• Sonuç bulunamadı

Üç yüz sene evvel Türkiye ve Türkler

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Üç yüz sene evvel Türkiye ve Türkler"

Copied!
18
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Seyyalim bahsettiği Ayazma civarında Rumların eğlencelerinden biri (Guffiye’den alınmıştır)

UÇ YÜZ SENE EVVEL TÜRKİYE VE TURKLER

Çanakkale — İstanbul’a geliş — Saray — Saray ağaları — İstanbul’un meşhur sem tleri— Ramazan ve bayram

Hâtıralarım nakle banladığımız Jean de Thevenot bir Fransız: seyyahıdır. Se­ yahatnamesi, memleketimizin üç asır evvelki ahvalini anlattığı için tarihimiz bakı­ mından çok kıymetlidir. Thevenot, 1633 te Paris’ te doğdu. Kendisinden on üç yas kadar küçük olan amcası âlim ve seyyah MelchisSedek Thevenot’nun yolunu tuta­ rak, batı ve merkez Avrupa’nın bir çok memleketlerini dolaştı. Sonra, 1655 sene­ sinde Sicilya ve Malta üzerinden Yakın Doğuya geldi. Derken, yeni bir seyahat silsi­ lesine başlayıp Hindistan’ı ziyaret etti. Hakikate uygun olmıya çalışan çok kıymetli eserleri vardır. Bunların başında, bu yazıları aldığımız “ Relation d’ un voyage iait au Levant” yani “Sark Memleketlerinde Bir Seyahate A it Hâtıra” isimli kitabı gelir ki 1664 te ve seyyah henüz sağ iken Paris’ te basılmıştır. Biz bu tercümeleri aslından yaptık. Bu eserin bir de devamı vardır ki bunda İran’dan da bahsolunur, bu da sey­ yahın vefatından sonra 1674 te basılmıştır. Aynı zatın Hindistan hâtıraları 1684 te basılmış, Avrupa, Asya ve Afrika’daki hâtıraları da “M ösyö Thevenot’nun Se-yahatlân” başlığı ile bir kitapta toplanmıştır.

Bir iddiaya göre, Fransa’ya kahve içmek âdetini sokan bu zattır. Jean Thevenot, seyahatte iken 1667 senesinde, henüz pek genç yaşta, İran’ın Mina isimli küçük bir kasabasında vefat etti.

I.

Yirmi iki yaşındaki Fransız seyyahı,

ıtzun, meşakkatli ve maceralı bir deniz

yolculuğundan sonra 1655 senesi ekim ayı­ nın 21 inci günü Türkiye’ye geldiği zaman,

Osmanlı tahtındaki Dördüncü Sultan Meh­ met henüz çocuktu ve bir gün evvel İstan­ bul’da büyük bir yangın olmuştu.

(2)

girişinden itibaren başlıyalım:

Hisarları, üç pare top atarak selâmlıyor­ lar. Thevenot gizlice dürbünle bakıyor. H i­ sarların sahile dizilen topları o kadar bü­ yükmüş ki ağızlarından içeri bir adam ko­ laylıkla girebilirmiş. Beş on gün mü9ait

şartlar, müsait rüzgâr bekliyorlar, za­

ten burada durmak gümrük ve muayene

bakımından mecburi. Yolcular o sırada

şehri geziyor, hayli sıkıntılı buluyorlar.

Nüfus azmış. Alçak kapılariyle Rum

meyhaneleri, Fransız gencinin dikkatini

çekiyor. Kapıların

alçak oluşu, sarhoş süvarilerin atla içe­

ri girip her şeyi

altüst etmemeleri

içinmiş.

Gelibolu’da bir

tersane varmış. Bu­ rada yedi adet ga­

yet eski kadırga

dikkatini çekmiş,

Türkler bu gemileri

Kıbrıs adasını al­

dıkları zaman Ve­

nediklilerden zapt

ettiklerini söylü­

yorlarmış ama, ha­

kikatte, 1571 de

İnebahtı bozgunun­ dan arta kalan Os­ manlI donanmasıy­ mış bu...

Nihayet elverişli

bir rüzgârla yol

alıp, aralık ayının ,

ikinci günü, lodosa sırtlarını verip İs­ tanbul’a varıyor; Sarayburnu’nu dö­ nerek, Galata’da demirliyorlar, işte o zaman, büyük

yangın haberini al­ mışlardır; ateş ha­ lâ da sönmemiş.••

Genç seyyah, hemen karaya çıkıp Fran­ sız sefiri Mösyö de le Haye’i ziyaret edi­ yor. Sonra Galata’da bir pansiyona yerle­

şiyorsa da, neticede Beyoğlıı’nda güzel,

manzaralı ve bilhassa pek ucuz bir ev tu­

tup yerleşiyor. Burada aylarca yaşayıp

her şeyi tetkik ediyor ve diğer meşhur şe­ hirlerle şöylece kıyaslıyor:

“Bâzılan İstanbul şehrinin azametini

Kahire’yle ve Paris’le ölçerken aldanırlar.

İstanbul bu iki şehirden epey farklıdır.

Kimi İstanbul’a 13 mil, kimi de 16 mil ve 18 mil çevre tahmin eder. Ben, bir kere, bir Fransız arkadaşla deniz ve kara sur­

larını devredeyim, dedim, ikimizde yanı­

mıza birer saat aldık. Tophaneden bir ka­

yığa bindik, İstanbul tarafına geçtik. H, - tiç’te, saraya imkân derecede en yakın bir noktada karaya indik. Kayığı, bizi bekle­

sin diye Yedikule’ye gönderdik. Saatleri­

mizi yediye getirdik. Liman boyunca sahil surlarının dışında yürüdük. Kara tarafını da böylece katederek Yedikule’ye vardığı­

mızda her ikimizin saati dokuza çeyrek

vardı. Görünüyor ki bu mesafeyi bir saat üç çeyrekte almışız. Yedikule'den, tecrübe­

ye giriştiğimiz Haliç ağzına üç çifte ka­

yıkla varmak için bir saatten fazla zaman

istemedi. Bu M ar­

mara sahilini yürü­

yecekten geçeme­

miştik. Zira, bura­ sının surlarını dal­ galar yaladığından

karadan gelmek

kabil değildir. Beş

çeyrekte yürünür

desek bile, demek

âzami üç saatte Bi­ zans surlarının çev­

resi yaya katölu-

nur. Böylece İstan­ bul şehrinin etrafı­ nı 10 ilâ 12 mil diye tespit etmiş olmak­ la yanılmam.’’

Görülüyor ki mü­

ellifin dikkatli ol­

mak hususunda bü- bir gayreti vardı. Bu bakım­ dan, Ayasofya’yı, Süleymaniye’yi ve öbür camileri, tür­ beleri, çeşmeleri, sarayları, konakla­ rı, hususi evleri,

devlet ve ordu teş­ kilâtım, ilâh, takdi­

re lâyık bir dik­

katle tarif etmiştir.

Atmeydanı’nı, sü­

tunları, yazılı taş­ ları ihmal etmemiştir.

Bu arada, elbet, efsaneleri de sayıp dök­

mekten kendini alamıyor: Burmalı taşı

yılanlara karşı tılısım sayıyor ki, buna

benzer itikatlara, aynı seneler içinde ya- şıyan bizim Evliya Çelebi’mizde de rastla­ maktayız (1611-1681).

Fransız seyyahı Thevenot’nun alâkasını, gayet tabii olarak, bilhassa padişahın sa­ rayı üzerinde toplanmış buluyoruz.

Mimarisinde ihtişama rastlanmadığını,

bu kadar imkânlara sahip bir hükümdara göre buranın pek sade bir saray olduğunu

söylüyor. Hıristiyan olduğu için, saray

(3)

yanında Ortodoksların bir âyinini belirt­ meden geçemiyor:

“Haliç ağzında, Galata’nm karşısında,

rıhtım üzerinde, toprak seviyesinden azı­

cık yüksekte bir köşk vardır. Padişah,

oyalanmak için sık sık buraya gelir, de­

nizde gezmek maksadiyle kadırgasına da buradan biner. Sarayın Marmara’ya nazır Yedikule istikametinde epeyce yüksek di­ ğer bir köşk daha vardır. Padişah, eğlen­ mek için ara sıra buraya da gelir. Burası,

sundurma üstüne bina edilmiştir, surlara

dayanır ve burada bir ayazma vardır.

Ftumlara nazaran vaktiyle bu yerde bir

kilise mevcutmuş. Yortuda, Ortodokslar

gelip ayazmanın suyundan hastalarına içi­ rirler, soyup onlan kumlara gömerler, fa ­ kat hemen çıkarırlar. Sağlamlar bile aynı şeyleri yapar. Padişah, yortu günü burada bulunup manzarayı pencereden seyreder.”

