri yapar. Padişah, yortu günü burada bulunup manzarayı pencereden seyreder.”
Bizlerin Türklükle alâkalı mevzulara
nasıl hususi bir dikkatimiz varsa, ThĞve-
not’nun Hıristiyanlıkla, Fransızlıkla alâ
kalı mevzulara hususi dikkati böylece
başlıyor. N e kadar hakikate ve maddi öl
çülere bağlı kalsa, bu bahisler açılınca,
onu çok defa kendi cephesine iltimas eder görüyoruz. Hele siyasi ve askerî konular da buna sık sık rastlıyacağız. Verdiği hü kümleri, ettiği tarifleri, gizliyemediği his lerini de biz fuzuli bir gayretle örtbas et-
miye çalışmıyacağız. Nihayet bu satır
ları, üç asır evvelki taassup devresinde bir ecnebi yazmıştır. Kısmen aleyhimizde bu lunmuşsa da, çok defa meziyetlerimizi be lirtmeden geçmemiştir. Onun hükümlerini
başka kılığa sokarsak, tarihî vesikalara
hürmetsizlik etmiş sayılırız. *
Genç Fransız seyyahı, üç asır evvelki
saray ahvalini şu şekilde anlatmıya de
vam ediyor:
“Marmara ayazmasına yakın bir yerde,, sarayın büyük bir penceresi görünür. Sa rayda öldürülenler, geceleyin buradan de nize atılırmış. Kaç naış atılırsa o kadar top atıp haber verirler.
Sahilde, sarayın muhtelif kapıları varsa da, bunlardan ancak padişah ve muayyen adamları faydalanırlar.
Başlıca kapı, Ayasofya cihetindedir ve
kapıcıların muhafazası altındadır. Bura
dan, geniş bir avluya girilir. Dikkate ilk
çarpan, sağ tarafta bir hastahanedir. Sa rayın hastalarını, kapalı bir arabayla bu raya getirirler; arabayı iki adam çeker.
Hasta arabasını görünce, herkes, hattâ
padişah çekilip yol verir.
Biraz daha ileride, solda cebelıane, ya hut zırh deposu vardır; damı kurşun kap lıdır. Bu bina, vaktiyle, elbise anbarı ola
rak Ayasofya’ya fhülhakmış. Bundan da,
Ayasofya’nın harikulâde büyük olduğu
mânası çıkıyor.
Bahsi geçen avludan diğer bir avluya
geçilir ki, birinciden küçüktür; dört köşe dir; her tarafı iki yüz adımdır ve sütunlar
la tutturulmuş kurşun damlı dehlizlerle
çevrilidir.
Sağ yanda sarayın dokuz kubbeli mut
fakları, sol yanda ahırları var. Padişa
hın şahsına ait hayvanlar burada barındı
rılıyor; diğer ahırlar, sarayın M arm ara
kıyısmdadır. Bahsi geçen ikinci avluya,
ancak hünkâr atla girebilir. Başkaları,
kapı önünde hayvandan inerler.
Yeniçeriler, sağ dehlizin altında topla
da gayet güzel bir çeşme vardır. Burasını çınarlar, serviler gölgelemektedir. Vaktiy le hükümdar, paşaların ve diğer muteber kimselerin başlarını bu çeşmenin yanında kestirirmiş. Avlunun dibinde, solda, diva nın toplandığı oda vardır. Sağda, saraya girilen kapı görülür. Fakat buradan ancak çağırılanlar içeri girebilir. Ben de hiç ça- ğırılmadım. Burası esrar dolu olduğundan bahsini etmiye kalkışmıyacağım.
Sarayın binası, hariçten görüldüğüne
nazaran, hiç de muntazam değildir... Bu rada padişahla maiyeti oturur. Maiyetinin çoğu hadımlardır. Ekserisi, zencilerdir.
Vaktiyle, bu ağaların iğdiş edilmiş (hus yeleri çıkarılmış) bulunması kâfi sayılır mış. Lâkin eski padişahlardan biri gezin diği sırada, hadım edilmiş bir atm kısrağa
bindiğini görünce, derhal sarayına dön
müş. Tavaşî hizmetkârlarından bakiye ne kaldı ise kökünden kestirmiş.
Şimdi artık bu ameliyeyi 8-10 yaşların
da yaptırtıyorlar. Çok kimsenin bu yüz
den öldüğü doğrudur. Fakat Habeş hudu dundaki ve diğer zenci memleketler yakı nındaki paşalar o kadar siyahiyi hadımlaş
tırıyorlar ki* ölenlere rağmen çok insan
yaşıyor. Bunlar arasında münasipleri, ha rem dairesinde hizmet almaları için padi şaha gönderiliyorlar.
Zenciler, sarayın bütün işlerine hâkim
dirler. Kadınlara onlar nezaret ederler.
Sarayın mütebaki kısımlarından ayrı, ken dileri için hususi bir daire vardır. Bunlar gayet muntazam ve gayretli muhafızlardır ki, bu yarım erkekleri aldatabilecek kur
nazlıkta kadın daha anasından doğma
mıştır.
Harem ağaları, efendilerinin çok kıs
kanç olduğunu bildikleri için, vazifelerine dört elle sarılmışlardır. Bazan bir kadına
yalnız bakmış olmak, o cüretli erkeğin
hayatına mal olabilir. Padişahların kadın
ları, kızlan saray bahçesine çıktıkları
zaman, bostancılar ve bahçıvanlar surların etrafım çevirirler, uzun kazıklara perde
ler, tenteler geçirip, siper ederler. Kendi
yüzleri denize çevrik olarak, hanım sultan ların dışardan görülmelerine mâni olurlar.
Kendileri de, haremağaları tarafından fark edilmek korkusiyle bu tarafa bakamazlar. Aksi takdirde kelleleri derhal gider!
Kıskançlık o derecededir ki, kadınlar
bahçedeyken, kayıkların, gemilerin, saraya dört yüz kadem yaklaşmasına imkân ve
rilmez. Hususi şekilde bekletilen tüfekli
nöbetçiler, yaklaşanlara ateş eder, deniz de geniş bir çark çevirmiye onları mecbur kılarlar.
Padişahın içoğlanlariyle mukayyedolan- lar da, gene harem ağalarıdır. Bu içoğlan- lar, umumiyetle Müslüman edilmiş Hıris
tiyan çocuklarıdır. Bunlar, sekiz yaşla,
yirmi yaş arasında sarayda büyük bir ih timamla yetiştirilir. Bazılarına ok atmak,, mızrak kullanmak, ata binmek, yarışmak, güreşmek, okumak, yazmak, şarkı söyle
mek öğretilir. Bazılarına da istidatlarına,
göre başka şeyler belletilir. Lâkin hepsi de mecburen Müslümanlaştırılır.
Bunlar arasında iyi yetişenler büyük
mevkiler işgal eder. İstidatsız olanlar,
görebildikleri işe göre maaş bağlanarak
birkaç senede saraydan çıkarılırlar, icabet- tikçe bunlardan sopa, kırbaç esirgenmez.
İçoğlanlar, oda oda taksime uğratılmış tır. Koğuşta kalabalık yattıklarından gece leyin harem ağalarının göz hapsindedirler.
Birbirlerinin yatağına yatmasınlar diye
mukayyed olunur. Çünkü içoğlanlar hadım edilmemişlerdir.
