• Sonuç bulunamadı

Faik Ali ve Nazmi Ziya'nın ölüm yıl dönümleri

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Faik Ali ve Nazmi Ziya'nın ölüm yıl dönümleri"

Copied!
20
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Naz m i Ziya : Göksu

★ Karamsar Sanat (Selâhattin BATU) ★ Louis Jouvet (Fehmi BALDAŞ) ★ Battal Gazi Destam’ndan (Behçet Kemal ÇAĞLAR) ★ Sihirli Değnek (M. Faik OZANSOY) ★ Açıklamak Gerekirse (HİSAR) ★ Nolmuş (M. Necati KARAER) ★ Tepebaşı Bahçesi’nde (Mehmet ÇINARLI) ★ İhtiyar Kadınların Hikâye­ si (Janset BERKOK) ★ Karanfilim (A. Tufan ŞENTÜRK) Cahit Külebi Diyor ki (O. Fehmi ÖZÇELİK) ★ Mendil (Fikret SEZGİN) * Sarıkışla (Hamdi OLCAY) * Şükür (İlhan GEÇER) Hisar’dan Portre­ ler (Yahya BENEKAY) Dünyayı Fena Gören Adam (Sabahattin ENGİN) ★ S o n (M. Akif TUNCAY)

(2)

NAZMI ZİYA GÜRAN

FAİK ÂLİ VE NAZMİ Z İY A ’ NIN

Ö L Ü M Y I L D Ö N Ü M L E R İ

Faik Ah, fani dünyaya gözle­

rini 1950 yılının 1 Ekiminde kapa­ mıştı. Aradan bir sene geçti. Da­ ha dün ölmüş gibi hatırası içi­ mizde sıcaklığını. matemi- kalbi­ mizde acılığını muhafaza ediyor. Büyük Şairin şahsında Türk ede­ biyatı kıymetli bir uzvunu, Hisar ailesi 'çok yakın bîr dostunu kay­ betmiştir.

Dergimizi yakın bir alâkayla takip eden üstad, bizden takdir ve teşviklerini esirgememiş, üze­ rinde titizlikle çalıştığı son şiir­ lerini, Hisar’da neşretmişti.

ölümünün yıldönümünde, An­ kara Radyosu Faik Âli’nin hatıra­ sını anmak için bir saat ayırdı. Hayatına ve eserlerine kısaca te­ mas eden bir konuşmadan sonra, oğlu Munis Faik Ozansoy, Üstadın Hisar’da neşredilen “Nerde o demler?” ve “Yine Ruhumla Baş- başa” adındaki şiirleriyle daha önce yayınlanmış “ Ebedî Nur” adlı bir başka şiirini okudu. On­ dan sonra Faik Âli’nin bestelen­ miş eserlerinden 3 tanesi radyo sanatkârları tarafından çalınıp söylendi. Radyo’da yapılan konuş­ madan bazı parçaları aşağıya ge­ çirirken Üstad’m hatırası önünde hürmetle eğiliriz :

“ Faik Âli yalnız büyük bir şair değil, aynı zamanda kâmil bir in­ san, nieüileketini ve milletini her- şeyin üstünde sayan bir vatan­ perver, herkese karşı merhamet­ le çarpan bir kalp, müşfik bir baba idi. İşte bu çeşitli vasıflar, onun ölümünün acısını bütün mil­ lete malettirmiş, paylaştırmıştır... Faik Âli, Diyarbakır’ın edebi­ yatımıza ünlü şairler yetiştirmiş eski bir ailesinden idi. Babası Şa­ ir ve Müverrih Diyarbakır’lı Said Paşa, Dedesi Şair Süleyman Na­ zif Efendi, Büyük Dedesi yine şair olan İbrahim Cehdi Efendi’- dir. Dîvanın meşhur şairlerinden Hâmi-i Amidî de Faik Âlinin ana tarafından ceddidir. Bu şair so­ yun asırlar boyu devam eden fi­ kir ve şiir kudreti, Faik Ali’de şiirin, Ağabeysi Süleyman Na- zif’de nesrin iki kuvvetli temsil­ cisini bir arada yetiştirmiştir.

Daha Mülkiye talebesi iken Ser­ veti Fünun’da neşrettiği “Keh-

ken Faik Âli, çok geçmeden o derginin başlarından olmuş ve Edebiyatı Cedidenin, Fikret ve Cenapla birlikte, üç büyük şai­ rinden biri ve sonra “ Fecri Atî” - nin ilk reisi olarak Edebiyat ta­ rihimizde mümtaz bir yer kazan­ mıştır. Muhayyilesinin genişliği, lisana ve aruza hakimiyeti, ha­ yallerindeki zenginlik ve renkli­ lik, üslubundaki ihtişam onun şiirlerine şahsiyet kazandıran va­ sıflardır. Kitap haline getirilmiş eserleri “ Fani Teselliler", “Te- masil” , “ Elham Vatan” , “Mithat Paşa” , “ Şairi Azama Mektup” adlı şiir kitapları ile “ Payitaht’ın Kapısında” , “ Nedim ve Lâle Dev­ ri” adlı manzum tiyatrolardır. Vefatından birkaç gün evvel Mil­ lî Eğitim Bakanlığı Yayınları arasında intişar eden “ Nedim ve Lâle Devri” Üstadın son ve en büyük eseridir. Lâle devrini bü­ tün şiiri, ihtişamı ve nihayet ih­ tilâlleriyle sahneye koyan bu bü­ yük eser klâsik sahne edebiyatı­ mızdaki boşluğu başlı başına dol­ duracak ve yeni bir çığır açacak kudrette bir şaheserdir.

Üstad, son nefesine kadar oku­ muş ve yazmış, arkasından daha beş altı cilt teşkil edecek bir şiir hâzinesi bırakmıştır. Ailesi ve kitapları arasındaki inziva haya­ tında, sayısı günden güne eksilen eski dostları ve sayısız şakirtle­ ri ziyaretine gittikçe onu koltu­ ğunda veya yatağında fakat si­ yah mürekkebe batırılmış kamış kalemi ile daima birşeyler yazar­

Türk resminin değerli simala­ rından Nazmı Ziya Güran'ı 11 Ey­ lül 1937 de kaybetmiştik. Büyük ressamın 35 inci sanat yılında kendi eserlerinden seçilmiş 300 tabloyu, Güzel Sanatlar Akade­ misinde açmış olduğu sergide, re­ sim meraklılarının takdir nazar­ larına sermiş olduğu bir sırada bir kalp sektesiyle vaki olan bu âni ölüm, Türk resmini en olgun çağında büyük bir değerden mah­ rum bırakmıştı, ölümü üzerinden 14 yıl geçtikten sonra, bugün de, Nazmi Ziya’mn yerini hâlâ boş görüyoruz. “ Senayii Nefise” mek­ tebine, Mülkiyeyi ikmal ettikten sonra giren ve sonra da Paris’e giderek o büyük sanat şehrinde resim tahsiline yıllarca devanı eden Nazmi Ziya, ressamlarımı­ zın pek' çoğu gibi ' yalnız resim yapan değil, fakat resim sanatına inanan ve geniş bir vukuf ile bu sanata kendisinden bir şeyler ka­ tan büyük bir sanatkârdı. Günü­ müzün piyasa rağbetlerine kapıl­ ın ıy arak gerçek sanatı aramaya çalışan kıymetleri, bu sanat titiz­ liğini, arama ihtiyacını hocaları ve mektep müdürleri Nazmi Zi- ya’dan öğrenmişlerdir. Nazmi Zi­ ya, daima tek üstad tanıdığı ho­ ca Ali Riza beyden çizgi ve boya kaidelerini öğrendikten sonra, artık hiç bir ressamı örnek alma­ mış, başkalarının tesirinden dai­ ma kaçınmıştır. Bu kaçınma, on­ da adetâ bir titizlik derecesini bulmuştu. Onun örnek aldığı tek ressam, tabiattır. Bütün hayatını o Büyük Ressamın eserlerini te­ maşaya hasretmiş gibidir. Tabia­ tı çeşitli bakış zaviyelerinden sey­ reden Nazmi Ziya, güneşin, o eze­ lî ışık ve renk kaynağının, tabiat üzerindeki sayısız tecellilerini eserlerine fevkalâde bir hünerle aksettirebilmiştir.

Bununla beraber, o, bir tabiat kopyacısı da olmamıştır. Eserle­ rinde kupkuru tabiat değil, ta­ biatın bir sanatkâr muhayyilesin­ den inikâs eden görünüşü vardır. Mecmuamızın kapağını süsleyen “ Göksu” tablosu, Nazmi Ziyanın eserlerinde tabiatın, bildiğimiz manzaraların nasü bir sanat sih­ ri kazandığını, bizim izahlarımız­ dan daha belâgatle gösterir, sanı­ rız. Hisar, büyük ressamın hatı­ rasını hürmetle anmayı bir sanat

(3)

/

i

i

f

^

A n

Yıllığı : 3 lira

Yıl : 2, Sayı : 18

K S A v

Altı aylığı : 170 Kr.

1 Ekim 1951

I

L

I

ü / VA,

Adresi : P. K. 356

Vı&M c-P om attfM îya tfyzfyisi

Ankara

K A R A M S A R S A N A T

Huzursuz, rahatı

kaçmış bir medeni­

yette iyimser, güleryüzlü bir sanat gelişe­

bilir mi? Sanat iyimser olmazsa, vazifesini

yapmış olur mu? Ve insanlara ışık, teselli

verebilir mi?

İnsan, bugünkü halimize bakınca, sana­

tın karamsar

olmamasına şaşabilir, daha

doğrusu ışıktan, neşemizden bahsedebilen

bir yaratışı yadırgar. Bu adam bizte neler­

den bahsediyor, diye çıkışası gelir.

Ama sanat, bir lüks gibi görünse de,

daima bir ihtiyacı karşılar; adeta maddî bir

eksiğimizi tamamlar.

Bir mimar dostum,

süs bütün yapıların en büyük kusurudur,

der. Bütün sanatlar onun gibi; Süs diye de­

ğil, bir eksiğimizin, iç ihtiyacımızın gideril­

mesi için çalışırlar.

Onun için ben, karamsar sanatın ger­

çek, içten, samimi olduğunu pek sanmıyo­

rum. Çünkü güzelin bir gayesi varsa, mut­

laka kendisi kadar güzeldir. İnsanı, bastığı

topraktan bir soluk yukarıya alamıyan bir

yaratış, gerçek sanat soluğundan yoksun­

dur bence...