Bizlerin Türklükle alâkalı mevzulara

nasıl hususi bir dikkatimiz varsa, ThĞve-

not’nun Hıristiyanlıkla, Fransızlıkla alâ­

kalı mevzulara hususi dikkati böylece

başlıyor. N e kadar hakikate ve maddi öl­

çülere bağlı kalsa, bu bahisler açılınca,

onu çok defa kendi cephesine iltimas eder görüyoruz. Hele siyasi ve askerî konular­ da buna sık sık rastlıyacağız. Verdiği hü­ kümleri, ettiği tarifleri, gizliyemediği his­ lerini de biz fuzuli bir gayretle örtbas et-

miye çalışmıyacağız. Nihayet bu satır­

ları, üç asır evvelki taassup devresinde bir ecnebi yazmıştır. Kısmen aleyhimizde bu­ lunmuşsa da, çok defa meziyetlerimizi be­ lirtmeden geçmemiştir. Onun hükümlerini

başka kılığa sokarsak, tarihî vesikalara

hürmetsizlik etmiş sayılırız. *

Genç Fransız seyyahı, üç asır evvelki

saray ahvalini şu şekilde anlatmıya de­

vam ediyor:

“Marmara ayazmasına yakın bir yerde,, sarayın büyük bir penceresi görünür. Sa­ rayda öldürülenler, geceleyin buradan de­ nize atılırmış. Kaç naış atılırsa o kadar top atıp haber verirler.

Sahilde, sarayın muhtelif kapıları varsa da, bunlardan ancak padişah ve muayyen adamları faydalanırlar.

Başlıca kapı, Ayasofya cihetindedir ve

kapıcıların muhafazası altındadır. Bura­

dan, geniş bir avluya girilir. Dikkate ilk

çarpan, sağ tarafta bir hastahanedir. Sa­ rayın hastalarını, kapalı bir arabayla bu­ raya getirirler; arabayı iki adam çeker.

Hasta arabasını görünce, herkes, hattâ

padişah çekilip yol verir.

Biraz daha ileride, solda cebelıane, ya­ hut zırh deposu vardır; damı kurşun kap­ lıdır. Bu bina, vaktiyle, elbise anbarı ola­

rak Ayasofya’ya fhülhakmış. Bundan da,

Ayasofya’nın harikulâde büyük olduğu

mânası çıkıyor.

Bahsi geçen avludan diğer bir avluya

geçilir ki, birinciden küçüktür; dört köşe­ dir; her tarafı iki yüz adımdır ve sütunlar­

la tutturulmuş kurşun damlı dehlizlerle

çevrilidir.

Sağ yanda sarayın dokuz kubbeli mut­

fakları, sol yanda ahırları var. Padişa­

hın şahsına ait hayvanlar burada barındı­

rılıyor; diğer ahırlar, sarayın M arm ara

kıyısmdadır. Bahsi geçen ikinci avluya,

ancak hünkâr atla girebilir. Başkaları,

kapı önünde hayvandan inerler.

Yeniçeriler, sağ dehlizin altında topla­

(4)

da gayet güzel bir çeşme vardır. Burasını çınarlar, serviler gölgelemektedir. Vaktiy­ le hükümdar, paşaların ve diğer muteber kimselerin başlarını bu çeşmenin yanında kestirirmiş. Avlunun dibinde, solda, diva­ nın toplandığı oda vardır. Sağda, saraya girilen kapı görülür. Fakat buradan ancak çağırılanlar içeri girebilir. Ben de hiç ça- ğırılmadım. Burası esrar dolu olduğundan bahsini etmiye kalkışmıyacağım.

Sarayın binası, hariçten görüldüğüne

nazaran, hiç de muntazam değildir... Bu­ rada padişahla maiyeti oturur. Maiyetinin çoğu hadımlardır. Ekserisi, zencilerdir.

Vaktiyle, bu ağaların iğdiş edilmiş (hus­ yeleri çıkarılmış) bulunması kâfi sayılır­ mış. Lâkin eski padişahlardan biri gezin­ diği sırada, hadım edilmiş bir atm kısrağa

bindiğini görünce, derhal sarayına dön­

müş. Tavaşî hizmetkârlarından bakiye ne kaldı ise kökünden kestirmiş.

Şimdi artık bu ameliyeyi 8-10 yaşların­

da yaptırtıyorlar. Çok kimsenin bu yüz­

den öldüğü doğrudur. Fakat Habeş hudu­ dundaki ve diğer zenci memleketler yakı­ nındaki paşalar o kadar siyahiyi hadımlaş­

tırıyorlar ki* ölenlere rağmen çok insan

yaşıyor. Bunlar arasında münasipleri, ha­ rem dairesinde hizmet almaları için padi­ şaha gönderiliyorlar.

Zenciler, sarayın bütün işlerine hâkim­

dirler. Kadınlara onlar nezaret ederler.

Sarayın mütebaki kısımlarından ayrı, ken­ dileri için hususi bir daire vardır. Bunlar gayet muntazam ve gayretli muhafızlardır ki, bu yarım erkekleri aldatabilecek kur­

nazlıkta kadın daha anasından doğma­

mıştır.

Harem ağaları, efendilerinin çok kıs­

kanç olduğunu bildikleri için, vazifelerine dört elle sarılmışlardır. Bazan bir kadına

yalnız bakmış olmak, o cüretli erkeğin

hayatına mal olabilir. Padişahların kadın­

ları, kızlan saray bahçesine çıktıkları

zaman, bostancılar ve bahçıvanlar surların etrafım çevirirler, uzun kazıklara perde­

ler, tenteler geçirip, siper ederler. Kendi

yüzleri denize çevrik olarak, hanım sultan­ ların dışardan görülmelerine mâni olurlar.

Kendileri de, haremağaları tarafından fark edilmek korkusiyle bu tarafa bakamazlar. Aksi takdirde kelleleri derhal gider!

Kıskançlık o derecededir ki, kadınlar

bahçedeyken, kayıkların, gemilerin, saraya dört yüz kadem yaklaşmasına imkân ve­

rilmez. Hususi şekilde bekletilen tüfekli

nöbetçiler, yaklaşanlara ateş eder, deniz­ de geniş bir çark çevirmiye onları mecbur kılarlar.

Padişahın içoğlanlariyle mukayyedolan- lar da, gene harem ağalarıdır. Bu içoğlan- lar, umumiyetle Müslüman edilmiş Hıris­

tiyan çocuklarıdır. Bunlar, sekiz yaşla,

yirmi yaş arasında sarayda büyük bir ih­ timamla yetiştirilir. Bazılarına ok atmak,, mızrak kullanmak, ata binmek, yarışmak, güreşmek, okumak, yazmak, şarkı söyle­

mek öğretilir. Bazılarına da istidatlarına,

göre başka şeyler belletilir. Lâkin hepsi de mecburen Müslümanlaştırılır.

Bunlar arasında iyi yetişenler büyük

mevkiler işgal eder. İstidatsız olanlar,

görebildikleri işe göre maaş bağlanarak

birkaç senede saraydan çıkarılırlar, icabet- tikçe bunlardan sopa, kırbaç esirgenmez.

İçoğlanlar, oda oda taksime uğratılmış­ tır. Koğuşta kalabalık yattıklarından gece­ leyin harem ağalarının göz hapsindedirler.

Birbirlerinin yatağına yatmasınlar diye

mukayyed olunur. Çünkü içoğlanlar hadım edilmemişlerdir.

Bu delikanlılar arasında kırk tanesi

hünkârın en yakın işlerine ayrılır. Dördü

de pek ehemmiyetli mevkilere seçilirler:

Padişahın kılıcını taşıyana silâhtar, yağ­ murluğunu taşıyana çuhadar, ibriğini ta­ şıyana ibrikdar, içme suyunu taşıyana da küpdar denir” .

*

Fransız seyyahı, bundan sonra, sarayın dışındaki İstanbul’u ve hayatını anlatıyor r “Beyazıt’ta, şimdi üniversitenin bulundu­ ğu mevkide bir eski saray vardı ki, padi­ şahlar, daha eskiden burada otururlarken,

Thevenot İstanbul’dayken vaziyet değiş­

mişti: ölen hükümdarların karıları, kız­

ları ve gözden düşmüş kadınlar eski sa­

rayda mahpus gibi yaşarlar. Buradan kur­

tulmaları, ancak padişahın onları emni­

yetli bir adamla evlendirmelerine bağlı-

dir’’.

Fransız, burasını bir kızlar manastırına benzetiyor.