Bu delikanlılar arasında kırk tanesi
hünkârın en yakın işlerine ayrılır. Dördü
de pek ehemmiyetli mevkilere seçilirler:
Padişahın kılıcını taşıyana silâhtar, yağ murluğunu taşıyana çuhadar, ibriğini ta şıyana ibrikdar, içme suyunu taşıyana da küpdar denir” .
*
Fransız seyyahı, bundan sonra, sarayın dışındaki İstanbul’u ve hayatını anlatıyor r “Beyazıt’ta, şimdi üniversitenin bulundu ğu mevkide bir eski saray vardı ki, padi şahlar, daha eskiden burada otururlarken,
Thevenot İstanbul’dayken vaziyet değiş
mişti: ölen hükümdarların karıları, kız
ları ve gözden düşmüş kadınlar eski sa
rayda mahpus gibi yaşarlar. Buradan kur
tulmaları, ancak padişahın onları emni
yetli bir adamla evlendirmelerine bağlı-
dir’’.
Fransız, burasını bir kızlar manastırına benzetiyor.
“Diğer bir saray, Beyoğlu’nda. Fransız,
sefaretinin yanındadır (Galatasaray ola
cak). İçoğlanlarının talim ve terbiyesine
hasredilmiştir. Anadolu ve Rumeli yaka
sında, padişahlara mahsus birçok saraylar, köşkler ve bahçeler daha vardır. Bunlara bostancılar nezaret ederler.
Bostancıların âmiri olan bostancıbaşı,
OsmanlI devletinin en mühim şahsiyetle
rinden biridir. Sarayda dairesi olan bu zat,
sakal koyuvermek salâhiyetine sahiptir.
Diğer saray mensupları, "kulluk” alâmeti olarak sakal koyuveremezler. Kara ve de
niz gezintilerinde, bostancıbaşı, padişaha,
refakat eder. Dümen tutar, idam edilecek adamın kafasını padişaha o getirir”.
Genç seyyah, İstanbul’un konaklarını,
konak yavrularını ve evlerini dış mimarisi noktasından beğenmiyor. “Bunlar, büyük türler, fakat güzel değillerdir; manastırlar
gibi dışardan yüksek duvarlarla çevrilmiş
lerdir. Maksat, hükümdarın kıskançlığını
uyandırmamak olacak, diyor. Iç tezyina tında yaldız kullanılır. Yerlere güzel halı lar serilir, duvarlar çini kaplıdır. Bütün sa lon ve odaların duvar diplerinde, bir ayak yüksekliğinde divan denilen sedirler mev cuttur. Türkler, yürümeyi sevmezler, gün lerinin büyük bir kısmını bunların üstünde geçirirler. Binalarda harem daireleri var dır.
Sık sık yangınlar çıkıp ahşap mahalle
leri yaktığından yenileri kısa zamanda
derme çatma yapılmaktadır. Bu yangınlar, çok defa tütün içmekten çıktığı için, şim diki padişah Dördüncü Mehmet, taklidet-
tiği Dördüncü Murat gibi, tütün içmiye
düşmandır.
İstanbul’da, pek çok da han var. Hanla rın ortasında bir kapalı avlu bulunur. A v lunun göbeğinde de bir şadırvan mevcut tur. Hanlar, çok defa iki üç kattır. Odala rının kapısı, iç avluya bakan sütunlu deh lizlere açılır. Odalar, gün hesabiyle kirala nırken, odabaşıya bir “açım parası” veri
lir. Devrin en iyi hanı, Çakmakçılar’daki
“Valide hanı”dır. Bu hana bilhassa
ecne-Bir harem ağası
O zam anki saray kadın larından biri
biler rağbet ediyor. Ucuz kiralık oda bu lunuyor”.
Galata şehri, İstanbul şehrinden ayrı bir yer sayılmaktadır. O devirde Galata tara
fında en görülecek yer, Okmeydanı imiş.
Silâh talimleri; zafer için, yağmur için
merasimle dualar hep burada yapılırmış.
Okmeydam’ndan, kadırgaların, mavnaların
inşa ve tamir edildikleri yüz küsur tez-
gâhlı, kızaklı Kasımpaşa’ya iniliyor. Kap- tanpaşa bu tersanede oturmaktadır. Bü
tün deniz zabitleri de tersane civarında
oturmaktadırlar. Gayet büyük mahpes
olan esirler zindanı da Kasımpaşa’daymış.
Kasımpaşa ile nefsi Galata’mn arasını
büyük bir mezarlık ayırmaktadır. Galata, İstanbul’un karşısında, bir taraftan bir ta rafa kayıkla geçilen epey büyük bir şehir
dir. Cenevizliler zamanından kalma bir
kulesi, iyi yapılmış güzel evleri vardır.
Burada Rıımlar pek kalabalıktır. Frenk- ler de umumiyetle Galata’da oturuyorlar. Katolik mezheplerinin Galata’da beş mü- essesesi var.
Galata’-dadır. Pek çok dükkânlar var. O kadar
çok ve mütenevvi balık çeşitlerini ucuz
ucuz satıyorlar ki insan hayret eder.”
Müellifin hoşuna en fazla kılıç balığı git miş.
‘‘Rumlar, Galata'da sayısız meyhane iş
letirler. Bu yüzden de şehire İstanbul’un
baldırı çıplakları üşüşür. Kafayı çekince küstahlaşırlar.”
“Galata’dan, mezarlıklar geçilerek, Bey- oğlu’na çıkılır. Bütün Hıristiyan elçilikleri
ve zengin Hıristiyan evleri Beyoğlu’nda-
dır. Yalnız Avusturya, Polonya, Raguza
elçilikleri İstanbul tarafmdadır.”
Fransız muharrir, Bundan sonra civarı, sayfiyeleri, mesireleri anlatıyor:
Evvelâ Üsküdar'ı tavsiye etmektedir:
Kayıkla buraya gidilirken, istenirse, kız-
kulesine çıkılırmış. "Etrafına birçok toplar dizilmiş. Bütün limanı, Marmara’yı ve Bo- ğaz’ı müdafaa ediyor.” Üsküdar’da padişa hın gayet güzel sarayı ve bahçeleri varsa da, Kadıköy tarafı sefil bir kasabaeıktır.
Adalar, dört saat uzakta iyi bir gezinti
yeri. Ahalisi Rum.
“Boğaziçi dünyanın en güzel yerlerin-
dendir ve göz alır. Sahil boyunca ihtişam lı yalılar ve türlü meyva ağaçlariyle süslü bahçeler vardır.”
Müellif Rumeli yakasını bilhassa belirt
tikten sonra, gözlerini Anadolu kıyısına
çeviriyor:
"Anadolu yakasında güzel bir kule var”
diyor. Herhalde, bu, Çengelköyündeki
Kule bahçesi olacaktır.
"Şimdiki padişah Dördüncü Mehmed'in
babası Sultan İbrahim, bütün kardeşlerini
öldürten Dördüncü Murad’m zamanın
da işte bu kuleye kaçırılıp saklanmış ve
öldürülmekten kurtarılmışı!). Kule, yük
sek ağaçların arasına gömülmüştür ve
orada unutulmuş gibidir. Gidip burasını
ziyaret edenler pek azdır.”
