Tam metin kitabı 925
TÜRK BANKACILIK SİSTEMİ’NİN DÖNÜŞÜMÜNDE HUKUKSAL ÇERÇEVENİN GELİŞİMİ
EVOLUTION OF THE LEGAL FRAMEWORK
IN THE TRANSFORMATION OF THE TURKISH BANKING SYSTEM
DR. ÖĞR. ÜYESİ ŞENOL KANDEMİR
T.C. Çağ Üniversitesi
ÖZET
Türkiye Ekonomisi’nin neoliberal döneminde (1980-2001) Türk Bankacılık Sistemi’nde yaşanan çarpıcı değişimde hukuksal açıdan iç içe geçen iki önemli olgu dikkate alınmak durumundadır. Gerçekten de bankacılık sisteminde söz konusu büyük değişim öncesi sağlam bir hukuksal altyapı oluşturulmamış ve giderek finansal serbestleşme sürecinde hukuk sistemi sosyal ve ekonomik gelişmeye ve hatta değişime karşı bir ayak bağı olarak görülmüştür. Nitekim 1980’lerde yürürlüğe konan Türkiye’deki finansal serbestleşme uygun bir kurumsal ve hukuksal ortam tam anlamıyla oluşturulmadan başlatılmış ve sürdürülmüştür. Böyle olgunlaşmamış bir ortam bankaları riskli karar alma davranışına sürükleyen etkenlerin başında gelmiş ve bu çerçevede bir yandan bankalar yasal boşlukları kullanarak mevduat topladığı gibi kredi vermede de riskli uygulamalara girişmiş, öte yandan bankacılık sisteminde mevduat sahipleri ve yatırımcılar yeterli ve doğru bilgiye ulaşmakta güçlük yaşamıştır. Özellikle (1980-1982) altdöneminin sonunda patlayan banker krizi önemli bir ders ortaya çıkarmış ve böylelikle piyasa ekonomisinin bir kurallar ve kurumlar bütünü olduğunu, bu bütünlüğün fiyatların hızla ve denetimsizce serbest bırakılması ile kendiliğinden oluşmadığını göstermiştir. Bu noktadan hareketle, kamu otoriteleri finansal serbestleşme sürecinin başında piyasalarda fiyat belirleme mekanizmasını serbestleştirmeden önce piyasa mekanizmasının kurumsal ve hukuksal önkoşullarını tam olarak oluşturmuş olsa idi, sonuç olarak ortaya çıkan sosyal ve ekonomik sorunların bir bütün olarak topluma daha düşük maliyet yükleyerek atlatılabileceği savunulmaktadır. Araştırma döneminde, sistemdeki hukuksal ortamın tepkisel ve yaşanan olaylar sonrası biçimlendirilmesi ve kurumlaştırılması dolayısıyla finansal serbestleşme çerçevesindeki köklü ekonomik ve sosyal değişim politikaları uygun bir hukuksal yapı içinde uygulanamamış ve hukuksal gelişmeler iktisadi olayları çok geriden izlemek zorunda kalmıştır. Hukuk sistemini makroekonomik ve sosyal politikalara uygun bir finansal serbestleşme uygulaması başlatmadan önce planlayıp oluşturmak yerine dönemin gelişmiş batı ülkelerinde egemen olan anaakım neoliberal ideolojinin yoğun etki ve baskısı altında hukuku dışlama ve giderek onu bir hasım ya da rakip olarak görmek yoluna gidilmiş, sonuç olarak hukuk sisteminde karşılaşılan yetersizlikler ve eksiklikler başlangıçta belirlenen değişimin başarısını olumsuz yönde etkileyen temel bir etken olmuştur. Bu çalışma Türkiye’nin finansal serbestleşme deneyimi çerçevesinde finansal ekonominin finansal hukuk sistemi ile ilişkilerini ve daha geniş planda da makroekonomik ve hukuksal dinamiklerin etkileşimini ortaya koymayı amaçlamaktadır.
Anahtar Kelimeler: Bankacılığın Dönüşümü, Finansal Serbestleşme Süreci, Ekonomi ve Hukukun
Etkileşimi.
ABSTRACT
Two significant phenomena have been worth considering in the drastic change of the Turkish Banking System during the neoliberal period of the Turkish Economy (1980-2001). Indeed, a sound legal infrastructure had not been established before the banking system’s drastic change in question, and even the legal system had been regarded and blamed as an impediment to the economic and social development and even to change in the financial liberalization process. Hence, the financial liberalization of Turkey put into practice in the 1980’s was initiated and maintained without forming an appropriate legal and institutional environment. Such a immature environment had been a leading factor driving banks towards the risky decision-making behavior and in this context banks made risky credit decisions in addition to accepting deposits by using loopholes in law on one hand, and depositors and investors had difficulty in getting access to the adequate and accurate information, on the other.
Tam metin kitabı 926
Especially the banker crisis erupted in the 1980-1982 sub period gave an important lesson and thereby demonstrated that the market economy was in fact a collection of rules and institutions and this collection was not formed automatically by means of deregulating the prices in an abrupt and uncontrolled way. From this point of view, it has been asserted that if the state authorities firmly established the institutional and legal prerequisites of the market mechanism before deregulating the price determination mechanism at the beginning of the financial liberalization process, the resultant economic and social problems could have been overcome with a much lower cost to the society as a whole. In the research period, radical economic and social policies for change within the framework of the financial liberalization could not have been implemented within an appropriate legal structure and legal developments must have lagged far behind economic events due to the fact that the legal environment has been formed and institutionalized in a reactive and ex-post facto manner. Instead of designing the formation of the legal system before initiating a financial liberalization experience in accordance with macro-economic and social policies, laws were externalized and even deemed as an enemy or a rival under the intense pressures and great influences of the mainstream neoliberal ideology prevailing in the then developed western countries, and as a consequence serious drawbacks and inadequacies in the legal system had been an essential factor having adverse effects on the success of the change designated at the beginning of the financial liberalization process. In the final analysis, this study aims at putting forward the relations of the financial economy with the financial legal system and in a broader perspective the interaction between macro-economic and legal dynamics within the context of the Turkish financial liberalization experience.
Key Words: Transformation of Banking, Financial Liberalization Process, Interaction between Law
and Economics.
1. GİRİŞ
Ekonomik refah ve bunun topluma yayılması doğrultusunda, hukuk ve ekonominin birbirlerini tamamlamaları esastır. Ekonomik sistemin sağlıklı işleyebilmesi, ihtiyaçların karşılanmasına olduğu kadar, etkin bir hukuk sisteminin varlığına da bağlıdır. Bu bağlamda hukukun ekonomideki rolü, piyasanın düzenli işleyip gelişmesini sağlayacak yasal çerçeveyi belirlemektir. Hukuk, ekonomik faaliyetlerin dış görünümünü şekillendirirken, bir yandan da ekonomik kontrol ve ekonomik oluşumun akışını düzenlemektedir. Bir başka değişle, hukuk kuralları ekonomik düzenin fonksiyonudur. Dolayısıyla, hukukun ekonomik tercihleri meşrulaştırıcı bir etki yaratığı rahatlıkla söylenebilir. (Baykal, 2008: 4, 78) Hukuki kurallar ve düzenlemeler, fiyatların oluşmasında belirleyici olmaktadırlar. Hukuki kurallar, bireylerin faaliyetlerinin faydasını ve maliyetini etkilemektedir. Servet maksimizasyonu ilkesinden hareketle hukuk bireylerin davranış kalıplarını değiştirmektedir. (Oğuz, 2002:7) Serbest ve rekabet içinde işleyen ve rasyonel seçimlerle en doğru seçimleri yapan bir ekonomi modelinin işleyebilmesi ancak bir hukuki sistem içinde mümkün olabilir. Hukuki bir rejim olmadan işleyen bir pazar toplumunu sürdürebilmek imkânsızdır. (Özkan, 2013:94)
Hukuki düzenlemelerin birçok amacı olmakla birlikte ekonomik alanda nihai hedef ekonomik etkinliktir. Kişilerarası ilişkilerin en önemli etkinliklerinden birisi, ekonomik alanda görülen etkinliklerdir. Üretimden tüketime doğru ilerleyen bu etkinliklerin, kişisel ilişkileri yaptırımlar aracılığıyla düzenleyen hukukun ilgi alanı dışında kalması düşünülemez. Hukuk ekonomik etkinliklerin yasalarını saptamakla ilgilenmez, ancak bu etkinlikleri (davranışları) bir yaptırım altında düzenlemeyi amaç edinir. (Gürpınar, 2008:164)
Posner (2011), Hukukun Ekonomik Analizi Kitabı’nda hukuk kurallarının ekonomik etkinliği arttırmasını gerektiğini ifade etmektedir. Posner’e göre, etkinlik, toplumun ya da bireylerin bir ürün, hizmet ya da işlem için “ne kadarlık maliyet ödemeyi kabul edeceği” olarak tanımlanabilir. Ekonomik etkinlik “Pareto Etkinlik” kavramı ile anlatılmak istenir. O’ na göre rasyonel bireyler hukuk kurallarına
Tam metin kitabı 927
uygun iktisadi davranışlar gösterirler ve etkinliklerini arttırmak için etkin hukuk sistemlerini tercih ederler. Chicago Yaklaşımının kurucularından Posner’e göre (1974:7), (i) piyasalar başarısızlığa yatkındır. (ii) düzenleme yapmanın maliyeti azdır.
