• Sonuç bulunamadı

Adım Adım İstanbul:Boğaziçi-Üsküdar

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Adım Adım İstanbul:Boğaziçi-Üsküdar"

Copied!
16
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

■___J

mV*V

(2)

r

t

'é > o

5

B O Ğ A Z İ Ç İ

-

Ü S K Ü D A R

(3)
(4)

Boğaziçi

İstanbul’u dünyanın en güzel şehirlerinden biri yapan Boğaziçi, bu estetik özelliklerinden önce, sağladığı ekonomik imkânlarla, şehrin Doğu Akdeniz’in en önemli liman ve şe­ hirlerinden biri olmasına yol açmıştı. Boğaziçi iki denizi birbirine bağladığı gibi, iki kıta arasında da geçit sağlar.

l'irtına Boğaz ı fazla etkilemez; ama Karadeniz’in fazla su­ yunun buradan Marmara'ya akmasından meydana gelen akıntı bu­ rada geçişi güçleştirir. Bu yüzden, Roma ve Bizans çağlarında şe­ hirle Boğaz boyunca dizilmiş küçük köylerin ilişkisi pek fazla organikleşmemişti. Bu özellik Osmanlı döneminde de çok de­ ğişmedi. Çeşitli sultanlar bu güzel kıyılarda yerler beğenip sa­ raylar, kasırlar yaptırdılar, ama sıradan halk oralara yerleşmeyi dü­ şünmedi. 18. yy.’a kadar Boğaziçi köyleri bahçecilik ve balıkçılıkla geçinmeye devam etti.

Boğaz boyunca tepeler denize paralel uzanır ve çoğu yerde oldukça dar bir kıyı şeridi bırakır. Ama yer yer tepeler alçalır ve sel rejiminde küçük derelerin vadi yatakları içlere doğru uzanır. Köy kurulması için en elverişli yerler bu vadilerdir.

Fütuhata dayanan, fütuhat gelirleriyle yaşayan Osmanlı İm­ paratorluğu, 17. yüzyılda doğal sınırlarına ulaşmış, kendisine denk güçlerle karşı karşıya gelmişti. 18. yüzyıla, Karlofça sonuçlarıyla gi­ rildi: Fütuhat bitmişti. Bu dönemde saray, imparatorluğun ileri ge­ lenleri gözünde kendini meşrulaştırmanın yeni bir yolunu bul­ malıydı. Bir zaman sonra XIV. Louis’nin taşra baronlarını Paris’e çağırıp başkent lüksü ve sefahatiyle evcilleştirmesi gibi, Osmanlı padişahları da, ileri gelen ailelere Boğaz kıyılarında geniş topraklar bağışladılar, Bogaz’da ayrıcalıklı bir zevk ve sefa hayatının baş­ lamasını teşvik ettiler. İlk büyük yalılar böyle yapıldı.

Ama asıl dönüşüm 19- yy.’da geldi. Burada “belirleyici” olan teknolojiydi. Buharlı geminin Osmanlı devletine de gelmesiyle Boğaz’da ulaşım kolaylaştı. Kayık sahibi olmadan, kürekçi maaşı vermeden de burada oturmak mümkün oldu. Bu tarihlerde Os­ manlI padişahları Boğaz kıyısındaki Dolmabahçe ve Çırağan gibi saraylara taşınmış, şık hayat Beyoğlu ve ötesine sıçramıştı. Avrupa kentleriyle benzer ölçülerde bir şehirleşme başlamıştı. Geçen

yüz-€>

yılın ikinci yarısında Boğaziçi, Beyoğlu’na paralel olarak yerleşime açıldı ve kalabalıklaştı. Boğaziçi’nin karakteri bu süreçle belirlendi.

“Yalı”, Yunanca “kıyı” demektir. Türkçede “kıyıya yapılmış ev” anlamında kullanılır. Böyle bir ev herhangi bir kıyıda olabilir, ama İstanbul kültüründe “yalı” denince akla Boğaziçi gelir, çünkü bunların en güzelleri oradadır ve Boğaziçi özelliklerinin önemli bir kısmını da onlar oluşturur.

Biz şimdi deniz yoluyla, önce Dolmabahçe’den kuzeye, Ka­ radeniz yakınlarına gidelim, sonra da karşı kıyıya geçerek güneye doğru seyrederek Kuzguncuk’a kadar gelelim. Daha çok kıyıda, bazen de içerlerde gördüğümüz binaların ilginç olanları üstüne kısa bilgiler vererek.

Beşiktaş, 16. yy.’da şehirden uzak sayılan, denizcilerin rağbet ettiği bir semtti. Meydanda Barbaros H ayrettin Türbesi, cad­ denin öbür yanında, Sadrazam Rüstem Paşa’nın kardeşi olduğu için kaptan-ı derya tayin edilen Sinan Paşa camii (ikisi de Sinan ya­ pısı) bunu kanıtlar gibi. Daha sonra, hepsi de Balyan ailesinden mimarlar elinden çıkma binalar görüyoruz: Bir kısmı, şimdi devlet konukevi olarak restore ediliyor, biri de kız okulu. Onları geç­ tikten sonra Çırağan Sarayı’na geliyoruz.

Burada II. Mahmud’un yaptırdığı saray yanmış, şimdiki Çı- rağan’ı Abdülaziz, Nikoğos Balyan’a ısmarlamıştı. Onun yaptığı planı, Sarkis ve Agop Balyanlar icra etti. Ne var ki, Çırağan Ab- dülaziz’e şans getirmedi. Tahttan indirildiğinde bunun feriye kıs­ mına kapatıldı ve burada intihar etti (ya da Abdülhamid’e göre öl­ dürüldü). Onun yerine geçen V. Murad, akli dengesi bozulunca gene Çırağan’a kapatıldı ve 1905'te burada öldü. Bir süre sonra da saray yandı. Restore edildikten sonra, İstanbul’un en şık otel­ lerinden biri oldu.

Çırağan’ın gerisindeki koruluk yamaçta da, Abdülhamid’in en rahat ettiği saray olan Yıldız var­ dır. Saray bahçesinin Boğaz kı­ yısındaki kapısına, Mecidiye Camii’nin yanından geçerek ge­ liriz. Yukarıda Şale Köşkü, Malta ve Çadır K öşkleri şimdi Turing

(5)

Kulübü tarafından lokanta ve çayhane ola­ rak düzenlenmiştir.

Gene Çırağan’ın gerisinde kalan sırtta, Kanuni’nin sütkardeşi Yahya Efendi’nin tek­ kesi ve küçük külliyesi var. Bu külliye artık işlemeyen, son derece pitoresk bir mezarlık içinde.

Çırağan’ın hizmetkârları ve çeşitli des­ tek işlevleri için yapılan Feriye Sarayları’nda şimdi G alatasaray ve Kabataş liseleri var. Onların az ilerisinde Ortaköy Karakolu şimdilerde restore ediliyor.

Ortaköy’de, Celâl Esat Arseven’in “Boğaziçi’ni kemgözden koruyan bir nazarlık”a benzettiği, Abdülmecid zamanında Nikoğos Balyan’ın inşa ettiği Ortaköy Camii, barok ihtişamıyla, deniz kı­ yısını süslüyor. Ortaköy yakın zamanlarda genç entelicensiyanın rağbet ettiği bir semt haline geldi, dolayısıyla iskele meydanı da yeniden düzenlendi, lokantalar ve kahvelerle bezendi.

Ortaköy, cadde üzerindeki sinagogla Ayios Fokas Rum Or­ todoks Kilisesi ve deniz tarafındaki Ermeni kilisesinin de gös­ terdiği gibi, Osmanlı toplumunun geleneksel azınlıklarının Müs- lüman-Türk halkla iç içe yaşadığı bir semtti. Caddenin iç tarafında ve Dereboyu Sokağı’nın köşesinde Mimar Sinan’ın zamanla biçimi biraz bozulmuş bir hamamı vardır.

18. yy.’dan sonra, yukarıda değinilen Boğaziçi paylaşımında, belirli bölgeler belirli toplumsal tabakaların elinde kalmıştı. Başlıca saraylara yakın olan Ortaköy’de padişah ailesi mülk edinmişti. Köprünün altına düşen iki büyük ahşap yalı (şimdi Yüzme İhtisas ve Lido), Hatice, Fehime, Fatma ve Zekiye sultanların (Ab- dülhamid’in kızları) yangına dayanabilmiş yapılarındandır.

Ortaköy’ü Kuruçeşme’den Defterdar Burnu ayırır. Bu nok­ tada eskiden Neşetabad Sarayı vardı. Bu sahilde, eski resimlerden bildiğimiz Tırnakçı Yalısı, Muhsinzade Yalısı gibi binalar gerçekten saray boyutlarında, muazzam yalılardı. Bütün Boğaz boyunca sı­ ralanan bu kocaman yalıların hemen hemen hiçbiri günümüze kal­ madı.

Padişah ailesinin yalıları burada da devam ediyor, daha ile­

ride Fenerli Rum beylerin yalıları başlıyordu. Naile Sultan Yalısı yakınlarda restore edildi. Naciye Sultan’la Enver Paşa’nın yalısı da buradaydı.

Kuruçeşme’nin Kırkçeşme Sokağı üstünde Surp Haç E r­ m eni ve Ayios Dem etrios Rum O rtodoks kiliseleri buranın da multi-etnik bir semt olduğunu gösterir.

Şimdi Galatasaray'ın üzerinde yayıldığı Kuruçeşme küçük bir kayalıktı ve üstünde Sarkis Balyan’ın padişahtan izin alarak ken­ dine yaptığı köşk vardı.

Arnavutköy, gerek ünlü yalıboyu, gerekse Boğaz köylerinin karakterini hâlâ yansıtan, bazıları merdivenli iç sokaklarıyla, se­ vimli bir semttir. Ağırlıkla bir Rum köyüydü. Kubbeli kilisesi Ayios İoannis, Patrikhane’nin yazlık kilisesiydi. Hançerli Bey, Soçi, Vo- goridis ve Muzurus Paşa gibi ileri gelen Rumlar’ın köşkleriyle bir­

likte, daha orta halli ailelerin de yalıları vardı. Arada, Düzoğlu ve Köçeoğlu gibi Ermeni zenginlerin yalıları da serpilmişti.

Arnavutköy sırtlarında es­ kiden Amerikan Kız Koleji iken şimdi R obert Kolej olan okul da vardır. Semtin sonunda, Akıntı Burnu’nda, T eşvikiye Kara-kolu’nu görürüz. Akıntı Burnu ile karşıdaki Kandilli arası, Boğaz’ın en fazla daraldığı, dolayısıyla akıntının da en fazla hız­ landığı yerdir. Ayrıca, derinlik de burada 100 m.’ye kadar artar.

Akıntı Burnu’nu geçince su, genişleyen Bebek koyunda sa­ kinleşir. Bebek özellikle 1950'lerden sonra gözde olmuş bir Boğaz semtidir. Birdenbire hızlı gelişme, burada tarihten fazla eser bı­ rakmadı. Yabancıların, diplomatların vb. yerleşmesiyle Bebek şeh­ rin en pahalı semti haline geldi.

Kıyıda, Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa’nın (ama daha çok, İs­ tanbul halkının “Valide Paşa” diye andığı, tuttuğunu kopanr an­ nesinin çabalarıyla) yaptırdığı, sonra da devlete bağışladığı ve şimdi Mısır sefaretinin yazlık konutu olan görkemli bina görünür. Üslubu, doğrusu, Boğaz mimarisine pek uygun sayılmaz, iskelenin

(6)

yanında Milli Mimari akımının önde gelen temsilcisi Mimar Ke- malettin Bey’in inşa ettiği neoklasik Bebek Camii vardır.