Boğaziçi’nin Karadeniz’e en yakın kıs mında, iki yakada, itibarlı kimselerin hap
sedildikleri kaleler var. Bu kalelerin asıl
vazifesi, İstanbul’a kadar baskın vermeleri
muhtemel kazaklara karşı durmaktır.
Çünkü bu kaleler olmasa, üç dört saat
içinde Karadeniz’den buraya akın edebilir ler.
*
Müellifin ramazanı ve bayramı anlat
ması da hoş. Evvelâ arabi ayların uzun
uzun tarifinden işe başlıyor. Ramazanda
hilâl görme telâşını hikâye ediyor.
Ramazanda, oruç bozmak için top atı
lınca, minarelerde kandillerin yanmasını
eski bir Müslüman Türk ananesi olarak belirtiyor. Kandillere birçok şekiller verir
ler, diyerek mahya âdeti üzerinde duru
yor.
Türkler, ramazanda, gece ile gündüzün
mevkilerini değiştirirler, demek, iyi hoş
bir tariftir. Zira, gündüz boyu uyurlar, ge
celeri ise, sokaklar, kahvehaneler insan
denizine dönüyor. Kahvehanelerde sazcılar, karagözcüler hüner gösteriyorlar”.
Harbde ve seyahatte oruç yemek, ilerde kaza etmek şartiyle mümkündür. “Fakat doğrudan doğruya oruç yiyenler de bulu nuyor.” Oruç yiyenler tutuldukları takdir
de adamakıllı dayak cezasına çarpılıyor
lar.
“İstanbul’da beni sık sık ziyaret eden
Müslüman Türkler vardı. Bana geldikleri
zaman ramazanda gündüzün karınlarını
doyururlardı. Tanıdığım bir sipahi askeri de, oruç yedikten başka, haram olan do muz etini de yerdi. Elde edebildiği kadar şarap içerdi.
Bahsettiğim sipahi, Ramazan günü, yarı sarhoş bir halde, dervişlere misafir gitmiş. Dervişler de, sipahiyi bir odaya çekerler. Hayır, dayak atmak için değil. Meğer on lar da şarap içiyorlarmış. ikramda bulun muşlar. Sipahi, mürailik edip :
— Ramazan günü nasıl olur? demiş. Bunun üzerine dervişler, kendilerini ele vermesin diye, sipahiye zorla işret ettir mişler.
— İçmezsen seni öldürüp keseriz. Ten ha bir köşeye atarız! demişler.
Çünkü ramazanda içki içene ölüm cezası verilir.
Sipahi, başından geçen bu hâdiseyi bana hikâye ettikten sonra şunları söyledi:
— Ramazanda içki içenleri, gırtlakların dan aşağı kaynâmış kurşun akıtarak öldü rürler. Şakaya gelmez... Bereket versin bu
ceza pek seyrek tatbik edilir. Ekseriya,
alelâde ölüm cezası verilir.
Ramazandan sonra semada hilâl görü nünce, bayramın geldiği, saray civarındaki topların atılmasiyle ilân ediliyor. Ramazan ve bayram geceleri arasında pek az fark var. Fakat gündüzleri vaziyet başkalaşı yor.
Sokaklara çiçeklerle, ağaç dallariyle
süslenmiş salıncaklar kuruluyor” .
Thevenot, sonra, uzun uzadıya “kolan
vurmayı” yeni bir şey gibi anlatıp, bu
usulün Avrupa’da mcvcudolmadığı fikrini bize veriyor:
“Sallanmayı arzu edenler, salıncağın tah tasına oturarak ipleri tutuyorlar. İki kişi, biri bir tarafa, öbürü diğer tarafa geçerek
iplerin uçlarını yakalıyor. Nöbetleşe, ipi
bütün kuvvetleriyle çekerek sallanıyor
lar. Âdeta semalara fırlıyorlar. Bu salın cak eğlencesi bir akça iledir. Salıncak yer lerinde davul zurna da çalınmaktadır.
ram müddetince, sokaklarda bu davul zur nalar, sabahtan akşama kadar devam edi yor. Tam üç gün üç gece...”
Dönme dolapları da uzun uzun tarif et
mesine göre, garpta bunun bulunmadı
ğına dair insana şüphe geliyor:
“Salıncaklardan başka, bizim değirmen çarklarını hatırlatan dönme dolaplar var!
Küçük, hattâ yaşlanmış Türkler,
bayram günleri, bunların hanelerine girip oturuyorlar. Çark dönmiye başlıyor. İnsan havaya yükselip aşağı iniyor, tekrar yük seliyor.
Bayramda bu çeşit eğlenceler de ' var.
Sokaklar hıncahınç. İnsan, zorlukla geçe biliyor.
Bayram günleri, ecnebilerin sokağa çı
kıp dolaşmaları epey tehlikelidir. Zira
bayram günleri işret etmek serbest oldu ğu için, insan yollarda sayısız sarhoşlara
tesadüf ediyor. Bunlar arasında bâzdan
hançerlerine sarılıyorlar.
Bu hali haber verdilerse de, gene mera kımı yenemiyerek, bayramın ikinci günü, Hıristiyanken Müslüman olmuş bir siyahi İle beraber şehri dolaşmıya çıktım. Frenk
kılığında çıkmıştım. Böyle bir maceraya
atılmam, az daha hayatıma mal olacaktı. Ekserisi yeniçeri olmak üzere, sokaklar da birçok insan, ellerinde birer gülabdan,
halkın üstüne başına birkaç damla gül
suyu serpiştiriyorlardı.
Sonra, öbür ellerini uzatıp, bahşiş bekli yorlardı (Yeniçeri ki, asker... Devletin o halini tasavvur etmeli!) Para vermiyenler olursa, ensesine yapışıyorlardı.
Benim de başıma iş açılacaktı.
Bu bayram, TUrklerin en büyük günü dür. Çok beğenilecek âdetleri var. Düş manlarının bütün kusurlarını affediyorlar; onlarla barışıyorlar. Eğer birine karşı yü
reklerinde kin beslerlerse, dinî vazifele
rini yapmadıklarına inanıyorlar.
Bayram günleri içinde bir tanıdığa
sokakta rastlayınca, kucaklaşıyorlar, bay
ramlaşıyorlar. Bu üç güne "büyük bay
ram” ismini vermişler. Yetmiş gün sonra kurban bayramında da Mekke’de hacı ol-
mıya gidiyorlar. Bu bayram zilhiccenin
onundadır.
Muhammed (Hazreti Peygamber) in doğ
duğu on iki rebiülevvel tarihi, mevlittir.
Kandiller yanar. O sabah, padişah, Sultan
ahmet camisine gider. Mabede saraydan
şeker ve şerbetler götürülür. Duadan sonra halka dağıtılır” .
Bundan sonra, müellif, diğer kandilleri mizi ve bu kandillerdeki mahyalarımızı an latıyor.
(Devam edecek) ★ ★ ★
★
Tarih bir tekerrürden ibarettir ★
U çağın , B irinci Cihan Harbinde başlıyan f i ili harb v a s ıta lığ ı, m üteakip h arblerd e onu daha
m ütekâm il hale koym uş ve her geçen gün de
k oym a ktad ır.