Rosenfeld (1996-1997) günümüz toplumlarında hukuk ile ekonominin arasındaki ilişkiyi, karmaşık ve birden fazla görünüme sahip bulmaktadır. İyi çalışan pazarlara göre, hukuki düzenleme kısıtlamasız pazar işlemlerine müdahale edilmesini önleyecek minimum seviyede olmalıdır. Fakat pazarların işlevsel olmadığı konularda, var olan pazarların kusurlarını düzeltmek için pozitif düzenlemeler kaçınılmaz hale gelmektedir. Diğer bir deyişle, işlevsel pazarlar bağlamında, hukuk kolaylaştırıcı bir rol oynamaktadır. İşlevsiz pazarlarda ise hukuk, pazarın eksiklerini düzeltici bir rol oynamak zorundadır. Teoride hukukun kolaylaştırıcı ya da düzenleyici bir rol oynaması arasında fark yoktur. Her iki durumda da kanunun ya da tekil bir hukuki yorumun meşruluğu aynı testten geçecektir. O test söz konusu kanun ya da yorumun sonucunun zenginlik artışını sağlayıp sağlamadığıdır. Pratikte ise kişi hukukun sadece kolaylaştırıcı olduğu ve sonuçların otomatikman zenginlik artırıcı olduğu mükemmel pazarların pürüzsüz dünyasında kalamaz. Tersine zenginlik artışının önüne engeller çıkaran pürüzler kaçınılmazdırlar. Bunlar düzenlemeci kanuna davet çıkarırlar ve dağılımcı adaletle ilgili ilk önemli soruları ortaya atarlar. (Özkan, 2013:92)
Hukuk ve ekonomi bilimleri arasında kuramsal arka planda bu kadar yakın bir ilişki olmasına karşın, gerçek hayatta bu iki disiplin birbirinden kopuk ya da yeterince işbirliği içinde değildir. İşte ‘hukuk ve ekonomi’, günümüzde bu iki disiplinin en popüler ve üzerinde en fazla çalışma ve uygulama yapılan harmoni alanıdır. Aslında hukuk ve ekonomi disiplinler arası bir alan olarak “ikinci en iyi” varsayımının tipik bir örneğidir. Çünkü birinci en iyinin sağlanabilmesi için güç asimetrisine dayanmayan sistemlerin oluşturulması gerekir. Örneğin ekonomik alanda tam rekabet modeli güç asimetrisine yer vermeyen bir sistemdir. Ancak bu model gerçek hayatta neredeyse hiç uygulanamaz. Bu nedenle tam rekabet koşullarının sağlanamadığı durumlarda rekabet yasaları aracılığıyla güç asimetrisinin kötüye kullanılmasının engellenmesi yoluna gidilmektedir (Türkkan, 2001:70).
Hukuk ile ekonomi/kalkınma arasındaki ilişkinin araştırılması bir akım olarak 1960’lı yıllarda başlamış ve 1970’lerden günümüze kadar sürmüştür. Bu yıllarda temel ilgi alanı olarak, gelişen ülkelerde hukuk ile kalkınma ilişkisi incelenmiş, sosyal, ekonomik ve politik gelişmede hukukun rolü araştırılmıştır. Yasal gelişme, ekonomik gelişme tarafından belirlense de, uygun yasal ortamlar ekonomik etkinlikleri genişletmekte ve ekonomik gelişmeyi hızlandırmaktadır. Bu nedenle, bu akımın temel savlarından birisi, “gelişmekte olan ülkeler gelişmeyi teşvik etmek için gelişmiş ülkelerin modern kanunlarını ithal etmeli ve kullanmalıdır.” tezi olmuştur. (Karacan, 2002:14)
1990’lı yıllarda ise konu üzerindeki araştırmalar genellikle finansal iktisatçılar tarafından yapılmıştır. Bu araştırma sonuçlarına göre, finansal piyasaların, ekonomik büyümeye katkısı bulunmakta olup, hukuk sisteminin de finansal piyasaların gelişmesine katkıda bulunduğu kabul edilmektedir. Bu alanın en çok referans gösterilen makalelerinden birinde La Porta vd. (1997), ülkelerin hukuk sistemlerinin kaynağının finansal gelişme üzerine etkisini incelemişlerdir. Çalışmaya göre, dünyada en yaygın olarak kullanılan dört farklı hukuk sistemi bulunmaktadır: İngiliz hukuk sistemi, Fransız hukuk sistemi, Alman hukuk sistemi ve İskandinav hukuk sistemi. Yazarlar daha sonraki çalışmalarında Sosyalist hukuk sistemini de hesaba katarak beş farklı hukuk sistemi üzerinde durmuşlardır (La Porta vd., 2008). Ülkelerin çoğu gerek sömürgecilik döneminde mecbur kalarak gerekse kendi istekleri ile başka bir hukuk sistemini kendilerine entegre ederek bu beş farklı hukuk sisteminden birini temel alan bir hukuk sistemine sahip olmuşturlar. İngiliz hukuk sistemi yazılı hukuk kurallarına dayalı olmayan bir hukuk sistemidir. Bu sistem, örf ve adetlere dayalı olarak ama günün koşullarına kendini esnetebilen bir hukuk sistemidir. Yeniliklere karşı kendini hızla adapte edebilen bir sistem olduğundan dolayı finans piyasalarının gelişimi açısından önemli bir avantaja sahiptir. Fransız hukuk sistemi ise yazılı kurallara dayalı olduğundan ve devletin gücünü koruma ve arttırma mantalitesine sahip olduğundan finansal piyasaların gelişimine çok açık değildir. Alman ve İskandinav sistemlerinde ise yapı, bu iki sistemin arasında konumlanmaktadır. Sosyalist hukuk sistemi ise Fransız hukuk sistemine daha yakındır. La Porta vd. (1997), ampirik bulgularında İngiliz hukuk sistemine sahip olan ülkelerde hem bankacılık hem de sermaye piyasasının daha gelişmiş olduğunu göstermişlerdir. La Porta vd. (1998), başka bir
Tam metin kitabı 928
çalışmada, finans piyasalarında bireysel yatırımcıların yasal haklarını en iyi koruyan sistemin İngiliz hukuk sistemi olduğunu göstermişlerdir. (Porta ve dğr., 1997:1131-1150) (Porta ve dğr., 1998:1113-1155)
Demirgüç-Kunt ve Levine (1999:2-5) sermaye piyasası gelişmemiş, bankacılık sistemi zayıf ve küçük olan az gelişmiş ülkelerin banka temelli bir yapıda olduğunu ifade etmektedir. Gelir seviyesi ve hukuk sistemi standartları yüksek olan ülkelerin hisse senedi piyasaları bankalara göre daha etkin olmakta ve dolayısıyla bu ülkelerde finansal sistem piyasa temelli olmaya daha eğilimli olmaktadır. Anglo-Sakson hukuk düzenini esas alan ülkelerin finansal sistemleri çoğunlukla piyasa temellidir. Az gelişmiş finansal sisteme sahip ülkelerin ise çoğunlukla Kıta Avrupası hukuk sistemini esas alan ülkeler olduğu görülmüştür.
Gelişmekte Olan Ülkeler’deki hukuksal ortamın bazı temel özellikleri şunlardır: ❑ Mülkiyet hakları yetersizdir.
❑ Hukuk sistemi modern bir ekonominin gereksinimlerini karşılamaktan uzaktır. ❑ Yasama üzerinde yürütmenin egemen bir konumu vardır.
❑ Yasal kurumların yaptırım gücü azdır ve çoğunlukla salt politik güdülerle faaliyet göstermektedir.
❑ Yasaların hazırlanması süreci uzun ve zaman alıcıdır.
❑ Yasama ve kural koyma gücünün ağırlıklı olarak merkezi otoritelerde toplanmasına dayanılmaktadır. (Webb, 1999:33-34)
Gelişmekte Olan Ülkelerdeki hukuk sistemi genel olarak, merkezi hükümetin uygulamalarını meşrulaştırmaya yönelmiştir. Hukuk, bu tür ortamlarda resmi görevlileri uygulamalarından hesap verme ve sorumlu tutmaya hizmet etmemektedir. Genelde, yasama ve yargı yürütmenin etkisindedir. Bunun sonucunda ise, bürokratik keyfiliğin yürütümü üzerinde anlamlı sınırlamalar konulamaz. Yasal çerçevenin yetersizliği nedeniyle yükümlülüklerini yerine getirmemeleri durumunda yaptırımla karşılaşmayacaklarını düşünen bireyler, bu yükümlülüklerini yerine getirmeme ya da eksik olarak yerine getirme yoluna gitmektedirler. Yasal çerçeve yeterli olmadığı için, piyasadaki aktörler de geleceğe ait plân yapmakta da zorlanırlar. Böyle bir kararlılık ortamından yoksun kalan yatırımcılar, sahip oldukları sermayeyi rant arama için kullanmaktadırlar. Bu tür sistemlerde ortaya çıkan bir başka çelişki ise, uygulamaya konulan yasal reform sürecinde geleneksel yasalar ile yeni yasaların yan yana bulunmasından ortaya çıkar ki, hukuksal çatışma ekonominin işleyişinde belirsizlik yaratır. Bir bütün olarak finans kuramı ve uygulamaları, bunların çıkış ülkelerinden olduğu gibi ithal edildikleri ve fakat yasal altyapı daha önceden hazırlanmadığı ya da eşzamanlı olarak aktarılamadığı için, ekonomik ilişkiler ve yasal altyapı arasında uyumsuzluklar yaşanmakta, bu ise dönüp ekonomik etkinliklerin hacmini daraltmaktadır. Girma ve Shortland (2008:569) gelişmekte olan ülkelerin daha düşük finansal gelişim düzeyine sahip olmalarının başlıca sebebinin sözleşmelerin düzgün şekilde uygulanmaması ve finansal kurumların dürüst olarak faaliyet göstermesini sağlayan hukuki altyapının zayıf olması olduğunu ifade etmektedirler.
Hukuk sistemlerinin güçsüz olduğu gelişmekte olan ülkelerde, yasaların kâğıt üzerinde kaldığı, toplumun genelde yasaları bilmediği ya da saygı duymadığı yahut devlet tarafından uygulanamadığı görülmektedir. Bu tür ülkelerde, hem şiddet, hem de beyaz yakalı suçların egemen olduğu, vatandaşların devlet ile ilgili ilişkilerinde yolsuzluğun yaygın olduğu, yargı kurumlarının çalışmasının yavaş ve öngörülemez olduğu söylenebilir. Bunun sonucunda da, yazılı yasalarla uygulamada olanlar arasında olağanüstü farklılaşma yaşanabilmektedir. (Gray, 1999:61-66) Konuyla ilgili olarak GOÜ’de görülen bir başka olumsuz görüntü ise, bu tür ülkelerde hukuk kültüründe görülen çelişkileridir. Bu ülkeler, genellikle hukuk sistemlerini modernize etmek için Batı’dan yasalar, temel kodlar ve hatta bütün bir hukuk sistemini ithal etmektedirler. Böylesine sistem aktarımları, ülke içindeki hukuk kültürünü dikkate almadığından ötürü, sorunlara yol açmaktadır. Hedef alınan ekonomik model tamamıyla liberal bir model olsa bile ilgili ülkenin kendine özgü sosyal, ekonomik ve kültürel koşulları, o ülkeye özgü bir
Tam metin kitabı 929
liberal model yaratmaktadır. ABD, AB ve Japonya gibi gelişmiş ekonomiler liberal piyasa ekonomisini benimsemekle birlikte üçünün de önemli farklılıklar taşıdığı görülmektedir. Belirli konularda ortak paydalarda buluşsalar bile farklı araçlar, yöntemler kullanmaktadırlar. Bu farklılıkların ortaya çıktığı alanlarının başında da hukuki altyapı ve kültür gelmektedir. Ülkedeki hukuk kültürünün, ithal edilen yasaları özümsüyememesi durumunda ithal yasaların uygulanma yeteneği azalmakta ve uzun yıllar çözülemeyen ve yargıya da yük olan sorunlar ortaya çıkmaktadır.