Aydınlatmayan, içimize ışık,

ferahlık vermeyen bir güzelliğe, sanat adını

vermemeli.

Ama buna rağmen karanlık, ortaçağın

çöküşünden beri, bir su gibi sanat yaratış­

larını içinden sürüklemektedir. Toplumun

sıkıntıları, çekileri, istesek de istemesek de

şiirlere kadar siniyor. Ortaçağ, ruhça ma­

mur insanların dünyasıydı. Yaşadığımız çağ

insanı her gün biraz daha yıkıyor. Bilgileri­

miz inanımızı yitirmiş; fikrimiz bizi bir mü-

teal’e güvenmekten alakoyuyor. Kendinden

üstün tammıyan bir gururun, kendinde ümit-,,

sizlikten başka bir şey

bulması mümkün

müdür? Her şeyi kendi eliyle düzelteceğine

Selâhattin B A T U

inanan kişi, bütün ömrünce çırpınacaktır.

Çırpınsın, bundan güzel bir şey olamaz, in­

sana lâyık olan da bu... Ama sadece huzur­

suzluk, hasta ve yalın ihtiras, yaratmak de­

mek değildir ki... İnsan, bugün ihtirastan

hastadır. Maddî, manevî yoksulluktan çek­

mektedir. Açtır, açılıdır, tesellisizdir.

Sanatın, böyle karamsar bir çağda dahi,

karanlığı değil, ışığı konuşturması lâzım ben­

ce. Bir ayna değil, bir kaynak olması; ümit­

li, ışıklı, iştiyaklı olması lâzım. Yalnız gö­

rüneni değil, görmeye muhtaç olduğumuzu

anlatması güzel. Yalnız acıyı değil, neşemizi

dile getirmesi ümit verici, kuvvet dağıtıcı

olması gerek.

Yoksa insan, sanatın verdiği umuttan

da yoksun kalırsa, içinde çırpındığı karanlı­

ğı nasıl yener? Savaş için muhtaç olduğu

kuvveti, neş’eyi nereden bulur? Bunları in­

sana sanattan, tanrısal olan güzelliklerden

başka kim verir?

Hem dikkat edin,

karamsar sanat ne

kadar kısır, ne kadar tükeniktir.

Sokak

şarkıları gibi; sokak şarkılarındaki nakarat

gibi... Sanat bu kadar biteviye, bu kadar

aynı şey mi olmalıdır? Kendini her gün bu

ölçüde tekrarlıyan bir sanat, artık sanat sa­

yılır mı? Böylesi, bir kırmızı, çirkin pro­

paganda oyunu olabilir. İçimizdeki ümitsiz­

liğin sesi, karanlığın yankısı olabilir. Ama

ne kuvvet, ne ışık verir, bizi sadece bezdirir.

Halbuki sanatın biteviyelikten kurtul­

ması, nakaratlıktan çıkması, her gün yeni­

den taze, her zaman eskisinden sürükleyici

olması şart. Bu da ümitle, aydınlıkla olur.

Aşkla, inanla, sevgi ile başarılır. Sanat eseri

nefreti değil, aşkı telkin etmeli; bezdirme-

meli, kuvvet vermeli. Bizi çamura çekme­

meli, toprağın üstüne yükseltmeli.

(4)

F r a n s ız S a h n e s in in B ü y ü k K a y b ı

L O U I S J O U V E T

Fehmi B A L D A Ş

Bizim neslin tanıdığı büyük Fransızlar birer birer ölmekte. Paul Valéry ile André Gide’den, Alain'den sonra Jouvet’nin de öldüğünü haber al­ dık. Dördü de büyük, hem dünya çapında büyük adam. Bir şair, bir romancı, bir fikir adamı, bir de aktör. Bir memleketin sanat âleminde, kü­ çümsenmesi imkânsız kayıplar sayılır bunlar. Valéry’nin, Gide’in, Alain’in ölümleri memleke­ timizde az çok bir yankı uyandırmıştı. Jouvet’­ nin ölümü ise henüz gazetelerin haberler sütu­ nundan dışarı çıkmış değil. Devlet tiyatrosu he­ nüz kapılarım açmadığı için mecmuasını da çı­ karmıyor. Aksi takdirde Jouvet hakkında salâ­ hiyet sahibi kimselerin yazılarını çoktan basmış olurdu. Biz kendi hesabımıza Alain’den sonra bü­ yük aktörü de okuyucularımıza tanıtmaktan ken­ dimizi alamadık.

Jouvet’yi ilk defa 1933 te Doktor Knock ro­ lünde gördüm. Dekorsuz, malzemesiz, hattâ ha­ reketsiz diyebileceğim bir piyeste, jestleri, uzun ve asil yüzünün mimikleri, iri, canlı gözlerinin bakışlariyle seyircileri âdeta büyülüyor, şarlatan doktor rolünü bile asilleştiriyordu. Gitmedim ve

B A T T A L G A Zİ D E S T A N I’ N D A N — Battal'ın K ayzer kızını

kaçırdığının resmidir —

Yeşil düzlük, beyaz beyaz kuzular: Aşkar çayır sanır, coşar, arzular; Kaldırır boynunu, kişner de kişner. Tam kâfire ııisbet verilecek yer. Hey gafiller! kişnemeye uyanın; ;

Yolun saçınızı, kıvranın, yanın; Yâr'i terkisinde Battal uçtu hey... Atı alan Üsküdau geçti hey!... Böyle üç yolcusu Bağdat yolunun, Geçerler içinden Anadolunun, Ağaç gövdesinden öz geçer gibi, Hatırdım bir güzel söz geçer gibi... Kız güler, at kişner, dadı konuşur;

Yiğit yıldızlara birşey danışır...

Behçet K em al Ç A Ğ L A R

görmedim, fakat söylenenlere bakılırsa bizdeki Doktor Knock’la Jouvet’nin Doktor Knock’u ara­ sında hiç bir münasebet yokmuş. Anlayış farkı olsa gerek. Aynı aktörü sonradan Intermezzo’da, Tessa’da, la Guerre de Troie n’aura pas lieu’de, l’Ecole des Femmes’da gördüm. Jacques Copeau’- nun mektebinde yetişmiş olan Jouvet her piyeste başka bir şahsiyet olarak sahneye çıkıyor ve se­ yircilerini bazan ağlatıyor, bazan güldürüyordu. Bununla beraber bir kere olsun yüzündeki asale­ tin, gözlerindeki ciddiyetin bozulduğuna şahit olmadım. Sonradan kendi tiyatrosunda (Athé­ née) oynadığı piyeslerin tenkitlerini okumak fır­ satını buldum. Molière’den Giraudoux'ya kadar bütün tiyatro yazarlarının piyeslerini, kendi gö­ rüş ve anlayışına göre sahneye koyup oynıyan Jouvet’nin sanat üstünlüğü hakkında hiç bir ten­ kitçini# şüpheli bir imada bulunduğunu görme­ dim. Demek oluyor ki üstün ve asil aktör, şöhre­ tin verdiği mesti ile sarhoş olmamış, şımarma­ mıştı. Sahnede, prova esnasında hastalanıp öldü­ ğünü öğrenince de yanılmadığımı anladım. Ne mutlu o millete ki yirmi beş asır sonra bir Sok- rates, üç asır sonra da bir Molière yetiştirebili- yor...

1887 de doğan Jouvet, genç yaşında Jacques Copeau’nun Vieux Colombier adındaki tiyatro­ sunda aktörlük ve rejisörlük ediyor; sonradan Comédie des Champ-Elysées’ye geçip 1927 dé bu tiyatronun müdürlüğünü eline alıyor. Nihayet gayesine ulaşıyor, arkadaşlarını bir araya top- lıyarak kendi tiyatrosunu, Athénée’yi kuruyor. Hem rejisör, hem aktör, hem de idareci olan Jouvet bir ara Comédie Française’de rejisörlük de ediyor. İkinci dünya harbinde Almanlar Fran­ sa’yı işgal ettiği zaman Jouvet pilisini pırtısını toplayıp Güney Amerika’ya göçediyor. Kendisi­ ni ve sanatım gayet iyi tanıyan bu ülkede Fran­ sa’yı tam mânasiyle temsil etmek, memleketi­ nin elçiliğini herhangi siyasî bir elçiden daha iyi bir şekilde başarmak fırsatını buluyor. Geçtiği her yerde, Paris’in sanat havasından bir parça bı­ rakıyor. Fransa’da olduğu gibi yabancı memle­ ketlere de kendi tiyatro görüşünü kabul ettiriyor. Bu görüşün birinci vasfı metne tam mânasıyla sadakattir, öyle ya mademki tiyatro edebiyatın bir parçasıdır, o halde edebiyatın şanlı, şerefli bir mücahidi olmalıdır. Her aktör oynıyacağı ro­ lü bir kelime bile atlamadan tamamiyle ezberle- meli, ondan sonra da temsil edeceği insanın şah­ siyetine bürünmeğe çalışmalı. Kompozisiyon, ma- kiyyaj, jest, mimik ve dekor yukarda!:: şartlara bağlı şeylerdir. Rolünü iyice bilen, temsil

(5)

edece-ği şahsın benliedece-ğine girebilen aktör mahcup bile olsa (tıpkı kendisi gibi) sahnede yabancılık his­ setmez, kendini hayattaymış gibi rolünün mev­ zuuna kaptırır. Germaine Beaumont Jouvet’den bahsederken şöyle diyör : “O, XVII. asrın elbise­ lerini giydiği zaman tebdili kıyafet etmiş bir in­ san değil, o devirde ölmüş, asrımızda dirilmiş bir insan intibaını bırakırdı.” Jouvet, Moliere’in pi­ yeslerini oynadığı zaman, insan, dehanın her dev­ rin malı olduğunu bir kere daha hem de kuvvet­ le hissediyor, inandığı aktörlerin sahnedeki oyun tarzına karışmaz, buna mukabil giyiniş tarzları, saç tuvaletleriyle ilgilenirdi. Prova esnasında sahneye atlar, elinde iğne iplik, makas, bir aktri­ sin etekliğini, bir başkasının blûzunu kesip teğel- ler, bir düğme koparır veya ilâve ederdi. Bazan aktörlerin saçlarına, bıyıklarına da musallat olur­ du. Beraber çalıştığı aktörlerin boş durmalarına tahammül edemezdi. Trende veya vapurda kü­ çük bir yer bulsa hemen hepsini etrafına topla­ yıp provaya başlardı. Prova esnasında salonda bir yabancının bulunmasını da istemezdi. Bir gün Rio de Janeiro’da prova yaparken bir ya­ bancının sessiz sedasız salona girdiğini görür.. Derhal salonu terketmesi için adamcağıza ba­ ğırır.. O da iri sesiyle özür dileyerek çıkıp gider.. Yabancı, meşhur aktör Orson Welles’ten başka birisi değilmiş meğer.. Bu uzun çalışmalara rağ­ men Jouvet, her sahneye girişinde bir tutukluk hissederdi. Ağzı kurur, bacakları titrerdi.. Ama bir kere dinleyicilerin kendilerini verdiklerini anlayınca Jouvet açılır, sanatının bütün incelik­ lerini ortaya atardı. Doktor Kııoek’un ilk sahne­ sinde, la Guerre de Troie n’aura pas lieu’ de Hector’un sahneye ilk çıkışında Jouvet’nin sesi­ ni (ön sıralarda oturmama rağmen) iyice duy­ dum dersem yalan söylemiş olurum. Bununla be­ raber o, sahneye çıkar çıkmaz insan karşısında büyük bir aktör bulunduğunu anlıyor ve dikkat kesilmekten kendini alamıyor.'