“Diğer bir saray, Beyoğlu’nda. Fransız,

sefaretinin yanındadır (Galatasaray ola­

cak). İçoğlanlarının talim ve terbiyesine

hasredilmiştir. Anadolu ve Rumeli yaka­

sında, padişahlara mahsus birçok saraylar, köşkler ve bahçeler daha vardır. Bunlara bostancılar nezaret ederler.

Bostancıların âmiri olan bostancıbaşı,

OsmanlI devletinin en mühim şahsiyetle­

rinden biridir. Sarayda dairesi olan bu zat,

sakal koyuvermek salâhiyetine sahiptir.

Diğer saray mensupları, "kulluk” alâmeti olarak sakal koyuveremezler. Kara ve de­

niz gezintilerinde, bostancıbaşı, padişaha,

refakat eder. Dümen tutar, idam edilecek adamın kafasını padişaha o getirir”.

Genç seyyah, İstanbul’un konaklarını,

konak yavrularını ve evlerini dış mimarisi noktasından beğenmiyor. “Bunlar, büyük­ türler, fakat güzel değillerdir; manastırlar

(5)

gibi dışardan yüksek duvarlarla çevrilmiş­

lerdir. Maksat, hükümdarın kıskançlığını

uyandırmamak olacak, diyor. Iç tezyina­ tında yaldız kullanılır. Yerlere güzel halı­ lar serilir, duvarlar çini kaplıdır. Bütün sa­ lon ve odaların duvar diplerinde, bir ayak yüksekliğinde divan denilen sedirler mev­ cuttur. Türkler, yürümeyi sevmezler, gün­ lerinin büyük bir kısmını bunların üstünde geçirirler. Binalarda harem daireleri var­ dır.

Sık sık yangınlar çıkıp ahşap mahalle­

leri yaktığından yenileri kısa zamanda

derme çatma yapılmaktadır. Bu yangınlar, çok defa tütün içmekten çıktığı için, şim­ diki padişah Dördüncü Mehmet, taklidet-

tiği Dördüncü Murat gibi, tütün içmiye

düşmandır.

İstanbul’da, pek çok da han var. Hanla­ rın ortasında bir kapalı avlu bulunur. A v ­ lunun göbeğinde de bir şadırvan mevcut­ tur. Hanlar, çok defa iki üç kattır. Odala­ rının kapısı, iç avluya bakan sütunlu deh­ lizlere açılır. Odalar, gün hesabiyle kirala­ nırken, odabaşıya bir “açım parası” veri­

lir. Devrin en iyi hanı, Çakmakçılar’daki

“Valide hanı”dır. Bu hana bilhassa

ecne-Bir harem ağası

O zam anki saray kadın larından biri

biler rağbet ediyor. Ucuz kiralık oda bu­ lunuyor”.

Galata şehri, İstanbul şehrinden ayrı bir yer sayılmaktadır. O devirde Galata tara­

fında en görülecek yer, Okmeydanı imiş.

Silâh talimleri; zafer için, yağmur için

merasimle dualar hep burada yapılırmış.

Okmeydam’ndan, kadırgaların, mavnaların

inşa ve tamir edildikleri yüz küsur tez-

gâhlı, kızaklı Kasımpaşa’ya iniliyor. Kap- tanpaşa bu tersanede oturmaktadır. Bü­

tün deniz zabitleri de tersane civarında

oturmaktadırlar. Gayet büyük mahpes

olan esirler zindanı da Kasımpaşa’daymış.

Kasımpaşa ile nefsi Galata’mn arasını

büyük bir mezarlık ayırmaktadır. Galata, İstanbul’un karşısında, bir taraftan bir ta­ rafa kayıkla geçilen epey büyük bir şehir­

dir. Cenevizliler zamanından kalma bir

kulesi, iyi yapılmış güzel evleri vardır.

Burada Rıımlar pek kalabalıktır. Frenk- ler de umumiyetle Galata’da oturuyorlar. Katolik mezheplerinin Galata’da beş mü- essesesi var.

(6)

Galata’-dadır. Pek çok dükkânlar var. O kadar

çok ve mütenevvi balık çeşitlerini ucuz

ucuz satıyorlar ki insan hayret eder.”

Müellifin hoşuna en fazla kılıç balığı git­ miş.

‘‘Rumlar, Galata'da sayısız meyhane iş­

letirler. Bu yüzden de şehire İstanbul’un

baldırı çıplakları üşüşür. Kafayı çekince küstahlaşırlar.”

“Galata’dan, mezarlıklar geçilerek, Bey- oğlu’na çıkılır. Bütün Hıristiyan elçilikleri

ve zengin Hıristiyan evleri Beyoğlu’nda-

dır. Yalnız Avusturya, Polonya, Raguza

elçilikleri İstanbul tarafmdadır.”

Fransız muharrir, Bundan sonra civarı, sayfiyeleri, mesireleri anlatıyor:

Evvelâ Üsküdar'ı tavsiye etmektedir:

Kayıkla buraya gidilirken, istenirse, kız-

kulesine çıkılırmış. "Etrafına birçok toplar dizilmiş. Bütün limanı, Marmara’yı ve Bo- ğaz’ı müdafaa ediyor.” Üsküdar’da padişa­ hın gayet güzel sarayı ve bahçeleri varsa da, Kadıköy tarafı sefil bir kasabaeıktır.

Adalar, dört saat uzakta iyi bir gezinti

yeri. Ahalisi Rum.

“Boğaziçi dünyanın en güzel yerlerin-

dendir ve göz alır. Sahil boyunca ihtişam­ lı yalılar ve türlü meyva ağaçlariyle süslü bahçeler vardır.”

Müellif Rumeli yakasını bilhassa belirt­

tikten sonra, gözlerini Anadolu kıyısına

çeviriyor:

"Anadolu yakasında güzel bir kule var”

diyor. Herhalde, bu, Çengelköyündeki

Kule bahçesi olacaktır.

"Şimdiki padişah Dördüncü Mehmed'in

babası Sultan İbrahim, bütün kardeşlerini

öldürten Dördüncü Murad’m zamanın­

da işte bu kuleye kaçırılıp saklanmış ve

öldürülmekten kurtarılmışı!). Kule, yük­

sek ağaçların arasına gömülmüştür ve

orada unutulmuş gibidir. Gidip burasını

ziyaret edenler pek azdır.”

Boğaziçi’nin Karadeniz’e en yakın kıs­ mında, iki yakada, itibarlı kimselerin hap­

sedildikleri kaleler var. Bu kalelerin asıl

vazifesi, İstanbul’a kadar baskın vermeleri

muhtemel kazaklara karşı durmaktır.

Çünkü bu kaleler olmasa, üç dört saat

içinde Karadeniz’den buraya akın edebilir­ ler.

*

Müellifin ramazanı ve bayramı anlat­

ması da hoş. Evvelâ arabi ayların uzun

uzun tarifinden işe başlıyor. Ramazanda

hilâl görme telâşını hikâye ediyor.

Ramazanda, oruç bozmak için top atı­

lınca, minarelerde kandillerin yanmasını

eski bir Müslüman Türk ananesi olarak belirtiyor. Kandillere birçok şekiller verir­

ler, diyerek mahya âdeti üzerinde duru­

yor.

Türkler, ramazanda, gece ile gündüzün

mevkilerini değiştirirler, demek, iyi hoş

bir tariftir. Zira, gündüz boyu uyurlar, ge­

celeri ise, sokaklar, kahvehaneler insan

denizine dönüyor. Kahvehanelerde sazcılar, karagözcüler hüner gösteriyorlar”.

Harbde ve seyahatte oruç yemek, ilerde kaza etmek şartiyle mümkündür. “Fakat doğrudan doğruya oruç yiyenler de bulu­ nuyor.” Oruç yiyenler tutuldukları takdir­

de adamakıllı dayak cezasına çarpılıyor­

lar.

“İstanbul’da beni sık sık ziyaret eden

Müslüman Türkler vardı. Bana geldikleri

zaman ramazanda gündüzün karınlarını

doyururlardı. Tanıdığım bir sipahi askeri de, oruç yedikten başka, haram olan do­ muz etini de yerdi. Elde edebildiği kadar şarap içerdi.

Bahsettiğim sipahi, Ramazan günü, yarı sarhoş bir halde, dervişlere misafir gitmiş. Dervişler de, sipahiyi bir odaya çekerler. Hayır, dayak atmak için değil. Meğer on­ lar da şarap içiyorlarmış. ikramda bulun­ muşlar. Sipahi, mürailik edip :

— Ramazan günü nasıl olur? demiş. Bunun üzerine dervişler, kendilerini ele vermesin diye, sipahiye zorla işret ettir­ mişler.

— İçmezsen seni öldürüp keseriz. Ten­ ha bir köşeye atarız! demişler.