Bugün pek çok ç e ş itle ri bulunan ta y y a re ler, “ p ire ” denilen en küçük şeklinden “ d e v ” adlı hakikî d e v cü ss elile rin e kadar türlü büyüklükte, türlü harb işle rin d e k u lla n ılm ak ta dır.
Karada v e denizde en büyük teh lik e bunlar v a s ıta s iy le havadan gelm ek te v e tepeden inme b elâla r ya ğd ırm a k ta v e bu â fetlerd en ya ln ız sahaları v e va sıta la rı d e ğ il şe h irler de kurtu- lam am aktadır. Şu halde uçak, h arbler için baş lıca mühim va sıta lard a n d ır.
İk in c i Cihan Harbinde den izlerd e k o n v o y la rı v e A lm a n ya ’ da şeh irleri harabeden uçaklar, Ja pon ya’ yı harb h a rici eden H iroşim a hâdisesinin de â m ilid irle r. Bugün atom , hid rojen v e daha y e
ni isim le rle dü nyayı dehşete düşüren bom balar
da gene u çaklara m uhtacolduğuna v e gen e
u çaklarla askerî k ıta la r sevk ed erek tepeden
in d irm eler ya p ıld ığ ın a g ö re uçak a rtık en g ö z de v e en mühim harb v a sıta sı olm ak va sfın d a b irin c iliğ i m uhafaza etm ek te d ir v e ed ec ek tir.
Deniz altın d a se y ir eden harb gem ilerin in b i le elinden ku rtu lam adığı bu korkunç va sıta g e
çen büyük harbe nazaran a k ılla rı durduracak
m ütekâm il ş e k ille r alm asına rağm en bunun b ö y le k a lm ayıp daha ha yret v e ric i hale so k u lacağı a n laşılm ak tadır.
Y u k arık i resim d e B irin ci Cihan H arbinde bir ta y y a re filosunun harb sahaları ü zerinde uçuşu görü lm ek ted ir. U çakların daha pek çok harblerde b ö yle c e se y ir ed ec eği v e tarih in bu safh asını tek ra r ed e c e ğ i gö rü le ce k tir.
★ ★ ★
K adın ların eski b ir havu zbaşı âlem i
ÜÇ YÜZ SENE EVVEL TÜRKİYE VE TÜRKLER
★
Eski Türklerin adaletini fetva yoliyle idare edenler — Müfti-ül-enamm öldürülmesi caiz değildi. F akat bâzı padişahlar onun da kolayını buldular- — Türk kadınları çok güzel ve şıktırlar — Papucunu kadı huzurunda ters çevirenler — Cenaze evlerinden kopan yaygara — Türkler çok iyî insanlar, fakat kusurlarını da sayayım — Falakadan çürüyen etler, kan
gren olmasın diye usturayla kesilirdi — Zoraki cellât tüccar Fransız’ın herzesi — Müslümanın kurtulamadığı idamdan Hıristiyan nasıl kurtulu
yor? — E sn a fa verilen cezalar yüzünden turfanda pahahhğı yok.
★
Y azan : Fransız seyyahı Jean de Thevenot
in
Memleketimizi üç yüz yıl evvel ziyaret
eden Fransız seyyahı ThĞvenot seyahat
hâtıralarında şöyle diyor:
“Bütün dinlerin -şüphe zuhurunda mü
minleri aydınlatacak ve törenleri idaıre
edecek- rahipleri yahut reisleri olduğu
gibi, Türklerin de din adamları var. Bun lar âlim insanlardır, mütemadiyen Kuran’ı
incelerler. En başları müftidir ki, bizim
papanın itibarını -haiz. Lâkin, müfti-ül-
enam denen şeyhülislâm, din adamlarının
seçmesi neticesinde değil, padişahın tâ
yin etmesiyle vazifelenir. Bu da daima ule
madan biridir; Kuran’ı iyi bilir. Mânevi,
meselelerde hep onun fikri alınır. Fetva de nen yazılarla mütalâasını söyler. Müftü,.
bütün diğer Türkler gibi evlenebilir. Müs- lümanlar, bu zata çok itibar ederler. M üf tü, sarayı ziyarete gittiği zaman, padişah onu görünce ayağa .kalkar. Birkaç adım yürür ve çök itibarlı selâm verir.
Türkler, bir müftünün idam edilmesi ca iz olmadığı fikrindedirler. Halbuki kendi iradesinden başka kanun tanımıyan Sultan
Murat, içlerinden bir tanesini öldürtmek
istemiş, onu huzuruna çağırtmış ve sor muş;
— Seni kim müftü yaptı ? — Sen yaptın, padişahım. Sultan Murat cevap vermiş:
— Öyleyse, ben kendimin yaptığını
kendim bozabilirim!
Demiş ve müftüyü boğdurmuş.
Şimdi tahtında bulunan Sultan Mehmet, ki fikrimce, amcasının misallerini iyi tak-
lidediyor, ben İstanbul’dayken Hocazade
Efendi isimli birini öldürttü.
Müftüyü evinden girip aldılar. Bir ka yığa yahut gemiye bindirip Bursa'ya gö
türdüler. İstanbul’da, onun öldürülüp öl
dürülmediği uzun müddet bilinemedi. Bâ- zıları, İstanbul adaları önüne kayık var dığı zaman boğdurulduğunu, bâzıları da
Bursa.’da henüz benhayat bulunduğunu
iddia etti. Lâkin ben, bir müddet sonıra
Bursa’ya gittim. O zaman müftünün boğ durulduğunu ve bir tekkeye gömüldüğünü
haber aldım.Kafasını kesmeyip boğdurul ması dikkate şayandır, çünkü bu şekilde kam dökülmemiş, büyük bir günahtan kaçınılmış oluyor. Yüksek rütbeli insan ların umumiyetle boğdurulmasının sebebi budur.
Boğulan Hocazade Efendi, öğrendiğime
göre, padişahı öldürtmeyi istemekle it
ham olunuyormuş; tahta, padişahın bira derini çıkartacakmış. Fransız elçisi Mösyö de la Haye bir kere kendisine ziyafet ve rip ben de bulunduğumdan müftüyü şah sen görmüştüm, sert bir insandı. Bütün
Hıristiyanların büyük düşmanıydı. Rum-
lar, her şehirde bir tek kilise bırakılma sına karar vermiş bulunuyordu.
İstanbul’da oturan tek müftü, koca im paratorluğun bütün işlerini idare edemi- yeceğinden, kazaskerler, acele hususlarda müftülük vazifesini görürler. Çünkü onlar da Kuran’ı ve şeriatı iyi öğrenmiş kimse
lerdir.
Kazaskerlerin bulunmadığı yerlerde
mollalara baş vururlar. Bunlar, kadıların şefleridir. Kazasker ve mollaların bulun
madığı yerler dahi mevcudolduğundan,
oralarda kadılar vazifeyi üzerlerine alır
lar- Kadı, cemaatin işlerini idare ettiği
gibi, lıer mcvzudaki dâvalara da bakar.
Camilerde vazife alanların ise şefleri
imamdır; bizdeki Cuıre’ye tekabül eder.