Jouvet büyük bir aktör olduğu kadar iyi bir insandı da... Gençleri bir baba şefkatiyle sever, istidatlı gördüklerini yetiştirmekten zevk alırdı. Arkadaşlarının ise gönlünü alır, elinden geldiği kadar etrafında samimî bir hava yaratmağa ça­ lışırdı. Kimseye fenalık etmez, hakkında kötü düşünen veya söyiiyenlere iyilikle mukabele eder­ di. Harpten az önce bir tenkitçi kendisinden ol­ dukça kötü bir dille bahseden bir makale yaz­ mıştı.. Yazıyı okuyan Jouvet : “Doğru... dedi. Hiç bir piyesini oynamadığım için beni kötü bir aktör olarak görebilir...” Sonra ilâve etti : “Ama iyi bir idareci olduğumu da söyliyebilirdi...” Gençlere şu tavsiyede bulunurdu : “İyi bir aktör sahnede hissettiğini gizlemeli, hissetmediğini açığa vurmalı...” Sanatkâr geçinen boşboğazları başından savmasını da gayet iyi becerirdi.. Kötü bir yazar kendisine : “Bin frank bahse girerim ki bunu masanızın gözünde unutacaksınız...” di­ yerek bir piyes vermişti. Ertesi gün yazar bir

fi

S İH İR L İ D E Ğ N E K

Soydan tevarüs ettiğim üç parça serveti Bitmez hazineler gibi müsrifçe harcadım; Keyfimce bir hayâl ile örtüp hakikati, Yalnız şiir diyarım gezdim adım adım. Kaybettim artık ah o sihirbaz asasını, Kayboldu pembe gösteren esrarlı gözlüğüm.

Bir perde kaplamış gibi ömrün semasını, Her şey dumanlı, gölgeli... Yollar düğüm düğüm

Yollar düğüm düğüm... Hani mekteple haylaza, j Meçhulü vaadeden, çağıran, zorlayan, çeken,

Yollar ne oldu? Başka buutlar değişmeden j Onlar nasıl daraldı, nasıl döndü çıkmaza? Bir şey değişmeden bu nasıl oldu söy leyim: Kayboldu pembe gözlüğüm, esrarlı değneğim!

Munis Faik O Z A N S O Y

zarfın içinde Jouvet’den bin franklık bir çek al­ mış... Tiyatronun güç taraflarından bahsederken de : “Kadın artistler evlenseler, tiyatronun hali ne olurdu...” dermiş. Hakikî sanata olan bağlılı­ ğını şu küçük hikâye kadar hiç bir şey belirte- mez :

“ 1940 Ağustosunda Paris'te kimseler yok... Bir sabah Jouvet bir arkadaşıyla beraber Athe- “nöe’yi tekrar açmak için müsaade almak niye- “ tiyle işgal kuvvetleri komutanlığına gider.. Gö­ rüşecek olduğu teğmen kendisini ayakta uzun “zaman bekletince Jouvet bir kâğıt parçasının “ üzerine : “Zatıâliniz kolordunuzda teğmenseniz, “bendeniz kendi kolordumda generalim...” diye ya,zar ve çıkıp gider.

Anlıyana sivrisinek saz, anlamıyana davul zuma az.

Yetiştirdiği genç fraıısız aktörlerinden Jean - Louis Barrault, yirmi bin kişinin iştirak ettiği cenaze alayında Jouvet‘ye hitabetti. Neler söy­ ledi bilmiyorum. Fakat ben kendisine şöyle der­ dim : “Arnolphe yalnız kaldı, Don Juan da yal­ nız kaldı, ama Tartuffe büsbütün yalnız kaldı.. Moliere’den sonra öksüz kalan fransız sahnesi senin ölümünden sonra bu acıyı bir kere daha tattı... Sana düşen insanlık vazifeni tam mâna­ sıyla yaptın... Kabrinde müsterih uyuyabilirsin Jouvet....”

(6)

A ç ı k l a ma k Ger eki r se

Hisar'm ilk sayısında, âdet olduğu üzre, “Niçin çıkıyoruz?” başlıklı bir yazı neşrederek yolumuzu ve hedefimizi açıklamayışımızın sebe­ bi, okuyucuyu dergimiz hakkında vereceği hü­ kümde tamamiyle serbest bırakmaktı. Ne oldu­ ğumuzu, ne yapmak istediğimizi lâfla değil eser­ lerimizle göstermeyi uygun bulmuştuk. Hisar’m şimdiye kadar çıkan 18 sayısında yayınladığımız yazı ve şiirleri tarafsızlık, insaf ve dikkatle in- celiyenlerin bizi kâfi derecede anlamış olacakla­ rı tabiidir. Okuyucularımızdan aldığımız yüzler­ ce mektubun, dergimiz hakkında neşredilen ya­ zıların büyük bir kısmında bu anlayışın izlerini bulmak bizim için sevinç ve teselli kaynağı olu­ yor.

Lâkin, yolumuzdan hiç bir şekilde ayrılma­ mış, hatır için düşüncelerimizden fedakârlık

N’OLJVIUS

Unutsaın, anutsam kiracıları Mahalle hep eski mahalle ama... Evleri, çocukları ve rüzgârı, Mahalle hep eski mahalle ama... Elim, kapı tokmağında: «Gir!» dese, Fakat nedir içimdeki vesvese? Komşular hana bakıyor nedense, Mahalle hep eski mahalle ama... Uzaklarda kalmış gibi bir yerim, Fotoğraflarını, hatıra defterim; Pencereden kalkmıyor ağabeyim Mahalle hep eski mahalle ama... Ağzımda yarılanmış bir sigara Birdenbire yapışmışım duvara, Sofada kayboluyorum bir ara Mahalle lıep eski mahalle ama... Aynalar, üstüme doğru koşuyor, Eşya, ağzını açmış, konuşuyor, Havaya asılmış ellerim mosmor Mahalle hep eski mahalle ama... Şu oturduğu minder, şu da sedir, Teşbihi seccadenin üstündedir, Yengemin sö{diyemediği nedir? Mahalle hep eski mahalle ama...

... n’olmuş ana’ma

M. Necati KARAER

yapmamış olmamızın bazı kimseleri gücendire­ ceği, fikirleri bizimkilere uymıyanları dergimize karşı cephe almıya sevkedeceği de muhakkaktı. Nitekim öyle olmuştur.

Hisar’da neşredilen bir yazıdan alınarak ve­ ya dergimize yazısı kabul edilmediği için bize darılanlarm aleyhimizde şurada burada sarfettik- leri sözlere, yazdıkları yazılara ehemmiyet ver­ miyoruz.

Ancak, bu gibi kimseler tarafından bizi kötülemek için ileri sürülen şeylerin, dergimizi iyice tetkik etmemiş tarafsız çevreler üzerinde de müessir olduğunu, bazı okuyucularımızın ve hattâ yakın dostlarımızın bile hakkımızda bir takım yanlış düşüncelere meylettiklerini görerek, burada bazı açıklamalar yapmayı faydalı bulduk.

önce şiir görüşümüze dair — bilerek, bilmi- yerek — ileri sürülen yanlış düşüncelere temas edeceğiz. Şiirden ne anladığımız, dergimizde çıkan muhtelif yazılarla kâfi derecede izah edilmiştir. Bu anlayış şiirin dışına, kalıbına değil, içine, özü­ ne bakan; yeniliği zarurî sayan, fakat onu şekil­ de değil, ruhta, muhtevada ariyan ileri bir anla­ yıştır. Şiirde aruz, hece, serbest diye bir ayırma­ ya taraftar olmadığımız gibi, bunlardan yalnız birini kabul, diğerlerini reddeden dar bir görüşe de saplanmış değiliz. Dergimize gönderilen şiir­ lerin hangi vezinle yazıldığına değil, gerçekten şiir olup olmadığına bakarız. Güzel olan her şii­ re — ne şekilde yazılmış olursa olsun — Hisar’da yer verdik ve vereceğiz.

Dergimizin 3 üncü sayısında neşredilen “ Şii­ re Dair” yazısında : “ Güzel şiir, ölçülü olmıyabi- lir, fakat mutlaka “ şekilli” dir.” diyen Munis Faik Ozansoy, şiirde mutlaka bir ölçü, bir kalıp aramadığımızı açıkça ifade ettiği gibi, 15 inci sayımızda "Vezin ve Kafiye” hakkındaki düşün­ celerini izah eden Mehmet Çınarlı da, vezinsiz- lik ve kafiyesizliğiıı bir şiiri şiir olmaktan çıka- ramıyacağım söylemiştir.

Bu böyle olduğu halde Hisar’ı aruzculukla itham etmenin mânasını anlamak gerçekten güç­ tür. Böyle bir ithamda bulunanlar, şimdiye ka­ dar dergimizde yayınladığımız 180 şiirden ancak 32 sinin aruz vezni ile yazılmış olduğunu öğre­ nince acaba ne diyecekler? Diğer 148 şiir hece vezniyle veya serbest olarak kaleme alınmıştır.

