• Sonuç bulunamadı

XIX. Asır Türk Edebiyatında “Hayalci Şair” Tipinin Eleştirisi

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "XIX. Asır Türk Edebiyatında “Hayalci Şair” Tipinin Eleştirisi"

Copied!
27
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Halef Nas

*

CRITIC “THE POET OF THE DAYDREAMER TYPE” IN XIX CENTURY TURKISH LITERATURE

ABSTRACT

In history of Turkish literature the poet always have been owned self situation. Together with changing values this situation of the poet begined to change and to questioning in XIX. century Turkish literature. Decidedly, these developments appeared the contex of requirement of the “criticism”. Through sarcasm criticism to the poet of the daydreamer type have been possible by making the “truth” in front of the “imagination” and by making it as a “value” in Turkish literature. When looked to create these reasons we can see these factors exist that in genuine of literature on the side romanticism and realism movements from the West literatures.

Key Words: Imagination, truth, the poet, romanticism, realism. ÖZET

Türk edebiyatı tarihinde şairin her zaman özel bir konumu olmuştur. XIX. asır Türk edebiyatında, değişen değerlerle birlikte şairin bu konumu da değişmeye ve sorgulanmaya başlanır. Şüphesiz bu gelişmeler “eleştiri”nin gereksinimleri bağlamında ortaya çıkmıştır. Türk edebiyatında hayalci şair tipinin istihza yo-luyla eleştirilmesi, “hakikat”in “hayal”in önüne geçirilerek bir “değer” haline getirilmesiyle mümkün olmuştur. Bu gelişmede edebiyatın özünden kaynakla-nan amillerin yanısıra Batı kaynaklı romantizm ve realizm akımlarının etkili olduğu görülür.

Yeni Türk Edebiyatı Dergisi, Sayı 4, Ekim 2011, s. 169-195

(2)

Anahtar Kelimeler: Hayal, hakikat, şair, romantizm, realizm. ...

XVIII. yy.’da klasizmin “akıl” ve “gerçek” anlayışının karşısına “duygu” ve “hayal”i çıkaran romantizm Batı edebiyatlarındaki sanat ve edebiyat ilkelerini değiş-tirmiştir. Romantizmin hayal unsurları da bilimde kesinliğin önem kazandığı XIX. asırda, realizmin edebiyatta “hakikat”i öne çıkarmasıyla eleştirilmeye başlanmıştır. Dolayısıyla XVIII. yy.’da romantizmin XIX. yy.’da realizmin önem kazanması ile Batı dünyasında sanat ve edebiyattaki ilkeler hayalden hakikate geçiş yönünde bir değişim geçirmiştir.

Bu ilkeler belirlenirken romantik temalar içinde hayali imajların yaratıldığı düş, imgelem ve melankolik unsurlar dil ve üsluba dair realist eleştirilerle hakikatin ön plana çıkarıldığı bir zemine oturtulmuş ve böylece Batı edebiyatlarında görülen bu gelişmeler “hayalden hakikate geçiş” zemini üzerinde seyretmiştir. Türk edebiyatın-da edebiyatın-da “hayalden hakikate geçiş”, teşbih, istiare ve mübalağa gibi hayali unsurların kendi hususiyetleri içinde bir düzene oturtulması ve bazılarının kısmen de olsa dilden atılmasıyla “hakikat”in bir değer olarak ortaya çıkışı şeklinde bir seyir takip etmiştir.

XIX. asır Türk edebiyatında “hakikat” vurgusunun yapılması için dildeki ha-yal unsurlarının ayıklanması bir gereklilik olarak görülmüştür. Hakikatin vurgusuna zemin hazırlayacak olan dildeki hayal unsurlarını ayıklama çabalarının Şinasi’yle başladığı görülmektedir. Şinasi dildeki mazmunları ayıklayarak daha sade ve gerçek-çi bir üslubun yaratılmasına öncülük etmiştir. Dilin sadeleştirilmesi ve mazmunların ayıklanması, dolayısıyla dilin imaj dünyasının değiştirilmesi isteği tabii ki Batı ede-biyatlarından gelen bir etkinin sonucudur. Nitekim Fransa’da Pléiade topluluğunun çalışmaları sonucu klasiklerin eski Yunan ve Latin edebiyatlarından aldıkları unsur-larla Fransızcayı zenginleştirme ve geliştirme çabaları daha sonra Fransız dilinin sistemini bozduğu gerekçesiyle Malherbe tarafından eleştirilecek ve Fransız diline sokulan yabancı imajlar ayıklanacaktır. Cemil Göker, klasik dönemde Fransa’da dil alanındaki reformları anlatırken Malherbe’in dilde sadeleştirme ve ayıklama teklifl e-rine şu şekilde değinir1:

Dili her türlü yabancı kelimeden, Yunanca, Latince, İtalyanca kelimelerden, teknik ke-limelerden, hatta taşra deyimlerinden kurtarmak gerekir. Ona göre, dil konusunda en önemli kural, kelimeleri çoğunluğun her zaman kullandığı şekilde kullanmaktır

(l’usa-1 Cemil Göker, Fransa’da Edebiyat Akımları, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Basımevi, Ankara, 1982,

(3)

ge). Konuşulan dilin benimseyemediği kelimeleri kullanmamalıdır. Malherbe Fransız di-lini, Fransız olmayan her öğeden tam anlamıyla uzak tutmak arzusundaydı. Herhangi bir kelime hakkında düşüncesi sorulduğunda, ölçü olarak Port-au-Foin’daki hamalları tav-siye etmekte, “dil konularında onları önder olarak tanıdığını” söylemekteydi. Ona göre, dil açık, kolay anlaşılır olmalıdır. Başka deyimle, dil akla, mantığa uygun olmalıdır. Dil sorunlarında akıl önder olmalıdır, onun gerektirdiği yerine getirilmelidir. Anlatım şekli de akla uygun olmalıdır. Bu amaçla, uzun, çapraşık cümlelerden, abartmalı imajlardan, benzetmelerden, fanteziden sakınılmalıdır.

Ahmet Hamdi Tanpınar, Şinasi’nin “safî Türkçe” yolunda dili ayıklama çabala-rını Malharbe’in ameliyesine benzetir2:

Durgun ve zihni yaradılışlı Şinasi, bu toptan yeniliği tam yapacak adamdı. O her şey-den evvel bir fi krin adamı olmayı biliyordu, şiiri düşüncesi uğruna fakirleştirmekten çekinmiyordu. Ayrıca, evvelden beri mevcut olan güzel şeylerden ziyade, yeniden taş taş kuracağı bir binanın peşinde idi. Bir bakıma onun bizde yaptığı şey, Fransız şiirinde Malherbe’in yaptığına benzer.

Şinasi ile başlayan dilde ayıklama çabaları Namık Kemal’in meşhur “Lisan-ı Osmaninin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülahazatı Şamildir” makalesiyle daha da net-leşecektir. Sözü “teati-i efkar”a bir vasıta olarak gördüğünü belirttiği bu makalesinde Namık Kemal en iyi sözün özelliklerini –Şinasi’de olduğu gibi sadeliği öne çıka-rarak– “hayru’l-kelâmi mâ fehimethu’l-âmmetu bi-selâseti makâlihi ve radiyethu’l-hassatu bi-hakikati meâlihi”3 sözünden hareketle tespit ettikten sonra edebiyatın bu

tarifi n dairesine döndürülmesi ve bunun imkan dâhilinde olması için de dilimizde etkisi sürmekte olan İran şivesine bir son verilmesi gereğini vurgular4:

Bize lazım olan edebiyatımızı “hayru’l-kelâmi mâ fehimethu’l-âmmetu bi-selâseti makâ-lihi ve radiyethu’l-hassatu bi-hakikati meâmakâ-lihi” tarifi nin dairesine irca etmektir. Bu ise lisanımızda İran şivesinin cari olan tesirine bir nihayet vermekle hâsıl olur ki, asarımızı düşman-ı hakikat ve menfur-ı tabiat olan i’zam ve ibham nakiselerinden kurtaracak va-sıta dahi budur.

İran edebiyatından gelen hayal unsurlarını “düşman-ı hakikat” ve “menfur-ı ta-biat” olarak gören Namık Kemal’in bu unsurları tasfi ye teklifi Şinasi’nin dili ayıkla-ma çabalarının bir uzantısı olarak karşımıza çıkayıkla-maktadır. Dolayısıyla XIX. asır Türk edebiyatındaki “hakikat”i bir değer olarak görmenin ve edebiyattaki Acem

unsurla-2 Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, hzl. Abdullah Uçman, YKY., İstanbul, 2006,

s. 183-184.

3 Sözün en hayırlısı sadeliğinden dolayı halkın anladığı ve hakikate uygunluğundan ötürü seçkinlerin

benimsediğidir.

4 Namık Kemal, Celaleddin Harzemşah, Kanun-ı Esasi Matbaası, Mısır, 1315, 16 Rebiülahir 1283/28

(4)

rıyla dolu “hayal” unsurlarını ayıklamanın bir üslup meselesi olduğu rahatlıkla gö-rülebilir. Namık Kemal bütün bütün “hayal”in aleyhinde olmamakla birlikte ifade edilecek şeyin “imkân” dâhilinde olması gerektiği kanaatindedir. Divan şiirinin hayal sistemini eleştirdiği meşhur “Mukaddime-i Celâl” yazısında asıl eleştiri konusu “im-kân dışı” hayal unsurları olmuştur5:

Divanlarımızdan biri mütalaa olunurken insan; muhtevi olduğu hayalatı zihninde teces-süm ettirse etrafını maden elli, deniz gönüllü, ayağını Zühal’in tepesine basmış hançerini Merih’in göğsüne saplamış memduhlar, feleği tersine çevirmiş de kadeh diye önüne koy-muş; cehennemi alevlendirmiş de dağ diye göğsüne yapıştırmış, bağırdıkça arş-ı a’la sar-sılır; ağladıkça dünya kan tufanlarına gark olur; âşıklar, boyu serviden uzun, beli kıldan ince, ağzı zerreden ufak, kılıç kaşlı, kargı kirpikli, geyik gözlü, yılan saçlı maşukalarla mal-a-mal göreceğinden kendini devler, gulyabaniler âleminde zanneder.

Namık Kemal’in Divan şiirine sert bir şekilde hücumu, dönemindeki yeni ede-biyatı savunan yazarlar için adeta temel bir hareket noktası olmuştur.6 Ayrıca Namık

Kemal eleştirinin sadece eski edebiyata hasredilmemesi, bunun yanında yenilerin de eleştirilmesi gerektiği kanaatindedir. Bu görüşünü Tahrib-i Harabat’ta, Ziya Pa-şa’nın yenilerin tenkidinin “ahlâf”a bırakılması düşüncesini eleştirirken dile getirir7:

Ayrıldı bizimle çünkü eslaf Varsın bizi de ayırsın ahlaf

ne demek? Bu asr-ı terakkide yalnız sevabıkın kemalat ve nekaisini arayıp da zamanı-mızın halini sükût ile geçiştirmek neden iktiza etsin! Mademki muaheze yolu açıldı; muâsırîn haklarında yazılacak tahkikat u mübâhesât-ı edebiyenin hem efkâr-ı zamaneye ve hem de kendilerine fâide-bahş olması mukarrer iken, yalnız eserlerini nakl ile iktifâ etmek ve sitâyiş ve ta’rîzi eslafa hasr eylemek revâ mı olsa gerek!