Genel olarak Kıta Avrupa’sı hukukunu benimseyen ülkemize, özellikle 1980’den sonra giren yenilikler, araçlar ve uygulamalar genellikle Anglo-Sakson hukukundan kaynaklanmaktadır. Daha esnek ve yazılı kurallara bağlı olmayan Anglo-Sakson hukukuyla, daha formal ve yazılı Kıta Avrupa’sı hukuku arasındaki farklılıklar bir bakıma iki blokun liberal sistem içinde ve fakat yine de farklı ekonomik kalkınma modellerinden doğmaktadır. Tamamıyla özel girişim mantığıyla kalkınan Anglo-Sakson blokuna karşılık, devletin de, özel kesim ile birlikte, çok önemli düzenleyici ve yönlendirici rol aldığı Kıta Avrupa’sı bloku arasındaki ekonomik farklılıklar, farklı hukuksal sistemlerin de ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ülkemiz ise, kuruluşundan, 1980’lere kadar genellikle Kıta Avrupa’sı hukukundan geniş ölçüde yararlanmış ise de, 1980-2001 yılları arasında Anglo-Sakson hukukundan yararlanarak gerekli yasal düzenlemeleri üretmeye çalışmıştır. 2001 sonrasında ise yeniden Kıta Avrupası hukukuna dönüş olmuştur. Bu iki ana kaynağın zaman zaman çatışması ya da uyuşamaması da, asıl olarak bu hukuk kaynaklarındaki dönüşümlerden kaynaklanmaktadır.
2.TÜRK BANKACILIK SİSTEMİ’NİN FİNANSAL VE HUKUKİ ALTYAPISINDAKİ GELİŞMELER (1980-2001)
1980’li yıllardan itibaren dünya çapında uygulanmaya konulan liberal ekonomi politikaları ve teknoloji alanında meydana gelen hızlı gelişmeler öncelikle ve belirgin olarak finansal piyasalarda etkisini hissettirmiştir. Finansal piyasalar ve kurumlar bugüne kadar görülmemiş bir hızla gelişmektedirler. Bu gelişim, kısmen yasal reformlar ve düzenleyici yapılanmalardaki önemli değişiklikler tarafından yönlendirilmektedir. Hukuki ve düzenleyici engellerin erozyonu, bankaların faaliyetlerinin kapsamını genişletmelerine fırsat vermiş; hem ticari engellerin gevşetilmesi, hem de sermayenin serbest dolaşımı bankaların ulusal sınırlar arasında işlem yapmalarını kolaylaştırmıştır. (Delice, Doğan ve Uzun, 2004:112) Ekonomik kamu düzeninin bozulması ve ekonomik istikrarsızlık dönemlerinde toplumun doğrudan doğruya ve derhal hissettiği kamu düzeni ihlallerine sıklıkla rastlanmaktadır. Bu nedenle ekonomik yaşamın kontrol ve denetimi ile bu düzenin bozulması halinde tekrar tesisi, ayrı bir örgütlenme ve farklı bir hukuki düzenleme gerektirmektedir. Ekonomik istikrarsızlık kamu düzeninin bozulmasıyla birlikte ülke bütünlüğü, bağımsızlığı ve millî güvenliği ile ilgili sorunları da beraberinde getirebilmektedir. (Çolak, 2003:28)
Sak (1995: 40-44), finans sektörünün dönüşümü finansal altyapı oluşturma aşaması olarak başlar. Finansal altyapı oluşturma aşaması, ilk olarak, sözleşme kuralları ve sözleşme uygulama mekanizmalarının oluşturulması ile başlamaktadır. Tüm finansal işlemlerde, işlemin tarafları arasında bir sözleşme imzalanmaktadır. Sözleşme ile iki ya da daha fazla tarafın isteklerinin nasıl karşılanacağı ve ilgili tarafların hak ve yükümlülüklerinin neler olduğu belirlenmektedir. Finansal altyapı oluşturmanın ikinci aşaması, doğru bilgi yayımı ile ilgili mekanizmaların kurulmasıdır. Tüm finansal işlemlerde, ekonomik ajanlar, girişimciler ya da fon gereksinimindeki ekonomik ajanlar tarafından sunulan yatırım projelerinin gelecekteki nakit akışları hakkında, değerlendirmeler yapılır. Gerçek dünyada, tam bir eşleşmeden söz edilememektedir. Bu nedenle, fazlası ya da açığı olan ekonomik ajanlar fon alışverişinde bulunmak ve projeleri finanse etmek için bir piyasaya gereksinim duymaktadır. Tasarruf sahipleri ya da fazla fonları olan ekonomik ajanlar, fonları aktarmak için sözleşme imzalayıp imzalamayacaklarına karar vermek için kendilerine sunulan projeleri hakkında bilgi sahibi olmak durumundadırlar. Bu süreçte, sunulan bilgilerin doğruluğu, kaynakların etkin dağılımı için yaşamsaldır. Bilginin toplanması amacıyla ortak piyasalar oluşturmak önemli bir politika önlemidir. Ortak piyasalarda, ekonomik ajanların tercihleri ve fon açığı olan ajanlarca hazırlanan yatırım projeleri hakkındaki tüm bilgiler toplanır. Kolektif piyasaların gerçek dünyadaki karşılıkları, borsalar, eurobond ve benzeri piyasalarıdır. Yalnızca mezat piyasaları, borsalar ve future piyasaları değil, komisyoncu piyasaları da rekabetçi fiyatlar oluşturan mekanizmalara sahiptir. Komisyoncu piyasalarında,
Tam metin kitabı 930
komisyoncular, tıpkı ticari bankalar gibi, pazarlık yapılan bir piyasa ortamında etkin bir biçimde çalışmakta, ayrı bir ortamda müşterileriyle pazarlıklar yapmaktadır. Ancak müşterilerinin portföylerini yönetmede komisyoncular öteki komisyoncularla işlemlere girerler. Komisyoncular, müşterileriyle yaptıkları işlemlerde bilgi toplayıcıları konumundadırlar. Komisyoncular kendi aralarında bir işleme girdiklerinde, müşterileriyle yaptıkları işlemler hakkındaki tüm bilgileri komisyonlar arası piyasaya taşımaktadırlar. Bu nedenle, bütün bilgiler komisyoncular arasında yapılan işlemlerdeki bilgilere yansımaktadır. Komisyonculararası işlemlerdeki fiyatların yayımı da, piyasada bulunan diğer ekonomik ajanlar için dışsal yararlar üretmektedir. Bu nedenle, piyasada rekabetçi fiyatlar olunmaktadır.
Finansal altyapı oluşturma aşamasında, rekabetçi fiyat oluşumu için kolektif piyasaların kurumsal gereklilikleri yerine getirilir. Raporlama zorunlulukları ve muhasebe standartlarını da içine almak üzere, finansal aracıların lisans işlemleri açıklanmalıdır. Sahtekârlık ve manipulatif faaliyetlere karşı kurallar saptanmalı ve piyasa gözetim sistemi kurulmalıdır. Alınacak önlemler, hem sağduyulu olmaya yönlendirmeli, hem gözetimle ilgili zorunluluklara yönelik olmalı ve hem de yatırımcıların korunmasına sağlamalıdır. Finansal altyapı oluşturma aşamasında izlenen kamusal politikaların sonucunda, finansal karar almada yaratılmak istenen davranış değişikliğinin temeli hazırlanmış olmaktadır. Rekabetçi piyasalar da, ekonomik ajanların davranışlarında değişiklik olmasını gerektirmektedir. Ekonomik ajanlar ve bunların kararları, kaynak ayırımında önemli olmaktadır. Ekonomik ajanlar, fonların dağıtımında bireysel riskler almaya başlarlar ve kararları sonucunda ortaya çıkan karları ya da zararları kabul ederler. Kolektif kararlara dayalı bir kaynak dağıtım mekanizmasında, ekonomik ajanlar, birbirleriyle iletişim sağlayan temel bir kurumsal yapıya gereksinim duyarlar.
Tiryaki’ ye (2012:37-38) finansal altyapının sadece ödemeler sistemi ile sınırlı tutulmaması gerekir. Finansal sistemin faaliyet gösterdiği ülkedeki düzenleme ve denetim çerçevesi, hukuk sistemi, muhasebe sistem ve pratiği de finansal altyapının önemli alt unsurlarındandır. Zira finansal sistemde faaliyet gösteren kurum ve kişilerin ilişkilerini doğrudan bu alt unsurlar belirlemektedir. Bu alt unsur kalemlerindeki sağlıklı işleyiş finansal sistemin kendi işleyişini de belirlemektedir.
Sak’ ın (1995) yukarıda belirtmiş olduğu finansal altyapı oluşturma aşamasının hemen başında 1980’ lerde gerçekleştirilen finansal reformların genel özellikleri, Önder ve dğr. ne göre (1993: 126) (i) bu reformların büyük ölçüde uluslararası zorlamalarla Türkiye’ ye empoze edilmesi, (ii) o dönem hükümetlerinin ve ekonomi bürokrasisinin bu “reform”a sınır şartlarını belirlemekten ötede bir entelektüel katkı sağlamamaları, (iii) akademik çevrelerde ve basında ortodoks finans teorisine yapılan atıfların, gecikmeli olarak uygulamayı savunmak ve haklı çıkarmak amacıyla kullanılmasıdır. Tan’a göre de (1999:25), 1980 sonrası dönemde ekonomik alana ilişkin uygulamalarda, ekonomik kaygılar ön plandadır ve bazen hukukun ayak bağı olarak görülmesi sonucu, yeterli bir hukuki altyapı oluşturulmadan uygulamalara girişilmiştir.