Serbest veya hece şiirlerde olduğu gibi aruz vezniyle yazılanlarda da dilin, havanın yeni ol­ masına, kalıbın hâkimiyeti bulunmamasına bil­ hassa dikkat ettik. Dergimize mensup şairler her üç şiir tarzını da yepyeni bir ruh ve anlayış­ la işlemekte, başarılı örnekler vermektedir.

(7)

Bugün asıl tenkit edilmesi lâzım gelenler, ille serbest nazım diye tutturup — sanki kera­ met vezinsizlikteymiş gib i—- aruz veya hece vezniyle şiir yazılamıyacağını iddia edenlerdir. İleri düşünüşlü kimseler hücumlarını onlara tev­ cih etsinler. Çünkü her taassup bir gerilik sa­ yılır.

Türk musikisini tamamiyle red ve inkâr edenlere, “bu musiki bizim değildir, adîdir, baya­ ğıdır” diyenlere karşı İlhan Geçer’le Mehmet Çı- narlı'nın yayınladığı iki makale, bazı dostları­ mızda bizim batı musikisini kabul etmediğimiz, “ musiki namına ne varsa alaturkada bulduğu­ muz” zehabını uyandırmış. Halbuki o yazılar böyle bir hissi telkin etmekten ne kadar da uzak­ tı. İşte Mehmet Çmarlı’nın 16 ncı sayımızda neş­ redilen “Musiki Meselesi” başlıklı yazısından bir iki cümle : “Kolay olan peşrev veya saz semâisi bestelemek değil, güneşin ışık verdiğini söyle­ mek gibi, batı musikisinin ileri ve mütekâmil bir musiki olduğunu tekrar edip durmaktır. Aklı başında hangi aydın insan bunu inkâr ede­ bilir?” “ Batı musikisinin memleketimizde tanın­ masına, sevilmesine biz de taraftarız. Fakat bu­ nun için tatbik edilecek en kötü usul, bu yazarın teklif ettiği baskı sistemidir.”

Alaturkacılık, “ musiki namına ne varsa ala­ turkada bulmak” bu mudur ? Yoksa, Dede’nin, Üçüncü Selim’in, Sadullah Ağa’nın da birer bü­ yük sanatkâr olduğunu, onları kötülemek değil, onlarla öğünmek gerektiğini söylemek mi ?..

Hisar’da batı musikisine dair de yazılar çık­ makta, bu yazılar o musikinin güzelliklerini, in­ celiklerini belirtmeye çalışmaktadır. Bu yolda devam edecek neşriyatımızla, okuyucularımızın batı musikisini sevmelerine müfrit alafrangacı­ lardan daha fazla hizmet edeceğimize inanıyo­ ruz .

Bazı okuyucularımız ve dostlarımız da Hi­ sar sayfalarını, onu çıkaranlara ve bir kısım ta­ nınmış imzalara hasrederek, dergimizde genç nesle kâfi derecede yer vermediğimizden şikâyet ediyorlar. Halbuki, Hisar’m sayfaları sanat gö­ rüşümüze uygun olan her yazıya daima açık kal­ mıştır. Şimdiye kadar dergimizde (105) değişik imzanın yazısı neşredildi. Hisar’ın baş köşesinde yer alan şair ve muharrirlerden bir kısmını, bize yazı göndermeden evvel şahsen de, ismen de ta­ nımıyorduk. Dergimize gelen yazılar içinde be­ ğendiğimiz bir parçaya rastlayınca adetâ bay­ ram ediyoruz. Hele bu yazı hiç duyulmamış bir imzaya ait olursa sevincimiz daha da artıyor. Yeni bir kabiliyeti yayın sahasına çıkarmak bizi her zaman bahtiyar eder.

Şikâyetçi olan okuyucularımız ve dostları­ mız, Hisar’da neşredilebilecek kalitede yazı gön­

T E P E B A Ş I B A H Ç E S İN D E

Avaz avaz bağıran hanendenin Sesinde işkence gören Dede’mdir. Alkol tüten havasında bahçenin Herkesin daldığı başka âlemdir. İçimde arzularım büküm büküm, Dolmadan kırılmış bir kadeh ömrüm. Unutmakta haklısın kömür gözlüm, Haklısın... Bu sözüm sanma sitemdir. Değil yalnız senin güzel gözlerin, Çılgın geceleri kadar bu şehrin Benden uzaklaşan, doğduğum yerin Serin su başları, babam, annemdir. Bilirim suç ne sende, ne onlarda, Ne sıcak, ne soğukta, ne rüzgârda... Nereye gitsem, kışta, ilkbaharda Yaşamak içimde bir özlemdir.

Mehmet Ç IN A R L I

S O N Artık bitti küpe çiçekleri, Başını güneşe kadar mavi... Toprak olmuş ekilmiş, su olmuş

Akmışım. Dünya ile müsavi

Yaşamışım ...

M . A k if T U N C A Y

dermiyorlarsa bunun kabahati şüphesiz bizim değildir.

Netice olarak şunu tekrar edelim ki, Hisar ne aruzcu, ne alaturkacı, ne de inhisarcıdır. Bizi muhafazakârlıkla suçlandıranlar, bu tâbirden, eskiye körü körüne bağlanıp yeniliği reddetmeyi kastediyorlarsa, çıkardığımız 18 sayı bizim böy­ le bir düşünceden ne kadar uzak olduğumuzu is- bata kâfi gelir.

Yok, eğer bazı yabancı ideolojilere âlet ol­ madığımız gibi, bu ideolojilere hizmet edenlere de dergimizde yer vermediğimiz, şiirimizin tabiî gelişme seyrine uyarak yeniliği ararken köksüz- leşmemeye bilhassa gayret ettiğimiz için bize muhafazakâr deniliyorsa, bu ithama rağmen de yolumuzu değiştirecek değiliz,

(8)

i n c e l e m e l e r

A R N O L D

B E N N E T T

V E

İ H T İ Y A R K A D I N L A R I N H İ K A Y E S İ

Şimdi Stroke-on-Trent ilçesini teşkil eden Staffordshire kasaba­ ları 1908 yılından evvel Tums- tall, Burslem, Hanley, Seroke-on- Trent ve Longton (1) 1ar 20 nci asrın başlarında Hanl .y’li Arnold Benııett’in eserlerine girerek bir hayli yekûn teşkii eden okuyucu kütlesinin hafızasında unutulmaz bir hale geldiler.

Bennett “ Old Wives’ Tale” (İh­ tiyar Kadınların Hikâyesi) (1908), “ Clayhanger” (Kleyhengır) (2) (1910), “ Hilda Lesswa.vs” (Hilda Lesveys) (1911), “These Twain” (Bu İkizler) (1910) gibi bu kasa­ baları mevzu aldığı eserlerinde onların karanlık evleri ve berbat sokaklarını, basit fakat prensip­ lerine sadık insanlarını gündelik faaliyet ve mahallî renkleri ile gözümüzün önüne sermekle şöyle söylemiş oluyordu :

Siz kendiniz için ne kadar ehemmiyetli iseniz bu küçük in­ sanlar da kedilerini o kadar mü- himserler. Onların kuvvetleri ve zaafları sizde de mevcuttur, için­ de yaşadıkları yer ve şartlar si­ zinkilerden farklı görünebilir, fa­ kat onlar da beşeriyetin küçüm- senemiyecek bir parçasıdır, ve böyle olduğu için de onlarda dik­ katli bakılınca görülecek bir gü­ zellik saklıdır.

Bu iyi kalpli iddianın içine sin­ miş olduğu eserlerden Bennett’i meşhur edeni “ Old Wives’ Tale” (İhtiyar Kadınların Hikâyesi) dir. Nitekim bu eserin etrafına örülmüş olduğu Bursley’li Baines

il) Bu kasabalar Bemr tt'in eserle­ rinde biraz değiştirilmiş olarak Turnhill, Bursley. Hanbridge, Knype ve Longsliaw isimleri al­ tından geçer.

(2) Bennett ' ‘Claybanger", “ Hilda Lessways” ve "These Twain" i 1925. de "Claybanger Family" (Cleyhengır Ailesi) ismi altında bir eserde topladı,

Ç

Janset B ER KO K

ailesi geçimlerini küçük bir ku­ maşçı dükkânına borçlu olan sa­ de ve dürüst insanlardır ve bir çok vasıfları ile dünyadaki bütün insanlara benzerler. Yaşlı baba­ lan öldükten sonra anneleri ile hayatlarında hemen hiç bir deği­ şiklik olmadan yaşamaya devam eden Constance ve Sophia uzun zaman geçmeden evlenirler.

Bu-V,.i

rada kahramanların karakterle­ rini tebarüz ettiren yazar daha sakin ve itaatkâr olan Cons- tance’m dükkânlarında çalışan basit ve zeki olmıyan fakat ken­ di kıymet ve kabiliyetine emin bulunan Mr. Povey’le, daha cev­ val, muhayyile sahibi ve cesur olan Sophia’mn ise annesinin iti­ razına rağmen bir Seyyar satıcı ile evlenişini ikna edici bir dille anlatır» Sophia kocası ile Fran- saya gitmiştir. Fakat bu izdivaç genç kız için şanslı bir izdivaç olmaktan uzaktır. Taşralı ve gör­ güsüz bir ailenin kızı olduğu hal­ de mukadderata cesaretle katla­ nır ve kocasının ölümünden son­ ra, hâdiselerin oyuncağı olup kö­ tü bir akıbete düşmiyerek, Pa­ ris’te bir pansiyon açmaya ve bunu gayet iyi bir şekilde idare etmeye muvaffak olur. Constance ise daha büyük bir saadeti tahay­ yül edemediği için Mr. Povey’le mes’ut bir hayat yaşamış ve oğ­ lu Cyril’e oldukça iyi bir tahsil verebilmiştir, öyle ki Bursley’de ona adetâ bir dahî gözüyle bakıl­ maktadır.

