24 EKİM 1993 PA Z A R C U M H U R İYET2
KÜLTÜR
G Ü N D E M D E K İ SA N A T Ç I
e r d e n k,
r a lO N A T K U T L A R
Erden’e küçük bir sinopsis
1981 yılının çok sisli bir ekim sabahı nda, çok erken saatte Sinop Hapishane- si'nin eski zindan kalıntısı duvarları önüne kocaman ve eski bir Plymouth araba ile küçük bir topluluk gelir. Di reksiyonda, hapisteki usta yönetmenin arkadaşı aktör ve prodüktör oturmak tadır. Yanında, usta yönetmenin eşi, ar kada ise genç yönetmen ile onun sevgili si olan genç aktris oturmaktadır. Küçük topluluk arabadan iner. Hepsi de yorgun ve uykusuzdurlar. Yoğun bir sis altında tüm konturlan kaybolmuş Sinop Limânı’nın rıhtımında, bir sa bahçı kahvesine doğru giderler.
Hapisteki yönetmen, o gün. bir başka ve uzak hapishaneye nakledilecektir. Kansı onu uğurlamak, genç yönetmen ise prodüktörün yapımcılığını üstlendi ği yönetmenin yeni filminin senaryosu nu tartışmak, aktris, sevgilisinin yönete ceği bu yeni filmde oynama olanağını bulmak amacıyla Sinop’a gelmişlerdir. Sabahçı kahvesinin tahta iskemlelerin de çaylarını yudumlarken her biri ayrı düşlere dalar.
Aynı dakikalarda usta yönetmen, çoktan uyanmış, tıraşını yapıp giyin miş, kale burçlarından birindeki koğu şunun ranzasında, yüksekteki pencere den sisli gökyüzüne bakmakta, ilk siga rasını içerek düşünmektedir: Sürekli bir mücadele ile geçen yaşamını, karısını, oğlunu, ülkesini, yeryüzünü ve yeni fil mini. Başındaki görünmez defne yap raklarını karartan baskılara rağmen fil min adı ‘Bavram’dır.
Bn
bir senaryo
çalışmasıdır. Usta
yönetmen, sanki kendine
ait bir büroda ya da
evinde gibi her şeyden
soyutlanmış, kendini
tümüyle filmine
vermiştir.
Genç yönetmenin heyecanı sabah se rinliği ile yavaş yavaş azalır. ‘Bayram’ın yönetimi için kendisinin seçilmesi do layısıyla günlerdir gözlerine uyku girmemektedir. Hem mutludur, hem te dirgin. Hayranı olduğu usta, hapiste ol duğu için yapamadığı şeyi ondan iste mekte, yeni filmin çekimini ona öner mektedir. O da kendi yazgısını düşü nür.
Kahvenin bir köşesinde denizci erler omçnjakfiidır. Biraz sonra bembeyaz giysisiyle bir denizci subay gelir. Erler fırlayıp onunla birlikte siste kaybolur lar.
Genç yönetmen, çocukluğunun Göl- cük’ünü düşünür. Bir denizci olan ba basını. Onun çok yakışıklı, ince uzun si luetini, sert ve konuşmayan karakterini, uzak denizlere gidip aylarca dönmeyişi- ni, özlemi. Savaş sonrası yıllandır. Göl- cük’ün oldukça yoksul Kavaklı Mahal- lesi’ni. Gürcü asıllı bir güzel olan anne sini. Daha yedi sekiz yaşındayken ma halle arkadaşlanna Bodrum’da sinema oynatışını, sokak direklerine kendi eliye yaptığı film afişlerini asışını. Nereden nereye. Düşlerindeki Gölcük kavaklan, Sinop kavaklannın sararan yapraklan- na uzun bir zincirlemeyle geçer ve sisler içinde kaybolur.