1980 sonrası yaşanan finansal serbestleşme düzgün bir tempoda ilerlememiştir. 1. dönem (1980-1983) olarak nitelendirilebilecek finansal serbestleşmenin “çocukluk dönemi”nde egemen çizgi deregülasyondur. Reformcu çevreye egemen olan serbest piyasaya ekonomisine sarsılmaz inanç dönemin en belirgin özelliği olarak öne çıkmaktadır. Bu dönemin sonunu banker krizi getirmiştir. İkinci dönemde (1983-1987) reformcuların ilgisi finansal sistemin kural ve kurallarının oluşturulması üzerine yoğunlaşmıştır. Takip eden 3. dönemde (1987-1989) ise bir önceki dönemde oluşturulan kurum ve kurallara işlerlik kazandırılmaya çalışılmıştır. 1989 sonrası dönem ise (1989-2000), döviz ve kambiyo rejimindeki çarpıcı değişiklikler dışında “reform yorgunluğu” ve “kargaşa” dönemidir. Bu dönemde finansal yenilikler ilgi odağı olmaktan çıktığı gibi, finansal sistemi ile ilgili birçok düzenleme hayata geçirilememiştir. Reform yorgunluğunun oldukça fazla hissedildiği bu dönemde gerekli hukuki düzenlemelerin zamanında yapılamaması özellikle bankacılık sisteminde birçok hileli işleme sebep olmuş, bu durum ise 2001 ekonomik krizi ile sonuçlanmıştır. (Önder ve diğ. 1993: 126)
2.1. 1980-1989 DÖNEMİNDEKİ GELİŞMELER
Finansal düzenlemelerin başarıya ulaşması için güvenilir ve istikrarlı makroekonomik politikaların uygulanması, mali sistemin güçlendirilmesi, finans sektöründe erken uyarıyı sağlayacak etkin gözetim
Tam metin kitabı 931
ve denetimin sağlanması yanında mali yapıya ilişkin uluslararası standartların ülkelerin genel ekonomik yapıları göz önünde bulundurularak uygulamaya konulması da gereklidir. (Baykal, 2007:47)
Ekonomik politikaların başarılı sonuçlar vermesi için, sağlıklı ekonomik düzenlerin üzerine yapılandırılmaları gerekmektedir. Herhangi bir makro iktisat kuramının politika, öngörü ve önerilerinin, uygun olmayan bir hukuksal/kurumsal yapı içerisinde başarılı olma şansı oldukça düşüktür. Uygulanacak politikaların verimli olabilmesi için, hukuksal platformda işlevselliklerini sürdürebilecekleri düzenlemelerin de yapılabilmesi gerekir. Birbirinin aynı karar alma yapıları, farklı nitelikte hukuksal düzenlemelerin yer aldığı sistemlerde farklı sonuçlar verebilir. Bu nedenle, hukuksal açıdan desteklenmemiş ekonomik politikalar, istikrarsızlığın da temel kaynağıdır.(Günsoy, 2000:181) 1980’ li yılların başında ekonomide gerçekleşen yapısal dönüşümün uygulayıcılarında, statükoyu değiştirmek için çok hızlı hareket edilmezse reformların gerçekleşmeyeceği düşüncesinin hâkim olduğu görülmektedir. Buna bağlı olarak gerektiğinde hukukun da ikinci plana itilmesiyle, karar vericiler kısa dönemde sonuç almaya odaklanmışlardır. Faydacı bir liberalizme yakın durulması nedeniyle, reformların topluma anlatılması için özel bir çaba harcanmamış, hukuk sistemi çoğu zaman ayak bağı olarak görülmüş, siyaset teknik ve idari bir meseleden ibaret olarak görülmüştür. (Demirel, 2018:57) Önder ve dğr. göre de (1993:208), 1980’ lerde başlayan finansal serbestleşme sürecinde hukuksal altyapı da yakından ilgilendiren araç ve kurum değişiklikleri, finansal aracıların getirilerini azamileştirme güdüsü ile biçimlenmiş, bu güdü istikrarsız bir şekilde sistemi sürekli olarak yeni araçlar getirmek ve denetim-gözetimden uzaklaştırmak yönünde zorlamıştır.
1980’ li yılların başında Türkiye’ de piyasaların kurumsal temelleri bulunmamaktadır. Bu eksiklikler, ülkemizde finansal piyasaların kendiliğinden gelişmesini engelleyici, kamunun finansal serbestleşmeye öncülük yapmasını sağlayıcı bir rol oynamıştır. Ancak kamunun yönetiminde finansla değişim söylendiği kadar kolay gerçekleşmemektedir. Programın uygulamaya konulmasıyla interaktif bir süreç başlamakta, iktisadi bireyler kendileri için oluşturulan yeni iletişim kanallarını, yeni kurumları kullanmaya başlamakta ve finansal serbestleşme süreci kamudan bağımsız kendi dinamiğine de sahip olmaktadır. Bu çerçevede, kamunun sistemin gelişme süreci üzerindeki kontrolü tamamen kaybetmesi ve sürecin hiç beklenmeyen bir seyir izlemesi yüksek bir olasılıktır. Ülkenin finansal gelişme sürecinin, diğer ülkelerde zamanında yaşanmış olumsuzluklardan uzak kalması için devreye sokulan kamu müdahaleleri, yeni olumsuzluklar doğurmaktadır. (Sak, 1996:59-60)
Finansal kurumlar ve piyasalar bakımından finansal alt yapı bir risk kaynağıdır. Örneğin ödemeler sistemleri finansal işlemlerin ve dolayısıyla finansal sistemin etkin ve sağlıklı bir şekilde çalışması açısından hayatidir. Bu sistemde yaşanacak bir olumsuzluk domino etkisi ile sistemin tümünü olumsuz yönde etkileyebilecektir. Bunun yanında finansal sistemin faaliyetleri açısından bir ülkedeki hukuki yapı ile muhasebe standart ve uygulamaları da son derece önemlidir. Finansal sistemde taraflar arasında bir ihtilaf durumunda hukuk sisteminin işleyiş ve sonuç alış biçimi ve süresi, bir ekonomide yayımlanan bilanço ve diğer istatistikî verilerin sıhhati genel olarak finansal sistemin faaliyet ortamını doğrudan etkileyen faktörlerdendir.(Tiryaki, 2012: 39)
1980 sonrası Türk Bankacılık Sistemi için yukarıda belirtilen finansal dönüşümün başlangıcını 24 Ocak 1980 Karaları oluşturmaktadır. Bu kararlarla birlikte Türkiye Ekonomisi iç finansal serbestleşmeyi sağlamaya yönelik politika ve kararları uygulamaya koymuştur. 1980–1982 döneminde otoriteler, rekabetçi ekonomik ortamın gelişmesi olarak tanımladıkları uygulamalarla, kısa bir zaman içinde finansal sistemin kaynakların dağıtımındaki etkinliğini yükselteceğini umut etmişlerdir. Ancak 1982 banker krizi bu yöndeki umutları yok etmiş ve reform çabaları, piyasa sisteminin çalışması için gerekli olan kurumsal yapının yaratılmasına harcanmaya başlanmıştır. Bu nedenle, (1983–1989) arasında, serbestleşme programı daha denetimli biçimde uygulanmıştır.
1980'de başlatılan değişim süreci, finansal serbestleşme ve bankacılık sektörüne girişi kolaylaştırma eşliğinde rekabetin arttırılması çerçevesinde finansal piyasaların geliştirilmesini hedeflemiştir. 24 Ocak Kararlarının finans sistemi yönünden gerekçesi, finans sisteminin devletin yoğun baskısı altında olması ve bu nedenle esas görevini yapamaması olmuştur. Finansal baskı şu öğelerden oluşmaktaydı: mevduat ve ikraz faizleri üzerine konulan tavanlar, negatif reel faiz hadleri, kredi tayınlaması ve öncelikli
Tam metin kitabı 932
sektörlere sübvansiyonlu krediler, finansal gelirler ve işlemlerin yüksek oranda vergilendirilmesi, yüksek rezerv ve likidite oranları ve yüksek aracılık maliyetleri, bankalar ve finansal olmayan kesim arasında iç içe geçmiş ortakların çokluğu, finansal olmayan şirketlerin doğrudan borç senedi ve hisse senedi yoluyla finansman başvurmak yerine banka kredilerine aşırı yaslanmaları; banka portföylerinin kalite düşüklüğü, gelişmemiş sermaye piyasaları, merkezi hükümet ve KİT’ lerin açık finansman fazlasıyla başvurmaları, yabancı bankaların yurtiçi girişlerine engel konulması, dış finansal operasyonlara ve yabancı aktif tutmaya getirilen kısıtlamalar. (Berksoy ve Boratav, 1993:119)
Köne’ ye göre (2003: 233-246) bankacılık sektörünün yabancı rekabete açılması, rekabetin arttırılmasının önemli bir öğesi olmuştur. Bu sürecin uygulayıcıları, finans-dışı kuruluşların geliştirilmesine daha az öncelik tanımışlardır. Reform uygulamaları ile banka faaliyetleri çeşitlenmiş, klasik bankacılık sistemi güçlenmiştir. Bankacılık sistemine bağımlılığın asıl nedeni, 1982 banker krizinden sonra bankalara güvenin artması ve bankaların siyasi güçlerinin olmasıdır.
Finansal serbestleşme, Temmuz 1980’de, mevduat ve kredi faiz oranları üzerindeki tavan oranların kaldırılması ve mevduat sertifikası uygulaması ile başlamıştır. Aynı anda, enflasyonu denetim altına almak amacıyla bir sıkı para politikası uygulamaya konmuştur.
Çelebican’a göre (t.y.:290) mevduat sertifikası bankaların tasarrufları kendilerine çekebilmelerinin yeni bir yöntemi olarak 1980 yılının ortalarında uygulanmaya başlamıştır. Uygulamanın ilk üç ayında 38 bankanın 27’ i vadeli mevduat karşılığında hamiline yazılı vadeli mevduat hesabı ya da mevduat sertifikası verebilecekleri duyurmuşlardır. Kısa sürede bu sayı 31’ e çıkmıştır. Uygulamaya başlanılan (4.6.1980) ilk ayın sonunda 2 milyar TL mevduat sertifikası çıkartılmışken, yılsonunda bu tutar, 18 milyar TL’ ye, 1981 Temmuz ayı sonu itibariyle ise 77 milyar TL’ ye çıkmıştır.
Şirketler kesiminin fon ihtiyacı, tasarruf sahiplerinin tasarruflarını mevduat sertifikasına yönlendirmesi ile birleşince, uygulama daha 1 yılını doldurmadan mevduat sertifikalarının bankalar dışında işlem görmeye başlamasına yol açmıştır. Bankerler1 olarak anılan kuruluşlar, bankalara doğrudan veya dolaylı
olarak açtırdıkları hesaplar karşılığında aldıkları hamiline yazılı mevduat sertifikalarını, belli bir getiri taahhüdüyle tasarruf sahiplerine aktarmak yoluna gitmişlerdir.
Kazgan’a göre (1995: 128-129) bankerlerin kurdukları sistem, tahvil ihraç eden şirketin bütün tahvillerini büyük bir fiyat indirimi ile alıp, tasarruf sahiplerine resmi faizin çok üstünde bir faiz geliri ile satmaları şeklinde işlemekteydi ve şirketlere tahvil çıkartma ve satma olanağı vermekteydi. Bu aslında Yıldırım’a göre (1998: 218-219) ponzi finansmandan başka bir şey değildi. Bu sistem gelen paranın çıkan paradan yüksek olmasına dayanmaktaydı. Gelen paranın fazla olması ise verilecek faiz oranlarına bağlıydı. Faiz oranlarını sabit tutmak mümkün değildi. Çünkü tasarruf sahipleri bir süre sonra bu faiz oranlarına alışacak ve sistemi çevirecek ölçüde para getirmeyeceklerdi. Bu dönemde faizler yoğun rekabet nedeniyle yükselmeye devam etmiş, bankerlerde ponzi finansman sistemi gereği faizi sürekli tırmandırmak zorunda kalmışlardır.
İşte mevduat sertifikaları tam bu dönemde hem bankalara hem de bankerlere bir çözüm olmuştur. Banka tahvili olarak adlandırılabilecek bu sertifikalara bir yandan bankalar dört elle sarılırlarken, bir yandan da şirket tahvili satmakta zorlanan bankerler satacak yeni bir kâğıt bulmuşlardır. Ölçüsüz biçimde bu sertifikaları bankerlere toplu ve indirimli olarak satan bankalar, ihtiyaç duydukları ve kendilerinin toplayamayacakları büyüklükte kaynaklar elde etmişlerdir. Kendilerinin satamayacakları kadar sertifikayı bankerler aracılığıyla pazarladılar. Ancak sürekli açık finansman yöntemiyle çalışan bankerlerin durumu devam ettiremeyecekleri anlaşıldığından piyasayı düzenleyici, kuşkuları giderici önlemler alınmaya başladı. Bu durum banker piyasasını olumsuz etkilemiş ve bankerler kamuoyunda tartışılır hale gelmiştir. Bu durum, bankerlere yatırılan paranın önce yavaşlamasına sonra ise durmasına yol açtı. Bunun sonucunda bankerlerin bazıları batmaya, bazıları ise kaçmaya başladı. (Yıldırım, 1998: 218-219)
1 1447 Sayılı Borsa Kanununa göre “Bankerler”, banker sıfatıyla borsa üyeleri arasında yer alan, fakat faaliyetlerini Borsa
dışında sürdüren ve kendilerine “Borsa Bankeri” adı verilen menkul kıymet komisyonculardır. Bankerlerin Borsa Kanununa tabi olup, borsa üyesi olmadan serbestçe çalışabilmeleri 1982 banker krizinin temel sebeplerindendir.
Tam metin kitabı 933
Balkanlı’ ya göre (2004: 68) toplam istemdeki düşüş, şirket kazançlarını çarpıcı biçimde düşürmüştür. Darboğaza giren zayıf firmaların yaptıkları borçlanmalar, bu şirketlerin bilânçolarını daha da bozmuş ve faiz oranlarını yukarıya doğru çeken bir faktör olmuştur. Bu arada, özellikle küçük ve finansal yönden zayıf bankalar, geri dönme olasılığı düşük krediler için çok sert bir mevduat toplama rekabetine girmişlerdir. Enflasyon oranındaki düşme eğiliminin de etkisiyle, reel mevduat faiz oranları 1982'de % 20'ye çıkmıştır. Kararsız bir ekonomik ortamda, rekabetin dinamiklerine tabi olarak faaliyet göstermek konusunda, ne politika oluşturanlar, ne finansal aracılar, ne de şirketler hazırlıklı olamamışlardır. Kamu otoriteleri ve özellikle Merkez Bankası, bankaların hareketlerini yakından izleme becerisini gösterememişlerdir. Kazgan’a göre (2002: 135) sonuçta, finansal piyasalardaki gelişmeler, 1982'de büyük bir krize yol açmış ve finansal serbestleşme süreci kısmen geri alınmıştır. Hükümet müdahale ederek 5 küçük bankayı kapatmış, bu bankaların varlık ve yükümlülükleri kamu bankaları tarafından üstlenilmiştir. 1983'de, Merkez Bankası mevduat faiz oranlarını yeniden kontrol etmeye ve belirlemeye başlamıştır. (Sönmez, 1992: 28-29)
1980–1982 döneminde otoriteler, rekabetçi ekonomik ortamın gelişmesi olarak tanımladıkları uygulamalarla, kısa bir zaman içinde finansal sistemin kaynakların dağıtımındaki etkinliğini yükselteceğini umut etmişlerdir. Ancak 1982 banker krizi bu yöndeki umutları yok etmiş ve reform çabaları, piyasa sisteminin çalışması için gerekli olan kurumsal yapının yaratılmasına harcanmaya başlanmıştır.(Sak ve Dğ., 2001: 567-568) Bu nedenle, (1983–1987) arasında, serbestleşme programının ikinci evresi daha denetimli biçimde uygulanmıştır.
Tellalbaşı’ na göre (2011: 22) bankerler finansal alışkanlıkların halka yaygınlaşmasında bilinci belirleyici bir rol oynamışlardır. 1980’ lerin başında faiz oranlarının serbest bırakılması ile birlikte yükselen faiz oranları ücretlilerin tasarruflarını, emeklilerin emekli ikramiyelerini ve birçok ailenin konut ve diğer taşınmazlarını satarak bankerlere yatırım yapmalarına yol açmıştır. (Coşkun, 2012: 67-68)
Ergüneş’e göre (2008: 148), bu dönemde büyük holdingler “örgütlenmemiş sermaye piyasası” olarak adlandırılabilecek banker piyasasına da el atmışlardı. Dönemin büyük holding bankaları bankerlere mevduat sertifikası pazarlatmışlardır.2 Kuruluşları herhangi bir hukuki düzenlemeye bağlı olmayan
bankerler, düşük faiz politikalarının yarattığı boşluğu doldurmuş ve mevduatlara verdikleri yüksek faizlerle önemli paralar toplamışlardır. O dönemde bankerlerin bir bölümü, borsa bankeri gibi faaliyet göstererek hisse senedi ve tahvil pazarlarken, diğer bir bölümü de piyasa bankerliği yaparak faizle para alıp karşılığında çek ve senet vermişlerdir.
Bu dönemde, tahvil ve para piyasasında denetimsiz bir şekilde faaliyette bulunan bankerlerin faiz yarışına kattıkları ivme, bankacılık sisteminin yaşadığı en büyük sorun olmuştur. Bankerlerin faaliyetlerinin tam anlamıyla ponzi tipi finansman modeline dayalı olması sürecin devamlılığını engelleyen neden olmuştur. Yeterli bir asgari sermayeye bile sahip olmayan, tamamen sisteme giren nakit paraya bağlı olarak faaliyetlerini sürdüren bankerlik sistemi finans sisteminin de geleceğini tehdit eder hale gelmiştir. Bu nedenle, bankerlerin faaliyetlerinin sınırlandırılmasına yönelik olarak, Maliye Bakanlığından ruhsat alma ve izin zorunluluğu, bankerlerin verecekleri faiz oranlarının belirleme yetkisinin Maliye Bakanlığına verilmesi, yapılacak reklamların TCMB denetimine alınması ve bankerlerin bono ve çek karşılığı faizle mevduat toplamasının yasaklanması ve son olarak Kasım 1981’ de bankerlerin mevduat sertifikası pazarlamalarının yasaklanması vb. önlemler alınmıştır. Bu önlemler banker sisteminin sonunu getirmiştir. Ergüneş’e göre (2008: 155), 1981 yılında her 45.000 kişiye 1 banker düşmektedir. Ardı ardına yaşanan banker iflaslarından sonra oluşan tasfiye masalarında 164 bankerin tasfiyesi gündeme gelmiştir. Büyük çoğunluğu küçük tasarrufçulardan oluşan mağdur
2 1 Temmuz 1980 tarihli Bankalar Kararnamesi ile bankaların mevduat sertifikası2 çıkarmaları serbest bırakılmıştır. Bu
dönemde faaliyet gösteren 38 bankadan 31’i mevduat sertifikası çıkarmıştır. Daha önce bono, çek, şirket tahvili karşılığında kaynak sağlayan bankerler, şirketlerin tahvil ihracında yasal sınırlara ulaşması nedeniyle kısa vadeli/yüksek faizli mevduat sertifikası satarak kaynak sağlamaya yönelmiştir. Bankerlerin temel açmazı kısa vadeli/yüksek maliyetli finansman yapısını sürdürememeleri olmuştur. Maliye Bakanlığı 17 Eylül 1981 tarihinde bankaların mevduat sertifikası ihracını ve 23 Kasım 1981 tarihinde de piyasa bankerliğini yasaklamıştır. (Kurdoğlu, Tüzün ve Yüksel, 2010: 18-19).
Tam metin kitabı 934
bankerzede sayısı 135.000’ dir. 1983 banker krizi nedeniyle mağdur olan bankerzedelere ödemeler 1989 yılına kadar sürmüştür.
Yaşanan banker krizi, bankacılık sistemindeki tekelci yapıyı güçlendirmiş, sanayi/ticaret sermayesi ile banka sermayesinin bütünleşme sürecini hızlandırmış ve ulusal bankacılığı marjinalleştirmiştir. (Artun, 1987: 75-76) Banker krizinin meydana gelmesine yol açan ekonomi politikaları, faiz politikası başta olmak üzere, şirketler kesiminin dışsal finansman gereksinimini önemli ölçüde artırmış banka dışı bir fon aktarma mekanizması oluşturulamamıştır. (Akyüz, 1987: 96-97)
1982 krizindeki etkisi ile menkul değerler piyasalarını kurmak ve geliştirmek amacıyla 1982'de Sermaye Piyasası Kurulu oluşturulmuş ve Kurul, 1983'de çalışmaya başlamıştır. 1981 tarihli Sermaye Piyasası Yasası, Sermaye Piyasası Kurulu'nu, hisse senedi ve borç senedi birincil piyasalarının oluşturulması için yetkilendirmiştir. Yasa, taşınır değer çıkartılabilmesi için bir 'açıklık sistemi'nden çok 'liyakat sistem'ini öngörmüştür. Buna göre, Sermaye Piyasası Kurulu, ihraççının finansal sağlamlığı tatmin edici değil ise, ihraç istemini reddetme yetkisine sahiptir. 1983'de ise, yasa gücünde bir kararname ile ikincil piyasa faaliyetleri düzenlenmiş, bu çerçevede 1985 yılında İstanbul Menkul Kıymetler Borsası yeniden açılmış ve 1986'da çalışmaya başlamıştır. (Sak ve Dğ., 2001: 569-572) Aynı yıl genişleyen bankacılık faaliyetlerine fon bulma kolaylığı sağlamak amacıyla Bankalararası Para Piyasası (Interbank) yürürlüğe girmiştir.
Türkiye'deki taşınır değerler piyasaları düzenlemesinin iki ayırıcı özelliği vardır. Birincisi, bankaların rolü konusundadır. Düzenleme, bankaları gerek birincil, gerekse ikincil piyasalardaki herhangi bir faaliyetle uğraşmaktan alıkoymamıştır. Tam tersine, bazı durumlarda, örneğin yatırım fonlarının kurulması ve yönetilmesinde, bankalara tekel konumu tanımıştır. İkincisi, menkul değerler piyasasındaki gelişmeleri etkili bir biçimde izlemek ve denetlemek için merkezi bir otorite, yani Sermaye Piyasası Kurulu'nu yaratmış ve onu görevlendirmiştir. Reform sahipleri, çıkış noktasında hiç düşünmedikleri böyle bir tercihe, yani Sermaye Piyasası Kurulu'nun isterse kullanabileceği düzenleme yetkisine, özellikle banka-dışı finans kuruluşlarının kamuoyundaki güvenilirliğini büyük ölçüde sarsan 1982 kriz deneyimi nedeniyle adeta zorlanmışlardır. (Sak ve Dğ., 2001: 569)
Reform paketinin ikinci önemli bileşeni, 1985 tarihli yeni bankacılık yasasının yürürlüğe girmesidir. Yeni bankacılık yasası ile 1982 krizinde aniden kendisini gösteren yapısal zafiyetin iyileştirilmesi amaçlanmıştır. Yeni yasa, bankalara asgari sermaye tabanı koşulunu getirmiştir. 1989'da % 5 olan ve 1992'de % 8'e yükseltilen bir sermaye yeterlilik oranı belirlenmiştir. Oran, birincil ve ikincil sermaye ve risk ağırlıklarının belirlenmesinde, Dünya Bankası bünyesindeki Uluslararası Ödemeler Bankası ilkeleri kullanılarak hesaplanmıştır. Tek bir müşteriye verilebilecek kredi miktarı, bankanın ödenmiş sermayesinin % 10'u ile sınırlanmıştır. İştirak yatırımları, sermayenin % 100'ü ile sınırlandırılmıştır. Yasa, bankaların tek tip hesap çizelgesi kullanması koşulunu da getirmiştir. (Ekinci, 1997: 249) 1983'de, 1982 krizi sırasında bankaların karşılaştığı likidite sorunlarının yeniden ortaya çıkmasını önlemek, piyasaların güvenli ve düzenli işleyişini temin etmek için TMSF kurulmuştur. (Sak ve Dğ., 2001: 573)3
Ancak, sigorta sisteminin kapsama alanı sınırlı kalmıştır. İlk 25 milyon TL'nin % 100'ü, ikinci 25 milyon TL'nin % 60'ı ve 50 milyon TL'nin üzerindeki mevduatlar kapsama alınmamıştır. Yasa, hükümetin, bankaları devralmalarına, gerektiğinde yeni sermaye koymalarına ve bankaların verimsiz varlıklarını satın almalarına izin vermemiştir. Hükümet, yasaya göre, sorunlu bankaların yönetimlerini değiştirme ve likiditelerini iyileştirmeleri için önlemler alma yetkilerine sahip olmuştur. Yeni yasa şüpheli kredilerin ayrıca kayıt altına alınmasını şart koşmuş, karşılık ayrılması yoluyla batık ve şüpheli kredilerin kapatılması zorunlu tutulmuştur. Son olarak, yasa, tek düzen muhasebe sistemi ve bağımsız dış denetim uygulamalarını getirmiştir. Yeni bankacılık yasası, ayrıca, bankaların yasalara uymalarını ve finansal durumlarını incelemek için bankalar yeminli murakıplarını yetkilendirmiştir. 1986'da
3 TMSF’ ndan daha önce “Tedrici Tasfiye ve Bankalar Tasfiye Fonu (1960)” vardı. Ancak sadece tasarruf mevduatını
korumadığı, bütün açıkların karşılanması sorumluluğunu üstlenerek kötü yönetimi ödüllendirdiği gerekçesiyle tasfiye edilmiştir.
Tam metin kitabı 935
kurulan Merkez Bankası Banka Gözetim Birimi, bankalar dışında da gözetim yapmıştır. Merkez Bankası'nın gözetimi, sermaye yeterliliği, varlık kalitesi, karlılık ve likidite üstünde yoğunlaşmıştır. Son olarak, bankalar, Merkez Bankası ve Hazine tarafından yetkilendirilen bağımsız denetim kuruluşlarına yılda bir kez dış denetim yaptırmakla yükümlü tutulmuşlardır. Merkez Bankası (MB), 1986'da bir bankalararası para piyasası kurmuştur. 1987'ye kadar, Merkez Bankası gözü kapalı bir aracı olmuş, ancak daha sonra kısa vadeli likidite sorunları çözmek için işlem yapan simsar gibi davranmaya başlamıştır. 1987'de, MB açık piyasa işlemleri yapmaya başlamıştır.
Döviz cephesinde, 1984'de, bankalara kendi kurlarını günlük olarak açıklama yetkisi ve döviz cinsinden mevduat tutma izni verilmiştir. Bankalara da yurtdışında döviz tutma izni verilmiştir. Aynı yıl, bankalara, MB’nca belirlenen sınır aralığında döviz kurlarını belirleme hakkı tanınmıştır.
Merkez Bankası, 1988'de bir döviz ve banknot piyasası açmıştır. Döviz kurları, piyasalarda, bankalar ve ilgili öteki kuruluşların katılımıyla belirlenmiştir. Bu piyasalar aynı zamanda MB’nın döviz politikasını yönlendirmesinde önemli rol oynamıştır. (DPT, 1990: 16)
1980–1990 döneminde, Türkiye'de finansal sistem hızla büyümüştür. Toplam finansal varlıklar içinde toplam taşınır değerlerin payı, 1982'de % 22'den, 1985'de % 25'e ve 1990'da % 43'e çıkmıştır. 1980– 1990 döneminde izlenen ekonomik politikalar, kamu kesimi borçlanma gereğini azaltmada başarılı olamamıştır. Kamu kesimi borçlanma gereğinin düşürülememesi ve fakat kamu kesimi finansmanında daha çok iç finansal piyasalara güvenilmesine inanan otoritelerin bu amaçları, kamu kesimi taşınır değerlerinin pazarlanabilirliğini arttırmaya yönelik bir dizi önlemin alınmasını hızlandırmıştır. Birinci önlem, bankaları portföylerinin bir kısmında devlet kâğıdı tutmaya zorlamaktır. Bu amaca ulaşmak için, bankalar, likidite zorunluluklarına karşılık devlet kâğıtları tutmak ile yükümlü olmuşlardır. Bu nedenle, mevduat hacmindeki genişleme ile yakından ilişkili olarak, bu kâğıtlar için bir istem ortaya çıkmıştır. İkinci önlem, devlet kâğıtlarının çekiciliğini arttırmayı hedeflemiştir. 1985'de başlatılan ihale sisteminden sonra, getiri oranları piyasa tarafından belirlenmeye başlanmıştır. Son olarak, söz konusu kâğıtların getirileri gelir vergisinden bağışık tutulmuş, bu ise bu kâğıtlara yönelik istemi çarpıcı biçimde arttırmıştır. Bunun sonucunda, kamu kesimi, menkul değerler piyasalarındaki büyümeden yararlanmıştır. Kamu kesimi, birincil ve ikincil piyasaları egemenliği altına almıştır. 1990'lara yaklaşırken, her iki piyasadaki kamu kesimi payı düşmeye başlamış ise de, ortalama 3/4 düzeyinde seyretmiştir.
1986'dan itibaren, Hazine piyasaya menkul değer arz eden en önemli aktör olmuştur. Ancak, kamu kesimi borçlanma gereğinin azalmaması ve finansal piyasaların derinliğinin olmaması, tekel konumuna karşılık Hazine'yi olumsuz bir konumda sıkıştırmış ve faiz oranlarını yüksek tutmuştur.
Devlet kâğıtları için ihale sisteminin getirilmesi, bu durumu kurumlaştırmıştır. Her ne kadar alıcıları yüksek faiz oranları için anlaşma yapmakla suçlamak yaygınsa da, bankalar da, ihale piyasalarındaki eğilimleri gördükten ve Hazine'nin kamu kâğıtları satmak zorunda olmasını algıladıktan sonra anlaşmaya gitmeksizin yüksek faizlerden hoşnut kalmışlardır. Yüksek kamu açıkları, derinliği olmayan piyasalar üzerinde baskı yapmıştır. Bunun birinci sonucu, özel kesimin piyasalardan dışlanması ve kaynak sıkışıklığına girmesidir. Sermaye piyasalarının teşvik edilmesi ve özellikle hisse senedi ve öteki taşınır değer ihraçlarına daha fazla başvurmaları için şirketler dünyasının uyarılmasına karşılık, sonuçlar doyurucu olmaktan uzaktır. Yüksek kamu kesimi açıkları ve kamu finansman biçiminin ikinci etkisi, bankacılık sektörü üzerinde olmuştur. Bankalar fonlarını, güvenli bir yatırım aracı olarak kamu kâğıtlarına yatırmışlardır. Kamu kesiminin borçlanma gereksinimi geçici ve dönemsel olmadığından, Hazine'nin piyasalardaki kalıcı varlığı, bankaları, kredi portföylerindeki dalgalanmalara karşı korumaktadır.
2.2. 1989-2001 DÖNEMİNDEKİ GELİŞMELER
Bu dönemin hemen başı finansal sermayenin uluslararasılaşmasının sağlanması yönünde politikaların uygulandığı bir dönem olmakla birlikte devam eden yıllarda reform yorgunluğunun hissedildiği bir dönem olarak da karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, Mayıs 1992’ de Sermaye Piyasası Kanununun değiştirilerek SPK’ nın görev ve yetkileri artırılmış, buna bağlı olarak Temmuz 1992’ de bankaların
Tam metin kitabı 936
açtıkları ihtiyaç kredileri karşılığında VDMK ihraç etmelerine izin verilmiştir. Aynı dönemde portföylerinin en az ¼’ ü hisse senetlerinden oluşan yatırım fonlarına vergi muafiyeti tanınmıştır. Bu değişiklikler de göstermektedir ki, yasal düzenlemeler menkul kıymet ihraçlarının sürecine ilişkindir. Ama bu düzenleler yapılırken ikinci el piyasaların düzenli bir işleyişe kavuşturulması, halkı bilgilendirme sisteminin sağlamlaştırılması ve aracı kurumların güçlendirilmesine ilişkin tedbirler konusunda yeterli ilerleme sağlanamamıştır. Öte yandan, VDMK ihracı, bankalarca fon maliyetini düşürücü bir teknikten ibaret olarak görülmüş, ancak bankaları tüketici kredileri konusunda daha az temkinli olmaya yönelten ve parasal otoritenin piyasa üzerindeki kontrolünü zayıflatan riskli özellikleri göz ardı edilmiştir. VDMK ihracının enflasyonist yan etkilerinin ve VDMK likidite sorunlarının yeterince irdelendiği söylenemez. (Sak, 1993:25)
1989'da, döviz işlemleri ve uluslararası sermaye hareketleri bütünüyle serbestleştirilmiştir. 1989 yılında kabul edilen 32 sayılı karar ile Türk Lirası konvertible hale getirilerek, Türk parası ile ilgili işlemlerde yeni düzenlemelere gidilmiştir. Mali piyasalarda sağlanan bu serbestleşme sonucu döviz kurları artık cari işlemler dengesi açıklarına veya fazlalarına bağlı olarak değil sermaye hareketlerine göre değişen bir fiyat haline gelmiştir. Bu kararname ile ayrıca yabancı sermaye konusunda da özgürlükler getirilmiş, dışarıda yerleşik kişilerin yetkili kurumlardan izin almak kaydıyla yurt içinde iştirakleri, şube veya irtibat büroları açmak suretiyle yatırım yapmaları serbest bırakılmıştır. (Kazgan ve Dğr., 1999: 402) 1990'da, bankalar, kendi döviz kurlarını belirlemede tümüyle serbest bırakılmıştır.
1989'da, sermaye hesabının tamamıyla serbestleştirilmesi ve TL'nin tam konvertibiliteye geçirilmesiyle birlikte, ulusal ekonomiye çok büyük miktarda kısa vadeli sermaye girişi yaşanmıştır. Her ne kadar, resmi bir döviz yönetimi politikası olmasa da, hükümet döviz kurunu, enflasyonist beklentileri denetim altında tutmak için, nominal çıpa olarak kullanmıştır.(Kazgan, 2002:274-275)
Ancak döviz kurunun enflasyon hedeflerine ulaşmak amacıyla bu biçimde kullanılması deflasyonist sonuçlara yol açmış, reel ekonomide ciddi dalgalanmalar yaratmıştır.(Boratav, 2003: 178-185) 1990 sonrası dönemin en önemli özelliği, finansal gelirlerindeki artış ve gelir dağılımında bu yöndeki kaymalardır. Bu gelirlerinin asıl kaynağı, kamu kesiminin temel dengelerinde verdiği büyük açıklar olarak saptanmaktadır. Gelir-gider açığının, sermaye gelirlerinin vergilendirilmesi ve çalışan sınıflar için daha adil bir vergi yükü belirlenmesi yoluyla finanse edilmesi olanaklı ise de, devletin stratejik tercihi, sermaye gelirlerinin vergilendirilmesinden kaçınılması ve kayıtdışı özel faaliyetlere kayıtsız kalınarak artık aktarılması biçiminde gerçekleşmiştir. (Boratav ve Yeldan, 2001: 3-41)
Dönemin başında, kamu kesiminin finansal piyasalardaki payı yüksek kalmayı sürdürmüştür. Firmaların finansman davranışları önemli bir değişiklik göstermemiş, bankacılık kesiminden kredi finansmanı ve firmalar arası borçlanma egemenliğini sürdürmüştür. Bunun yanı sıra, özel kesim hisse senetlerinin toplam finansal varlıklar içindeki payı düşmüştür. Bu biçimde, menkul değerlerin GSMH'ye oranındaki kamu üstünlüğü, yeni çıkarılan tahvil ve hazine bonoları ile sürmüştür. Ticari bankacılık sistemi, devlet iç borçlanma senetlerinin asıl müşterisi oldukları için de, portföylerdeki özel toplam menkul değer payı azalmıştır. Aslında, pozitif reel faiz oranları ve döviz hesabı açma olanakları nedeniyle, özel hanehalkları için finansal derinleşmenin ilerlemesi, artan döviz tevdiat hesapları ve para (TL) ikamesi anlamına gelmiştir. Bu nedenle, finansal derinleşmenin 1980'ler Türkiye'sindeki öncüleri olarak kamu kesimi menkul değerleri ve döviz tevdiat hesaplarını saymak gerekmektedir. Finansal değişim yönünde tüm bu olaylar yaşanırken, Türk Bankacılık Sistemi ve finansal kuruluşlar, üretim ve imalat faaliyetlerinden giderek uzaklaşmışlardır. Finans sektörünün reel sektörden kopmasını reel sektörün reel sektörden kopması izlemiştir. Reel sektörün karlarının önemli bir bölümü faaliyet dışı karlara kaymıştır.(Yentürk, 2003: 38)
Kamu harcanabilir gelirinin küçülmesi kamu kesimi borçlanmasında büyük bir darboğaz doğurmuştur. Bu nedenle, finansal derinleşme aşaması, kamu kesiminin borçlanma gereksinimleri tarafından biçimlendirilmiştir. Sonuç olarak, devlet tahvili ve hazine bonolarının yüksek faizleri, finans kesiminin reel ekonomi üzerindeki egemenliğini hazırlamıştır. Genel ekonomi ise bir kısır döngüye hapsolmuştur: Yüksek faiz oranları ve ucuz döviz (Değerli TL) bir yanda, sermaye kaçış tehditleri öte yanda, reel faiz oranlarındaki yükselme sürmüştür. Cari işlemler üzerindeki olumsuz sonuçların kararsızlaştırıcı etkileri aşırı derecede artınca, reel devalüasyon kaçınılmazlaşmış, bu ise eğer para ikamesi olgusunun ve
Tam metin kitabı 937
sermaye kaçışlarının sürmesi istenmiyor ise, faiz oranlarının biraz daha yukarıya çekilmesini gerektirmiştir. Sürecin bu biçimde devamı, birliğinde zincirleme biçimde yerli paranın aşırı değerlenmesini, dışalımın ucuzlamasını, dışsatım ve üretici reel endüstrilerin aleyhine, yurtiçi tüketimin hızlanmasını getirmiştir. (Boratav ve Yeldan, 2001: 3-41)
Özet olarak, dönemin başında, sermaye hesabının tamamıyla serbestleştirilmesi ve TL'nin tam konvertibiliteye geçirilmesiyle birlikte, ulusal ekonomiye çok büyük miktarda kısa vadeli sermaye girişi yaşanmıştır. Her ne kadar, resmi bir döviz yönetimi politikası olmasa da, hükümet döviz kurunu, enflasyonist beklentileri denetim altında tutmak için, nominal çıpa olarak kullanmıştır. Ancak döviz kurunun enflasyon hedeflerine ulaşmak amacıyla bu biçimde kullanılması deflasyonist sonuçlara yol açmış, reel ekonomide ciddi dalgalanmalar yaratmıştır.
1990 sonrası dönemin en önemli özelliği, finansal gelirlerindeki artış ve gelir dağılımında bu yöndeki kaymalardır. Bu gelirlerinin asıl kaynağı, kamu kesiminin temel dengelerinde verdiği büyük açıklar olarak saptanmaktadır. Gelir-gider açığının, sermaye gelirlerinin vergilendirilmesi ve çalışan sınıflar için daha adil bir vergi yükü belirlenmesi yoluyla finanse edilmesi olanaklı ise de, devletin stratejik tercihi, sermaye gelirlerinin vergilendirilmesinden kaçınılması ve kayıtdışı özel faaliyetlere kayıtsız kalınarak artık aktarılması biçiminde gerçekleşmiştir.
İkinci dönemde, Türk Bankacılık Sistemi ve finansal kuruluşlar, üretim ve imalat faaliyetlerinden giderek uzaklaşmışlardır. Finans sektörünün reel sektörden kopmasını reel sektörün reel sektörden kopması izlemiştir. Reel sektörün karlarının önemli bir bölümü faaliyet dışı karlara kaymıştır. Kamu harcanabilir gelirinin küçülmesi kamu kesimi borçlanmasında büyük bir darboğaz doğurmuştur. Bu nedenle, finansal derinleşme aşaması, kamu kesiminin borçlanma gereksinimleri tarafından biçimlendirilmiştir.
Sonuç olarak, DİBS’ lerin yüksek faizleri, finans kesiminin reel ekonomi üzerindeki egemenliğini hazırlamıştır. Genel ekonomi ise bir kısır döngüye hapsolmuştur: Yüksek faiz oranları ve ucuz döviz (Değerli TL) bir yanda, sermaye kaçış tehditleri öte yanda, reel faiz oranlarındaki yükselme sürmüştür. Cari işlemler üzerindeki olumsuz sonuçların kararsızlaştırıcı etkileri aşırı derecede artınca, reel devalüasyon kaçınılmazlaşmış, bu ise eğer para ikamesi olgusunun ve sermaye kaçışlarının sürmesi istenmiyor ise, faiz oranlarının biraz daha yukarıya çekilmesini gerektirmiştir. Sürecin bu biçimde devamı, birliğinde zincirleme biçimde yerli paranın aşırı değerlenmesini, dışalımın ucuzlamasını, dışsatım ve üretici reel endüstrilerin aleyhine, yurtiçi tüketimin hızlanmasını getirmiştir.
3. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME
1980-2001 döneminde hukuksal açıdan birbirinin içine geçen iki önemli nokta göze çarpmaktadır. Bunlar; Türk Bankacılık Sistemi’nde hukuk kültürünün olgunlaşmadığı ve finansal serbestleşme sürecinde hukukun bir ayak bağı olarak görüldüğüdür.
Gerçekten de, finansal serbestleşmenin başladığı 1980’li yıllarda, serbestleşme uygulamaları, kurumsal ve hukuki altyapı tam anlamıyla oluşmadan başlatılmış ve sürdürülmüştür Bu ortam, bankaları risk içeren davranışlara iten nedenlerin başında gelmiştir. Bankalar, yasal boşlukları kullanarak mevduat toplamakta olduğu kadar, kredi vermede de riskli davranmışlardır. Öte yandan, aynı nedenden ötürü, sistemde mevduat sahipleri ve hissedarlar, yeterli ve doğru bilgiye ulaşamamışlardır. Bu dönemde hukuk, değişimin ayak bağı, tutuculuğun ve değişime karşıtlığın bir simgesi olarak görülmüştür. Özellikle 1980-1982 yılları arasını kapsayan dönem sonunda ortaya çıkan “banker krizi” önemli bir ders niteliğindedir. Bu ders; piyasa ekonomisinin bir kurallar ve kurumlar bütünü olduğu, bu kurumlar ve kuralların, fiyatların serbest bırakılması ile kendiliğinden oluşmadığıdır. Kamu, sürecin başında piyasalarda fiyat belirleme sürecini serbestleştirmeden önce, piyasa mekanizmasının kurumsal gereklerini oluştursaydı, sonraki yıllarda yaşanan olumsuzluklar daha az hasarla atlatılabilirdi.(Kocabaşoğlu, 2001:567)
Yine bu dönemde, sistemdeki hukuk kültürünün olgunlaşmamış olması nedeniyle, köklü ekonomik ve sosyal değişim politikalarının uygun bir hukuksal kalıp içinde yapılmasına ve hukuk sisteminin de bu hedeflere uygun olarak yenilenmesine özen gösterilmemiştir. Hukuk sisteminin, serbestleşme
Tam metin kitabı 938
uygulamalarına uygun olarak yenilenmesi yerine, işin kolaycılığına gidilerek hukuku dışlama ve onu düşman görmek yoluna gidilmiştir. Sonuç olarak, bu dönemde ortaya çıkan hukuksal özensizlik değişimin sağlığını, kalıcılığını ve başarısını olumsuz yönde etkilemiştir.
Baykal’a göre de (2007:46-47), ekonomik refah ve bunun topluma yayılması doğrultusunda, hukuk ve ekonomi disiplinlerinin birbirlerini tamamlamaları beklenir. Zaman zaman mevzuatın eskiliği, işin ve çağın gerekliliklerine yanıt vermediği yönündeki görüşler, özellikle iş dünyasının ve finans çevrelerinin hukuk düzenine yönelttikleri eleştirilerin başında gelmektedir. Bu eleştirilerde haklılık payı olmakla beraber, ekonomik konulara dönük hukuk kurallarının ekonomik yaşamı istenildiği gibi düzenleyememesinin en önemli nedeninin, ister bir kanun maddesi, isterse başka bir düzenleme olsun, yeni kuralları hazırlarken ekonominin gerçeklerine yeterince uygun hareket edilmemesi olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. Mevzuat içinde yer alacak bir kural hazırlanırken, kuralın düzenlediği alanın özelliklerine dikkat edilmediği, o kuralın kabulüne neden olan ihtiyaçlar iyi saptanmadığı, kuralın içeriğinin isabet derecesi yeterli olmadığı müddetçe, o kuralı yaşatmak ve kendisinden umulan faydayı elde etmek de mümkün olamamaktadır. İşin doğasına ve özüne aykırı çözüm yollarını hukuk kuralı haline getirmek de, hukuk normlarının işlevselliğini törpüleyerek etkinliğini azaltmakta ve hukuki düzenlemelere yönelik eleştirileri arttırarak saygınlığını tehlikeye sokmaktadır.
Ekonominin hukukun önünde gitmesi, gereksinimlerin, istemlerin, üretimin, sunumun ortaya çıkması ve daha sonra bunun hukuksal gereklerinin yerine getirilmesi doğaldır. Çünkü ekonomik faaliyetlerin alacağı biçim, boyut ve hacmi, söz konusu faaliyete başlar başlamaz kestirmek mümkün değildir. Bu kestirim, ancak belirli bir zaman geçtikten sonra gerçeğe yakın bir biçimde yapılabilir ve bununla ilgili hukuksal düzenleme genel ve yansız bir biçimde, ancak bu aşmadan sonra gerçekleştirilebilir. Ayrıca, üzerinde uzlaşılan ve genel kabul gören belirli iktisadi, ticari ve hukuki kurallar üzerinden yapılması piyasadaki bütün ajanlar için daha adil olacak ve iktisadi yaşamda ortaya çıkabilecek disiplinsizliği önleyebilecektir. Bu nedenle, hukukun ekonomiyi desteklemesi, ekonomik işlemleri kucaklaması, anlaşmazlıkları gidermesi ve tıkanıklıkları aşacak kadar etkin ve hızlı olması gerekir. Hukukun bu konudaki başarısızlığı, ekonominin daha fazla ölçüde kayıt dışına ya da bildirim dışına kaymasına neden olacaktır. Etkin bir hukuk sistemi, ekonomik sistemi güçlendirecek ve kayıtlı ekonominin saygınlığını yükseltecektir.
4. KAYNAKÇA
- Akyüz, Y. (1987). “Türkiye’de Mali Sistem Aracılığıyla Kaynak Aktarımı: 1980 Öncesi ve Sonrası”, Kuruç, B. ve dğr., Bırakınız Yapsınlar Bırakınız Geçsinler: Türkiye Ekonomisi 1980-1985, İstanbul, Bilgi Yayınevi.
- Ardıyok, Ş. (2008), Türk Hukukunda Yeni Bir Yaklaşım: Hukuk ve Ekonomi Öğretisi, http://www.actecon.com/assets/upload/services/ardiyokhukukekonomi-pdf09032015085007.pdf - Artun, T. (1987). “Türk Mali Sistemi 1980-1984: Değişim ve Maliyeti”, Kuruç, B. ve dğr. Bırakınız
Yapsınlar Bırakınız Geçsinler: Türkiye Ekonomisi 1980-1985, s. 43-76. İstanbul, Bilgi Yayınevi. - Ayata, Z. (2014). Hukukun İktisadi Analizi Çerçevesinde Rekabet Hukuku, Hacettepe Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Dergisi, 4 (1)
- Baykal, M. (2008). Hukuk-Ekonomi İlişkisi ve Ekonomi Hukuku Üzerine, Ankara Barosu Dergisi, Yıl: 66, S:4, Güz.
- Baykal, M. (2007). Hukuki Boyutlarıyla Finansal Krizler, Bankacılar Dergisi, Sayı: 60.
- Berksoy, T. ve Boratav, K. (ed.). (1993). Türkiye’de Kamu Maliyesi, Finansal Yapı ve Politikalar, İstanbul, 1993, 80-81.
- Boratav, K. (2003), Türkiye İktisat Tarihi, 1908-2002, İmge Kitabevi.
- Boratav, K. ve Yeldan, E. (2001). Financial Liberalization, Macroeconomic Stability and Patterns of Distribution, Ankara.
Tam metin kitabı 939
- Coşkun, Y. (2012), Repo ve Ters Repo Düzenlemeleri: Banker Krizi Sonrası Ortaya Çıkışı ve Finansal Başarısızlık Dersleri Işığında Politika Önerileri, Business and Economics Research Journal Volume 3 Number 1.
- Çelebican, G. (t.y.) Mevduat Sertifikası. www.dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/38/306/2892.pdf - Çolak, N.İ. (2003). Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu ve ABD Örneği, Seçkin
Yayınları, Ankara.
- Demirel, T. (2018). Turgut Özal: Reformu Bir Siyasetçi Hakkında Bazı Notlar, Muhafazakâr Düşünce, Yıl: 15, Sayı: 55, Eylül-Aralık.
- Demirgüç-Kunt, A., Levine, R. (1999). Bank-Based and Market-Based Financial Systems: Cross-Country Comparisons, The World Bank Working Paper, No. 2143.
- Derya, H. (2018). Hukuk Ekonomi İşbirliği: Franz Böhm, Yönetim ve Ekonomi Araştırmaları Dergisi, C:16, S:3, Eylül.
- DPT (1990), 1980’den 1990’a Makroekonomik Politikalar, Türkiye Ekonomisi’ndeki Gelişmelerin Analizi ve Bazı Değerlendirmeler, Ankara.
- Ekinci, N.K. (1997), “Financial Liberalization Under External Debt Constraints, The Case of Turkey”, in Experiences with Financial Liberalization, GUPTA Kanhaya L., Kluwer Academic Publishers.
- Ergüneş, N. (2010), Finansallaşma Döneminde Geç Kapitalistleşen Ülkelerin Stratejileri: Türkiye Örneği, Praksis Dergisi, 22. Sayı.
- Girma, S. and Shortland, A. (2008). The Political Economy of Financial Development, Oxford Economic Papers, Vol. 60, No. 4: 567-596.
- Gray, C.W. (1999). Reforming Legal System in Developing Countiries an Transtional Countiries, in Making Development Work-Legislative Reform For Institutional and Good Governance, Kluwer - Günsoy, B. (2000). Hukuksal Yapı ve İktisadi Başarı: TCMB Örneği, İ.Ü.Siyasal Bilgiler Fakültesi
Dergisi, No: 23-24.
- Gür, N. (2017). Sosyal Güven, Kurumlar ve Finansal Gelişme, Finans Politik ve Ekonomik Yorumlar, Cilt: 54 Sayı: 625.
- Gürpınar, B. (2008). Hukuk ve Ekonominin Ortak Temelleri-“Hukuk ve Ekonomi” Akımı, Dumlupınar Üniversitesi, SBE Dergisi, S: 20, Nisan.
- İnsel, A. (2006). İktisat ve Hukuk Arasındaki Karmaşık İlişki, Birikim Dergisi,
http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/902/iktisat-ve-hukuk-arasindaki-karmasik-iliski#.XJDyZ6sxaM8.
- Karacan, A.İ. (2002). Mali Piyasalar Üzerine Denemeler, İstanbul.
- Kazgan, G. (1995). Yeni Ekonomik Düzende Türkiye’nin Yeri. Altın Yayınları, İstanbul.
- Kazgan, G. (2002), Tanzimattan 21.Yüzyıla Türkiye Ekonomisi, Bilgi Üniversitesi Yayını, İstanbul. - Kazgan, G. (2002), Tanzimattan 21.Yüzyıla Türkiye Ekonomisi, Bilgi Üniversitesi Yayını, İstanbul. - Kazgan, H. (1999), Osmanlıdan Günümüze Türk Finans Tarihi-2. Cilt, İMKB Yayınları, İstanbul. - Kocabaşoğlu, U. (ed.). (2001). Türkiye İş Bankası Tarihi, İstanbul.
- Köne, A.Ç. (2003), Para-Sermayenin Yeniden Yapılandırılması: Türk Özel Bankacılık Sektörü Örneği, Doğuş Üniversitesi Dergisi, 4 (2) 2003, 233-246.