Böylece bu taşralı aileyi Cons­ tance 16 yaşında iken ele alıp ölümüne kadar götüren yazar, 42 yıllık bir zamanı panaroma gibi gözümüzün önüne sermiştir. Eser 4 kitaptan meydana gelmiş­ tir. Bu kitaplardan "Mrs. Baines” adını taşıyan birincisinde aynı çatı altında yaşamakta olan Cons­ tance, Sophia, Mrs Baines ve Mr. Povey ele alınıyor. İkinci kitap ise daha ziyade Constance’m ko­ cası ve oğlu ile olan münasebet­ lerini anlattığından “Constance” adını taşır. Üçüncü kitap “ So­ phia” , tamamen Sophia’nın prob­ lemleri ile doludur. Dördüncü ki­ tabın mevzuu ise “ Sophia İle Constance” teşkil eder.

Kuruluş itibariyle gayet sağ­ lam olan “Old Wives’ Tale” (ih­ tiyar Kadınların Hikâyesi)

(9)

Ben-nett’in tekniğinde ehemmiyetli bir tarafı tebarüz ettirmesi itiba­ riyle mühimdir. 25 yıl birbirinden uzak yaşamış olan Constance ve Sophia’yı ayrı ayrı ele almış ve kesinti, değişiklik yapmadan ha­ diseler arasında okuyucuya sun­ muştur.

Kısımların daima dekoru hazır bir hâdisenin yayı gergin bir nok­ tasından başlaması eserdeki tek­ niğin diğer bütün hususiyetini teşkil eder. Küçük hâdiselerin yı­ ğılması, arkadan daha büyük hâ­ diselerin gelmesi ile tıpkı hayatta olduğu gibi ilerliyen “Old Wives’ Tale” (İhtiyar Kadınların Hikâ­ ye) sinde, yazarın yapmaya ça­ lıştığı şey, kendini mümkün ol­ duğu kadar gizlemek ve okuyucu­ dan uzak tutmaktır. Bunu temin için büyük gayret sarfeden Ben­ nett, Paris’e gittiğinde büyük Fransız natüralist yazarlarını okuyarak onlar sayesinde tema­ yüllerinin kendisini sevkettiği bu edebî yolu aydınlatabilmeyi iste­ miş ve bu hususta daha ziyade Goncourt kardeşler ile Maupas- sant’m tesiri altında kalmıştır. Hattâ “Old Wives’ Tale” (İhti­ yar Kadınların Hikâyesi) nin Maupassant’m “ Une Vie” (Bir Hayat) isimli eserinin bir tak­ lidi olarak vasıflandıranlar var­ dır. Fakat “Une Vie” (Bir Hayat) ile “Old Wives' Tale” (İhtiyar Kadınların Hikâyesi) arasında esaslı farklar mevcuttur. Birinci­ si Mauppasant yalnız bir hayatı, Bennett ise iki hayatı (Constance ile Sophia’nın hayatım) ele al­ mıştır. İkinci fark ise yazarların bu eserleri yaratırken içinde bu­ lundukları ruh hallerinde kendi­ sini gösterir : Mauppassant bed­ bin, Bennett ise neş’eli, ve Burs- ley (aslında Burslem) in ve Burs- leylilerin geleceğinden ümitlidir. Bundan başka Bennett takdir et­ tiği ve kendilerine benzemeye ça­ lıştığı fransız yazarları gibi ya­ rattığı kahramanların hayatları­ nın sadece bir seyircisi olmamış, onların yaşayışı ile ilgilenmiştir.

Bennett’in bu alâkasını tabiî görmek icabeder, zira onun haya­ tının başları dg aşağı yukarı

Bai-nes’lerin hayatı gibi geçmiştir. Hanleyli bir avukatın oğlu olan yazarın evi Baines’lerin olduğu gibi bir kumaşçı dükkânının ar­ kasında idi. O da fabrika duman­ larının bulandırdığı gökyüzü al­ tındaki mahallî mekteplerde Bai­ nes’lerin çocuklarına ve ailelerine benziyen kimselerle temas ederek okudu.

Bundan sonra Bennentt Londra Üniversitesine devam etti, ve 21 yaşında Londra’da bir avukatın yazıhanesinde kâtip oldu. Daha sonra bir kadın mecmuasının ya­ zı işleri müdürlüğünü yaptı. Bir çok popüler fakat edebî değeri olmıyan eserler de meydana geti­ ren ve karışık bir hayat süren yazar, hayli büyük bir servet bı­ rakarak, 1931 de 64 yaşında oldu­ ğu halde ölmüştür.

eşit olmayışı dolayısiyle, muhte­ lif münekkitlerin yazar hakkında birbirine uymıyan kanaatlar be­ lirtmelerine rağmen, "Old Wives’ Tale” (İhtiyar Kadınların Hikâ­ yesi) ve “ Clayhanger Family”

(Kleyhengır Ailesi) gibi Bennett’­ in doğduğu kasaba ve komşula­ rının üzerine kurmuş olduğu eser­ leri İngiliz edebiyatında değerli bir yer almışlardır. Hakikaten sadece “Old Wives’ Tale” (İhti­ yar Kadınların Hikâyesi) ile gö­ rebileceğimiz gibi, tarihî ve sos­ yal dekoru, o zaman geçen hâdi­ selerden bahisle, ustaca tebarüz ettirmiş ve şahısları mahallî ve sınıf hususiyetleri ile canlı olarak karşımıza koymuş olması, üste­ lik bunları uzun bir zamanla çer- çevelendirmeye muvaffak olabil­ mesi yazarın değerini isbata kâ­ fidir.

Eserlerinin değer itibariyle

K A R A N F İ L İ M

Mevsim kış, geceler ayaz, Geceler uzun güzelim, Soğuk sıfırın altında

Elimde sigaram, gözlerim dalgın Vakit tam gece yarısı,

Vyayamadım :

Şarap içer gibi içtim hasreti Karagömlek gibi giydim ayazı Geceyi çarşaf gibi çektim sineme Seni ve baharı düşünüyorum. Burası Ankara Karanfilim Burası Ankara

Gecesi gündüzden ayaz Hele sabahları sorma Bizim için değil bu şehir Hava soğuk, odam soğuk İnsanları öylesine ...

Mevsim kış, vakit tanı gece yarısı Elimde sigaram, gözlerim dalgın Göğüs geriyorum, tipiye, kara Bir sana hasretim Karanfilim Bir de bahara.

A . Tufan Ş E N T Ü R K

(10)

K O N U Ş M A

Dostlarım bilin ki bur da Bir fakir Cahit Külebi Garaja «’ekilmiş hurda Paslanmış kamyonlar gibi Bekler durur Ankara’da.

Gerçekten de Külebi’yi söylediği halde, Dev­ let Konservatuvarmdaki odasında bekler buldum. Selâmlaştık. Şöyle masasının sağ tarafında yer gösterdi. Sonra “Siz Cenuplu musunuz?" diye sordu. “Hayır Orta Anadoludanım. Sizde öyle­ siniz, yüzünüz bana nedense bozkırı hatırlatıyor” dedim. Aslen Erzurumluymuş, Zile’de doğmuş, Niksar’da büyümüş, onbir senedir de öğretmen­ lik yapıyormuş.

•— Ne okutuyorsunuz efendim ?

— Ben mi efendim ? Şey, tabii edebiyat ta­ rihi. Sonra çaresizlik içinde kalmış gibi ellerini iki yana açarak; “Zaten başka ne okutabiliriz?.” dedi.

Bundan sonra bütün konuşmamızı “efen- dimli, sizli,, sizi yordum, asıl ben sizi yordumlu” cümleler işgal etti, öyle ki, Külebi’ııin yanından ayrıldığım zaman, nezaket ifade eden kelimeleri fazla kullanmaktan mütevellit bir hafiflik hisse­ diyordum.

O. Fehmi Ö ZÇ E LİK

Sorulara bir göz attıktan sonra :

— Siz dedi, bunları A. Muhip Dıranas’a sor­ madınız mı ?

— Bir kısmım sordum tabii.. Muhip Bey iş bölümüne riayet ediyor. Bilmem ne dereceye ka­ dar haklı ama, şahıslar hakkında hüküm verme­ yi edebiyat tarihçilerinin işi kabul ediyor.

— Ben korkmadan söyliyeceğim. Biliyorum bana kızacaklar ama...

— Şu halde ilk sualimi sorabilirim !. ★

— Sanat faaliyetleri bakımından daha ev­ velki senelerle bûgün arasında ne gibi farklar görüyorsunuz ?

— On yıl evveline nazaran şüphesiz bir za­ yıflama var; ama bu sözümle yeni yetişen arka­ daşların daha zayıf olduklarını ileri sürdüğüm sanılmasın. Bizde Sanat nesillerinin ömrü bir parça kısa oluyor. Yeni yetişen arkadaşlarımızın normal gelişmeleri sonunda, bir - iki seneye ka­ dar yine aynı zenginliği tahakkuk ettireceklerine inanıyorum. Meselâ geçen kış Haldun Taner bu işi hikâyede fazlasıyla yaptı. On yıl evvelki hi­ kâyelerimizden daha da güzel hikâyeler yazdı. Şiirde de niçin böyle olmasın?,

— Tiyatro için söyliyeceğiniz bir şey yok mu ?.

— Var, dedi. Tiyatroda hayran olduğum, görmekle sevindiğim şeyler var. Meselâ : A. Kut- si’nin “Köşebaşı” sı, Sabahattin Kudret’in “ Şa­ kacı" sı, A. Muhip’in “ Gölgeler” ve “ O Böyle İs­ temezdi” si..

Neden söylemiyecekti bilmem, “ Eğer Dıra- nas Milletvekili olsaydı onunkileri söylemiyecek- tim” dedi.

— Ya dedim, Turgut özakman’ın eseri ? — İtiraf etmesi belki ayıp olacak ama, onun çok methini işittim fakat gidip göremedim.

— Mevcut şiir anlayışını savunan dergiler arasında ayrılık var mıdır ?

— Ben bir kere memlekette herhangi bir şiir anlayışını savunan dergi bulunduğunu kabul etmiyorum. Hattâ memleketimizde belli bir şiir çığırını kabullenip onu geliştirmiye, savunma­ ya, bir sistem halinde ortaya koymağa çalışan­ lar da yok. Tanzimat sonrası edebiyatımızla, çağdaş batı edebiyatında bir sürü sanat okulu görüldüğü halde bir kaç yarım örnek müstesna bizde böyle birşey olmadı. Ama ya politika şiirle­ ri diyeceksiniz!. Sanat, bir şekil ustalığı, sanat

(11)

çığırları bir şekil tutumu olduğuna göre ben bu yazıları sanat eseri saymıyorum.