Saat tam sekizde, küçük topluluk ce zaevi nizamiyesinden geçerek, müdü rün odasına çıkar. Prodüktör işbilir ve hareketli, yönetmenin eşi üzgün ve ses siz. aktris şaşkındır. Usta yönetmen ce keti omzunda, müdür odasında bir is kemlede oturmaktadır. Kısa, çarpıcı bir karşılaşma olur. Dışa vurulmayan, iç fırtınaları bastıran bir sessizlik. Usta yönetmenin şakaklarında hafif kırlar taşıyan etkileyici yüzü, ağır ama an lamlı hareketleri konuşurken ya da gü lümserken başını hafifçe yana eğişi tek tek belleklere kazınır.
Kısa ‘görüş’ bittiğinde, genç yönet menin elini sıkarken usta alçak sesle bir cümle söyler: "Beni bir arabayla izleyin.
Arada çalışırız...”
Birkaç dakika sonra, önde bir askeri jipte iki jandarm a arasında usta yönet men, arkada eski Plymouth’da küçük topluluk Sinop’un dağılan sisle birlikte ağır ağır beliren yüzlerce yıllık dar so kaklarını terk ederler.
Arabada bir ara genç yönetmen, us tanın eşine bakar. Bu genç ve güzel yüz de aldatıcı birtevekkülün altına gizlen
miş derin bir öfke ve acı. Ülkenin en ya ratıcı sanatçılarından birini yıllardır bir hapishaneden öbürüne savuran tuhaf bir yazgı. Ve ‘dışarda deli dalgalar..’ Genç yönetmen, nedense gene kendi ilkgençliğini hatırlar. Genç Törless gibi.
İzmit’te ortaokulda okurken çok haylazdı. Bu yüzden, Gölcük’le İzmit arasında işleyen ve onları okula götü rüp getiren vapuru sık sık kaçırırdı. O kış günü de gene öyle olmuştu. Pinpon oynamaya daldığı için vapuru kaçırmış ve böylece yüzlerce okul arkadaşı ile yazgısı birdenbire ayrılmıştı. İçindeki yüzlerce öğrenciyle Körfez’in karanlık sularına batıp kaybolan o şehir hatları vapuru.
Yüzü acıyla gerilir
Öndeki jip, Karadeniz kıyılarını İç Anadolu düzlüklerinden ayıran yüksek dağların bir kıvrımında, bir dağ köyü nün yanındaki karakolun önünde du rur. Karakolun hemen yanı başında bir köy kahvesi vardır.
Ve genç yönetmen tuhaf bir telaşa
ki masada sessiz otururlar.
Bu, bir senaryo çalışmasıdır. Usta yö nelmen, sanki kendine ait bir büroda ya da evinde gibi her şeyden soyutlanmış, kendini tümüyle filmine ve yaptığı işe vermiştir. Bir süre sadece yazı makinesi nin hızlı ve sinirli tıkırtıları ve iki yönet menin alçak sesli tartışmaları işitilir.
Sadece er olan ve elinde tüfeğiyle ayakta dinelen jandarma, usta yönet mene saygıyla kanşık bir şaşkınlıkla ba kar. Aynı zamanda çok ünlü bir aktör olan yönetmen, onun yaşamının kahra manlarından biridir. Onu bir gün böyle iki adım ötesinde kanlı canlı görmek, düşten öte bir şeydir. Çavuş olan öbür jandarma ise yönetmenin kişiliğine karşı kayıtsızdır. Onun için emir ve ko muta dışında hiçbir şey değer taşımaz. Az sonra sabırsızlanır. Sert, kinci bir tavırla çalışmayı keser. Yola çıkma emri verir.
Genç yönetmen, yola yeniden çıkıldığında biri geleceğe, öbürü geçmi şe değin iki hayale daldı. Gelecek umut
Albay Aydemir'in mayıs darbesine tüm öğrenciler toplu olarak katılmışlar, dar be başansızlığa uğrayıp albay asılınca da hepsi birden hapishaneye tıka mışlardı.
Mahpusluk acısını, tıpkı usta yönet men gibi çok erken tatmıştı.