*
İmamın, müezzinin, hocaların vazife
ve mevkilerini izahtan sonra, Fransız
seyyah, dervişlerin izahına geçiyor; bil
hassa mevleviler üzerinde duruyor; bu
tarikatin âyin şeklini uzun uzadıya anlat tıktan sonra, “rüzgâra tutulmuş yeldeğir- menleri gibi sel ayaklan üzerinde dönü
yorlar’’ diyor. Gördüğü manzarayı pek
beğendiğini ifade ediyor. Hazreti Mev-
lânâ, azizler arasındadır, diye sözünü ta mamlıyor.
Sonra, izdivaç bahsine geçip nikâhlan- ma.ktan, muhtelif kadınlar, bu arada ca- riyeler almaktan ve bunları boşamaktan, azâdeylemektem dem vuruyor;
“Hulâsa, Türkler, dört kadına kadar
alabilirler ve ne zaman isterlerse kadınla rından ayrılırlar. B ir kadı efendinin kar şısına çıkıp “Aley.ke talâk be-telâti’’ yâni
“üç kere seni boşadım!’’ demek kâfidir.
Eğer bir erkek, kadını gelişigüzel boşar
sa, ana mihrini vermiye mecbur kalır.
Lâkin boşaması esaslı bir sebebe dayanı yorsa, parayı ödemez. Boşanmış bir kadın, dört ay geçirmeksizin evlenemez. Hâmile olup olmadığı bu şekilde anlaşılır; irsi
yetler de böylelikle karışmaz. E ğer bir
erkek nikâhlı karısını boşarsa, suç kadın da cılsa dahi, tekrar evlenmek icabettiği
takdirde, kadının ara yerde başka bir
erkekle evlenmesi gerekir (Müellif, bura da talâkı selâseyi karıştırdığını, yukarıki ifadesinde de göstermiş oluyor).
Türkler, istedikleri kadar cariye ala
bilirler. Cariyenin sahibi bulundukla
rından ona her arzu ettiklerini yaparlar. Bütün kadınlarının çocukları ayni derece de meşrudur. Türkler, yakın akrabalariyle evlenmezler.
izdivaçtan bahsetmişken, Türk kadın larını anlatmak da faydadan hâli değildir. Türkiye’de kadınlar umumiyetle güzel dirler, yakışıklıdırlar, kusursuzdurlar, çok
beyazdırlar. Çünkü dışarı nadiren çıkar
lar; sokaktayken de örtülüdürler- Tabii
güzelliklerine ilâveler de yaparlar. Çünkü kaşlarına rastık, göz kapaklarına sürme
sürerler. Tırnaklarını da kına ile boyu-
yorlar. Gayet temiz ve bakımlıdırlar. Çünkü haftada asgari iki defa hamama giderler. Vücutlarında ne yağ, ne kıl vardır.
Takriben erkekler gibi giyinirler. So
kağa çıktıkları vakit yaşmak, ferace kul
lanırlar. Gayet sıktırlar. Hattâ kocaları
fakir olsa dahi, kıymetli kumaşlar alırlar. Fakat bu kadınlar son derece tembeldir
ler. Bütün günlerini sedirler üzerinde
geçirir--ler- İşleri ancak oya yapmak, gergef do kumak!... kocalarının azıcık parası olsa
hizmet gördürmek üzere bir cariye
satın alır. Bu işsizlik lyüzünden ahlâkları bozulur- Zihinlerini hep keyif ve eğlence aram akla meşgul ederler.
Türkler, kadınların cennete gideceğine
İnanmaz (bunu şaka diye söylemişler,
sahi zannetmiş olacak. Zira İslâmiyet
esasları meydandadır); kadınları ancak
düşünebilen mahlûkat sayarlar. Bir atı na sıl 'hizmetlerine alıyorlarsa kadını da aynı telâkki ile alırlar. Kadınları çok olduğun dan aşklarım kendi cinsiyetlerine hasret
tikleri çok vakidi'r. Zavallı kadınlar da
kocalarından bulmadıklarını başka yerde atarlar. Bunun üzerine erkeklerde kıs kançlık başlar. Diğer erkeklere karıları
nın görünmemelerini isterler. Yüzünü,
hattâ ellerini gösteren bir kadın namus suz sayılır. Kaıba etlerine kamçıyı yer.
Türkler kadınlarını hattâ camiye yolla mıyorlar. Erkekleri ibadetlerinde şaşırt
masınlar diye imiş! Kadınlar çarşıya hiç
gitmiyorlar; kocalarının dükkânına da gir miyorlar (Tarihimizde bâzı pek sıkı devirler
olmuştur. Müellifin böyle bir devri anlat
tığı görülüyor. Yoksa, Türk kadınları
umumiyetle elbet daha serbesttiler). Bir
erkek, en samimî arkadaşına bile karısını
çıkarmaz. Hulâsa kadınlar, • takriben hiç sokakta görünmüyorlar. Hamama ve yakın akrabaya gitmek müstesna...
Çıktıkları zaman, harem ağaları ka
dınlara nezaret etmektedir- Böylece, ka dının kocası ne kadar yüksek mevkideyse,
kadının hürriyeti de o kadar tahdidedil-
miştir. Kadınlarda kocalarım boşamak
■hakkı yoktur. Ancak kocası muhtaç bu
lunduğu şeyleri getirmezse, kadına bo
şanmak haıkkı verilir. Bu nesneler de ek mek, pilâv, kahvedir; birde haftada iki kere
hamama gitmek parasıdır. Bu takdirde,
kadın kadı efendinin karşısına çıkar, ta lâk ister; çünkü kocası onun ihtiyaçlarını
temin edememiştir. Kadı, tahkikatta bu
lunur, iddiaların yelinde olduğuna kana at getirirse, boşanma kararı verir.
Bir erkek karısına tabiat dışı muame lede bulunmııya kalkarsa .kadın gene talâk
istiyebilir. Kadın, kadı efendinin karşı
sına çıkar, ayakkabısını ters koyar1, kadı
da bu rumuzdan mâna çıkarıp boşanma
kararını verir. Üstelik .kocaya iyice bir sopa çekilir.’’
*
“Türkiye’de biri ölürse, komşuları haberi
kolay öğrenirler. Çünkü evde bulunan
kadınlar feryatları koparırlar. Büyük bir
«sjpz
;t } w " 4
B o ğ a z iç i’ nin eski halini eö steren bir ta b lo (A llo m ’ dan a lın m ış tır)
yeise kapıldıkları anlaşılır. Ahbapları,
komşuları da ziyarete gidip. birlikte
ahenge koyulurlar. Misafirler, teselli için
değil, birlikte ağlamak, bağırmak için
giderler.
Meselâ/ adamın dul karısı : “Beni se
verdi, her ihtiyacımı yerine getirir/di!”
der, hep birlikte bağrışırlar'. Öyle haykı rırlar ki. kıyamet kopuyor sanırsınız. Bu hal saatlerce böyle sürer. Lâkin misafir
yokken ev halkı susar. M isafir gelince
gene ıbaşlar. Bu minval üzere aylarca,
bazan seneyle devam olunur.
Ağlamasını bilmiıyenler ve beceremi-
yenler, parayla ağlayıcı tutarlar” (Bunlar, daha ziyade gayri Islâmi âdetlerdir, im pa
ratorluğa dahil bâzı Müslüman ekalliyet lerin huylarıdır).
Ölüye gusül aptesi aldırmak usulün den bahsederken, müellif: "Türkler o ka
dar temizdirler ki, ölüyü bile yıkarlar”
diyor- “Sonra cenazenin etrafında buhur yakarlar, kötü ruhların böylece temizlen diğini söylerler”.