— Güzel, demek ki şiiri politikadan ayırıyor­ sunuz. Öyleyse “İnkilâp şairi” ne demektir ?

— Söyledim galiba, bence bir tek şair var­ dır; o da şiir yazan adamdır.

— Orhan Veli malûm bir ankete verdiği ce­ vapta genç neslin Yahya Kemalden öğreneceği çok şey olduğunu söylüyor, ne dersiniz, acaba bir defa daha mı yanıldı? Sonra neden Yahya Kemal’e hücum ediyorlar ?

— Doğrudur. Yeni nesil Yahya Kemalden çok şey öğrenmiştir. — Ama bir dakika — bu, Yahya Kemal’in erişilmez bir deha olduğunu is- bat etmez. Ancak sırf yıkmak için ortaya çık­ manın özentiden başka bir mânası da yoktur.

‘‘Bir sigara yakmaz mısınız ? ” diye paketini uzattı ve sonra devam etti :

— Edebiyatlarda bir evvelki nesle saldıran­ lar, yeni birşey yaratanlar, sağlam temellere da­ yananlardır, gösteriş için saldırmak özentidir. O ankatte ben de Yahya Kemal'i fazla beğenme­ diğimi söyledim; hareket noktam başka idi. Yıl­ lardan beri eşsiz bir şekil üstadı sayılan Yahya Kemal’in şekilde zaman zaman sıkıcı tahkiyele­ ri — kusura bakılmazsa —- kafiye için acemice söylenmiş mısraları beni böyle konuşturdu. Ne yalan söyliyeyim, yine de öyle düşünüyorum. Ce- nab’ı, Haşim’i her zaman Yahya Kemal’e tercih ederim. Yahya Kemal’e saldıranlar benim gibi düşünüyorlarsa onlara hak veririm; ama “inkilâp şairi” değil diye kötülemeyi de hiçbir zaman ka­ bul etmem.

— Bazıları şairin topluma karşı bir vazifesi olduğunu, bu vazifeyi de onun dertleriyle uğraş­ makla yerine getireceğini iddia ediyorlar. Siz bu hususta ne düşünüyorsunuz ?

— Şairin insan olarak topluma karşı her­ halde vazifeleri vardır. Fakat şair olarak tek vazifesi şiirin icaplarını yerine getirmektir. Top­ lumun derdiyle uğraşmak istiyenler şiir gibi şiir yazsınlar, toplumun dertleriyle ise şiirlerinde değil, şiir dışında uğraşsınlar. Bana öyle geliyor ki şiiri böyle dertlere vasıta ettiklerini söyliyen- ler şiirle ilgileri olmıyanlardır.

— Dünya sanat ve fikir hayatı nereye gidi­ yor. Bu gidiş karşısında Türk sanat ve fikir ha­ yatının durumu nedir ?

— Maalesef dünya sanat ve fikir hayatım yakından takip edecek imkânlara sahip değilim. Yarım yamalak edindiğim kanaate göre yavaş yavaş Romantizm yine sanatta hükümran olma­ ğa başlamaktadır. Nitekim dünyanın içinde bu­ lunduğu şartlar Romantik devrin öncelerine ben­ zemektedir. Kanaatimin yarım yamalak bilgime dayandığını söylemiştim ama, size bir misal de verebilirim :

İki yıl önce bir dergiye verdiğim anket ce­ vabında Yeni Romantizm’den bahsedince bana darılanlar, yersiz konuştuğumu söyliyenler oldu. Daha sonra Türkiye’ye gelen İngiliz şairi Mac

Niece’in bir dergide çıkan konuşmasından öğ­ rendim ki Iskoçya’da da Yeni Romantizm hare­ keti mevcutmuş. Bana çatanlar bilmem okudular mı ?.

— Peki bu Yeni Romantizmin karakteri ne olacaktır ?

— Bunu daha evvel izah etmiştim, dedi. Son­ ra; “Benim yaptığım gibi” diye ilâve etti. Gerçek­ ten ziyade muhayyele doğru, sırasında millî mal­ zemeden faydalanarak, şüphesiz bu kadarla mak­ sadımı anlatamıyorum. Fazla konuşarak sizi ve okuyucuyu sıkmak istemem, gücüm yeterse ile­ ride yazacağım.

— Şiirlerinizde düşündürücü unsurun eksik »olduğunu iddia edenler var; bu sizce de bir ek­

siklik midir ?

— Böyle bir eksiklik olduğunu sanmıyorum. Eleştirmecilerimiz duyduklarını düşünmeden söy­ lemek kolaylığına kendilerini kaptırıyorlar. Şiir­ lerimi güzel buluyorlarsa mesele yok. Bulmuyor­ larsa onlara hak veririm, çünkü ben de şiirle­ rimden memnun değilim.

- Son bir sual!. Bize yeni çalışmalarınız hakkında bilgi verir misiniz ?

- Uzun müddet şiir yazmamıştım, bu yaz aylarında epey uğraştım. Yeni şeyler buldum di­ yemem. İmkân bulursam “ Atatürk Kurtuluş Sa­ vaşında” adlı manzumemle beraber bir kitap ha­ linde yayınlıyacağım. Adı büyük ihtimalle “Çü­ rüyen Otlar - Yeşeren Otlar” olacak.

Ayrılırken bir de fotoğraf rica edeceğimi söyledim. Aksilik bu ya Külebi on bir senedir iyi bir fotoğraf çektirememiş. Ben bu çok nazik ve mütevazi şairin elini sıkarken, o da bir fotoğ­ raf çektirmeye çalışacağını vadediyordu. Eğer okuyucularım bu konuşmayı fotoğraflı bulurlar­ sa, bilsinler ki Cahit Külebi yeni ve güzel bir fo ­ toğraf çektirmiştir.

M E N D İ L Mendil avucunda durdukça güzel, Ne işi var gözlerinde mendilin? Ayrılmak, kavuşmak gönlümüzcedir. ftizim uydurmamız sadakat, yemin. Boş şey ayrılırken mendil sallamak, Giden sayısınca getirir tiren. Boşaldığı görülmemiş bu şehrin, Bulmak sevinciyle dolu, yitiren. Eskilere hasmış mendil çürütmek, Günahsız beklemek yıllarca yolu. Mendil derim, hasret düşer aklına, Gözlerinde hasret tüten Anadolu... Dünya da küçülmüş, mendilde şimdi, Hasret değil birbirine insanlar.

(12)

Bedevî, Şeyhinin OsmanlIlardan alacağı altınlardan kendisine bir hayli pay düşeceğini bildiği için ses çıkarmadı. Küfreder göründü şeytanına!.

Ingilizler çoktan geçti kendile­ rinden. Yanlarında birer kürek olduğunu bile unuttular! Başladı­ lar can havliyle köstebekler gibi tırnaklariyle kumu eşelemeğe!.

Haber saldılar arkalarına : “Ateş var ilerde. Topçu onları sustursun da ilerliyelim!”

Düşman topçusu ateş topluyor; öne, arkaya, sağa, sola derken; bunun kitapta yeri vardır. Ça­ tal tamamlanıyor!.. Nişan nok­ tası çoktan ayarlanmıştır. Bun­ dan sonra gelecek mermi, Garip Mehmet Oğullarından Memet oğ­ lu Memet J309 Dümelli’ye tam isabettir.

— Mevzi değiştir !

diye bağırıyor Kitap Hüsnü. Mev­ zi değiştirmek! îşte Mehmet Ça­ vuşun kavrıyamadığı buyruk. Ma­ lın kötüsü, davarın kötüsü olur değiştirilir. Uğrunda ölünen, şe­ hitlerimizin yattığı, dişimizin, tırnağımızın, canımızın, gözbebe- ğimizin karıştığı bir yer “Mev­ zi değiştiriyoruz” diye gâvura bırakılır kaçılır mı ?

Hem dahası var; onu her mev­ zie sokuşta, “Burası can alacak yerimiz! Evimizin kilidi; namu­ sumuzun kalesi!” diyorlar. Onun da aklı yatıyor, beğeniyor yerini; ondan sonra “ Mevzi değiştir!”

— Mevzi değiştir!.

Basra’dan, Bağdat’tan bu yana mevzi değişti re değişti re geldiler. Daha nereye kadar çekile çekile düşmana yol göstereceklerdi!.

— Mevzi değiştir!.

Mehmet Çavuş kaşlarım çattı; ters ters baktı sağ gerisindeki Kitap Hüsnü'ye.. Ağır makinalı Garip Mehmet’in elinde, Garip

VIII___________

Ç

Hamdı O L C A Y

«

Mehmet’in gönlünce, bütün Ana­ dolu’nun olanca hıncını bir ağız­ da boşaltmak, bütün öçleri bir anda almak için soluksuz ateş püskürüyor. Çöl, Anadolu yetim­ lerine çektii'diği ahm ateşiyle ya­ nıyor!.. Gelgeldim, silâh fenninin dediği şaşmazdı. Kitap Hüsnü ya­ zılı şeyleri tam bilir, iyi bilirdi, îşte bir parıltı, bir gürültü.. Gök yere kapaşıverdi. Göz gözü gör­ mez oldu. “Tam isabet!” diye in­ ledi Kitap Hüsnü...

Uçan kum tozları, savrulan kaya parçaları, garip şehitlerin üstünü örten, ağır yaralıların can çekişmesini kolaylaştıran bir rah­ met gibi yağdı.. İniltiler kesildi. Yeni çığlıklar duyuldu.. Neden sonra kaderin kara bulutları sıy­ rıldı; Mehmet Çavuş bayraklaş­ mış kükrüyordu!..

“ Vurun Arslanlarım namus gü­ nüdür

“Kırk yıl kıran olmuş, eceli ye­ ten ölmüş.” sözüne gel sen ol da inanma!.

Mehmet Reşat’ı rahat yatağın­ da sıkboğaz eden ölüm, Mehmet Çavuşa şöyle bir sürünüp geçmiş­ ti. Nice etler, tırnaklar, beyinler, gözler ve bağırsaklar kattığımız çöle, Mehmet Çavuş ta göksiinden bir bayraklık kanla, sol ayağın­ dan “Hiç de işime yaramazdı!” dediği üç parmak karıştırdı!...

O, yine bölüğünün başındadır. “Allah’la ahdim olsun, diyor, sa­ na pes dedirteceğim İngiliz!.”