Namık Kemal’in, çağdaşı olan Recaizade Mahmut Ekrem, Abdülhak Hamit, Sa-mipaşazade Sezai’ye dair eleştirileri vardır. Konumuzla ilgisi bakımından Şemsettin Sami’nin şiirde hayal ve hakikat unsuruna dair görüşünü verdikten sonra, Namık Ke-mal’in görüşünü dikkate aldığımızda Ahmet Mithat Efendi, Beşir Fuat, Dr. Şerafettin Mağmûmî, Hüseyin Rahmi ve Ali Kemal’in çağdaşları olan yazarlara ait eleştirileri-nin edebiyatımızda bir gelenek zemieleştirileri-nine dayandığını göreceğiz.

Şemsettin Sami şiirde “hayal” ve “hakikat” unsurlarına Hafta mecmuasında

çı-5 Namık Kemal, age.

6 Namık Kemal’in Divan şiirinin “hayal” unsurlarına dair eleştirilerinin ayrıntılı bir değerlendirmesi

için bk. Erdoğan Erbay, Eskiler ve Yeniler, Tanzimat ve Servet-i Fünun Neslinin Divan Edebiyatına

Bakışı, Akademik Araştırmalar Yay., Erzurum, 1997, s. 340-388.

7 Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi II, 1865-1876 (1978), hzl.: Mehmet Kaplan, İnci Enginün, Birol Emil,

(5)

kan “Şiirin Mahiyet ve Hakikati” başlıklı yazısında değinir. Şemsettin Sami, mevzun ve mukaffa sözleri şiirden uzak, vezinsiz ve kafi yesiz sözleri bihakkın şiir unvanına layık görmektedir. Şairi “manevi bir ressam” olarak tanımlayan Şemsettin Sami, şiiri musikiyle de karşılaştırarak şiirin şarkı söyleyen halk arasında doğduğunu ve şiirsiz hiçbir dilin olmadığını dile getirmektedir. Ona göre bütün milletler nesren bir şeyler yazmadan evvel şiirle bir şeyler söylemiş ve yazmışlardır. Ş. Sami ayrıca şiirin tarif ve mahiyetine değinirken, şiirde esas olanın hakikati ifade değil, onu tasvir etmek olduğunu ileri sürer8:

Şiir tahsil ve iktisap olunur şeylerden olmayıp, tabii bir istidada müstenit olduğundan, malumatın her derecesinde ve her nevi efkârla şiir söylenebilir; binaenaleyh, fünûn ve maarifi n şiire asla medhali olmayıp, şiir ibtida-yı zuhurunda ne halde idiyse, yine o hal-dedir; bir tahta parçasından ibaret bir saneme kasideler söyleyen bir Çin şairiyle, tabiatı tecessüm ettirerek ve ona uluhiyet vererek esatir-i Yunaniyeyi tarif eden Homer’in, ve hâlık ve mâbud-ı hakikiyi tebcil eden Hazret-i Davut’un asar-ı şiiriyesi beyninde hiçbir fark olmadığı gibi, her ilim ve fenden bihaber olan Homer’in üç bin sene evvel Adalar Denizi sevahilinde söylemiş olduğu şiir ile, Victor Hugo gibi bir mütefenninin böyle bir asr-ı medeniyette, medeniyet-i hazıranın merkezi olan Paris şehrinde söylediği şiir beyninde dahi hiçbir fark yoktur veyahut bir fark var ise o fark da üstat ile şakirt asarı arasındaki farka benzer; kurun-ı ûlânın o koca bedevisi bir üstat ve medeniyet-i hazıranın bir rükn-i azamı olan o Fransız şair-i meşhuru onun yanında bir şakirttir ve ona şakirtliğe olan bu nispeti kendisinin en büyük medar-ı iftiharıdır! Şiirde matlup olan şey hakikat değildir, ifadesi murat olunan şeyin mücessem ve mükemmel surette tasviridir. Her şe-yin olduğu gibi, sözün dahi âlâ ve ednası, fevkalade ve adisi vardır; şiir sözün âlâsı ve fevkaladesidir.

Görüldüğü gibi şiirde tasvirin önemini vurgulayan Şemsettin Sami, şiirden iste-nenin hakikat olmadığını asıl gerekenin tasvir olduğunu belirtir. Fakat bu tasvirlerin hakikate uygun olup olmaması gereğine değinmez. Şiirde tasvirlerin teşbih, istiare ve mübalağa ile ifadesi şiirin mahiyeti ve tarifi için yeterli midir? Yani tasvirin yapıldığı her mısra veya şiir gerçekten “şiir” sayılabilir mi? İşte bu soruyu –kısmen de olsa– bir edebiyat problemi haline getiren Ahmet Mithat Efendi olmuştur.

Ahmet Mithat, “Nefaset-i Tabiiye ve Sanayi-i Nefi se” başlıklı yazısında şiirdeki hayalleri, gerçek şairi ve şiirde hakikatin ölçüsünü ele alır ve öncelikle hayalci şair-leri eleştirir9:

Vehle-i ûlâda hatıra gelen şey, şair “müstef’ilatün” bahirlerinde bocalayarak tahayyülat girdabında hemen boğulup gitmek üzere iken bir mersa-yı selamet olmak üzere kuşe-i istirakı bulup kurtulan biçareden ibaret olmaktır.

8 Şemsettin Sami, “Şiirin Mahiyet ve Hakikati”, Hafta, nr. 27, 29 Ramazan 1298, (25 Ağustos 1881). 9 Ahmet Mithat Efendi, “Nefaset-i Tabiiye ve Sanayi-i Nefi se”, Tercüman-ı Hakikat, nr. 1607, 16

(6)

Ahmet Mithat, evvela “‘müstef’ilatün’ bahirlerinde bocalayarak tahayyülat gir-dabında hemen boğulup” giden şairleri Muallim Naci’nin hışmına bıraktıktan sonra asıl şairi şu şekilde tarif eder:

Meramımızın mizaha haml olunmaması ricasıyla biz şairi tarif ve tavsife şu yoldan gi-rişeceğiz:

Şair, sair insanlar gibi iki gözü, iki kulağı, bir kalbi, bir beyni velhasıl havass-ı zahire ve batınasını istimale tavassut edecek olan azası mevcut ve mükemmel bir adamdır. Ahmet Mithat şairi her şeyden evvel aramızda gezen “bizden” bir insan olarak tarif etmeye çalışmakta, hayalci veya hayalî şair tipini olumsuzlayan bir tavır takın-maktadır:

Şairin sair adamlar gibi bir adam olmasını tasavvur etmeyi kâfi görürüz.

Gerçi ona göre şair etrafını algılayışı ve yorumlayışıyla diğer insanlardan farklı-dır; ama yine de bu farklılık şiirde “gariplik” ve “tuhafl ık”lara sebebiyet vermemeli-dir. Ahmet Mithat bu gariplik ve tuhafl ıkları yapan hayalci şairleri başka bir yazısında eleştirecektir: “Garaib-i Edep ve Garabet-i Üdeba”10. Ahmet Mithat bu yazısında

Sa-adet gazetesindeki bir yazıda şiir türleri sayılırken “eş’âr-ı fenniye” tabirinin

kulla-nıldığını, bu yazıya “Eş’ârda fen veyahut fende eş’âr olmaz” yollu bir itiraz geldiğini, birincisinin daha sonra sözünden caydığını şimdi de Saadet’te birisinin “fennî” laka-bıyla eşar-ı fenniyenin nasıl olacağını göstermeye çalıştığını söylemektedir. “Bir Şiir Meraklısı” müstearını kullanan biri de bu “edib-i fennî”yi alaya almaya karar vermiş-tir.11 Bu meseleleri “garaib-i edebiye” ve “garaib-i üdeba” olarak gören Ahmet Mithat

asıl meseleye gelecek ve konuyu, “henüz yaşı yirmiyi geçtiği hâlde, güya mahbub-ı muhayyeli dört nala fi rar ederek onun izi bile belli olmadığından dolayı şu genç ya-şında, ‘Gel! Nerdesin ey mezar nerede?’ diye mezarı arayan Mehmet Celâl Beyefendi ile Mekteb-i Numune-i Terakki muallimlerinden Faik Hilmi arasında edebiyatça olan görgünün farkı”na getirecektir.

Ahmet Mithat, Faik Hilmi’nin Mehmet Celâl’e derdini anlatmaya çalışmasının boşuna olduğunu söylemektedir. Dikkat edilirse bu iki kişiden biri mütefennin di-ğeri şairdir. Mütefenninler edebiyatın “hakikat” tarafını şairler ise “hayal” tarafını savunmaktadır. Mütefenninler bir meseleyi izah ederken delillerle ispat etmek yoluna giderler ve bunu bizi hakikatten uzaklaştırmadan, anlaşılır bir şekilde kaleme alırlar. Şairler ise hayallerine kapılarak bir meseleyi ortaya koydukları için bizi ikna etme yoluna gitmedikleri gibi anlattıklarının doğruluk değerine bakmadan anlaşılır olma 10 Ahmet Mithat Efendi, “Garaib-i Edep ve Garabet-i Üdebâ”, Tercüman-ı Hakikat, nr. 2234, 3

Kânunu-evvel 1885.

(7)

kaygısı da taşımamaktadırlar. Türk dilinde sadeleşmenin ve bu sayede anlaşılır ede-biyat verimleri ortaya koymanın önem kazandığı XIX. asır Türk edeede-biyatında, mü-tefennin ve hayalci şairlerin sahip oldukları bu özelliklerle edebiyatçıların dikkatini çekeceğini söyleyen Ahmet Mithat bunu şu şekilde dile getirmektedir:

Maahaza biri mütefennin, birisi şair olan bu iki zatın arasındaki görgüyü görmek bizim gibi terakkiyat-ı ilmiye ve edebiyeye hizmet-i ciddiyenin nasıl mümkün olabileceğini düşünen mütefelsifl erce mühimdir.

Ahmet Mithat aklına her ne gelirse söylemenin ediplik olarak telakki edilişine bir örnek olarak Mehmet Celâl’in Saadet’te çıkan “Hazan”12 başlıklı bir yazısını

gös-terir ve Muallim Naci’nin bunu takdir edişine de istihza yollu yaklaşır.13 Faik Hilmi

de M. Celal’in yazısını eleştiren bir yazı kaleme alır.14 Ahmet Mithat bu yazıyı

beğe-nir ve ayrıntılarıyla anlatır. Buna göre Faik Hilmi şairin bahara dair tasvir ve hayalle-rinin gerçek dışılığını fennî delillerle ispatlayarak yanlışlıklarını ortaya koymaktadır. Ahmet Mithat ise ediplerin yine de sözden anlamayacaklarını söyler: “A gözüm Faik Hilmi! Üdeba hiç söz anlarlar mı ki bu gibi tashihat-ı fennîyeye girişiyorsun?” Ahmet Mithat, Mehmet Celâl’i dört mevsimi bilmemekle de suçlar:

Mehmet Celâl Beyefendi, cümle-i garabet-i üdebadan olan gafl et-i ca’liye veya ciddi-ye erbabından olmasa da biraz düşünecek olsa idi menatık-ı arzda baharların, sayfl arın, harifl erin, şitaların suret-i tetabuunu bilecek kadar mütefennin olmasa bile hiç olmaz ise

12 Mehmet Celâl, “Hazan”, Saadet, nr. 278, 29 Teşrinisani 1885.

13 Ahmet Mithat’ın “Garaib-i Edep ve Garabet-i Üdeba” yazısındaki kendisine dair eleştirilere dair bir

cevap vermesini bekleyenler olduğu halde Muallim Naci, Ahmet Mithat’a mukabelede bulunmaz ve “Cevap Ver Diyenlere Cevabım” başlıklı yazısıyla ona saygısından ödün vermediğini dile getirerek yine saygı çerçevesinde “arz-ı tazim ve şükran”da bulunur. “Kendilerini âlem gibi ben de her vech ile büyük tanımakla beraber öteden beri cümleden ziyade iltifatlarına mazhar olduğuma ve maahaza –bazı üdebanın kavline göre– herze-gû bir şair isem de öyle dûn ve dönek ediplerden olmadığıma mebni “Ahmet Mithat” nam-ı bülendîsine karşı bundan sonra dahî arz-ı tazim ve şükrandan başka bir diyeceğim olamamak vezaif-i insaniyeye riayet mukteziyat-ı aliyesindendir.” Müşarünileyh hazretleri –velev haksız olsun– gerek zatıma ve gerek asarıma müteallik her ne söyleseler benim için en muvafık hareket katiyen mukabeleye tasaddi etmeyip öyle bir hekimin beni nasıl muaheze etmekte olduğunu görerek mümkün mertebe hisseyab-ı intibah olmaktan ibarettir (Muallim Naci, 5 Kanunuevvel 1885).

14 Faik Hilmi bu yazısında hayalperest şairleri eleştirecektir. “Gariptir ki: Eriştir ab-ı lütfun el-amân

şâhım / Yakar şimdi semayı ateş-i âhım diyerek semayı ateşler içine atacak ve belki feza-yı namüte-nahiyi cevelangâh-ı efkâr edecek kadar vüs’at-i mütehayyileyi haiz bulunan bazı hayâlât-perestân-ı şuarâ bu gibi bir hakikat ve fen noktası üzerinde kalem kullanmak murat eyledikçe sapıtıyorlar. Celal Bey gibi nev-hevesân-ı terakkiye dostâne tebliğ eylerim ki: “Bir eseri neşretmezden akdem layıkıyla düşünmeli ve sonra da bir hakîm-i garbînin nasihatine tevfi k-i hareket birle hiç hükmünde bulunan bir eseri hiç arz etmemeye niyet veyahut arz olunan eserin ruhlu ve manalı bulunmasına dikkat etmeli-dir.” (Faik Hilmi, 2 Kânunuevvel 1885). Mehmet Celâl, Faik Hilmi’nin bu yazısına verdiği cevapta kendisine ait “Hazan” başlıklı yazısını dikkatli okumadığını ve bu yüzden bazı eleştirilerinde haksız olduğunu ifade eder ve Faik Hilmi’nin eleştirilerini alaya alarak mukabelede bulunur (Mehmet Celâl, 5 Kânunuevvel 1885).

(8)

bir kere dört faslın bizim memlekette suret-i tetabuuna dikkat eder ve işte içinde bulun-duğumuz şu hazan mevsiminde bir kere de etrafına bakarak tecahülü için edipliğin dahi kifayet edemeyeceği ve insan kör olsa gözüne saplanacağı derkâr bulunan ahval-i hazanı görür, ona göre nesir mi, nazım mı her ne kehkehleyecek ise kehkehler idi.

Evet, ilkbahardan sonra sonbahar değil, yaz gelir ve ilkbaharın taptaze yaprakla-rını solduran sonbahar değil yaz mevsimidir. Bu eleştiriye istihza da katılır:

“Sahralara bir manzara-i şairane bahşeden latif çimenler hazan dedikleri gaddarın zebu-nu olmuş” buyuruyorlar da, “Evvelki letafeti bulabilmek için bahar-ı diğere intizar ede-ceğiz! Ne şiddetli intizar!...” diye telehhüf bile eyliyorlar! (…) Dağlar dumanla muhat olduğu halde hayal meyal görünüyor. Baharın gittiğine izhar-ı teessüfl e beyaz kefenlere bürünmüş, izhar-ı matem etmiş zannolunuyor. Zemin karlarla mestur, ağaçların yaprak-larında nebatattan eser yok. Her cihet hazan içinde... (…) Vah çocuk vah! Seni genç yaşta böyle matuh edenlere acaba beddua edeceğin bir zaman gelecek mi? Evlâdım, dağların dumanı hazanda olduğu kadar baharda da bulunur. Bunları kefene teşbih edecek isen bari derinlerine bir de cenaze koy ki kefen olsunlar. Bahar vefat etmiş diye tahayyül eylediğin hâlde bunu diğer bir cenazeye teşbih eylediğin hazana koyacağına bari işte bu kefenlere sarsaydın ne olurdu? Hele izhar-ı matem edecek olanların beyaz kefenlere büründükleri-ni nerede gördün ise bize de göster ki kahkahalar ile gülelim! Biz Osmanlılar, “Yasımdan karalar giydim, karalar bağladım!” deriz. Beyaz kefen giyen matem-zedelerden maksat, icam-ı sinezenan iseler onların edebiyatı başkadır. Hele güz mevsiminde kar buralarda değil, Sibirya’da bulunur.

Mehmet Celâl’in “Ağaçların yapraklarında nebatattan eser yok” sözü için de; … sözünü hiç olmaz ise kayınvalide hanıma niçin göstermedin de sana, “Oğlum yaprak üzerinde nebat aramak, belki cam-ı Cem ile mazhar-ı füyuzat-ı semaviye olanlarda bulu-nur. Âkil olan böyle sayıklamaz” diye irşat eylesin?

demektedir. Ahmet Mithat bu istihzayı yaptıktan sonra sözü şöyle bağlar: İşte ey kariin-i kiram! İşte ey erbab-ı insaf! İşte üdebamızın mesleği! Bu adamlar genç-lerimizi rind, sarhoş, mahbup, dost fi lan eyledikten maada bir de yirmi beş yaşında iken matuh etmekten başka neye yararlar ise gösteriniz de biz de kani olalım!

Ahmet Mithat’ın “işte üdebamızın mesleği!” diyerek eleştirdiği edebî anlayış, Muallim Naci’ye ilgi duyanların görüşüdür. Nitekim yazının devamında Muallim Naci’den bu şairler için onlara gerçeği gösterecek bir muallimlik vazifesi ifa etmesi yönünde bir talepte bulunduğu görülmektedir:

Muharrirlere vazife-i tahriri öğretmek gayretinde bulunan Hazret-i Muallim kendi tela-mizini irşat buyursalar da bu türlü hezeyanları, “Memnun olduk...” diye tasvip etmeyip de vazife-i talimi yerinde ve suret-i lazımesinde ifa eyleseler, bilahare kendilerini dahî gülünç olmak akıbetine namzet etmemiş olurlar idi.

(9)

Ahmet Mithat Efendi’nin telkinlerine rağmen Mehmet Celâl hayalci şair tavrını sürdürecek ve Ahmet Mithat da onun Mürüvvet’te çıkan şair ve şiir tarifi ni yine alay yollu eleştirecektir. Mürüvvet gazetesi “Şairimiz Celâl Beyefendi şiir ve şairi şöyle tarif ediyor. Şairlerimizin bu tarifi ne suretle telakki edeceklerini bilemeyiz.” açıkla-masından sonra Mehmet Celâl’in şair ve şiir tarifi ne dair yazısını aktarır15:

Mahzun çehresi solmuş, nur-ı zekâ neşreden gözlerine sirişk-i teessür dolmuş, ara sıra içini çeker, hazin hazin dolaşır, ekseriya zulmette, fırtınalı gecelerde bir mezarın merme-rine dayanmış, elini başına koymuş, kâh bir necme bakar düşünür, kâh bir yaprak sedası duyar ağlar bir insan. Tabiat tarafından bedbahtlığa mahkûm olarak dünyaya gelmiş, handesi iğbirar-ı girye içinde, giryesi tebessüm-i mükedderane arasında meşhun bir talih-siz, baş dönmesine, helecan-ı kalbe, mütemadiyen ağlamaya, bazen düşünürken ansızın titremeye müptela olmuş bir mahluk-ı garip, gözyaşlarının iri damlalarını bir taş üstüne serperek meçhul bir hisse tebaiyet ettiğini lisan-ı hâliyle gösteren bir adam gördünüz mü? İşte o şairdir!..

Ahmet Mithat Efendi, Mürüvvet gazetesinin şair ve şiire dair yazısını Tercüman-ı

Hakikat’in “Letaif-i Edebiye” sütununda değerlendirir. “Şair ne olduğunu henüz

bilmi-yor idik. Hamdolsun refi kimiz Mürüvvet gazetesinin ‘Şairimiz’ diye kendisine tahsis eylediği şair Celâl Beyefendi şu ‘şair’ denilen mahlûkun ne gibi bir şey olduğunu bize anlattı.” sözleriyle meseleye istihza ile yaklaşacağını sezdiren Ahmet Mithat, Mehmet Celâl’in yukarıya aldığımız “şair”16 tanımını aktardıktan sonra Mürüvvet gazetesine

“Bu tarifi şairlerimizin nasıl telakki edeceklerini düşünmeyiniz. Karilerimizin nasıl 15 Mehmet Celâl, “Edebiyat: Şair, Şiir”, Mürüvvet, nr. 106, 4 Temmuz 1888.

16 Recaizade Mahmut Ekrem, dünyaya geldiği saat vefat eden kızı Piraye için kaleme aldığı

Zemze-me’nin birinci kısmında yer alan “Tahassür” şiirinin girişindeki mensur kısımda, kızının mezarını ziyareti esnasında yaşadığı halleri anlatır. Kızının mezarının bulunduğu tepeciği göremeyince üzüntü-lü bir şekilde bir servinin altına oturduğunu söyleyen Recaizade’nin bu esnada gözünün önünde biri melek biri şeytan dediği iki varlık belirir. İçinde bulunduğu hal Mehmet Celâl’in “şair” tarifi ne çok benzemektedir: “Şiddetlice bir rüzgârın tahrik-i-ağsân ile bir düziye hâsıl ettiği mâtem-fezâ şemâtet içinde gönlüm aşağıki mersiyeyi terennüme başladı. Gözlerimden tane tane ve birer fâsıla-i mütesâ-viye ile önümde bulunan bir taş parçasına düşen yaşlar güya ki o terennümün usulünü tutardı” (Reca-izade M. Ekrem, Birinci Zemzeme, s. 17-18).; (R.M. Ekrem, Bütün Eserleri II, s. 164-165). Mehmet Kaplan, Servet-i Fünun edebiyatında yaygın bir hastalık haline geldiğini söylediği “santimantalizm”in en ileri öncüleri arasında Nabizade Nazım, Mehmet Ziver, Fazlı Necip ve Mehmet Celâl’i sayarken Mehmet Celâl’in Mürüvvet’te çıkan şair tarifi ni bu neslin duyuş tarzına örnek olarak gösterir. Kaplan, Mehmet Celâl’in şair tarifi ni Namık Kemal’in Cezmi’de “ ‘kendi vücudunu layıkıyla idareye muktedir değil iken, küre-i zemini zaif kollarıyla sürükleye sürükleye başka bir nokta-i feyze, başka bir merkez-i kemale götürmeğe çalışan’ bmerkez-ir kahraman, mmerkez-isyon sahmerkez-ibmerkez-i bmerkez-ir merkez-insan” şeklmerkez-inde tarmerkez-if ettmerkez-iğmerkez-i şamerkez-ir tmerkez-ipmerkez-i merkez-ile Abdülhak Hamit’in “görülmeyen âlemleri keşfe çalışan bir fi lozof veya bir kahin” özelliklerine sahip şair tipinden de ayırırken onun Mürüvvet’teki şair tarifi nin aynısını aktararak bu şair tipinin hayalci yönüne değinir. “Bu şair artık kahraman veya mütefekkir olmaktan vazgeçmiş, sırf duygu, sırf hayal kesilmek isteyen bir ruhtur. Aynı duyuş tarzının tezahürü olarak, bu neslin nesir ve şiiri veremliler, hasta çocuklar, fakirler, aşk ıztırabı ile inleyenler, zaruret altında ezilmiş insanlarla doludur” (Kaplan,

(10)

telakki edeceklerini düşününüz! Onu zihninizde bulamadınız ise size biz haber vere-lim” dedikten sonra şu değerlendirmeyi yapar17:

Fikirlerini, hislerini zemin ve asumana sığdıramayan ve “şair” denilen o bâlâpervazı sol-gun çehresiyle ağlayarak, sümüklerini akıtarak mezarlıkta görenler ‘Al şu mendil ile sümüğünü, salyanı sil de arkam sıra gel! Bir lokantada karnını doyurayım! Açlıktan baş dönmesi ve heyecanın geçsin de seni bir tabibe götüreyim, sana biraz çelik falan tertip et-sin! Benzine kan gelet-sin! Ama sen de bundan sonra şair olmaya tövbe et! İnsanlara karış! İnsan gibi yaşa! Kendine, familyana, vatanına, devletine, dinine yarayabilecek bir adam ol!’ diye bir eser-i merhamet ve insaniyet gösterirler.

Ahmet Mithat yazısının devamında Mehmet Celâl’in şiir tarifi ne dair “şairden sonra şiirin de ne olduğunu tarif ediyor. İşte bunu hiç bilmez idik. Bakınız şiir de ne imiş.” dedikten sonra bu sefer onun Mürüvvet’teki şiir tarifi ni aktarıp değerlendirir. Mehmet Celâl’in şiir tarifi şudur18:

Zirveleri bulutlara dokunacak kadar yüksek olan ve dar bir yolun iki tarafını ihata ey-leyen yalçın kayaların yanında müthiş bir uçurumun nihayetinden akan nehrin mahuf aks-i sedalarını, rüzgarın hemen oraya mahsus bulunan şiddetli ıslıklarını dinlemek için hissiyat-ı şairanenizi bütün kalbinize topladıktan, başınızı da ellerinizin içine aldıktan sonra tahayyülat-ı âşıkaneye daldığınız sırada uçurumun muzlim bir cihetinden zuhur ile havaya kalkarken kanadını bir kayaya çarparak acı acı bağıran bir kuşun o yürek parça-layan çığlığını işittiniz mi? İşte bu da şiirdir!...

Mehmet Celâl’in bu şiir tarifi ni19 aktaran Ahmet Mithat, acı acı bağıran kuşun

çığlığını hayalci bir şairin ifadelerinden daha anlamlı bulduğunu ifade ile bu çığlı-ğı bir hakikat olarak değerlendirirken şairin sözlerini hakikatten uzak “vehim” ve “hülya”dan ibaret olarak görür. Söylediklerinin hakikat olduğunu, iftiraya hamledil-memesi gerektiğini özellikle belirten Ahmet Mithat hayallerine meftun şairleri insan-17 Ahmet Mithat Efendi, “Letaif-i Edebiye”, Tercüman-ı Hakikat, nr. 3013, 5 Temmuz 1888.

18 Mehmet Celâl, agm.

19 Mehmet Celâl ile Recaizade’nin “şiir” tarifi nde de benzerlikler vardır. M. Fatih Andı, Mehmet Celâl’in

bahsettiğimiz, Mürüvvet gazetesinde çıkan “Şair-Şiir” yazısındaki şair ve şiir anlayışını değerlendi-rirken hayalci şairlerde Recaizade Mahmut Ekrem etkisine değinir ve bu benzerliğe şu şekilde dikkat çeker:

1 “Takdir-i Elhan”da:

1 “Tabiat gibi bir hâce-i bedayi dururken şundan bundan talim-i şiir etmeğe tenezzül mü edilir? Orman-larda kuşların hazin ötüşü, derelerde suların latif çağlayışı, hatta dağOrman-larda kavalların garib garib akse-dişi şiir olduğu gibi, bir sühanverin, bir musıki-perver’in akval ve negamat-ı mevzunesi içinde tabiata muvafık, ervaha nafi z ve müessir olanlar da şiirdir” diyen Recaizade’nin, Mehmet Celâl’inkine tekad-düm eden yukarıdaki bu satırları, yazılarında Recaizade’den hep saygıyla bahseden, onu bir üstad, bir ‘zat-ı âlî-kadr’ olarak gören yazarın şiir anlayışına tesir eden fi kirlerin ifadesidir”. (M. Fatih Andı’nın bu değerlendirmesi ve Mehmet Celâl’in “Şair-Şiir” yazısıyla bu yazıdan 4 sene evvel Haver mec-muasında yayınlanan M. Mehmet Tahir’e ait “Şiir ve Şair” başlıklı yazı arasındaki benzerliklere dair değerlendirmeler için bk. (Andı, Ara Nesil Şairi Mehmet Celâl, s. 47).

(11)

dan bile saymaz:

İftira ediyoruz zannetmeyiniz! Hakikat söylüyoruz. Aşka, füyuzat-ı ilahiyeye vesaireye dair olan tevehhümlerini bir tarafa bırakalım da güya tasvir-i tabiat yolunda söyledikleri sözleri tetkik eyleyelim. Bir bahariye söyledikleri zaman gülü, sümbülü, benefşeyi, yase-mini, nergisi, şakayıkı fi lanı bir yerde bir anda cem’ etmezler mi! Halbuki bu çiçeklerin mevasimi arasında aylar vardır!

Ama biçareler mazurdur. Safha-i tabiat aç karın ile mezarlıkta yaşlı gözlerle görülüp muhtel dimağ ile tetkik olunamaz. O misillü biçaregân-ı mesakîn dört faslı bir yere cem’ etseler yine mazurdurlar. Onlar insandan addolunmazlar ki!

XIX. asırda edebiyatımızda, özellikle de şiirde hayal unsurlarının arttığı bir or-tamda Beşir Fuat Victor Hugo isimli çalışmasıyla hayalci-romantik şairlerin en çok çeviri yaptıkları20 ve etkilendikleri bu Fransız edibinin biyografi sini kaleme alır ve bu

eserini değerlendirmesi için Menemenlizade Mehmet Tahir’e gönderir. M. Mehmet Tahir’in değerlendirme yazılarındaki eleştirilerine Beşir Fuat da cevap verince ara-larında şiire, romana ve edebiyat akımlarına dair hayal-hakikat unsurlarının ön plana çıktığı bir tartışma gerçekleşir.21 M. Mehmet Tahir’in çıkardığı Gayret mecmuasında,

mütefenninlerle alay eden “M.C.” imzalı bir manzumenin yayınlanmasıyla tartışma-nın ilk başta saygı çerçevesinde devam eden üslubu, dönemin önemli simalarıtartışma-nın da katılmasıyla sertleşir. Şiirde hakikat ve hayal unsurlarının, şairlerle mütefenninlerin karşılaştırıldığı ve mütefenninlerin eleştirildiği bu manzumeyi aşağıya alıyoruz:

Bir Mütefenninle Bir Şair22

-1-Şair! Ne o yazdığın eserler? Eş’ar ile herzedir seraser; (azametle) Şair sözü mutlaka yalandır.

Fennî ise yazdığın makalat, Tahsin olunur bu… lik, heyhat!! Şairlere, fen adüvv-i candır.

20 Zeynep Kerman, Türk edebiyatında Victor Hugo’ya olan ilginin 1884’te arttığını 1887’den sonra bu

ilginin azaldığını tespit etmektedir. Bu tarihler Türk edebiyatında hayal-hakikat tartışmalarının en yo-ğun şekilde yaşandığı ve matbuat ortamında Beşir Fuat ve M. Mehmet Tahir arasında gerçekleşen ve daha sonra başka edebi simaların da katıldığı “hayaliyyun-hakikiyyun tartışması”nın yaşandığı dönemi içine alır. Bu tartışmalar sonucunda yeni edebiyatta “hakikat” unsurunun “hayal”in önüne geçirildiği görülmektedir. Ayrıntılı bilgi için bk. (Kerman,1978: 26-32).

21 Tartışmaya dair değerlendirmeler için bk. Orhan Okay, Beşir Fuat-İlk Türk Pozitivist ve Natüralisti,

Dergâh Yay., İstanbul 2008, s. 140-153.; Beşir Fuat, Şiir ve Hakikat, hzl. Handan İnci, YKY, İstanbul 1999, s. 15-26.

22 Manzumenin başında şu ifade yer almaktadır: “Meftun-ı fen ve adüvv-i şiir olan bir zat ile bir şair

arasında muhavere yolunda kaleme alınarak Gayret’e irsal olunan ve derci iltimas edilen bir manzu-medir ki tuhafl ığı cihetiyle derç ettik.”

(12)

-2-Bir duhtere ettirip de feryad, Bir tatlı neşide ettim inşad. Fennî değil amma pek güzeldir. Fennîsi olur mu şiirin? Efsus! Sizlerce bu şey değil mi mahsus? Zannetme: olur bu muhtemeldir

-3-Feryadını duymak istemem ben.

Eş’ar okunur mu var iken fen? (istiğrak ile) Fenni söze eylerim perestiş

Fennî söze can verir (dimağım); Yoktur benim öyle güllü bağım. Beyhude değil mi şiire verziş?

-4-Lakin acırım ki hissiniz yok. Ta’rizde ictisarınız çok. Anlar mı ya şiiri hissiz âdem? Bir ney ve keman gibi gıdadır. Ervaha şiir (?) safa-fezadır. Meftun oluyor bununçün âlem. Siz ta’n ediniz müdam şiire! Âlem edecek devam şiire! Bî-faidedir bu ta’n ü ta’riz. Ben anladığım budur ki sizler, Nazmetmeye kadir olsanız ger, Eyler idiniz o şeye takriz23

.

Mütefenninlerin hissiz, yeteneksiz ve şiirin can düşmanı sayıldığı bu manzume-ye Beşir Fuat çok öfkelenmiştir. Bu yüzden manzumemanzume-ye mukabele şeklinde bir yazı kaleme alır: “Yetmiş Bin Beyitli Bir Hicviye”24. Beşir Fuat bu yazısını bir diyalog

biçiminde kurgulamıştır.

Beşir Fuat, vapurla karşıya geçerken yanlarına oturan bir kişinin sözlerine kulak verir ve onun

Melekler semanın şiirleşmesi Şiirdir hayatın... Şiirdir hayatın...

mısralarını mırıldandığını duyar. Bu kişi güya kendisinin talebeliğinden tanıdığı ve sürekli Âşık Garip okuyan arkadaşlarından biridir. Bu yüzden yazının devamında Beşir Fuat bu kişiyi “Âşık Garip” adıyla isimlendirecektir. “Elinde lale, gözleri se-mada” sözleriyle Âşık Garip’i tavsif eden Beşir Fuat onun şahsında hayalci şairlerle 23 M.C., “Bir Mütefenninle Bir Şair”, Gayret, nr. 26, 27 Haziran 1302 (9 Temmuz 1886).

(13)

alay edecektir. “Yine âlem-i hayale dalmışsın, gündüzün ortasında bir şeb-i mehtab mı temaşa ediyorsun, kamer bedir halinde mi?” sorusuna Âşık Garip bir şiirle meşgul olduğu için dalgınlığından cevap vermez. Nihayet “Buldum!” diyerek şu mısraları söyler:

Melekler semanın şiirleşmesi Şiirdir hayatın bedirleşmesi

Beşir Fuat bu mısraları Abdülhak Hamit’in; Melekler hayatın kadınlaşması

Çiçekler nebatın kadınlaşması25.

mısralarına benzetir ama yine de bu buluşundan ötürü Âşık Garip’i “Âlem-i şiirin Arşimed’i” sayar. Âşık Garip, teşekkür etmekle birlikte bir “mütefennin” olan Ar-şimed’i zevk-i selimden mahrum görür. Evet, hayalci bir şaire göre mütefenninler “zevk-i selim”den mahrumdur ve bu durum onlar için bir kusurdur. Ayrıca onlar sü-rekli fen kitaplarıyla meşgul olduklarından, sevgiden uzak, kalpleri körelmiş insan-lardır. Bu hislerini paylaşan Âşık Garip “Bir Mütefenninle Bir Şair” manzumesindeki “Lakin acırım ki hissiniz yok” mısraının mütefenninlere hitap ettiği kanaatindedir ve mütefenninlere hadlerini bildirmek için bu manzumeyi sürekli cebinde taşımaktadır. Yazısına bu kurgu ortamında devam eden Beşir Fuat “M.C.” imzalı bu manzu-menin mısralarına teker teker cevap verir ve mütefenninlerden yana bir tavır takındı-ğını net bir şekilde gösterir. Yalnız manzumeyi okurken “azamet ile” ve “istiğrak ile” ifadelerine takılmıştır. Bu yüzden bu kısımları ayrıntılı olarak anlatır. Bütün mısraları değerlendirdikten sonra Beşir Fuat, manzumenin yazarını sorunca “M.C.” cevabını alır. Vapurdakilerden birinin bu harfl erin hangi şairin isminin baş harfl eri olduğu so-rusuna: “Onu aramaya zahmet çekmeyiniz, nam-ı müstear olmak ihtimali de vardır, Fakat asıl M.C. harfl eri imza değil kailin sıfatıdır. Malumunuz ‘Cim karnında bir nokta’ demektir, fakat böyle işarete de hacet yok idi. Kari’ler eserden müessire intikal edebilirlerdi”26 şeklinde cevap verince Âşık Garip çok öfkelenir ve şu mukabelede

bulunur:

Artık çok oldunuz bu kadar tecavüzatta bulundunuz, hiç ses çıkarmadım, tahammül

et-25 İnci Enginün, Abdülhak Hamit’in Tiyatroları IV, Dergâh Yay., İstanbul, s. 226.

26 Arapça “c” sesinin gösterildiği “Cim” harfi (ج)nin ortasında bir nokta vardır. Divan şiirinde sevgilinin

ağzı “M” harfi (م) veya nokta (.) gibidir. Sevgilinin ağzı (م) harfi nin baş tarafı gibi gösterilirken bu bir nokta (.) şeklinde küçük gösterilir. (م) harfi nokta (.) gibi olunca “Cim” harfi (ج)nin ortasındaki nokta da mim harfi ne (م) işaret etmiş olur ki buradan hareketle Beşir Fuat “M.C.” imzalı yazının yazarının baş harfl erinin M.M. olduğunu ima etmektedir. Bu harfl er de Menemenlizade Mehmet Tahir’in ismi-nin baş harfl eridir.

(14)

tim. Bu kadar haksızlık kubbe-i semayı lerze-nak, ecram-ı ulviyeyi çak çak, asumanda melekleri girye-bar, cehennemde zebanîleri hande-nisar eder. Ey gafi ller dinleyin! (O aralık vapur bir iskeleden hareket ettiği cihetle çarkın gürültüsü işitilir) Şu sada-yı deh-şet-efzaya kulak verin! “Jüpiter” size haddinizi bildirmek için yıldırımlar yağdırıyor. Ba-kınız! Derya bile şu cüretinize ne derece gazaplanmış. Ağzından saçtığı köpükler (çarkın hareketinden hâsıl olan köpükten başka bir şey görmedik) vapuru gark edecek. Bir ikinci tufan olacak, çünkü şiirin kılına dokunmak şiraze-i kâinatı ihlal eylemektir!

Sema kubbesinin bir haksızlık karşısında lerzeye gelmesi, yıldızları parçalama-sı, gökyüzünde melekleri ağlatması… vs. bunların hepsi hayalci şairin hayalleridir. Beşir Fuat, Âşık Garip’in bu sözlerini istihza yollu değerlendirip vapurdan uzaklaş-tırarak yazısını bitirir.

Beşir Fuat’ın şairlerle alay etmesine M. Mehmet Tahir de Asar’da çıkan bir ya-zısıyla mukabelede bulunacaktır: “Beşir Fuat Beyefendinin ‘Yetmiş Bin Beyitli Bir Hicviye’ Unvanlı Makalelerine Mukabele ve Sükût”27. Mehmet Tahir bu yazısında

öncelikle mütefenninlerin de “istiğrak” hallerinin olduğuna değinir. Ona göre “istiğ-rak” değerli bir haldir ve Arşimed gibi mütefenninleri “Evreka, evreka” sözleriyle so-kaklara çıkaran, Newton’a yerçekimini bulduran bu haldir. M. Mehmet Tahir ayrıca bazı mütefenninlerin bu hallerinin eleştirilebileceğini dile getirir. Yalnız bu eleştiriyi Beşir Fuat ve onun gibi mütefenninlere yöneltir.

Asar’da yayımlanan yazıya Beşir Fuat, Saadet’te çıkan “Çevir Kaz Yanmasın”

başlıklı bir yazıyla mukabelede bulunacaktır28. Yalnız bu aşamaya kadar “M.C.”

im-zalı yazının sahibi belli değildir ve Beşir Fuat öfkelidir. Nitekim “Bir Mütefenninle Bir Şair” manzumesi açık açık şahsını hedef aldığı halde M. Mehmet Tahir’in, yazı-nın hariçten gelen bir yazı olduğunu bildirdiği ve bu yüzden yazıyazı-nın sahibini söyle-mediği kanaatindedir.

Beşir Fuat, “Çevir Kaz Yanmasın” yazısında Mehmet Tahir’i istiğrak âlemlerine dalışıyla alaya alacaktır:

Tuhaf değil mi, Tahir Beyefendi, “Zira bir muallim-i edebin tabir-i üstadaneleri veçhile kalpten geliyordu” sözünü üzerlerine almışlar! Zannederim ki makaleyi okurken gazap-tan gözlerini kan bürümüş veya âlem-i hayal ve istiğraka dalmış bulunmalıdırlar ki o ibareyi üzerlerine almaya kendilerinde istihkak görmüşler!

Beşir Fuat, daha önce kendisini bir edebiyat kitabı bile okumamakla suçlayan Mehmet Tahir’in Haver’de yayımlanan

27 Menemenlizade Mehmet Tahir, “Beşir Fuat Beyefendinin ‘Yetmiş Bin Beyitli Bir Hicviye’ Unvanlı

Makalelerine Mukabele ve Sükût”, Âsâr, nr. 14, 21 Ağustos 1302 (2 Eylül 1886).

(15)

Nezdime geldi bir meh-i gülten Parlıyordu lebinde bir hande “Venüs” inmiş zemine zannettim Hayret ettim de nezdine gittim.29

mısralarını aktararak kendini savunur ve bu vesileyle yine hayalci şairleri eleştirir: (…) tel’in-i dimağa müptela bir marizin hezeyanlarına rekabet edercesine birinci mısraı dördüncüye taban tabana zıt olan bir sözün kaili edebiyat ve şiir hamisi olmaya kalkışabiliyor da bu derecede matuhane bir sözü bulunmayan neden ede-biyattan, şiirden bahis ve şuaraya tariz etmek salahiyetini haiz olmasın?

Beşir Fuat, Mehmet Tahir’in mütefenninlerin “istiğrak” hallerine dair yorumunu kabul etmeyip onların bu hallerine “tefekkür ve teemmül (meditation)” demenin daha uygun olacağı kanaatini dile getirir ve yazısının sonunda şu ihtarda bulunur:

Müzeyyifâne bir manzume neşrettiniz, müdafaa-i meşruada bulundum. Buna ta’riz süsü vererek techil yollu cevap yazdınız, üzerinize şu mukabeleyi davet ettiniz. Tekrar yazar iseniz yine yazarım. Sükût ederseniz, ben de sesimi çıkarmam, ber-minval-i sabık bahsimize devam ederiz. Suret-i zahirede ihtiyar-ı sükût edip de başka nam ile Gayret veya Âsâr’da tecavüzkârane aleyhimde bir şey neşrolunur ise, sahib-i imzaya katiyen iltifat etmem sizi kendime muhatap tanırım, malumatınız olsun.

Beşir Fuat’ın hayalci şairlere dair müstehzi ve sert cevaplarını müteakiben Ah-met Mithat Efendi –belli ki sürekli mübalağa ve hayal âlemleriyle meşguliyetle eski şiiri sürdüren şairleri de eleştirmek için– bir yazı kaleme alır: “Fen ve Şiir ve Şi’r-i Fennî”30. Ahmet Mithat Efendi de Beşir Fuat gibi bu yazısını bir hikâye kurgusuyla

kaleme almıştır. Kendisiyle vapura binen birkaç arkadaşıyla birlikte bir musahabe havasında “fen”, “şiir” ve “şiirde fen” konularını tartıştığı bu yazısının girişinde Ah-met Mithat imzasız yazı yazanlara çok kızdığını özellikle ifade eder. Buradan onun “M.C.” imzalı yazının sahibine öfkelendiği ve manzumenin sahibini öğrenmek iste-diği sonucunu çıkarabiliriz.

Ahmet Mithat vapurdakilerle konuşmalarında kendilerini en çok meşgul eden meselenin “şi’r-i fennî” olduğunu söyler. Bu aynı zamanda kendilerini çok güldüren bir meseledir. Nitekim şairlerden bazıları “şi’r-i fennî”yi fi zik, kimya, hesap, hende-se gibi fenleri veya bu fenlerin işaret ettiklerini yazmak şeklinde anlamakta ve bazı gülünç beyitler yazmaktadır. Bu beyitlerin hatırlatılması vapurdakilerden bazılarını güldürmüştür. Vapurdakilerden biri “Bunda gülünecek istihza edilecek bir şey yoktur.

29 Menemenlizade Mehmet Tahir, “Mazi”, Hâver, nr. 4., 1 Şaban 1301 (27 Mayıs 1884).

30 Ahmet Mithat Efendi, “Fen ve Şiir ve Şi’r-i Fennî”, Tercüman-ı Hakikat, nr. 2463-2464; 1-2 Eylül

(16)

Zavallı şair maksadı yanlış anlamış da öyle acayip bir şeyi yazmış. Maksadı güzelce anlamış olsa idi elbette daha güzel bir şey yazarak istihzalarınıza duçar olacağına tah-sinlerinize nail olur idi” deyince Ahmet Mithat konuşma sırasının kendisine geldiğini dile getirerek şunları söyler:

Hakkınız var. Ama üdebamızdan bir takımı egerçi yeni programlar dâhilinde ders gör-memiş iseler de fen ne olduğunu anlayacak derecelerde mütalaa erbabındandırlar. Hele bir takımları henüz mekatib-i aliyede. İşte o yeni programlar dairesinde tahsil görmekte bulunan efendilerdir. Binaenaleyh maksadın tayin ve tebeyyün edememesine sebep ne programlardır ne fünun ve ne de erbab-ı fünun! Benim iddiama göre asıl sebep erbab-ı şiirin kendi mesleklerini kendileri dahi anlayamadıkları için iktiza edenlere dahi yanlış anlatmaları kaziyesidir.

Ahmet Mithat şiirden anlamayanları bu şekilde eleştirdikten sonra şiir ve fenden ne anlaşılması gerektiğine dair fi kirlerini dile getirip sözü “kudemadan” şair olduğu-nu söylediği birine bırakacaktır. Burada Ahmet Mithat zevksiz, tabiattan uzak, hayali mübalağa derecesine vardıran ve böylece bizi hakikatten uzaklaştıran şairleri yine bir şairin ağzından eleştirecektir:

Zevk-i selim dediğimiz şey şuaranın ezvak-ı selimesi midir? İşte bu efkâr-ı cedide erbabı onların şiirlerini dahi beğenmiyorlar ki hatta zevk-i selimlerini beğenebilsinler veyahut tab’-ı müstakimlerine ehemmiyet verebilsinler. Hakikat-i hal aranacak olursa hakları da görülür. Zira pir-i mugânı mertebe-i rububiyete ve muğbeçeyi bilmem nerelere vardır-mak derecesindeki zevksizlikler tabiatsizlikler meydanda durur ve nesren yazılsa erbabı-nı pek müthiş muahezata duçar eyleyecek fahriyeler fi lanlar görülür iken öyle olur olmaz zevk-i selimi ve tab’-ı müstakimi efkâr-ı cedide erbabına kabul ettirebilmek muhaldir. Ahmet Mithat, hayallerine kapılan şairleri eleştirirken şiirin hakikatten yana ta-vır alması gerektiği kanaatindedir. Ona göre şair fennî hakikatlere uygun şiirler yaz-malı ve şiirini de hakikati ortaya çıkaracak bir “revişte” kaleme alyaz-malıdır:

Fen demek hakikat olduğuna ve şiir dahi tavsiften ibaret bulunduğuna göre “şi’r-i fen-nî” dahi öyle arş-ı alaya çıkmak veyahut yerin dibine batmak ve meyhaneci kefereyi rubûbiyet derecesinde büyültmek gibi asar-ı cinnetten ibaret değildir. Belki şairin iştigal eylediği bahiste hakikat neden ibaret ise o hakikati tezyin eyleyen letafeti de meydana çıkarmaktır. Tabir-i diğerle şairin semend-i fesahatini oynatacağı meydan öyle cehl ü cin-net meydanları olmayıp hakayık-ı fenniye meydanları olmalı da şair dahi kendi kuvvet-i şuuruyla tavsifat ve tasviratta gösterec eği hüneri işte o zemin üzerine göstermeli. Ahmet Mithat da hayalci şiir ve şaire dair fi kirlerini bildirdikten sonra M. Meh-met Tahir, Beşir Fuat’ın “Çevir Kaz Yanmasın” yazısına Gayret’te çıkan “Mukabele” yazısıyla cevap verir31. Mehmet Tahir bu yazısında Beşir Fuat’ın kendisini “techil”

(17)

ettiği bir iki hususa açıklık getirmeye çalışır ve Beşir Fuat’ın “istiğrak”a dair bahsini üstü kapalı olarak alaya alır. Ayrıca ona göre şair de mütefennin de bir istiğrak hali yaşar, her ikisinin bakış açıları farklıdır:

Şair de nazar-ı dikkatini bir noktaya hasrediyor, âlim de. İkisi de o nokta hakkında tetki-kata girişiyorlar. Ancak icra ettikleri tetkikatta nokta-i nazarları başka.

M. Mehmet Tahir’in “Mukabele” yazısından yaklaşık iki hafta sonra aşırı san-timantalliği ile bilinen hocası Recaizade Mahmut Ekrem’in, Mustafa Reşit’in

Göz-yaşları32 isimli eseri için yazdığı takrizde, edebiyatta fenne yer verenleri ve hayali

alaya alanları biraz da istihza yollu eleştirdiği bir yazısı dikkati çeker.33 Gözyaşları

için Beşir Fuat da bir takriz yazmıştır34. Recaizade kendi takrizinde Mustafa Reşit’i

başlangıçta övmekle birlikte edebiyatta fenne yer verenleri –ve bu sayede Beşir Fu-at’ı– eleştirmektedir. Tabiî, Beşir Fuat bu eleştiriye sessiz kalmaz ve Saadet’te çıkan ve edebiyatta hayali savunan Recaizade’yi alaya alan bir yazı kaleme alır. Edebiyatta hayal ve hakikat tartışmasına bakan yönüyle dikkatimizi çeken bu tartışamaya değin-mek gerekir.

Beşir Fuat kudret-i edebiyesinin okuyanlarca ve eserlerine yazdıkları takrizlere bakılınca edebiyatçıların ileri gelenlerince de takdir edildiğini söylediği Mustafa Re-şit’i Gözyaşları kitabı için tebrik eder. Eser için yazdığı takrizde onun gözyaşı bezine (gudde-i dem’iye)ulaşan katrenin gözyaşı halinde ortaya çıkışını “efsus ki gudde-i dem’iye dahi dimağdan telgrafl a aldığı şiddetli emirler üzerine beni tarda mecbur olur” şeklinde ifade edişini hakikate uygun bulur ve onun edebiyat içinde fenne yer vermekle hakikati hayale feda etmeyişini destekleyerek şu şekilde takdir eder:

(…) böyle hem hakikate muvâfık, hem cemiyetli ve hem de gayet tabiî bir teşbihi hâvî olan ifâdeler her edibin kalemine müyesser olur şeylerden değildir. Muhibb-i hakikat olanlardan hiçbir kimse tasavvur edemem ki bu sözünü takdir etmesin! Vâkıâ sermâye-leri hayal ve binâenaleyh esersermâye-lerinde hakikat bulmak beyâbanda menbâ keşfetmek kadar müteassir olan bazı hayal-perestân “dimağ” tabirini hoş görmeyip, “Hissiyât-ı âşıkanenin kalpte kopardığı fırtına seylâb-ı gamı cûş u hurûşa getirdi” yollu saçmaları tercîh etmek isterler ve belki hakikati hayale fedâ etmekte kendileriyle hem-hâl olmak istemediğin için aleyhinde vızıldarlar ise de bunların ne ehemmiyeti olabilir? Hakikati kendine reh-ber ittihâz etmekteki heves ve arzunun derece-i metânetini âsâr-ı fi iliyesi irâe ediyor. İfâdendeki isabet ve nükteyi fark ve temyizden âciz şebpere tab’ânın iltizâm-ı zalâm ey-lemesi mihr-i münîr-i hakikatten istinâre eylemek hususunda gösterdiği şevk ve gayrete halel îrâs edemeye ceğinden eminim!

32 Mustafa Reşit, Gözyaşları, Şirket-i Mürettibiye Matbaası, İstanbul 1304 (1886-1887), 64 s.

33 R. Mahmut Ekrem, Takrizât, Kostantiniye, 1314 (1898/1899).; Takrizat’ta Gözyaşları için yazılan

takrizin 3 Teşrinievvel 1886 tarihli olduğu kayıtlıdır.

34 Beşir Fuat, “Takriz”, Mustafa Reşit, Gözyaşları, Şirket-i Mürettibiye Matbaası, 1304 (1886-1187),

(18)

Mustafa Reşit, R. Mahmut Ekrem’den de eseri için bir takriz ister. Recaizade eser için bir takriz yazar; lakin yazdıkları okununca bu “takriz”i bir “ta’riz”in ta-kip ettiği görülmektedir. Recaizade “Gözyaşları ne mübarek şey”, “gözyaşı vesile-i nüzul-vesile-i rahmettvesile-ir”, “çehre-vesile-i yetvesile-imânede bvesile-ir letâfet-vesile-i melekâne vesile-ile memzuç hüzn-vesile-i semâvî”… vb. birçok ifadeyle gözyaşlarını över ve kendisi ile şairler için ne kadar önemli olduğunu şu şekilde dile getirir:

“Talîm…”de “bazen bir damla gözyaşı bir bürhandan kuvvetlidir” demiş idim. Ne kadar nâkıs söylemişim! Eâlî-i hissiyâtı.. eâzım-ı ihtirasâtı gözyaşı kadar belâgatle tebyin ede-cek başka ne vâsıta bulunacak?

Şüküfte bir gül-gonce-i letafet üzerindeki jaleleri bazen bir güzel çehrede gözyaşına ben-zetiyorlar.. Hoşa gidiyor. Soluk bir rû-yı melekânedeki gözyaşını bazen sarı bir gülde jaleye teşbih ediyorlar.. Seviliyor. İşte böyle en lâtif, en nâzik şeylere müşebbeh ve mü-şebbehün-bih olmak meziyetini hâiz olduğu içindir ki gözyaşı şairlerce pek muhterem, pek mühimdir!

Hele ben o kadar şair değil iken de –bilmem za’f-ı kalbiyemden midir nedendir?– girye-âmîz, bükâ-engîz şeyleri pek severim.

Evet, “pek muhterem pek mühim” olan gözyaşının, hem şairler hem de kendisi için önemli olan tarafı bir hayal unsuru olan teşbihe bakan yönüdür. İnsanın sadece ağladığı anlarda değil sevindiği anlarda da gözyaşı döktüğünü söyleyen Recaizade, Mustafa Reşit’in gözyaşlarını ele alışını yerinde görmekle hatta bu konuyu daha ge-niş tutmanın yerinde olacağını ifade etmekle birlikte meseleyi fenni delillerle izah edişini35 eleştirmektedir:

“Şiiri fenlendirmek veyahut fenne şiir katmak lâzımdır” fi kr-i nev-zuhûruna bir taraftar-ı zî-iktidâr olduğunuzu anlatmak veyahut “fi zyoloji” bilinmedikçe gözyaşından bahsolu-namayacağı iddiasıyla meydana çıkabilecek mu’teriz-i mütefenninlere bir cemîle ibrâz etmek için mi bu iltizâm-ı mâ-lâ-yelzeme düştünüz?

“Fizyoloji” bilinmedikçe gözyaşından bahsolunamayacağı iddiasıyla meydana çıkabilecek mu’teriz-i mütefenninlere bir cemîle ibrâz etmek” şeklindeki biraz da alay yollu eleştirisinin yanı sıra Recaizade eserin mukaddimesindeki fenne dair bazı sözlerin de kime faydası dokunacağı konusunda tereddüttedir. Mukaddimedeki,

Fizyoloji gözyaşı hakkında henüz son sözünü söylememiş ise de bu mâyiin gözlerin “me-dâr-ı ayn”da sühûletle dönmesi için şiddet-i lüzumu ve fıkdânı hâlinde birçok emrâz-ı ayniyenin zuhûr edeceği beyne’l-etibbâ müttefekün-aleyhtir.

35 Gözyaşları’nın mukaddimesinde gözyaşı şu şekilde tarif edilir: “berrak, rayihasız, tuzluca bir mâyidir;

tahminen yüzde doksan dokuzu su ve bâkisi klor sodyum, fosforit sud ve fosforit kilsten mürekkep olup bundan başka daha bazı emliha âsârını ve miktar-ı cüz’-i eczâ-yı uzviyeyi hâvidir.”

(19)

sözlerinin ciddiyetle telakki edilse, âlemde ağlamanın ne olduğunu bilmeyenler ve en müessir facialar karşısında kayıtsız bir şekilde tebessüm edenler için bir faydasının dokunabileceği hükmüne dair Recaizade bu fıkradan “kimlerin ne yolda istifâde ede-ceklerini bilemem.” der. İstihza yollu eleştiri devam eder. Mukaddimenin sonundaki “Gözyaşı kadar küçük, gözyaşı gibi rikkat-engîz olan bu risâlenin mütalaası bâis-i kelâl olmaz sanırım” sözünün de edebi sanatlardan “terdîd”e “bir nev-i diğer” ekledi-ğini söyleyen Recaizade, Mustafa Reşit’e gücenmeyeceekledi-ğini bilse şunu söyleyeceekledi-ğini ifade eder:

Bilmem eyleyecek girye midir hande midir

Bu, Gözyaşları’na “güler misin ağlar mısın” yollu bir istihzadır. Beşir Fuat, Re-caizade’nin “Gözyaşları İçin” takrizindeki eleştirilere, Saadet’te çıkan bir yazıyla cevap verir: “Ağla Hey Gözlerim Ağla!”36. Beşir Fuat, Mustafa Reşit’e yazdığı

tak-rizde;

Vâkıâ sermâyeleri hayal ve binâenaleyh eserlerinde hakikat bulmak beyâbanda menbâ keşfetmek kadar müteassir olan bazı hayal-perestân hakikati hayale fedâ etmekte kendi-leriyle hem-hâl olmak istemediğin için aleyhinde vızıldarlar.

dediğini hatırlatarak Recaizade’nin yaptığı eleştirilerin mesleğine yapılmış bir “taar-ruz” olduğunu dile getirir ve Recaizade’nin yukarıda alıntıladığımız “fi zyoloji bilin-medikçe” ve “Fizyoloji gözyaşı hakkında henüz son sözünü söylememiş ise de” diye başlayan eleştirilerini alıntılayarak fi zyolojiye ait bu meselelerin Recaizade için “Çin lisanı kadar meçhul olduğunu” söyler; ardından ediplerin bir meselede karar verirken kendi “zevk-i selim”lerine göre hareket ettiklerini yalnız kendisinin “zevk-i selim ashabından” olmadığını ve “(…) keyfi mizi mîzan-ı sahîh bilmek hak ve imtiyâzına mâlik bulunmadığımızdan, her iddiamızı delâil ve berâhîn serdiyle isbat etmek mec-buriyetinde” olduğunu ifade ederek Recaizade’ye daha önce öğrencisi olan M. Meh-met Tahir’e verdiği cevaplarda olduğu gibi fennî bilgileri ihtiva eden uzun bir ders vermeye çalışır. Ona göre Recaizade, Gözyaşları’ndaki bazı meseleleri anlamadığını ifade etmek yerine “zevk-i selimlerine yedirip de bir parça tetebbuat-ı fennîyede bu-lunmuş olaydılar” elbette halledemediği problemleri çözecektir. Beşir Fuat’ın burada hayaline güvenen ediplerin fen ve hakikate ait bilgilerinin az olduğuna dair eleştirisi açıktır.

Beşir Fuat, Recaizade gibi “bir üstâd-ı edepten en metin, en hakimâne fi kirler” beklerken tam tersini görmenin “muhibb-i terakki ve hakikat olanlardan ağlamadık kimse” bırakmadığını ve kendisinin itiraf ettiği gibi ağlamayı çok sevdiğini, Göz-36 Beşir Fuat, “Ağla Hey Gözlerim Ağla!” Saadet, nr. 606, 4 Kânunusani 1886.

(20)

yaşları’na yazdığı tarizde yine ağlayarak bizi de ağlatmak istediği için mükâfatını

aldığını dile getirerek yazısını, Recaizade’yi alaya aldığı şu ifadelerle bitirir:

(…) bizi ağlatmak için bu kadar özenip giryeden hoşlandıklarını ve bunu bedâyi-i ulviye erbabınca en samimi mükâfat olduğunu beyan eyledikten ve bir de fazla olarak “Ağla-mak göze şifadır” gibi teşvikatta da bulunduktan sonra, bizim için birkaç damla gözya-şını dirîg etmek şiâr-ı insaniyete muvâfık olamayacağından diğerlerine nümûne-i imtisâl olmak üzere işte ben ağlamaya başladım: Hi! Hi! Hi! Hi! Hi!

Beşir Fuat ve M. Mehmet Tahir arasındaki şiirde hayal, hakikat ve fen unsurlarına dair tartışmalarda M.C. imzalı “Bir Mütefenninle Bir Şair” manzumesi tartışmanın seyrini ve üslubunu değiştirmiş, Ahmet Mithat’ın konuya dair görüşlerini bildirmesiy-le de tartışma genişbildirmesiy-lemiştir. Mehmet Tahir, hariçten geldiğini söybildirmesiy-lediği “M.C.” imzalı “Bir Mütefenninle Bir Şair” manzumesinin yazarını bildirmeyince, Ahmet Mithat’tan sonra bu sefer Beşir Fuat ve Mustafa Reşit’in isteği üzerine, hayalci şairlerin “istiğ-rak” hallerini alaya alan Hüseyin Rahmi “İstiğrak-ı Seherî”37 isimli bir piyesle

tartış-maya katılmıştır.38 Beşir Fuat’ın “Yetmiş Bin Beyitli Bir Hicviye”, Ahmet Mithat’ın

“Fen ve Şiir ve Şi’r-i Fennî” başlıklı kurgu yazılarındaki yöntemi kullanarak Hüseyin Rahmi bu piyesinde M. Bey isimli birinin isteği üzerine Mehmet Tahir’in Güneş mec-muasında tefrika edilen Bir Sergüzeşt isimli romanını konu edinmiştir.

Hüseyin Rahmi, Bir Sergüzeşt’in komediden çok drama uygun olduğunu söyler, fakat M. Bey romandan bazı pasajlar okuyarak eserden komik unsurların yakala-nabileceğini ispat etmeye çalışır ve bunda da başarılı olur. Yazının daha girişinde mütefenninler ile şairler kıyaslanırken mütefenninlerden yana bir tavır alınır ve şa-irler de “soğuk hayalli” olarak tavsif edilir. Nitekim bu şaşa-irlerin, semanın yıldızlarla süslü olduğu gecede bile gökyüzüne baktıkları zaman gördükleri tek şey “hiç”tir. Bu “hiç”lik romandan yapılan bir alıntıyla anlatılır:

Kâinatın zulmet içinde gark olduğu, bir taraftan seda işitilmediği, bir yer görülmediği gece yarılarında göğün, kâinatın haline bakılsın ne görülür? Hiç!... Yalnız bir zulmet-i kesif.. bir sükût-ı amik… bir de güneş doğmaya başlar, bülbüllerin hazin feryatları, ço-banların muhrik muhrik kavalları işitilmekte…

“İstiğrak-ı Seheri”nin devamında Bir Sergüzeşt’teki hayalci şair tipinin şahsında M. Mehmet Tahir alaya alınır. Bir Sergüzeşt’teki M Bey’in “Kız beyaz bir ‘entari’ 37 Hüseyin Rahmi Gürpınar, İstiğrak-ı Seheri, Tercüman-ı Hakikat, nr. 2515-2518, 22-25 Teşrinievvel

1886.

38 Hüseyin Rahmi’nin Be şir Fuat ve Mustafa Reşit’in isteği üzerine tartışmaya katıldığını Refi k Ahmet

Sevengil’den öğreniyoruz. (Bk. Refi k Ahmet Sevengil, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Hilmi Kitabevi, İstanbul, 1944, s. 50.) Fakat, Sevengil, tartışmanın Güneş mecmuasıyla Saadet gazetesini çıkaranlar arasında geçtiğini söyler. Doğrusu Gayret mecmuası ile Saadet gazetesi olacaktır.

(21)

giymiş, sarı saçlarını perişan bir halde yüzüne, omuzuna dökmüş” cümlesine dair alay ifadelerinde bunu daha rahat görebiliriz:

(…) zavallı şair meğerse meşhudatınızın hatiatla mali olmasında sebep var imiş. Ger seçemezse eşyayı gözlerin

İşte böyle saçma olur sözlerin

Yine hayalci şair M. Mehmet Tahir’e: “Tahir Beyefendi şairliği okuyup da ‘ba-kıcı’lığa başlamış olsalar daha az vakitte iştihar ederler” şeklindeki ağır ifadelerden sonra Hüseyin Rahmi Bir Sergüzeşt’in, roman mı, hayal mi, rüya mı, sayıklama mı ne olduğu belli olmayan bir eser olduğunu söyler. Bir Sergüzeşt istiğrak halindeki bir şairin hikâyesi gibidir. Hüseyin Rahmi, Güneş mecmuasında tefrika edilirken yarım kalmış olan bu eseri değerlendirirken hayalci şairlerin yıldızlı bir gecede gökyüzüne daldıklarında gördükleri ile, evlerinin tavanına bakarken gördükleri arasında bir far-kın olmadığını ekler ve hayalci şairlerin istiğrak hallerini buna sebep olarak gösterir. Ahmet Mithat’ın hayalci şairleri eleştirisinden ve Hüseyin Rahmi’nin istiğrak halindeki şairleri alaya alışından sonra Beşir Fuat, Mehmet Tahir’in “Mukabele” zısına cevap verir. Ancak cevap yazısını Saadet’te değil Tercüman-ı Hakikat’te ya-yımlar: “Tekrar Çevir Kaz Yanmasın”39. Beşir Fuat bu yazısında “Bir Mütefenninle

Bir Şair” manzumesinin altındaki “M.C.” imzasının M. Mehmet Tahir’e ait olduğunu ileri sürer. M. Mehmet Tahir’in bunu inkâr etmesi halinde ispatlaması gereğini hatır-latan Beşir Fuat sözü onun mütefenninlerle şairler arasında bir bakış açısı farklılığı olduğunu söylediği “istiğrak” meselesine getirerek şunları söyler:

Bir mütefenninin dalgınlığıyla bir şairin dalgınlığı arasında nokta-i nazarların başka ol-masından gayri bir fark olmadığını beyan ediyorsunuz. Pekâlâ! Bundan büyük fark mı olur? Şair hayaline daldığı yani âlem-i hakikatle kat’-ı münasebat eylediği zaman hazain-i tabiatten müstağni oluyor. Hâlbuki bir mütefennin en müstağrak olduğu bir zamanda yine fi krini, hazain-i tabiatin bir nebzesini hemcinsi için elde etmeye sarf ediyor? Bunların ara-sındaki fark gece ile gündüz araara-sındaki farka benzer ki bu da nokta-i teveccühün başka olmasından ibarettir.

M. Mehmet Tahir, Beşir Fuat’ın bu yazısına mukabelede bulunmaz. Nitekim, Beşir Fuat’ın alaycı ifadelerinden ve özellikle Hüseyin Rahmi’nin “İstiğrak-ı Seheri” piyesindeki şahsını hedef alan istihzalardan ötürü tartışmadan çekildiğini bildiren yazısı Beşir Fuat’ın bu mukabele yazısından bir hafta önce Mizan gazetesinde yayın-lanmıştır40:

39 Beşir Fuat, “Tekrar Çevir Kaz Yanmasın”, Tercüman-ı Hakikat, nr. 2528-2530; 18-20 Teşrinisani 1886. 40 Menemenlizade Mehmet Tahir, “Mizan heyet-i idaresi huzur-ı alisine”, Mizan, nr. 4, 11 Teşrinisani

(22)

Saadet ve Tercüman-ı Hakikat gazetelerinde her türlü usul-i tenkidin hilafında olarak aleyhimde neşredilen şeylerin mahiyetlerini efkâr-ı umumiye tayin edeceği cihetle o bab-da bir şey söylemek istemem. Ancak öyle muteber gazetelerin bu gibi şeylere vasıta-i neşr olmasına beyan-ı teessüf etmekten kendimi alamam. Hususiyle talebe-i ulum lisa-nından öyle sözler işitmek ne kadar şayan-ı teessüf görülse şayandır.

Adab-ı münazara dâhilinde itiraz etselerdi ben de cevabımı yazardım. Fakat şimdiki hal-de bu gibi şeylere karşı sükût etmekten güzel cevap olamaz.

Beşir Fuat’ın etkisinde kalarak şiiri bırakıp fen ilimleriyle meşguliyetini arttıran Dr. Şerafettin Mağmûmî, Beşir Fuat gibi şiirde aşırı hayallere, teşbih ve mübalağala-ra gereğinden fazla yer veren hayalci şairleri ve şiirleri eleştirir. Mağmumî, Vücud-ı

Beşer’de kalbe isnat edilen duyguların beyin tarafından sinirler vasıtasıyla vücudun

ilgili bölümlerine emirler şeklinde gönderildiğini anlattıktan sonra sözü “hayal ve zulmet içinde yüzen” bazı edebiyatçılara getirerek şunları söyler:

Ulum-ı riyaziyeden de bî-behre olarak hayal ve muhâl alemi gibi bir zulmet-i daimi için-de puyan olarak ömürlerini boşu boşuna çürüten ve bir kaiçin-deh mey zehri ile, maşukaları-nın bir gamzesi için sahifelerle hurufât beyitleri dizen zavallı şairler zümresine mensup bir zât, insan ile hayvan arasındaki farktan dem vururken aklı ele alarak makarrını da tayine kalkmış, kalbin yani kan torbası olan yüreğin içinde siyah lekeli bir kabarcığın akıldan ibaret olduğunu yazmış, insan güzel bir çehre görünce kalp güya bir fotoğraf gibi onun resmini alarak insanın çehre-i maşukaya baka baka âşık olduğunu da hakîmâne kaydetmiş. Hayır! Muhterem karilerim! İş böyle değildir. Eğer içinizde bu fi kr-i bâtıla zâhip olanlar varsa tashih-i efkâr eylesinler. Hayâlin resmolduğu mahal de dimağdır, seven de: El-hasıl hepsi dimağda beyinde olur.41

Şerafettin Mağmûmî, hayalci şairlerin aşkı teşviklerini eleştirmenin yanısıra “Şiir ve Şair” başlıklı yazısında doğru sözlerin hepsini şiir sayar ve fenle layıkıyla uğraşmayanları da şair saymaz:

… doğru sözlerin hepsi şiirdir. Fakat duyguları gıcıklamak için hakikate yakın hayalât ile tezyîni de şarttır. İster kafi ye zinciriyle esâret-i kalemiye altında alınmış âsâr-ı manzume olsun, isterse düşünüldüğü gibi yazılmış yani serbestî-i kalemiye mahsulü olan âsâr-ı mensûre bulunsun, tehzîb-i ahlâk, tenvîr-i hakikat, telkin-i ciddiyet, mürevviç-i sa’y u gayret gibi her biri saâdet ve selâmet-i umûmiyeyi bâis, hasail-i vicdaniyetin tercümesin-den ibaret makalelerin cümlesi şiirdir. Şiir meâni-i latifesi fenn-i hakikî gibi lâyetegayyer (değişmez) bir kanunu okşayan sözlerdir. Şiir fen gibi bir sağlam temel üzerine kurulmuş bir binadır. Bu sebepten mütefennin olmayan mütevaggıle (uğraşana) şâir denemez. Fen-nin kısm-ı amelîsi, akıllara hayret veren medeniyet-i hazıranın bânisi olduğu gibi, kısm-ı nazarîsi de bir şir’r-i hakîkî bulunduğundan fi kri tenvir eyler, zihni açar, dimağda bir hiss-i lâtif peyda eyler.42

41 Vücud-ı Beşer’den aktaran Nazım H. Polat, bk. Bir Jöntürk’ün Serüveni: Şerafettin Mağmûmî -Hayatı

ve Eserleri, Büke Yay., İstanbul 2002, s. 114-115.

42 Nazım H. Polat, age., s. 119.; N. H. Polat, Şerafettin Mağmûmî’nin divan şiirine yönelttiği eleştirileri

(23)

XIX. asır Türk edebiyatında hayalci şair tipine bir eleştiri de Ali Kemal’den ge-lir. Ali Kemal, Gülşen mecmuasında yayımlanan bir yazısında M. Mehmet Tahir’in

Gayret dergisinde neşredilen “Tevhid-i Mütefekkirane”43 başlıklı manzumesinde

gör-düğü bazı yanlışlıkları “muaheze için değil mahza istifham-ı hakikat maksadıyla” değerlendirir ve bu manzumede gördüğü bazı yanlışlıkları eleştirir44. Bu eleştiriler

daha çok manzumedeki imla hatalarına, anlamın değişmesine sebep olabilecek bazı harfl erin yanlış yazımına, bazı mısra ve beyitlerin başka şairlerin mısra ve beyitlerine çok benzemesinden ötürü intihal olabileceğine ve bir fi krin ifadesindeki yanlışlıklara dairdir. Bu eleştirilerde yer yer istihzaya başvurulduğu da görülür.

Ali Kemal’in hayalci şairleri eleştirisinde dikkati çeken bir husus M. Mehmet Tahir’in istiğrak halinde söylenmiş olabileceği ifade edilen bazı mısralarına dairdir. Manzumedeki “Ey”lerin çok kullanılmasının şiveyi tahrip ettiğini söyleyen Ali Ke-mal, “Her zerreye sen denilse layık” mısraı için şöyle bir eleştiride bulunur:

“Her zerreye sen denilse layık”

fi kr-i alisini izhar edecek mertebede haiz-i iktidar bir edib-i nevresidenin böyle fesahatsiz, letafetsiz, haşvli sözü ancak hal-i istiğrakta söylediklerine hükmeyledik.

Ali Kemal, M. Mehmet Tahir’i yine istiğrak halini öne çıkararak eleştirmeye devam eder. Bu kez eleştiri konusu olan manzumedeki “Allah ki mucid-i cihandır” mısraıdır ve bu mısraa dair eleştiride şairin istiğrak haline dair alaycı yaklaşım daha da netleşir:

“Allah ki mucid-i cihandır”

mısra-ı bercestesinin kopyası zannolunan ve binaenaleyh erbab-ı mütalaanın bir semere-i sirkat olduğuna hükmedeceği bedihi bulunan “Allah ki halik-ı cihandır” mısraını Tahir Beyefendinin “benimdir” diye alem-i matbuata vaz’ etmesi doğrusu bizi duçar-ı tahsir edecek sözlerdendir!.. Vakıa mir-i nazım tanzim-i “Tevhid-i Mütefekkirane”ye koyuldu-ğu zaman halet-i istiğrak ile söylediği mısraın tevarüd olup olmadığını nazar-ı dikkate almazsa da bu müsamahası herkes nezdinde karin-i afv olabilir mi?

Ali Kemal yazısını M. Mehmet Tahir için “bir düstur-ı hikmet” olması tavsiye-siyle Ziya Paşa’nın şu mısralarıyla bitirir:

İdrak-i meali bu küçük akla gerekmez Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez

M. Mehmet Tahir, Ali Kemal’e Asar’da yayımlanan bir yazıyla cevap verince

göre– bâde zevki, aşk ve muaşakadan ibaret oluşu ve şâirâne hayallerde ifrat” şeklindedir (Polat, 1992: 141).

43 M. Mehmet Tahir, “Tevhid-i Mütefekkirane”, Gayret, nr. 7, 14 Şubat 1301 (26 Şubat 1886), s. 25-27.

(Gayret mecmuasının 7. Numarasının tarihi yanlışlıkla 14 Şubat 1401 şeklinde yazılmıştır).

Referanslar

Benzer Belgeler

4833 Sayılı 2003 Mali Yılı Bütçe Kanunu’nun 51/t maddesinde yer alan ‘İlgili kanununda düzenleme yapılıncaya kadar, 4.12.1984 tarihli ve 3095 sayılı Kanunun 1

Ve eger sehv ü ĥašā ile elüŋden ķatl-i nefs ŝādır olsa, zírā gāh olur ki yumruġıla ve daĥı anuŋ gibi nesnelerle ķatl olur.... Salšanatuŋa ve

Dolayısıyla spor pazarının pek çok müşterisinin, kendi spor kulübüne yüksek düzeyde bağlı ve tüketime hazır halde olduğu düşünüldüğünde, gerek interaktif iletişimi

Araştırmanın amacı, sporcularda başarı motivasyonu ile destek algılaması arasındaki ilişkinin incelenmesi ve elit taekwondo sporcularının destek algılaması

Ancak, belki de lideri diğer grup üyelerinden ayıran en önemli özelliklerinden biri; grup süreci öncesi diğer üyelere göre kendinden çok daha haberdar olması gereken,

Büyük infarkt alanına sahip diabetik hastaların or- talama adiponektin düzeyi (18.58±13.82), büyük infarkt alanına sahip nondiabetik hastaların ortalama adiponektin

老人福祉整合跨校教學聯盟成立, 13

Annelerin bakıma katıldığı grupta, prematüre bebeklerin bakımdan bir saat sonraki konfor puan ortalaması hem toplu bakım öncesi hem de bakım sonrasına göre anlamlı