Çünkü ramazanda içki içene ölüm cezası verilir.

Sipahi, başından geçen bu hâdiseyi bana hikâye ettikten sonra şunları söyledi:

— Ramazanda içki içenleri, gırtlakların­ dan aşağı kaynâmış kurşun akıtarak öldü­ rürler. Şakaya gelmez... Bereket versin bu

ceza pek seyrek tatbik edilir. Ekseriya,

alelâde ölüm cezası verilir.

Ramazandan sonra semada hilâl görü­ nünce, bayramın geldiği, saray civarındaki topların atılmasiyle ilân ediliyor. Ramazan ve bayram geceleri arasında pek az fark var. Fakat gündüzleri vaziyet başkalaşı­ yor.

Sokaklara çiçeklerle, ağaç dallariyle

süslenmiş salıncaklar kuruluyor” .

Thevenot, sonra, uzun uzadıya “kolan

vurmayı” yeni bir şey gibi anlatıp, bu

usulün Avrupa’da mcvcudolmadığı fikrini bize veriyor:

“Sallanmayı arzu edenler, salıncağın tah­ tasına oturarak ipleri tutuyorlar. İki kişi, biri bir tarafa, öbürü diğer tarafa geçerek

iplerin uçlarını yakalıyor. Nöbetleşe, ipi

bütün kuvvetleriyle çekerek sallanıyor­

lar. Âdeta semalara fırlıyorlar. Bu salın­ cak eğlencesi bir akça iledir. Salıncak yer­ lerinde davul zurna da çalınmaktadır.

(7)

ram müddetince, sokaklarda bu davul zur­ nalar, sabahtan akşama kadar devam edi­ yor. Tam üç gün üç gece...”

Dönme dolapları da uzun uzun tarif et­

mesine göre, garpta bunun bulunmadı­

ğına dair insana şüphe geliyor:

“Salıncaklardan başka, bizim değirmen çarklarını hatırlatan dönme dolaplar var!

Küçük, hattâ yaşlanmış Türkler,

bayram günleri, bunların hanelerine girip oturuyorlar. Çark dönmiye başlıyor. İnsan havaya yükselip aşağı iniyor, tekrar yük­ seliyor.

Bayramda bu çeşit eğlenceler de ' var.

Sokaklar hıncahınç. İnsan, zorlukla geçe­ biliyor.

Bayram günleri, ecnebilerin sokağa çı­

kıp dolaşmaları epey tehlikelidir. Zira

bayram günleri işret etmek serbest oldu­ ğu için, insan yollarda sayısız sarhoşlara

tesadüf ediyor. Bunlar arasında bâzdan

hançerlerine sarılıyorlar.

Bu hali haber verdilerse de, gene mera­ kımı yenemiyerek, bayramın ikinci günü, Hıristiyanken Müslüman olmuş bir siyahi İle beraber şehri dolaşmıya çıktım. Frenk

kılığında çıkmıştım. Böyle bir maceraya

atılmam, az daha hayatıma mal olacaktı. Ekserisi yeniçeri olmak üzere, sokaklar­ da birçok insan, ellerinde birer gülabdan,

halkın üstüne başına birkaç damla gül­

suyu serpiştiriyorlardı.

Sonra, öbür ellerini uzatıp, bahşiş bekli­ yorlardı (Yeniçeri ki, asker... Devletin o halini tasavvur etmeli!) Para vermiyenler olursa, ensesine yapışıyorlardı.

Benim de başıma iş açılacaktı.

Bu bayram, TUrklerin en büyük günü­ dür. Çok beğenilecek âdetleri var. Düş­ manlarının bütün kusurlarını affediyorlar; onlarla barışıyorlar. Eğer birine karşı yü­

reklerinde kin beslerlerse, dinî vazifele­

rini yapmadıklarına inanıyorlar.

Bayram günleri içinde bir tanıdığa

sokakta rastlayınca, kucaklaşıyorlar, bay­

ramlaşıyorlar. Bu üç güne "büyük bay­

ram” ismini vermişler. Yetmiş gün sonra kurban bayramında da Mekke’de hacı ol-

mıya gidiyorlar. Bu bayram zilhiccenin

onundadır.

Muhammed (Hazreti Peygamber) in doğ

duğu on iki rebiülevvel tarihi, mevlittir.

Kandiller yanar. O sabah, padişah, Sultan­

ahmet camisine gider. Mabede saraydan

şeker ve şerbetler götürülür. Duadan sonra halka dağıtılır” .

Bundan sonra, müellif, diğer kandilleri­ mizi ve bu kandillerdeki mahyalarımızı an­ latıyor.

(Devam edecek) ★ ★ ★

Tarih bir tekerrürden ibarettir

U çağın , B irinci Cihan Harbinde başlıyan f i ili harb v a s ıta lığ ı, m üteakip h arblerd e onu daha

m ütekâm il hale koym uş ve her geçen gün de

k oym a ktad ır.

Bugün pek çok ç e ş itle ri bulunan ta y y a re ler, “ p ire ” denilen en küçük şeklinden “ d e v ” adlı hakikî d e v cü ss elile rin e kadar türlü büyüklükte, türlü harb işle rin d e k u lla n ılm ak ta dır.

Karada v e denizde en büyük teh lik e bunlar v a s ıta s iy le havadan gelm ek te v e tepeden inme b elâla r ya ğd ırm a k ta v e bu â fetlerd en ya ln ız sahaları v e va sıta la rı d e ğ il şe h irler de kurtu- lam am aktadır. Şu halde uçak, h arbler için baş­ lıca mühim va sıta lard a n d ır.

İk in c i Cihan Harbinde den izlerd e k o n v o y la rı v e A lm a n ya ’ da şeh irleri harabeden uçaklar, Ja­ pon ya’ yı harb h a rici eden H iroşim a hâdisesinin de â m ilid irle r. Bugün atom , hid rojen v e daha y e ­

ni isim le rle dü nyayı dehşete düşüren bom balar

da gene u çaklara m uhtacolduğuna v e gen e

u çaklarla askerî k ıta la r sevk ed erek tepeden

in d irm eler ya p ıld ığ ın a g ö re uçak a rtık en g ö z ­ de v e en mühim harb v a sıta sı olm ak va sfın d a b irin c iliğ i m uhafaza etm ek te d ir v e ed ec ek tir.

Deniz altın d a se y ir eden harb gem ilerin in b i­ le elinden ku rtu lam adığı bu korkunç va sıta g e ­

çen büyük harbe nazaran a k ılla rı durduracak

m ütekâm il ş e k ille r alm asına rağm en bunun b ö y ­ le k a lm ayıp daha ha yret v e ric i hale so k u lacağı a n laşılm ak tadır.

Y u k arık i resim d e B irin ci Cihan H arbinde bir ta y y a re filosunun harb sahaları ü zerinde uçuşu görü lm ek ted ir. U çakların daha pek çok harblerde b ö yle c e se y ir ed ec eği v e tarih in bu safh asını tek ra r ed e c e ğ i gö rü le ce k tir.

★ ★

(8)

K adın ların eski b ir havu zbaşı âlem i

ÜÇ YÜZ SENE EVVEL TÜRKİYE VE TÜRKLER

Eski Türklerin adaletini fetva yoliyle idare edenler — Müfti-ül-enamm öldürülmesi caiz değildi. F akat bâzı padişahlar onun da kolayını buldular- — Türk kadınları çok güzel ve şıktırlar — Papucunu kadı huzurunda ters çevirenler — Cenaze evlerinden kopan yaygara — Türkler çok iyî insanlar, fakat kusurlarını da sayayım — Falakadan çürüyen etler, kan­

gren olmasın diye usturayla kesilirdi — Zoraki cellât tüccar Fransız’ın herzesi — Müslümanın kurtulamadığı idamdan Hıristiyan nasıl kurtulu­

yor? — E sn a fa verilen cezalar yüzünden turfanda pahahhğı yok.

Y azan : Fransız seyyahı Jean de Thevenot

in

Memleketimizi üç yüz yıl evvel ziyaret

eden Fransız seyyahı ThĞvenot seyahat

hâtıralarında şöyle diyor:

“Bütün dinlerin -şüphe zuhurunda mü­

minleri aydınlatacak ve törenleri idaıre

edecek- rahipleri yahut reisleri olduğu

gibi, Türklerin de din adamları var. Bun­ lar âlim insanlardır, mütemadiyen Kuran’ı

incelerler. En başları müftidir ki, bizim

papanın itibarını -haiz. Lâkin, müfti-ül-

enam denen şeyhülislâm, din adamlarının

seçmesi neticesinde değil, padişahın tâ­

yin etmesiyle vazifelenir. Bu da daima ule­

madan biridir; Kuran’ı iyi bilir. Mânevi,

meselelerde hep onun fikri alınır. Fetva de­ nen yazılarla mütalâasını söyler. Müftü,.