Dönüş

Gâh Mehmet kumandaya, gâh kumanda Mehmet’e uydu. Gâh mevzi değiştirdiler, gâh direttiler. Gittikleri yolları bir daha karış karış alkanlarıyla sulaya sulaya, geri döndüler.

Nereye kadar bu dönüş? Sonu ne olacak bu işin ?

Büyüklerin düşüncesine nasıl akıl erdirebilsin garip Mehmet! “var, diyor, besbelli bir bildik­ leri!.”

Kitap Hüsnü, bu dönüşü anlı- yabilmek için tarihten örnek arı­ yor :

Yavuz’un dönüşü dese, hayır!. Murad’ın dönüşü, değil!. öyleyse ?

Yok ki böyle bir dönüşümüz, benzetsin birisine !

Yanıksı yanıksı kokan havaya bir dirilik geldi. Başlar azıcık dikleşti. Kanlar oynamağa baş­ ladı. Torosları yalayıp gelen yel­ lere kekik kokuları, ardıç koku­ ları, yurt kokuları sinmişti. Ci­ ğer dolusu içlerine çektiler ;

“— Oh! Memleket!.” demeğe kalmadı, düşmanı gördüler karşı­ larında.

“— Verin tüfenklerinizi de, da­ ğılın yurdunuza yuvanıza!" de­ diler.

“— Tüfengini kaptıran yiğltin yurdu, yuvası mı olurmuş!. Ko- ğalamağa gittiğim düşman köyü­ me, evime girmiş!. Ya ben nere­ lere gideyim şimdi !” deyip so­ luksuz kavala dönüverdi Garip Mehmet!.

Kitap Hüsnü gazeteleri okudu. Bu hiç birşeye benzemiyen dönü­ şün adım öğrendi. Bu bir müta­ rekeymiş!.

Üç yüz seksen kişilik bölüğü­ nün onda birlik artığını; gözleri çipilli, gömleklerinin dikiş yerle­ ri sirke yuvalı, kimisinin çenesi, kimisinin suratı, kısacası her bi­ rinde bir kurşun izi bulunan ga­ rip erlerinin karşısına geçti Ki­ tap Hüsnü!.

Ayakta duracak halleri kalma­ mıştı. Bir ara gözgöze bakıştılar. Utanmış yahut da ürkmüş

(13)

olma-Ş Ü K Ü R Biı vişne lezzetinde buruk, Omriin çeşmesinden aldığımız tnd, Mevsimler boyunca güldük Kadere inad.

Mesut günahlara gebe

Leylak uçlarında açan geceler _ Kaçıncı mevsimde çözülecek Bilmeceler.

Bir kuş kanadında zaman Hazırlanmalı çeyizimiz Yeşermiyor ümitler Tarla nasipsiz. Hayal ettiklerimiz Yıldızlarda asılı Hayatı buruk lezzetiyle Sevdik hasılı.

İlhan G E Ç E R

lılar birbirinden, gözlerini yere diktiler. Boşalmış buğday çuval­ ları gibi büzüşüp yığılakaldılar Adana Misafirhanesinin taşlığına; parmaklarıyla çizgiler çizdiler - bozdular; sanırsınız remil attılar ecdat topraklarına!.

Ortaya atılan tüfenkler ölü is­ keletleri gibi sırıtıyordu. Bir Er­ meni milisi birbir sayarak topar­ layıp gitti son dayanaklarını...

Olan olmuş, sıra ağıta gelmiş­ ti!. Yok muydu gayri tutunacak bir dal ?..

Toprağı deşeliyebildiklerine gö­ re canlıydılar. Öyleyse neden, ni­ çin söz edemiyorlardı !.

Şimdiye kadar cahilliğini bilen, söz dînliyen Mehmet Çavuş, söz sırasının kendisine geldiğini an­ ladı da ondan mı ? yoksa ölüp öl­ mediğini anlamak için midir, ne­ dir, bir yol ağzını açmış bulundu : — Hani ya, hani ya, diye ba­ ğırdı, silâh askerin namusuydu ya!. Biz kendi elimizle verdik si­ lâhımızı!. Öyleyse şimdi biz....” dedi, arkasını getiremedi. Boğazı düğümlenmişti, beyni atmıştı; eli, ayağı titriyordu. Bir hoş olmuş­ tu. Bu ara Kitap Hüsnü, ken­ disini derler, toparlar gibi oldu : “— Sus! dinle beni; dedi, biz gayri ölmüşüz. Ölülerde hiç bir şey aranmaz. Nereye gitsek düş­ manı karşımızda göreceğiz. Evi­ mizde, köyümüzde, adım attığı­ mız yerde onlar var. Olan olmuş bir kere; elden ne gelir!. Biz bir avuç insan, denizde damla misa­ li!. Bizim için yapılacak iş kal­ madı gayri! Susup, boyun bük­ mek; yaşadıkça elpençe divan durmak; sürüne sürüne ölümü beklemek varmış kaderimizde! Bana gelince kardaşlarım; az bi­ lip çok yanılmaktansa hiç bilme­ mek daha yeğmiş!. Korkarım be­ nim gövdemi yer kabul etmez! Onun için kirletmiyeyim bu top­ rakları bari!.

“— Olmaz! olmaz! Kul bunal­ mayınca Hızır erişmezmiş!.,, di­ ye bağırdı Mehmet Çavuş.

“— Padişah böyle dilemiş kar- daşım. Padişah böyle fermaneyle- miş! Ona itaat, Tanrıya ibadettir. Biz köle olmuşuz gayri; bu hale düşen er yaşamaz!” dedi sesi ka­

rıncalandı. Bir iki yutkun duysa da tutamadı kendini; başladı an­ nesi gibi ağlamağa Kitap Hüsnü!.

Mehmet Çavuş :

“— Etme Hüsnü Efendi; Tan- rı’nın bildiğini kimse bilmez. Bu­ lunul’ besbelli kurtuluşun bir yo­ lu!” dediyse de, Kitap Hüsnü :

“— Senin aklın kitaba, kanuna ermez! Tarih bunu böyle yazar. Bu hale düşen millet aynımaz!” dedi de bir daha demedi.

Kanlıbasura, sıtmaya, tifoya, tifüse, açlığa karşı koyan Kitap Hüsnü; Ferman’a karşı gelemedi.

Köleye köle olacak canı gök- sünde taşıyamadı.

Yutturdu kendisini Seyhan ır­ mağına!.

Bir köle ölüsüne mezar etmek istemedi yiğitler yurdunu!..

Garip Mehmet oğullarından Mehmet oğlu Mehmet bağırdı 37 arkadaşına :

— Bakındı Feleğin zehirli aşı­ na;

Padişah ferman eylemiş! “Kızınız, kızanınızla sizi .köle eyledim” demiş!

Böylesi ferman mı olur ?

Bu fermanı dinlemesek ne olur! İki ucunda da ölüm varsa bu işin; ölümü aramak yaraşmaz mı bize!

“ Kölelikten daha üstündür ö- lüm!” dedi Kitap Hüsnü; dileye dileye verdi canını!.

Düşmanın istediği de bu!. Köle mi olalım, yoksa ölelim mi ?

“— ölmek daha yeğ yiğitler için!” diye ses verdi arkadaşları.

“ Canımıza kasdedenle, ırzı­ mıza, göz dikenle gırtlaklaşa gırt- laklaşa ölmek daha iyi değil m i?” dedi Mehmet Çavuş.

“— Ya Padişah? ya Ferman?” dediler.

“— Göğdesiz baştan ferman okunmaz. Er olan koyun gibi sal­ haneye sokulmaz, hangi sınırda kan dökmüş, hangi kavgaya oğul katıştırmış? Akan kan bi­ zim, giden toprak bizim. Ne ka­ rışır o bizim işimize!. Ferman Padişah’m dağlar bizimdir! Yol verin dağlar!.” deyip Garip Meh- metler, tuttular Toros’ların yo­ lunu!..

Gel, gör ki ondan sonra neler oldu ?!..

(14)

III

Fİ KR

İç varlığımızdan, köpüre taşa gelen duygular bir sanat eserin­ de şiirleşirken iç hafifliğimizin tatlı bir buruklukla dilimizin ucundan nasıl dökülüverdigini ne güzel yaşarız. Hassasiyet bü­ tün bu halleri içinde toplayan bir kelime değil mi ? Ufarak ya­ pısına sığmayan heyecanlarını söz sanatında yaşatan bu hassas çocuğu ne yalan söyliyeyim eser­ lerinden önce tanıdım. Kendi ha­ linde, hiç bir iddia taşımadan, zih­ nini kurealıyan düşüncelerinin ardına takılmış habire çırpınır durur. Hem de düşüncelerinin darmadağınıklığı içinde bir dü­ şünce birliğine doğru yük almış gibi olarak. Gibi diyoruz; onun çeşitli sanat dergilerinde çıkan eserleri bu dağınıklıktan kurtul­ mağa çalışan düşünüşünü açıkça gösteriyor. Uçsuz bucaksız bü­ tünlüğüyle hayat; bu tâbirin kap­ ladığı türlü anlamlar, insan sev­ gisi, kaderi, hiçliği halinde, mem­ leket sevgisi halinde, içinin boşa- nışlarmda daima hakim oluyor. Fikret Sezgin için, çok mücerret diyorlar. Ben de bu fikre iştirak ediyorum. Yalnız bu tecrit onun aradıklarından ziyade, arayışıri- dadır. Zihnini kurealıyan demiye- ceğim, zihninde tasarladığı muğ­ lak fikirleri olduğu gibi söze dö­ küyor. Düşünceler, duygularda eridiği nisbette, felsefe bir seziş değil, duyuşa yaklaşır. Düşünce­ ler, başı göklere nekadar yükse­ lirse yükselsin ayakları yerde kaldığı müddetçe tamdır. Çırıl­ çıplak realizme kanat takanlar değil, romantizmi ayaklandıran­ lar muvaffak olmuşlardır. Fikret Sezgin daha başlangıçta ikinci yoldadır. Fakat hava kaçıran bir balon gibi yere yaklaştıkça mu­ vaffakiyeti artıyor. “Yağmur Du­ ası” bu düşüncemizi teyid eden

E T S E Z G İ N

Yahya B E N E K A Y j

en güzel misaldir. Bu cesaretli arayışları başlangıçta bir kusur gibi kendini .gösteriyordu.