Yolda hiç durmadan geçen uzun sa atler boyu, iki şey düşünür genç yönet men. Biri, ustasının eşinin inanılmaz di renci, öbürü ise nice zamandır yakın bile olamadığı karısına duygularını gös termek olanağı bulamayan yönetmenin kendini sinemaya adayışı. Genç yönet men, bu anlamda, kendisiyle ustası arasında müthiş bir benzerlik bulur. Bunu aktrise anlatmaya çalışır. Genç kızın bu duygulan anladığı kuşkuludur. Onun için önemli olan bir fırsatı kulla narak ün kapılannı açmaktır. Bu ne denle, daha ilk saatlerde yolculuktan sıkılmaya başladığını belli eder.
Yolculuk bütün bir gün ve gece boyu, zaman zaman verilen kısa molalarla sü rer. Her molada, hemen hemen aynı tö
FOTOGRAF: ARA GÜLER
tanık olur. Öndeki jip durur durmaz içinden askerler fırlar. Usta yönetmenin elindeki kelepçeyi açarlar. Yönetmenin eşi aynı telaşla iner. Arabanın bagajı açılır. İçinden bir yazı makinesi çıkarılır. Bir tomar da kağıt. Yönetmen genç çırağını yanına çağırır. Öbürleriyle hiç konuşmaksızın ikisi tahta masalar dan birine çökerler. Yazı makinesi açılır. Kağıtlar takılır. Çaylar ısmar lanır. Ve çalışma başlar.
Jandarmalardan biri, biraz uzaklaşıp bir hendekte “ihtiyaç molası” verirken, öbürü elinde tüfeği ile mahpus kaç masın diye yönetmenin yakınında ayakta durur. Öbür yolcular ise yanda
la doluydu. Büyük yönetmenin güveni ni kazanmıştı. Onun tasarladığı filmi çekecek, Büyük bir başarı kazanacaktı. Yaşamının büyük fırsatlarından biriydi bu. Geçmişe değin şeyler ise karanlıktı. Jandarma çavuşunun hali tavrı onu ye niden ilkgençlik ve gençlik yıllarına sü rüklemişti. İzmit Lisesi’ndeyken ora dan nakledilip kaydını yaptırdığı Kuleli Askeri Lisesi’ne ve Kara Harp Okulu’- ndaki öğrencilik yıllarına. İçindeki tüm sivil kişiliğe karşın, emir komuta zinciri içinde geçen günler. 1963 yılının bir mayıs günü, henüz Harp Okulu'nun bi rinci sınıfındayken, bu askeri yaşam, beklenmedik bir olayla noktalanmıştı.
ren tekrarlanır. Arabalar durur durmaz yazı makinesi ve kağıtlar çıkar. Çalışma kaldığı yerden başlar. Usta yönetmenle çalışmak bir sinema okulu kadar öğreti ci ve aydınlatıcıdır. Bazı küçük rezerv lerle.
Okul. “Benim için gerçek sinema
okulları, sinema kulüpleri ve sinetekler oldu” diye düşündü genç yönetmen.
Oralarda, bazen günde üç dört film bir den görürdü. Sonra girdiği Güzel Sa natlar Akademisi'ndeki arkadaşları ndan biri, birgün onu bir film setine gö türdü. Ve üçüncü asistan olarak sinema mesleğine girdi. Giriş o giriş. O günler den birinde, usta yönetmeni tanıdı. Bu
karşılaşmayı yaşamı boyunca hiç unu tamadı. Bir gün bir yapımcının yazı hanesinde otururken birden kapı açılmış, bir el içeriye uzanmış ve işaret parmağını tabanca gibi hareket ettire rek içerdekileri tehdit etmişti. Elin ar kasından uzun boylu, gülümseyen genç bir adam girmişti içeriye. O günlerin çok ünlü, kıral aktörüydü bu. O gün tanışmışlar, sonra da sık sık karşılaşmı şlardı. Şimdi ise birlikte çalışıyorlardı.
Çünkü aradaki yıllarda, genç yönet men, birçok önemli filme yönetmen olarak imza atmıştı. Kışa filmler, Ka
nal, Bereketli Topraklar Üzerinde....