Tabutu, tabutun başındaki kavuğu,
gömmeyi anlatırken şu enteresan malû
matı da veriyor: O devirde, Türkiye’de,
ne Müslümanlar, ne Hıristiyanlar, ölüyü
tabutla gömmezlenmiş ( ?) •
“Cuma günleri, Türkler, mezarların üze
rine yiyecekler, ¡içecekler bırakıyorlar.
Yolcular, bunları arzu ederlerse yiyebili
yor, içebiliyorlar1. Bu da. Tanrıyı mem
nun etmek ve rahmet toplamak içindir”. *
“Türklerin usullerini, âdetlerini böyle
uzun uzadıya, anlattıktan sonra, huyların
dan bahsetmek de faydalı olacaktır. Hıristiyan dünyasında çok .kimse Türk lerini hain, barbar, imansız olduklarını sa nır. Fakat onları tanıyan, onlarla konu
şanlar, bambaşka kanaat beslerler.
Çünkü Türklerin iyi insanlar oldukları
muhakkaktır. Tabiatin bizleri sevk ettiği
şu umumi kaideye onlar da tâbidirler :
Sana yapılmasını istemediğin şeyi başka sına da yapma...
Ben, burada Türkler derken, normal
Türklerden bahsediyorum. B ir dini bıra kıp onların dinine geçenlerden bahsetmi
yorum. Çünkü böyleleri Türkiye’de pek
çoktur ve her türlü fenalıkları yapmıya
müstaittirler. Onlar, Allaha sadık olmadık ları gibi insanlara da sadık değiller. Lâkin doğuştan hakikî Türk olanlar çok namus
lu insanlar. Karşılarındaki ister Hıristi
yan, ister Yahudi olsun, namuslulara,
hürmet etmesini biliyorlar. Bir Türk’ü,
hattâ bir Hıristiyanı aldatmanın, soyma nın caiz olmadığı fikrindedirler.
-'afi. .
Benim böyle demem üzerine, Türklerin. frenklere niçin o derece zararlar getirdi
ğini soranlar olacaktır- Bu fenalıkları
yaptırtanların gene Hıristiyanlar ve Ya- hudiler olduğu muhakkaktır. Onlar, bir-, birlerini batırmak üzere Türkleri kışkırtı yorlar. Yakın Doğudaki frenkler arasında
da böyle hisler olduğunu gördüm. Türk’ün nazarında murabaha büyük suç
tur ve memleketlerinde az murabahacı
vardır. Çok sofu, çok iyilik Sever insan lardır. Dinlerine çök bağlıdırlar; hepsi de, bu dini dünyaya yaymıya uğraşırlar. B ir Hıristiyanı kıymetlendirdikleri yahut sev dikleri zaman Müslüman etmiye çabalar lar. Hükümdarlarına sadıktırlar, ona bü
yük hürmet beslerler. Körü körüne ona
itaatte bulunurlar. Devletlerine ihanet
eden bir Türk’e raslanmaz, Hıristiyan
tarafına geçmezler.
Türkler hiç kavga etmez. Şehirde kılıç
taşımazlar. Hattâ askerleri bile şehirde
kılıçsızdır. Sadece hançer gezdirirler. Az
dövüş ederler. Düello, âdetleri araşma
girmemiştir. Muhammed’in akıllıca siya
seti, şarap ve kumarı menettiği için dü
elloya ihtiyaçları kalmamıştır. İyi Müs lümanlar sahiden de hiç şarap içmiyorlar.
İçenler, hareminden mahrum .kalıyorlar.
Afyon kullananlar ve sarhoş eden balık otunu yiyenler, keza...
Muhtelif oyunlar oynasalar da kumar
değildir. B u sebeple kavga çıkarmazlar-
Eğer aralarında kavga çıkarsa, yoldan
ilk geçen onları barıştırır. Şikâyetçi mev
kiinde olan, dâvâlıyı, şahitlerle birlikte
adalet huzuruna çağırınca, dâvâlı gitme-
mezl’.k edemez. Alksi takdirde mahkûm
olur. Adalet huzurunda her iki taraf, va
ziyeti anlatır. Kabahatli mahkûm oluır,
hakettiyse ekseriya dayağı yer.
Türkler gayet kanaatkardırlar, et ye mek hususunda, ifrata varmazlar. İyi ye
mek yemek kaygusunda değillerdir. Usta
aşçıbaşılar bu memlekette fuzulidir. Yaşa mak için yiyorlar, yemek için yaşamıyor lar denilebilir.
İşte haklarında söylenecek iyi cihetler, takriben bundan ibarettir.
Kusurlarına gelince, pek çoktur. Türk ler, kendilerini herhangi başka milletten
üstün sayarlar. Dünyanın en kahramanı
olduklarına kanidirler. Nazarlarında dün ya kendileri için halk olunmuştur. To|çye-
kûn bütün öbür milletleri hor görürler.
Bilhassa Müslüman olmıyanlar, meselâ
Hıristiyanlara ve Yahudilere ehemmiyet
vermezler. Hıristiyanlar!, umumiyetle
köpek sayarlar.
Türkler vardır ki, sabahleyin evden çıkın
ca bir Hıristiyana yahut Yahudiye ras-
larsa derhal evlerine girer, euzü besmele çekerler. Zira, şeytan görmüşe döndükle
rine inanırlar. Ayak takımı Hıristiyanla
bilhassa frenkle alay etmeyi marifet sa yar. Bu da bizim elbise şeklimizin gayet
tuhaflarına gittiğindendir. Bize, “kuyruk
suz' cinsten maymun” derler.
İstanbul’da, frenklere pek o kadar ta arruz olmaması, gerek sık ülfetten, ge rek taarruz vukuunda ceza görmektendir. Bununla .beraber, sarhoşlar, geçen fren.k- lere bir değnek indirmekten geri kalmaz lar.
Şahsıma gelince, hiçbir taarruza uğ
ramadım. Yalnız bir gün başka bir Fran sız’la İstanbul’da yeniçerisiz dolaşırken, mahalle çocukları arkamızdan çürük mey- valar attı. Fakat dükkânlardan esnaf çı kıp haylazları kovaladı, bizi de kurtardı. İstanbul’dan ayrılacağım sırada, Fran sız elçisi ile vedalaşıyordum. Bana, ika metim sırasında başıma bir belâ gelip gel mediğini sordu. “Yalnız bir kere şapkamı
yere attılar!” dedim. Çünkü şapka, Türk lerini sinirine dokunuyor. Sefir, bana çok bahtiyar olduğumu söyledi. Başka frenk lere kıyasla ucuz atlatmışım badireyi!
Türkler ilimle az meşguldürler. Okuyup
yazmakla iktifa ederler, Kuran okurlar,
bu mukaddes kitaplarının içinde hukuk da
vardır. İçlerinden bâzdan nücum ilmine
-astroloji’ye- meraklıdır. Başka ilimlerle uğraşanlar azdır.