(9)

bütün diğer Türkler gibi evlenebilir. Müs- lümanlar, bu zata çok itibar ederler. M üf­ tü, sarayı ziyarete gittiği zaman, padişah onu görünce ayağa .kalkar. Birkaç adım yürür ve çök itibarlı selâm verir.

Türkler, bir müftünün idam edilmesi ca­ iz olmadığı fikrindedirler. Halbuki kendi iradesinden başka kanun tanımıyan Sultan

Murat, içlerinden bir tanesini öldürtmek

istemiş, onu huzuruna çağırtmış ve sor­ muş;

— Seni kim müftü yaptı ? — Sen yaptın, padişahım. Sultan Murat cevap vermiş:

— Öyleyse, ben kendimin yaptığını

kendim bozabilirim!

Demiş ve müftüyü boğdurmuş.

Şimdi tahtında bulunan Sultan Mehmet, ki fikrimce, amcasının misallerini iyi tak-

lidediyor, ben İstanbul’dayken Hocazade

Efendi isimli birini öldürttü.

Müftüyü evinden girip aldılar. Bir ka­ yığa yahut gemiye bindirip Bursa'ya gö­

türdüler. İstanbul’da, onun öldürülüp öl­

dürülmediği uzun müddet bilinemedi. Bâ- zıları, İstanbul adaları önüne kayık var­ dığı zaman boğdurulduğunu, bâzıları da

Bursa.’da henüz benhayat bulunduğunu

iddia etti. Lâkin ben, bir müddet sonıra

Bursa’ya gittim. O zaman müftünün boğ­ durulduğunu ve bir tekkeye gömüldüğünü

haber aldım.Kafasını kesmeyip boğdurul­ ması dikkate şayandır, çünkü bu şekilde kam dökülmemiş, büyük bir günahtan kaçınılmış oluyor. Yüksek rütbeli insan­ ların umumiyetle boğdurulmasının sebebi budur.

Boğulan Hocazade Efendi, öğrendiğime

göre, padişahı öldürtmeyi istemekle it­

ham olunuyormuş; tahta, padişahın bira­ derini çıkartacakmış. Fransız elçisi Mösyö de la Haye bir kere kendisine ziyafet ve­ rip ben de bulunduğumdan müftüyü şah­ sen görmüştüm, sert bir insandı. Bütün

Hıristiyanların büyük düşmanıydı. Rum-

lar, her şehirde bir tek kilise bırakılma­ sına karar vermiş bulunuyordu.

İstanbul’da oturan tek müftü, koca im­ paratorluğun bütün işlerini idare edemi- yeceğinden, kazaskerler, acele hususlarda müftülük vazifesini görürler. Çünkü onlar da Kuran’ı ve şeriatı iyi öğrenmiş kimse­

lerdir.

Kazaskerlerin bulunmadığı yerlerde

mollalara baş vururlar. Bunlar, kadıların şefleridir. Kazasker ve mollaların bulun­

madığı yerler dahi mevcudolduğundan,

oralarda kadılar vazifeyi üzerlerine alır­

lar- Kadı, cemaatin işlerini idare ettiği

gibi, lıer mcvzudaki dâvalara da bakar.

Camilerde vazife alanların ise şefleri

imamdır; bizdeki Cuıre’ye tekabül eder.

*

İmamın, müezzinin, hocaların vazife

ve mevkilerini izahtan sonra, Fransız

seyyah, dervişlerin izahına geçiyor; bil­

hassa mevleviler üzerinde duruyor; bu

tarikatin âyin şeklini uzun uzadıya anlat­ tıktan sonra, “rüzgâra tutulmuş yeldeğir- menleri gibi sel ayaklan üzerinde dönü­

yorlar’’ diyor. Gördüğü manzarayı pek

beğendiğini ifade ediyor. Hazreti Mev-

lânâ, azizler arasındadır, diye sözünü ta­ mamlıyor.

Sonra, izdivaç bahsine geçip nikâhlan- ma.ktan, muhtelif kadınlar, bu arada ca- riyeler almaktan ve bunları boşamaktan, azâdeylemektem dem vuruyor;

“Hulâsa, Türkler, dört kadına kadar

alabilirler ve ne zaman isterlerse kadınla­ rından ayrılırlar. B ir kadı efendinin kar­ şısına çıkıp “Aley.ke talâk be-telâti’’ yâni

“üç kere seni boşadım!’’ demek kâfidir.

Eğer bir erkek, kadını gelişigüzel boşar­

sa, ana mihrini vermiye mecbur kalır.

Lâkin boşaması esaslı bir sebebe dayanı­ yorsa, parayı ödemez. Boşanmış bir kadın, dört ay geçirmeksizin evlenemez. Hâmile olup olmadığı bu şekilde anlaşılır; irsi­

yetler de böylelikle karışmaz. E ğer bir

erkek nikâhlı karısını boşarsa, suç kadın­ da cılsa dahi, tekrar evlenmek icabettiği

takdirde, kadının ara yerde başka bir

erkekle evlenmesi gerekir (Müellif, bura­ da talâkı selâseyi karıştırdığını, yukarıki ifadesinde de göstermiş oluyor).

Türkler, istedikleri kadar cariye ala­

bilirler. Cariyenin sahibi bulundukla­

rından ona her arzu ettiklerini yaparlar. Bütün kadınlarının çocukları ayni derece­ de meşrudur. Türkler, yakın akrabalariyle evlenmezler.

izdivaçtan bahsetmişken, Türk kadın­ larını anlatmak da faydadan hâli değildir. Türkiye’de kadınlar umumiyetle güzel­ dirler, yakışıklıdırlar, kusursuzdurlar, çok

beyazdırlar. Çünkü dışarı nadiren çıkar­

lar; sokaktayken de örtülüdürler- Tabii

güzelliklerine ilâveler de yaparlar. Çünkü kaşlarına rastık, göz kapaklarına sürme

sürerler. Tırnaklarını da kına ile boyu-

yorlar. Gayet temiz ve bakımlıdırlar. Çünkü haftada asgari iki defa hamama giderler. Vücutlarında ne yağ, ne kıl vardır.

Takriben erkekler gibi giyinirler. So­

kağa çıktıkları vakit yaşmak, ferace kul­

lanırlar. Gayet sıktırlar. Hattâ kocaları

fakir olsa dahi, kıymetli kumaşlar alırlar. Fakat bu kadınlar son derece tembeldir­

ler. Bütün günlerini sedirler üzerinde

(10)

geçirir--ler- İşleri ancak oya yapmak, gergef do­ kumak!... kocalarının azıcık parası olsa

hizmet gördürmek üzere bir cariye

satın alır. Bu işsizlik lyüzünden ahlâkları bozulur- Zihinlerini hep keyif ve eğlence aram akla meşgul ederler.

Türkler, kadınların cennete gideceğine

İnanmaz (bunu şaka diye söylemişler,

sahi zannetmiş olacak. Zira İslâmiyet

esasları meydandadır); kadınları ancak

düşünebilen mahlûkat sayarlar. Bir atı na­ sıl 'hizmetlerine alıyorlarsa kadını da aynı telâkki ile alırlar. Kadınları çok olduğun­ dan aşklarım kendi cinsiyetlerine hasret­

tikleri çok vakidi'r. Zavallı kadınlar da

kocalarından bulmadıklarını başka yerde atarlar. Bunun üzerine erkeklerde kıs­ kançlık başlar. Diğer erkeklere karıları­

nın görünmemelerini isterler. Yüzünü,

hattâ ellerini gösteren bir kadın namus­ suz sayılır. Kaıba etlerine kamçıyı yer.

Türkler kadınlarını hattâ camiye yolla­ mıyorlar. Erkekleri ibadetlerinde şaşırt­

masınlar diye imiş! Kadınlar çarşıya hiç

gitmiyorlar; kocalarının dükkânına da gir­ miyorlar (Tarihimizde bâzı pek sıkı devirler

olmuştur. Müellifin böyle bir devri anlat­

tığı görülüyor. Yoksa, Türk kadınları

umumiyetle elbet daha serbesttiler). Bir

erkek, en samimî arkadaşına bile karısını

çıkarmaz. Hulâsa kadınlar, • takriben hiç sokakta görünmüyorlar. Hamama ve yakın akrabaya gitmek müstesna...

Çıktıkları zaman, harem ağaları ka­

dınlara nezaret etmektedir- Böylece, ka­ dının kocası ne kadar yüksek mevkideyse,

kadının hürriyeti de o kadar tahdidedil-

miştir. Kadınlarda kocalarım boşamak

■hakkı yoktur. Ancak kocası muhtaç bu­

lunduğu şeyleri getirmezse, kadına bo­

şanmak haıkkı verilir. Bu nesneler de ek­ mek, pilâv, kahvedir; birde haftada iki kere

hamama gitmek parasıdır. Bu takdirde,

kadın kadı efendinin karşısına çıkar, ta­ lâk ister; çünkü kocası onun ihtiyaçlarını

temin edememiştir. Kadı, tahkikatta bu­

lunur, iddiaların yelinde olduğuna kana­ at getirirse, boşanma kararı verir.

Bir erkek karısına tabiat dışı muame­ lede bulunmııya kalkarsa .kadın gene talâk

istiyebilir. Kadın, kadı efendinin karşı­

sına çıkar, ayakkabısını ters koyar1, kadı

da bu rumuzdan mâna çıkarıp boşanma

kararını verir. Üstelik .kocaya iyice bir sopa çekilir.’’

*

“Türkiye’de biri ölürse, komşuları haberi

kolay öğrenirler. Çünkü evde bulunan

kadınlar feryatları koparırlar. Büyük bir

«sjpz

;t } w " 4

B o ğ a z iç i’ nin eski halini eö steren bir ta b lo (A llo m ’ dan a lın m ış tır)

(11)

yeise kapıldıkları anlaşılır. Ahbapları,

komşuları da ziyarete gidip. birlikte

ahenge koyulurlar. Misafirler, teselli için

değil, birlikte ağlamak, bağırmak için

giderler.

Meselâ/ adamın dul karısı : “Beni se­

verdi, her ihtiyacımı yerine getirir/di!”

der, hep birlikte bağrışırlar'. Öyle haykı­ rırlar ki. kıyamet kopuyor sanırsınız. Bu hal saatlerce böyle sürer. Lâkin misafir

yokken ev halkı susar. M isafir gelince

gene ıbaşlar. Bu minval üzere aylarca,

bazan seneyle devam olunur.

Ağlamasını bilmiıyenler ve beceremi-

yenler, parayla ağlayıcı tutarlar” (Bunlar, daha ziyade gayri Islâmi âdetlerdir, im pa­

ratorluğa dahil bâzı Müslüman ekalliyet­ lerin huylarıdır).

Ölüye gusül aptesi aldırmak usulün­ den bahsederken, müellif: "Türkler o ka­

dar temizdirler ki, ölüyü bile yıkarlar”

diyor- “Sonra cenazenin etrafında buhur yakarlar, kötü ruhların böylece temizlen­ diğini söylerler”.

Tabutu, tabutun başındaki kavuğu,

gömmeyi anlatırken şu enteresan malû­

matı da veriyor: O devirde, Türkiye’de,

ne Müslümanlar, ne Hıristiyanlar, ölüyü

tabutla gömmezlenmiş ( ?) •

“Cuma günleri, Türkler, mezarların üze­

rine yiyecekler, ¡içecekler bırakıyorlar.

Yolcular, bunları arzu ederlerse yiyebili­

yor, içebiliyorlar1. Bu da. Tanrıyı mem­

nun etmek ve rahmet toplamak içindir”. *

“Türklerin usullerini, âdetlerini böyle

uzun uzadıya, anlattıktan sonra, huyların­

dan bahsetmek de faydalı olacaktır. Hıristiyan dünyasında çok .kimse Türk­ lerini hain, barbar, imansız olduklarını sa­ nır. Fakat onları tanıyan, onlarla konu­

şanlar, bambaşka kanaat beslerler.

Çünkü Türklerin iyi insanlar oldukları

muhakkaktır. Tabiatin bizleri sevk ettiği

şu umumi kaideye onlar da tâbidirler :

Sana yapılmasını istemediğin şeyi başka­ sına da yapma...

Ben, burada Türkler derken, normal

Türklerden bahsediyorum. B ir dini bıra­ kıp onların dinine geçenlerden bahsetmi­

yorum. Çünkü böyleleri Türkiye’de pek

çoktur ve her türlü fenalıkları yapmıya

müstaittirler. Onlar, Allaha sadık olmadık­ ları gibi insanlara da sadık değiller. Lâkin doğuştan hakikî Türk olanlar çok namus­

lu insanlar. Karşılarındaki ister Hıristi­

yan, ister Yahudi olsun, namuslulara,

hürmet etmesini biliyorlar. Bir Türk’ü,

hattâ bir Hıristiyanı aldatmanın, soyma­ nın caiz olmadığı fikrindedirler.

-'afi. .

Benim böyle demem üzerine, Türklerin. frenklere niçin o derece zararlar getirdi­

ğini soranlar olacaktır- Bu fenalıkları

yaptırtanların gene Hıristiyanlar ve Ya- hudiler olduğu muhakkaktır. Onlar, bir-, birlerini batırmak üzere Türkleri kışkırtı­ yorlar. Yakın Doğudaki frenkler arasında

da böyle hisler olduğunu gördüm. Türk’ün nazarında murabaha büyük suç­

tur ve memleketlerinde az murabahacı

vardır. Çok sofu, çok iyilik Sever insan­ lardır. Dinlerine çök bağlıdırlar; hepsi de, bu dini dünyaya yaymıya uğraşırlar. B ir Hıristiyanı kıymetlendirdikleri yahut sev­ dikleri zaman Müslüman etmiye çabalar­ lar. Hükümdarlarına sadıktırlar, ona bü­

yük hürmet beslerler. Körü körüne ona

itaatte bulunurlar. Devletlerine ihanet

eden bir Türk’e raslanmaz, Hıristiyan

tarafına geçmezler.

Türkler hiç kavga etmez. Şehirde kılıç

taşımazlar. Hattâ askerleri bile şehirde

kılıçsızdır. Sadece hançer gezdirirler. Az

dövüş ederler. Düello, âdetleri araşma

girmemiştir. Muhammed’in akıllıca siya­

seti, şarap ve kumarı menettiği için dü­

elloya ihtiyaçları kalmamıştır. İyi Müs­ lümanlar sahiden de hiç şarap içmiyorlar.

İçenler, hareminden mahrum .kalıyorlar.

Afyon kullananlar ve sarhoş eden balık otunu yiyenler, keza...

Muhtelif oyunlar oynasalar da kumar

değildir. B u sebeple kavga çıkarmazlar-

Eğer aralarında kavga çıkarsa, yoldan

ilk geçen onları barıştırır. Şikâyetçi mev­

kiinde olan, dâvâlıyı, şahitlerle birlikte

adalet huzuruna çağırınca, dâvâlı gitme-

mezl’.k edemez. Alksi takdirde mahkûm

olur. Adalet huzurunda her iki taraf, va­

ziyeti anlatır. Kabahatli mahkûm oluır,

hakettiyse ekseriya dayağı yer.

Türkler gayet kanaatkardırlar, et ye­ mek hususunda, ifrata varmazlar. İyi ye­

mek yemek kaygusunda değillerdir. Usta

aşçıbaşılar bu memlekette fuzulidir. Yaşa­ mak için yiyorlar, yemek için yaşamıyor­ lar denilebilir.

İşte haklarında söylenecek iyi cihetler, takriben bundan ibarettir.

Kusurlarına gelince, pek çoktur. Türk­ ler, kendilerini herhangi başka milletten

üstün sayarlar. Dünyanın en kahramanı

olduklarına kanidirler. Nazarlarında dün­ ya kendileri için halk olunmuştur. To|çye-

kûn bütün öbür milletleri hor görürler.

Bilhassa Müslüman olmıyanlar, meselâ

Hıristiyanlara ve Yahudilere ehemmiyet

vermezler. Hıristiyanlar!, umumiyetle

köpek sayarlar.

(12)

Türkler vardır ki, sabahleyin evden çıkın­

ca bir Hıristiyana yahut Yahudiye ras-

larsa derhal evlerine girer, euzü besmele çekerler. Zira, şeytan görmüşe döndükle­

rine inanırlar. Ayak takımı Hıristiyanla

bilhassa frenkle alay etmeyi marifet sa­ yar. Bu da bizim elbise şeklimizin gayet

tuhaflarına gittiğindendir. Bize, “kuyruk­

suz' cinsten maymun” derler.

İstanbul’da, frenklere pek o kadar ta­ arruz olmaması, gerek sık ülfetten, ge­ rek taarruz vukuunda ceza görmektendir. Bununla .beraber, sarhoşlar, geçen fren.k- lere bir değnek indirmekten geri kalmaz­ lar.

Şahsıma gelince, hiçbir taarruza uğ­

ramadım. Yalnız bir gün başka bir Fran­ sız’la İstanbul’da yeniçerisiz dolaşırken, mahalle çocukları arkamızdan çürük mey- valar attı. Fakat dükkânlardan esnaf çı­ kıp haylazları kovaladı, bizi de kurtardı. İstanbul’dan ayrılacağım sırada, Fran­ sız elçisi ile vedalaşıyordum. Bana, ika­ metim sırasında başıma bir belâ gelip gel­ mediğini sordu. “Yalnız bir kere şapkamı

yere attılar!” dedim. Çünkü şapka, Türk­ lerini sinirine dokunuyor. Sefir, bana çok bahtiyar olduğumu söyledi. Başka frenk­ lere kıyasla ucuz atlatmışım badireyi!

Türkler ilimle az meşguldürler. Okuyup

yazmakla iktifa ederler, Kuran okurlar,

bu mukaddes kitaplarının içinde hukuk da

vardır. İçlerinden bâzdan nücum ilmine

-astroloji’ye- meraklıdır. Başka ilimlerle uğraşanlar azdır.

*

Türklerin en alelâde cezaları falakadır, yahut kaba etlere atılan değnektir. F ala­ ka, iki ucu delikli kalın bir sopadır. De­ liklerden geçen ipe, yere yatırılan mah­ kûmun ayakları sokulur ve sopayla ipler

arasında sıkıştırılır. İki adam, falakayı

kenarlarından tutar. İp gerilmiştir. Mah­ kûm kımıldanamaz, çünkü omuzları üze­ rinde kalmıştır. Diğer iki adam, sopa ya­ hut küçük parmak kalınlığında değnekle tıpkı nalbantların örste nal dövme hare­

ketini hatırlatarak zavallının tabanına

münavebe ile darbeleri indirirler. Aynı

zamanda da kaçıncı daıbeyi vurduklarını

yüksek sesle ilân ederler. Falaka emrini

verenin tâyin ettiği sayı kadar, yahut o

âmir “elverir!” deyinciyedek, bu değnek

faslı sürer, gider.

Mahkûmun gözlerinin yuvalarından uğ­ raması. cezanın şiddetini göstermiye kâ­ fidir. İçlerinde bazıları aylarca tabanla­ rına basamazlar, çünkü üç dört yüz değ­

nek vurulduğu vahidir. Lâkin otuz darbe­ yi hiçe sayanlar çok.

E ğer değnek kaba etlere vurulacaksa,

mahkûm yüzükoyun yatırılır. Onun üze­

rinden darbeler iner. Bazan beş altı yüz

darbe indirilirmiş; bu, âzami imiş. Bir

adam, bu cezaya uğrayınca, şişen, çürüyen

etlerini ustura ile kesmek icabedeımiş.

Aksi takdirde kangren olabilirmiş. Bövle- leri iyileşinciye kadar beş altı ay yatakta kalırlarmış; ancak ondan sonra oturabilir­

lermiş. Cezayı hak eden kadınlar da bu

şekilde dayak yerlermiş. Onlara falaka

olmazmış.

Türkler, bu cezayı sık sık ve basit se­

beplerle verirler. Efendiler, uşaklarını,

kölelerini aynı şekilde terbiye eder. En

ufak kusurda kötek. Onun içindir ki,

maiyet, hizmeti fevkalâde görüyor. H iz­ metkârlar, duvar dibine bütün gün hevkel gibi dizilir, alesta emir beklerler, elpençe

divan dururlar. Bir göz uciyle işaret ar­

zunun yerine getirilmesi için kâfidir. Mekteplerde de hocalar, Hıristiyan âle­ mindeki kamçı cezası yerine falakayı kul­ lanırlar.

İdam cezasını yiyenlere yapılan işken­

celere gelince, asmak, uzuvları ayırmak,

kazıklamak, kancalamaktır.

iBirini asılmak üzere götürdükleri za­

man, yolda bir Hıristiyana Taslarsalar, zorla cellâtlık ettirirler. Bir seferinde bir Fransız tüccara, bu iş havale edilmiş. B ir türlü yakaıyı sıyıramadığı için ister iste­ mez hizmeti görmüş. İki kişiyi astıktan sonra:

•— Başka yok mu? diye sormuş. Vay sen misin soran! Türkler, “Vay !

silsilemizi kurutmak istiyor bu!” diye

öyle kızmışlar ki, arkasından taşlar yağ­ dırmışlar. Tüccar, güç belâ kaçmış, kur­ tulmuş.

K afa kesmek hususunda çok ustadırlar. B ir darbede işi görürler. Kazığa çakmak cezası İstanbul’da nadirdir. Kancalamak

cezasına gelince, yukarıdan, mahkûmu,

kancalarla dolu bir yere atarlar. Bu kan­

calar, kasaplarınkine benzer. Mahkûm,

düşerken, mutlaka o kancalardan birine ta­ kılır. Eğer vücudunun orta kısmındansa, bedbahtlığı daha az demektir, çünkü ça­ buk ölür. Çünkü eğer kanca, zararsız bir

yerinden vakaiıvacak olursa, adanmağız,

üç dört gün inliyerekten, aç, susuz can ve­ rir.

Bu ceza çok zalimane sayıfdığından

Türkler art’k bunu kullanmıyorlar. MUs-

lümanken Hıristiyan olmuşları, omuzla­

rına bir çuval barut, kafasına ziftli bir

(13)

külah koyarak diri diri yakıyorlar. Lâkin Mıuhammed’in dinine aykırı bir şey yapan

veya söyliyen Hıristiyanlar, yahut bir

Türk kadını ile yakalananlar, veya bir

camiye girenler, kazıklanıyorlar. Mama­

fih, Hıristiyanların muayyen saatlerde zi­ yaret edebilecekleri camiler mevcuttur.

Hıristiyanlara ölüm cezası kesilen baş­ ka durumlar da mevcuttur. Ancak, suçlu

Hıristiyan; İslâm dinini kabul ederse

ölümden kurtulur. Müslürnanlar, aynı

'cezayı işledikleri takdirde kurtulamazlar.” *

“Türkler, her işde nizam ve intizamı o kadar severler ki, usullerin bozulmama-

sına son derece riayet.kârdırlar. Bu se­

beple zaptu raptı sağlıyan teşkilâtları

kuvvetlidir.

Çarşı pazarda her şeyin bol ve ucuz ol­

masına çabalarlar. Türkiye’de onun için,

bizim memleketlerde olduğu gibi turfanda yemişler altın bahasına değildir. N e satıl­ sa, her mevsimde makul, ehven fiyatadır-

Yemişlerini erken mevsimde yetiştirip

getirmek zahmetine katlanan, başkaların­

dan evvel parasını kesesine indirmekle

iktifa eder. Eğer Türkiye’de mallarını

pahalı satmak istiyen biri zuhur etse derhal adaletle çatışır; falakaları yer, üs­ telik para cezası verir.

Bunun içindir ki, zaptu raptla vazi­

feli subaylar, tacirleri kontrol ederler.

Dirhemde hile, fiyatta pahalılık görür­

lerse derhal yıkarlar, cezasını verirler.

Onun içindir ki, bir çocuğu alış veriş için korkmadan çarşıya göndermek mümkün­ dür. Çocuk ne almak istediğini söylesin, elverir. Onu aldatabilene aşk olsun! Çün-

ki zaptu raptla vazifeliler cacuğa ras-

lar. Kaç para verip ne aldığını tahkik

eder. Piyasanın dışına bir vaziyet varsa bitti satan esnaf!

Ben, pahalıya kar satan birinin falaka

yediğini seyrettim. Diğer bir esnaf da,

bir çocuğa eksik soğan verdiğinden fala­

ka yiyordu. Onu da gördüm. Hilekârlan

teşhir etmek, rezil etmek tarzında da bir cezaları var- Boyunduruğa benziyen çın­ gıraklı bir nesneyi kafasına, geçiriyorlar. Bu kepaze vaziyette adamı şehirde dolaş­ tırıyorlar. Herkes onu görüyor, alay edi­ yor.

Sokaklardaki kavgalara, nizamsızlıkla­

ra halk çare bulmakla mükelleftir. Bir

sokakta kimin öldürüldüğü malûm olmı- yan bir Müslüman, Hıristiyan yahut Y a ­ hudi cesedi bulunsa, o sokak halkı da dik­ katsizliğinden dolayı mesul tutuluyor, ce­

zayı veriyor. Bir adamın kan diyeti beş

yüz kuruştur- Onun için herkes evinin

önünde gürültü çıkmamasına dikkat edi­ yor. Yahut belâ çıkarana nişan koyuyor. Bu kaideye Türkler fevkalâde riayet edi­ yorlar. Lâkin Hıristiyanlara, ekseriya ada­

letsizlik oluyor.