Daha sonra olaylar hızla gelişir. (Hep öyle olur ya...) Küçük topluluktan kop malar başlar. Önce, kendisiyle yeterince ilgilenilmemesine kızan genç aktris top luluğu terk eder. Genç yönetmen bu olaya çok üzülür. Ama yapacağı fazla bir şey yoktur. Bu arada, aktrisle pro düktör arasında bir ilişkinin varlığı ndan kuşkulanır. Yaşadığı duygusal çe lişkiye bir süre sonra bir sanatçı çelişkisi eklenir. Usta yönetmenle başlangıçta uyumlu giden çalışma, bir süre sonra farklı bakış açılarından ötürü zorlan maya başlar. Genç yönetmen, giderek daha fazla filme kendi damgasını bas mak ister. Bu ise usta yönetmeni kızdırır. Bozkırın ortasında, terk edil miş bir kervansarayın ayışıklı avlusun da şiddetli bir tartışmadan sonra yazı lan sayfalan boşluğa fırlatır yönetmen. Beyaz sayfalar, gece uçuşan martılar gibi bozkınn sonsuz denizine dağılır.
Genç yönetmen, hiç istemediği halde prodüktörün arabasıyla geriye doğru yola çıkar.
Artık kendi kanatlanyla uçmaya ka rarlıdır.
Topluluktan, sadece yönetmenin eşi, onu terk etmez. Ama jandarm a jipine almazlar onu. O da ilk kasabada buldu ğu bir otobüsle Diyarbakır’a doğru yola çıkar.
Usta yönetmen, bundan sonraki yol culuğunu tek başına sürdürür.
T^edinci sanatın
uçsuz bucaksız ülkesinde
uzun yolculuklar yaptı.
Kırmızı, mavi
yolculuklar, sürgünler
yaşadı. O sinemaya
‘aşık’tı.
Sonsuz bir yalnızlık. Doğuya... daha doğuya.
Genç yönetmenin yolu ise tam tersi ne, batıya düştü, daha sonraki yıllarda.
Hakkari’de Bir Mevsim adlı filminin ka
zandığı başarıdan sonra Almanya’ya, .Berlin’e yerleşti. Bu ülke, on üç yılını paylaştığı, sevdiği, hayran ..olduğu karısının da ikinci ülkesiydi. Ünlü ve çok yetenekli bir yazar olan karısının. Orada, bütün dünyanın ilgiyle izlediği filmler yapmaya devam etti. Büyük saygı gördü. Wim Wenders’ten Günter
Grass'a kadar birçok tanınmış sa
natçının üyesi olduğu Sanatlar Akade- misi’ne üye seçildi. Uluslararası ödüller kazandı.
Ve "hep sinema yaşadı". “Ben hiç ya
şamadım” diyordu yakın dostlarına. “Sinemayı savmazsam... Sadece sinema yaşadım. Yirmidört saat.’’ Yedinci sa
natın uçsuz bucaksız ülkesinde uzun yolculuklar yaptı. Kırmızı, mavi yolcu luklar, sürgünler yaşadı.
O sinemaya ‘aşık’tı. Filmin sonuna gelince:
Yönetmenin eşi, kocasından ancak bir gün sonra ulaşabildi Diyarbakır’a. Sabahtı. Gene sis vardı. Cezaevinin önünde uzun bir görüş kuyruğu ile karşılaştı. Yoksul görünüşlü köylüler, ırgatlar, işçiler... Çok yorgun ve bitkin di. Ellerinde tavuklar, meyve sepetleri, yoğurt bakraçları ile bekleşen insanlara rica etti. Acaba öne geçebilir miydi? O. bugün buraya nakledilen ünlü yönet menle görüşe gelmişti. Kuyruktakiler- den yanık yüzlü genç bir adam elindeki meyve sepetini göstererek gülümsedi:
"Biz kimi görmeye geldik sanıyorsun abla?” dedi, “Bak hepimiz duyduk, onu görmeye geldik...”
Genç kadın sessizce kuyruğa takıldı. Gözleri yaşlıydı. Halk, yiğit evladını yalnız bırakmamıştı.
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi