Kaldırım üzerinde başlayıp b i t e r i evimizde hayli zaman lâfı edilmiş başka bir hikâye daha ha fırlıyorum ki, bu nisbeten yeni, meşrutiyetten iki, üç yıl evveline aittir. Genç ve yakışıklı bir ara bacımız vardı. Bir gün izinli ola rak ve sarhoş bir halde köprünün Büyükada iskelesinden geçerken, bir madamanın balâvetine hayran olur ve hayranlığını boynuna sa rılmak suretile izhar eder. Tabii büyük bir rezalet çıkar, halk top lanır, araya girip madamayı kur tarır ve biçare arabacıyı yakapa- ça karakola götürürler. Fakat o- rada iş daha dal budak sarmak tehlikesi arzeder. Zira, arabacı nın kendisine hayranlıklarını ar- zettiği bu madamanın zevci devletin pek mühim bir mevkiini işgal ediyorm uş. B e re k e t ki, gü
zelliği ile divaneye çevirdiği deli kanlı arabacının uğrunda felâket lere uğramasına madamanın ra- kik kalbi müsaade etmez de şikâ yeti olmadığım bildirir. Biçare a- dam da yakayı kurtarır ve sük lüm püklüm, eve döner. Babamın kendisini çağırıp: “— Başımı be lâya mı sokacaksın utanmaz he-, rif!„ diye tekdir ettiğini, sonra da “— Allah kahretsin, midesiz mah lük! Anası yerindeki acuze yüzün den kendini mahvedecekti!,, diye kahkahalarla güldüğünü hatırhyo rum. Zira, bizim genç arabacıya dünya üzeli görünen madam, bir kaç yıl sonra galiba büyük elçi o- larak ölecek ihtiyar bir Osmanlı
1 vezirinin yaşlı zevcesiymiş. Salon * adabına asla riayet etmeden gü zelliğine gösterilen hayranlıktan dolayı herhalde hafif bir iftihar da duymuş olacak ki, dediğim gi bi şefaatte bulunmuş.
Meşrutiyetten sonraki bir ka binede iki üç gün bir nezaret iş- ı gal eden bu Osmanlı vezirini ba bamın sena ettiğini de hatırlıyo rum. Meselâ, mensup bulunduğu nezaretin pek de alafranga zatlar- la dolu bulunmasına rağmen, Ra mazan ayında makamında sanki
c-ruçlu imiş gibi hareket eder ve katiyen sigara içmezmiş: İslâm lık adabma büyük saygı gösterir
miş.