*
Türklerin en alelâde cezaları falakadır, yahut kaba etlere atılan değnektir. F ala ka, iki ucu delikli kalın bir sopadır. De liklerden geçen ipe, yere yatırılan mah kûmun ayakları sokulur ve sopayla ipler
arasında sıkıştırılır. İki adam, falakayı
kenarlarından tutar. İp gerilmiştir. Mah kûm kımıldanamaz, çünkü omuzları üze rinde kalmıştır. Diğer iki adam, sopa ya hut küçük parmak kalınlığında değnekle tıpkı nalbantların örste nal dövme hare
ketini hatırlatarak zavallının tabanına
münavebe ile darbeleri indirirler. Aynı
zamanda da kaçıncı daıbeyi vurduklarını
yüksek sesle ilân ederler. Falaka emrini
verenin tâyin ettiği sayı kadar, yahut o
âmir “elverir!” deyinciyedek, bu değnek
faslı sürer, gider.
Mahkûmun gözlerinin yuvalarından uğ raması. cezanın şiddetini göstermiye kâ fidir. İçlerinde bazıları aylarca tabanla rına basamazlar, çünkü üç dört yüz değ
nek vurulduğu vahidir. Lâkin otuz darbe yi hiçe sayanlar çok.
E ğer değnek kaba etlere vurulacaksa,
mahkûm yüzükoyun yatırılır. Onun üze
rinden darbeler iner. Bazan beş altı yüz
darbe indirilirmiş; bu, âzami imiş. Bir
adam, bu cezaya uğrayınca, şişen, çürüyen
etlerini ustura ile kesmek icabedeımiş.
Aksi takdirde kangren olabilirmiş. Bövle- leri iyileşinciye kadar beş altı ay yatakta kalırlarmış; ancak ondan sonra oturabilir
lermiş. Cezayı hak eden kadınlar da bu
şekilde dayak yerlermiş. Onlara falaka
olmazmış.
Türkler, bu cezayı sık sık ve basit se
beplerle verirler. Efendiler, uşaklarını,
kölelerini aynı şekilde terbiye eder. En
ufak kusurda kötek. Onun içindir ki,
maiyet, hizmeti fevkalâde görüyor. H iz metkârlar, duvar dibine bütün gün hevkel gibi dizilir, alesta emir beklerler, elpençe
divan dururlar. Bir göz uciyle işaret ar
zunun yerine getirilmesi için kâfidir. Mekteplerde de hocalar, Hıristiyan âle mindeki kamçı cezası yerine falakayı kul lanırlar.
İdam cezasını yiyenlere yapılan işken
celere gelince, asmak, uzuvları ayırmak,
kazıklamak, kancalamaktır.
iBirini asılmak üzere götürdükleri za
man, yolda bir Hıristiyana Taslarsalar, zorla cellâtlık ettirirler. Bir seferinde bir Fransız tüccara, bu iş havale edilmiş. B ir türlü yakaıyı sıyıramadığı için ister iste mez hizmeti görmüş. İki kişiyi astıktan sonra:
•— Başka yok mu? diye sormuş. Vay sen misin soran! Türkler, “Vay !
silsilemizi kurutmak istiyor bu!” diye
öyle kızmışlar ki, arkasından taşlar yağ dırmışlar. Tüccar, güç belâ kaçmış, kur tulmuş.
K afa kesmek hususunda çok ustadırlar. B ir darbede işi görürler. Kazığa çakmak cezası İstanbul’da nadirdir. Kancalamak
cezasına gelince, yukarıdan, mahkûmu,
kancalarla dolu bir yere atarlar. Bu kan
calar, kasaplarınkine benzer. Mahkûm,
düşerken, mutlaka o kancalardan birine ta kılır. Eğer vücudunun orta kısmındansa, bedbahtlığı daha az demektir, çünkü ça buk ölür. Çünkü eğer kanca, zararsız bir
yerinden vakaiıvacak olursa, adanmağız,
üç dört gün inliyerekten, aç, susuz can ve rir.
Bu ceza çok zalimane sayıfdığından
Türkler art’k bunu kullanmıyorlar. MUs-
lümanken Hıristiyan olmuşları, omuzla
rına bir çuval barut, kafasına ziftli bir
külah koyarak diri diri yakıyorlar. Lâkin Mıuhammed’in dinine aykırı bir şey yapan
veya söyliyen Hıristiyanlar, yahut bir
Türk kadını ile yakalananlar, veya bir
camiye girenler, kazıklanıyorlar. Mama
fih, Hıristiyanların muayyen saatlerde zi yaret edebilecekleri camiler mevcuttur.
Hıristiyanlara ölüm cezası kesilen baş ka durumlar da mevcuttur. Ancak, suçlu
Hıristiyan; İslâm dinini kabul ederse
ölümden kurtulur. Müslürnanlar, aynı
'cezayı işledikleri takdirde kurtulamazlar.” *
“Türkler, her işde nizam ve intizamı o kadar severler ki, usullerin bozulmama-
sına son derece riayet.kârdırlar. Bu se
beple zaptu raptı sağlıyan teşkilâtları
kuvvetlidir.
Çarşı pazarda her şeyin bol ve ucuz ol
masına çabalarlar. Türkiye’de onun için,
bizim memleketlerde olduğu gibi turfanda yemişler altın bahasına değildir. N e satıl sa, her mevsimde makul, ehven fiyatadır-
Yemişlerini erken mevsimde yetiştirip
getirmek zahmetine katlanan, başkaların
dan evvel parasını kesesine indirmekle
iktifa eder. Eğer Türkiye’de mallarını
pahalı satmak istiyen biri zuhur etse derhal adaletle çatışır; falakaları yer, üs telik para cezası verir.
Bunun içindir ki, zaptu raptla vazi
feli subaylar, tacirleri kontrol ederler.
Dirhemde hile, fiyatta pahalılık görür
lerse derhal yıkarlar, cezasını verirler.
Onun içindir ki, bir çocuğu alış veriş için korkmadan çarşıya göndermek mümkün dür. Çocuk ne almak istediğini söylesin, elverir. Onu aldatabilene aşk olsun! Çün-
ki zaptu raptla vazifeliler cacuğa ras-
lar. Kaç para verip ne aldığını tahkik
eder. Piyasanın dışına bir vaziyet varsa bitti satan esnaf!
Ben, pahalıya kar satan birinin falaka
yediğini seyrettim. Diğer bir esnaf da,
bir çocuğa eksik soğan verdiğinden fala
ka yiyordu. Onu da gördüm. Hilekârlan
teşhir etmek, rezil etmek tarzında da bir cezaları var- Boyunduruğa benziyen çın gıraklı bir nesneyi kafasına, geçiriyorlar. Bu kepaze vaziyette adamı şehirde dolaş tırıyorlar. Herkes onu görüyor, alay edi yor.
Sokaklardaki kavgalara, nizamsızlıkla
ra halk çare bulmakla mükelleftir. Bir
sokakta kimin öldürüldüğü malûm olmı- yan bir Müslüman, Hıristiyan yahut Y a hudi cesedi bulunsa, o sokak halkı da dik katsizliğinden dolayı mesul tutuluyor, ce
zayı veriyor. Bir adamın kan diyeti beş
yüz kuruştur- Onun için herkes evinin
önünde gürültü çıkmamasına dikkat edi yor. Yahut belâ çıkarana nişan koyuyor. Bu kaideye Türkler fevkalâde riayet edi yorlar. Lâkin Hıristiyanlara, ekseriya ada
letsizlik oluyor.