(Ben İstanbul’dayken, bir zavallı Rum, Galata’da elinde çiçekle gidiyormuş. Mey­ haneden çıkanlar çiçekleri istemişler. O da bir sarhoşa vermiş, öbürüne vermemiş; kendine de lâzım olduğunu söylemiş. S ar­ hoş, Rum’a bir hançer savurup kaçmış.

Bu hâdise, Jakoben’lerin önünde cereyan

ettiği için, zavallı Rum, onların avlula­

rına girmiş, imdat istemiş. Lâkin tam

avluda ölüvermiş. Galata voyvodası hâdi­ seyi duyunca, bu din adamlariyle komşu­ ları olan Fransız tüccarından kan diyeti

istemiş. Lâkin bereket aradan dört gün

geçmedi ki, Galata voyvodası boğduruldu, bizimkiler de diyeti ödemediler. Korktuk- lariyle kaldılar.

Geceleri nizamsızlık olmasın diye, gün

batınca sokağa çıkmak yasak. Ramazan

ayında müstesna... Geceleyin subaşı so­

kakta birine rasladı mı yakalayıp kadı’mn huzuruna çıkarıyor. Adam hapsi boyluyor. Ertesi gün gelsin falaka... Ancak mühim bir sebepten sokağa çıktıysa kurtuluyor.

Dayak bile yemese, geceleyin sokakta

sürtmek namussuzluk sayılıyor’’.

(Devam edecek)

Otuz besinci Osmanlı padişahı Sultan Mehmet Reşad’m saltanatında sadaret ma­ kamını sırasiyle şu zatlar işgal etmişlerdir : Ahm et Tevfik Paşa, Hüseyin H ilm i Paşa, İbrahim Hakkı Paşa, Küçük Sait Paşa, M üşir Gazi Ahmet M uhtar Paşa, Mehmet Kâm il Paşa, Mahmut Şevket Paşa, Prens Sait Halim Paşa ve Talât Paşa. Trablusgarp, lıarhi Hakkı Paşanın, Balkan Harbi Kam il Paşanın ve B irin ci Cihan

Harbi de Sait Halim Paşanın sadareti sırasında başlamıştır. 1

(14)

ÜÇ YÜZ SENE EVVEL TÜRKİYE VE TÜRKLER

Dördüncü Sultan Mehmed’e, vezirlerine, divanına dair etraflı malûmat — Dördüncü Sultan Murat, tek basma yakalamak istediği bir sipahiden darbeyi yemiş, idamdan böylece kurtulan sipahi, türlü vaidlere rağmen hiç belirmemiş. — Sadrazamlar niçin idam fermanlarına karşı durmaz, gerdanlarını kemende uzatırlardı? — Lezzeti fevkalâde olan intikam hissi — Solaklar niçin sol elleriyle ok atarlardı? — Osmanlı teşkilâtı

ne sebeple Avrııpalılarmkine faîkti? —

Y azan : Fransız seyyahı Jean de Thevenot

"N o t : Geçen sayıda, tefrikamızın ni­

hayetine bir tertip hatası olarak “bitti”

diye yazılmıştır. Halbuki bir yazı daha

kalmıştı. Özür dileriz.”

Fransız seyyahı Thevenot, Osmanlı

hanedanı hakkında kısaca bilgi verdikten sonra kendi devrinin padişahına geçiyor :

"Şimdiki hükümdar, Sultan İbrahim’i,n

oğlu Dördüncü Mehmet'tir. Ben İstanbul’­ dayken, yâni 1855 senesinde on bes, on altı yaşlarındaydı. U fak tefek, teni .ka­

rarmış, mahzun halliydi- So,l yanağında

bir yara var ki, babası, yarı sarhoşmuş: Mehmed'e kendisiyle beraber kalkıp oyun oynamasını söylemiş; genç şehzade de :

- - Ben deli değilim. Niye oynıyayım ? Demiş. İbrahim, fevkalâde hiddetlenip ; — Demek ki ben deliyim ?

Diye haykırmış; hançerini oğlunun sol yanağına saplamış.

Saray kadınları araya girmeselermiş.

padişah oğlunu öldürecekmiş. Başkaları

da, İbrahim’in attığı şişeden bu yara izi­ nin hâsıl olduğunu söylüyor!.

Osmanlı hanedanının usulünce, padişah ölünce tahta oğlu geçer. Oğlu yoksa kar­ deşi padişah olı;r. Gün tâyin edip Halic’in iç taraflarındaki Eyüp camisine kılıç ku- şanmıya gider. Mtifti ül-enam, en yüksek dinî şahsiyet sıfatiyle dua okur, padişaha kılıcını kuşandırır. Padişah da, atla İstan­ bul’a döner. Bu tören, bizim memleketler­ deki kıralları.n dinî şekildeki taç giyme­ leri kabîlindendir- Alay, sarayda nihayet bulur.

Padişah, tahta geçer geçmez, mevkiini

sağlamlaştırmak ister. Bu sebeple de

umumiyetle kardeşlerini öldürtür. Ancak bunun için erkek evlâda sahip bulunması şartttır. Aksi takdirde, hanedanın hü.kmü

V

I

devam etmez; bu da büyük bir günah sa­ yılır.

Halbuki günah ve hanedan ananesi ta- nımıyan Sultan Murat, erkek evlâdı ol­ mamasına. rağmen kardeşlerini öldüıttü.

Ancak annesi, şimdiki padişahın babası

İbrahim’i onun dehşetinden gizledi ve

öldü diye bildirdi. Usul öyledir ki, Os­

manlI hanedanından birini ipek bir kaytan­ la yahut ok kirişiyle boğarlar, kılıçla öl­

dürmezler. Bu suretle kanının dökülme­

sine sebebiyet vermek istemezler- Esasen

yüksek mevki sahibi kimselerin başları

aynı düşünceyle kesilmez. Böyle insanlar boğdurulur. Şehzadeler öldürülmezse gayet, kapalı tutulur, onlara dair kimse malû­

mat edinemez. İstanbul’dayken soruş­

turdum, şimdiki padişahın kardeşi olup

olmadığı, varsa kaç tane olduğu hakkında bana kimse malûmat

vermedi-Padişahlau kardeş katilliğine sevkeden

sebep, yalnız rakibi ortadan kaldırmak

kaygusu değildir. Bu hareketi yapmakla, padişah, askerin İdimi tehdidinden kur­ tulmuş olur. Çünkü yerine getirilebilecek biri mevcutsa asker mütemadiyen talep­ lerde bulunur, ücretin arttırılmasını ister.

Reddolunduğu takdirde: “Hak bize bira­

derini bağışlasın!” derler. Bu da : “Sen bizim dediğimizi yapmazsan, seni hal'eder, yerine kardeşini getiririz!” mâ.nasmadır.

Rakip ortadan kaldırılınca, asker de se­ sini çıkaramaz, padişaha kati surette ita­ at eder- Kardeş katli, zarurî olmakla be­ raber, gene de gayri insanidir şüphesiz.

Padişah, tahtını iyice muhkemleştirdik-

ten sonra artık eğlenmekten başka bir

şey düşünmez. Bu gaye içim pek cok kim­

seler kullanılır. Sarayın muhtelif soyta­

rıları vardır. Meşgaleleri eğlendirmek

üzere maskaralıklar icadetmekten ibaret­ tir. Kızlar da eğlencenin bir babım teşkil

Referanslar

Benzer Belgeler

C, B’nin “biz bu say›lar› bulamayaca¤›z” cümlesinden sonra flu flekilde düflünür: “ B ikimizin de say›lar› bulamayaca¤›ndan emin oldu¤una göre say›lar›n ikisi de

HL60 cells and UCB CD34+ cells were cultured with different concentrations of ATO for up to three weeks and examined for changes of cell cycle.. We found that ATO (< or = 5

Bu sergi Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık tarafından Yapı ve Kredi Bankası A.Ş.

Konsensüs, karaciğer nakli veya rezeksiyonu için aday olamayan ileri karaciğer hastalığı olan hastalarda BCLC sınıflandırmasının kullanılmasını önermiştir

Koçak (2013) tarafından 211 branş öğretmeni ile yapılan ortaokul yönetici- lerinin sosyal iletişim becerilerinin öğretmen motivasyonuna etkisinin araştırıldığı

In eight sections, we offer a detailed analysis of the coverage of Islamophobic attacks, the discrimination felt by Turks in European countries, the

Toplum böyle bir anlayış açısından ortaya konur, örneğin savaş yılla­ rının güç ekonomik koşulla­ rının yol açtığı ekmek kıtlı­ ğını konu edinen

Hor şeyi kolay kolay beğen- ıniyen, yahut evvelâ beğenir görünüp de hatır için "fikir değiştiren Haindi Tanpmar, tabii güzel hanımların gru- punda;