Mülkiyenin birinci sınıfında iken yayınladığı bir şiirinden, se­ zişin, duyuşla bağdaşamayışının nekadar kuru olacağını göster­ mek için şu kt’asmı okuyalım :

Ömrüm kuyu, zaman kova Çeker eyvah, eyvah deyu Son nefesimde son dua Çıkar eyvah, eyvalı deyu.

Bu denemesinin üzerinden he­ nüz üç sene geçmiştir. Ama bu üç yıllık araştırmalar hele ‘‘Men­ dil’' de ne kadar olgunlaşmıştır. Biliyorum ki bu kusur, meziyet halini alacaktır.

Sezgin’in içinde yer eden ana konulardan biri “insan” dır. Ce- miyetde insanı değil, insanda ce­ miyeti görül-. Hisar’da çıkan “ Âdem oğlu” onun hem bu ince anlayışını, hem de aradığı hakiki

yolu açıkça gösterir. İnsanlığa giden yolların başlangıcı insanın kendisidir. Kendimizde başkaları­ nı paylaşmak, başkalarında ken­ dimizi bıılmak.

Boş şey ayrılırken mendil salla­ mak Giden sayısınca getirir tren. Boşaldığı görülmemiş bu şehrin Bulmak sevinciyle dolu yitiren

“ Mendil” den aldığım şu kıt’a- da insan kaderciliğine bir çizgi çekerken, medeniyete ayak uydu­ ran yaşayışların, manevî değer­ leri silen bir yönde ayaklanışma acı bir tebessümle, şu mısralarda ne güzel dokunuyor :

Dünya da küçülmüş, mendil de şimdi Ilâsret değil birbirine insanlar.

Yazdığı bütün şiirlerinde bu anlayışın koyu havasım teneffüs etmemek kabil değildir. Ama kö­ tümser olarak.

Bir diğer şiirinde de gün gör­ müşlüğün, yaşamışlığın olgun bir baş sallayışiyle

Bağ bozumundan kalan bir acı salkım hayat" demişti. Kötümserlik bir yara­ dılış değil, bir kazanmadır. Hadi­ selerin, ruhlarda bıraktığı izler­ dir. Yaşayışındaki, hiç olmazsa görünüşündeki iyimserliğin, şen şatırlığm altında, derin duyuşla- riyle Sezgin, bize kötümserliğini ne güzel kabul ettiriyor.

Gelen dert bağladı türbe bu yürek. Bütün estetikçilerin üzerinde durdukları beş sanat kolundan biri olan şiir de, iç burkuntuları- nın tezahürüdür, İnsan

(15)

duygu-»

İarım, şekille, renkle, sesle ifa­ de ederken duyuşlarını, duy­ gularının üstüne çıkardığı nis- bette şiire yaklaşır. Her sa­ nat eseri, bu bakımdan, yaratı­ cısı için boşanmalarına bir saha­ dır. İnsan olan sanatkâr, diğer insanlara yaklaştığı müddetçe şiire ulaşır. Fikret Sezgin “Ya­ yan Yapıldak” eserinde nekadar insandır.

Bir çif mezar taşı yollarda sonum Belki bir çiçeğe renk olur kanım.

Sezgin derin insaniliği içinde düşüncelerini saran • sezişlerden zaman zaman ayırdığı kulakları­ nı kalbinin başka bir inceliğinden gelen duygulara da çevirmiştir. Aşk, ne istediğini bilmektir. İn­ saniliğin tabiî bütünlüğüdür. Bü­ tün sevgiler, devamlılığını aşkta bulurlar.

Sevda bir gölge peşimde derken, duygularındaki devam­ lılığı nasıl ifade ediyor. Fakat öyle ki :

Bir kilidim her anahtar Yar elinde açar beni.

Yine derin ıstıraplar gömülü içini verdiği sevdiğine ne diyor :

Bir kitap diye verdiler Aman okuma yırt beni. “ Yayan Yapıldak” da, şair ava­ reliğini, bütün avareliklerini tek sebebine ne güzel irca ediyor.

ı

Gönlün jıeşi sıra sürünmek düştü Ömrünce bu kula yayan yapıldak.

Fikret Sezgin, Anadolu’nun ka­ deri üzerinde ısrarla, muhabbetle durmuştur. “Durmuş Dayı” da bu duygu en yüksek noktadadır. Ah dayı kırk boğum insanın içi Her dert söylenmiyor dosta düş­

mana. derken ağzını bıçak açmaz hem­ şehrileriyle ne kadar candan or­ taktır. Memleketin kaderi, Mille­ tin kaderi, bütün bunların tem­ silcisi insanda en müşahhas ifade­ sini bulur. Orada doğmamış ol­ makla beraber, çocukluğunun, gençliğinin en güzel yıllarını yaşamış olduğu Kayseri’nin bir­ çok şiirlerinde zaman zaman

bir memleket hasreti halinde yaşamakta olduğunu görmemek kabil mi ? Zaten şurada, bu­ rada doğmak mühim değil; gü­ zel olan doğmuş olmak. Ya­ şaran gözlerimizde ıslanan bir memleket türküsünde, yemyeşil bir yamaca salıverdiği sürüsüne baka baka üflediği kavalıyla bir çoban kadar, hıncahınç, birbirle­ rinin yüzlerini bir ömür boyunca ancak bir tek defa görebilecek, insanlarla dolu caddeler boyu, dalgın yürüyen hangi hemşehrinin, içi burkulmaz. Kaim kaşlarının altında ışıldıyan siyah gözlerinin doluşuna her ş^ıhit olduğumda, kıpırdayan ince dudaklarından bir memleket türküsü dökülüver- miştir :

Anadolu, ya hep, ya İliç nasibin. Herkes vatanını sever. Hepi­ miz memleketimizi severiz. Fik­ ret te hepimizden biridir. Hepi­ mizin yurt sevgisi Sezgin’den farklı değildir. Fakat onun ken­ dine mahsus bir duyuşu vardır. Kavruk serviler ardından perişan, perişan batan günlerin, insan iç­ lerinde yer ettiği izlerin, gün or­ tası çatlıyan dudaklardan nasıl döküldüğünü ne güzel duyar. İçli dışlı olduğu insanları, taşı top­ rağıyla hasret kokan memleke­ timiz.

Mendil derim, hasret düşer aklına, Gözlerinde hasret tüten Anadolu.

Hele şu şiirinde, bu memleke­ tin biraz da dinî bir tevekkülle boyun eğdiği kendi ifadesiyle "en ufak” fakat en büyük bir na- sipsizliği üstünde, kendi mücer­

ret duygularını ne kadar müşah- haslaştırır :

Hür toprakta esir yağmura insan Tanrının her yılki sitemidir bu Dudaklarda dua, gözlerde isyan Evlâttan kıymetli gökten inen su. Yağmur derdimizin eıı küçüğü. Bak! Bir rüzgâr başladı yağmur yerine. Sezgin, bugüne kadar neşrettiği şiirlerinde de görüldüğü üzere bir arayış halindedir. Kalıbın tahak­ kümünden sıyrılmış gibidir. Zaten arayışları bunun ifadesidir. “A- yakların” yani kafiyelerin zarurî baskısına başlangıçta hepimiz gi­ bi kapılmış olan Sezgin’in bu sıy­ rılışını sevinçle müşahade ediyo­ ruz. Monotonluk, ne halk tarzı söyleyişte, ne şekillerinde değil­ dir. Gözünü açtıktan, kapayınca­ ya kadar kendiyle, tabiatla baş- başa kalan Halk Şairinin, duy­ gularını sezinlediği tabiî ahenk- ten, intizamdan mülhem olarak, kalıplarla ifade edeceği tabiîdir. Bu tarzın istismarına tek sebep tekrarlılığın kusurudur. Kalıba tabiiyettir. Bütün şiirlerinde halk ağzının, dilinin hakimiyetine rağ­ men Sezgin hiç bir zaman mono­ tonluğa düşmemiştir. Daha baş­ langıçta bu gerçeği sezen Sezgin hakikî yoluna girmek üzeredir. Felsefesini Realizmle bağdaştırı- şında bir eritme, bir kaynaştırma yolunu bulma denemeleri üzerin­ dedir. Hattâ “Durmuş Dayı” da buna muvaffak da olmuştur. Şi­ kâyetimiz seyrek yazışmdandır. Arayışlarının isabetliliği bu kusu­ runu nisbeten hafifletiyor.

Ç O B A N

Uç koyunu, dört keçisi var bugünebugiin, Alnının teridir bu yedi baş mal.

Dilediği yerde oturur, kaval çalar; Dilediği yerde sütlerini sağar.

Ne ağası var, ne de bir kuldan korkusu! İstediği zurnan gelir uykusu!..

Üstelik genç!

Yaz, kış çıplak da gezebilir. Her mevsimde, lıergün eğlenebilir. Ağrı bilmez dişleri var.

Çatır çatır ayva yiyebilir. Bülbülden yılana, dikenden güle kadar sever sevilir.

Referanslar

Benzer Belgeler

藥科作業-影片欣賞 上課老師:吳建德 撰寫人:張韶芸 學號: B303097081 心得:

In our study, the effects of fifty-nine fluorescent Pseudomonas strains isolated from the rhizosphere of cotton and weeds on mycelium growth of seedling root rot

IZA buğdayından üretilen makarnaların β-karoten içeriği fazla olmasına rağmen, makarnalık buğdaydan üretilen makarnalar daha parlak ve sarı renkte olmuştur.. Türkiye

(a) Field observation of alunite-bearing argillized (kaolinitized) and sericitized pyroclastic host-rocks in the vicinity of Tahtalıkuyu sector of Koru deposit, (b)

Anket çalıĢmasına katılanlara Ġl Göç Ġdaresi Müdürlüklerinin ildeki göç politikasının uygulanması aĢamasında aktörler arasında koordinasyonu

Borçlar hukuku öğretisi, karşılık ilişkisinin sona erdirilmesi, borcun nitelik ve kapsamının değiştirilmesi ve savunmalar konusunda, kanunun ters yorumu yanında (TBK

Pa­ ris Türk Turizm Bürosu ve Kültür Ateşeliği, Paris ve Tok­ yo’daki Türk Büyükelçilikleri, New-York Türk Evi, Türki­ ye iş Bankası'nın yanısıra yurt içi ve