(Ben İstanbul’dayken, bir zavallı Rum, Galata’da elinde çiçekle gidiyormuş. Mey haneden çıkanlar çiçekleri istemişler. O da bir sarhoşa vermiş, öbürüne vermemiş; kendine de lâzım olduğunu söylemiş. S ar hoş, Rum’a bir hançer savurup kaçmış.
Bu hâdise, Jakoben’lerin önünde cereyan
ettiği için, zavallı Rum, onların avlula
rına girmiş, imdat istemiş. Lâkin tam
avluda ölüvermiş. Galata voyvodası hâdi seyi duyunca, bu din adamlariyle komşu ları olan Fransız tüccarından kan diyeti
istemiş. Lâkin bereket aradan dört gün
geçmedi ki, Galata voyvodası boğduruldu, bizimkiler de diyeti ödemediler. Korktuk- lariyle kaldılar.
Geceleri nizamsızlık olmasın diye, gün
batınca sokağa çıkmak yasak. Ramazan
ayında müstesna... Geceleyin subaşı so
kakta birine rasladı mı yakalayıp kadı’mn huzuruna çıkarıyor. Adam hapsi boyluyor. Ertesi gün gelsin falaka... Ancak mühim bir sebepten sokağa çıktıysa kurtuluyor.
Dayak bile yemese, geceleyin sokakta
sürtmek namussuzluk sayılıyor’’.
(Devam edecek)
★ ★
Otuz besinci Osmanlı padişahı Sultan Mehmet Reşad’m saltanatında sadaret ma kamını sırasiyle şu zatlar işgal etmişlerdir : Ahm et Tevfik Paşa, Hüseyin H ilm i Paşa, İbrahim Hakkı Paşa, Küçük Sait Paşa, M üşir Gazi Ahmet M uhtar Paşa, Mehmet Kâm il Paşa, Mahmut Şevket Paşa, Prens Sait Halim Paşa ve Talât Paşa. Trablusgarp, lıarhi Hakkı Paşanın, Balkan Harbi Kam il Paşanın ve B irin ci Cihan
Harbi de Sait Halim Paşanın sadareti sırasında başlamıştır. 1
ÜÇ YÜZ SENE EVVEL TÜRKİYE VE TÜRKLER
★Dördüncü Sultan Mehmed’e, vezirlerine, divanına dair etraflı malûmat — Dördüncü Sultan Murat, tek basma yakalamak istediği bir sipahiden darbeyi yemiş, idamdan böylece kurtulan sipahi, türlü vaidlere rağmen hiç belirmemiş. — Sadrazamlar niçin idam fermanlarına karşı durmaz, gerdanlarını kemende uzatırlardı? — Lezzeti fevkalâde olan intikam hissi — Solaklar niçin sol elleriyle ok atarlardı? — Osmanlı teşkilâtı
ne sebeple Avrııpalılarmkine faîkti? —
★
Y azan : Fransız seyyahı Jean de Thevenot
"N o t : Geçen sayıda, tefrikamızın ni
hayetine bir tertip hatası olarak “bitti”
diye yazılmıştır. Halbuki bir yazı daha
kalmıştı. Özür dileriz.”
Fransız seyyahı Thevenot, Osmanlı
hanedanı hakkında kısaca bilgi verdikten sonra kendi devrinin padişahına geçiyor :
"Şimdiki hükümdar, Sultan İbrahim’i,n
oğlu Dördüncü Mehmet'tir. Ben İstanbul’ dayken, yâni 1855 senesinde on bes, on altı yaşlarındaydı. U fak tefek, teni .ka
rarmış, mahzun halliydi- So,l yanağında
bir yara var ki, babası, yarı sarhoşmuş: Mehmed'e kendisiyle beraber kalkıp oyun oynamasını söylemiş; genç şehzade de :
- - Ben deli değilim. Niye oynıyayım ? Demiş. İbrahim, fevkalâde hiddetlenip ; — Demek ki ben deliyim ?
Diye haykırmış; hançerini oğlunun sol yanağına saplamış.
Saray kadınları araya girmeselermiş.
padişah oğlunu öldürecekmiş. Başkaları
da, İbrahim’in attığı şişeden bu yara izi nin hâsıl olduğunu söylüyor!.
Osmanlı hanedanının usulünce, padişah ölünce tahta oğlu geçer. Oğlu yoksa kar deşi padişah olı;r. Gün tâyin edip Halic’in iç taraflarındaki Eyüp camisine kılıç ku- şanmıya gider. Mtifti ül-enam, en yüksek dinî şahsiyet sıfatiyle dua okur, padişaha kılıcını kuşandırır. Padişah da, atla İstan bul’a döner. Bu tören, bizim memleketler deki kıralları.n dinî şekildeki taç giyme leri kabîlindendir- Alay, sarayda nihayet bulur.
Padişah, tahta geçer geçmez, mevkiini
sağlamlaştırmak ister. Bu sebeple de
umumiyetle kardeşlerini öldürtür. Ancak bunun için erkek evlâda sahip bulunması şartttır. Aksi takdirde, hanedanın hü.kmü
V
I
devam etmez; bu da büyük bir günah sa yılır.
Halbuki günah ve hanedan ananesi ta- nımıyan Sultan Murat, erkek evlâdı ol mamasına. rağmen kardeşlerini öldüıttü.
Ancak annesi, şimdiki padişahın babası
İbrahim’i onun dehşetinden gizledi ve
öldü diye bildirdi. Usul öyledir ki, Os
manlI hanedanından birini ipek bir kaytan la yahut ok kirişiyle boğarlar, kılıçla öl
dürmezler. Bu suretle kanının dökülme
sine sebebiyet vermek istemezler- Esasen
yüksek mevki sahibi kimselerin başları
aynı düşünceyle kesilmez. Böyle insanlar boğdurulur. Şehzadeler öldürülmezse gayet, kapalı tutulur, onlara dair kimse malû
mat edinemez. İstanbul’dayken soruş
turdum, şimdiki padişahın kardeşi olup
olmadığı, varsa kaç tane olduğu hakkında bana kimse malûmat
vermedi-Padişahlau kardeş katilliğine sevkeden
sebep, yalnız rakibi ortadan kaldırmak
kaygusu değildir. Bu hareketi yapmakla, padişah, askerin İdimi tehdidinden kur tulmuş olur. Çünkü yerine getirilebilecek biri mevcutsa asker mütemadiyen talep lerde bulunur, ücretin arttırılmasını ister.
Reddolunduğu takdirde: “Hak bize bira
derini bağışlasın!” derler. Bu da : “Sen bizim dediğimizi yapmazsan, seni hal'eder, yerine kardeşini getiririz!” mâ.nasmadır.
Rakip ortadan kaldırılınca, asker de se sini çıkaramaz, padişaha kati surette ita at eder- Kardeş katli, zarurî olmakla be raber, gene de gayri insanidir şüphesiz.
Padişah, tahtını iyice muhkemleştirdik-
ten sonra artık eğlenmekten başka bir
şey düşünmez. Bu gaye içim pek cok kim
seler kullanılır. Sarayın muhtelif soyta
rıları vardır. Meşgaleleri eğlendirmek
üzere maskaralıklar icadetmekten ibaret tir. Kızlar da eğlencenin bir babım teşkil