Cyrus Hamlin adında Amerikalı bir misyoner Kırım Savaşı sı­ rasında İstanbul’da bulunmuş ve Florance Nightingale’in yanında çalışmıştı. Savaştan sonra Hamlin bu ülkede bir Amerikan eğitim kurumu kurmayı aklına koydu; Robert adında bir zengini buna ikna etti. İstanbul’a geldi ve bir süre uygun yer aradıktan sonra Ahmet Vefik Paşa’nın Bebek sırtlarındaki arazisini satın aldı. Ro- berts College böyle kuruldu (1863'te). Yapılan binalardan biri Hamlin’in adını taşır.

Üniversitenin çok yakınlannda Tevfik Fikret’in kendisine yaptırdığı ve şimdi müzeye çevrilen Aşiyan vardır.

Rumeli ve Anadolu hisarları’nın bulunduğu iki nokta ara­ sında Boğaziçi gene daralır. İkinci Boğaz Köprüsü buradadır. Ama Boğaz’da yapılan ilk köprü de bu­

radaydı. Pers imparatoru Dara, Yunanlı bir mühendisin yar­ dımıyla birçok tekne üzerine tah­ talar döşeterek bu noktada bir köprü yaptırmış, 700.000 kişilik ordusunun geçişini, Rumelihisarı sırtında kayalarda oyulmuş bir tahta oturarak seyretmişti (or­

dunun dönüşü, gidişi kadar görkemli olamadı).

Fatih, İstanbul’u ele geçirmeye karar verince, her türlü ih­ timali göz önüne alan çok yönlü bir plan hazırlamıştı. Bizans ne kadar zayıf düşmüş olursa olsun, adı hâlâ ürkütücüydü. Ayrıca, Av­ rupa’dan Bizans’ı kurtarmak üzere yardım gelmesi mümkündü. Şe­ hirde, Osmanlı tahtında iddiası olan bir şehzade vardı vb. Fatih bu yüzden hızlı davranmak ve açık kapı bırakmamak istiyordu. Ka­

radeniz tarafından şehre yardım gelmesini önlemek için Ru-m elih isarı’nı, hem de dört ay gibi çok kısa bir sürede ta­ mamladı. Çünkü karşıda, daha önce Yıldırım Bayezıd’ın yap­

tırdığı A nadoluhisarı vardı ve bu iki kaleden açılacak top ate­ şiyle Boğaz’dan geçecek gemileri durdurmak kolaylaşıyordu.

Kıyıdaki en yüksek kuleyi Sadrazam Çandarlı Halil Paşa, ku- zeydekini Zağaros Paşa, güneydekini de Sarıca Paşa inşa et­ tirdikleri için kuleler onların adıyla anılır.

Yakınlarda oldukça iyi bir restorasyon gören Yılardı Yalı, III. Mustafa döneminden beri Boğaz’ın ünlü yalılarından biriydi.

Alt katı kâgir, üst katlan ahşap O duncubaşdar Yalısı, Hisar’ın eskiden kalma yalılarındandır. Daha ileride, yüksekte, pe­ rili ev izlenimi veren tuğla binayı Mısır Hıdivi’nin yanında çalışan Yusuf Ziya Paşa, mimara vermeden kendi yapmaya girişmiş, ama parası bitince bina yarım kalmış ve hiç tamamlanmamıştır.

Yeni köprünün tam altından geçerken, sarmaşık sardırılmış taş bir bina görürüz. Güzel bir bina, ama Boğaziçi karakterinin epey dışında. Bunun eski sahibi Abdülhamid dönemi paşalarından Tophane Müşiri Zeki Paşa’dır. Zeki Paşa, ünlü gazeteci Ali Kemal’in kayınpederiydi.

Kıyı buralarda tekrar içeriye doğru kıvrılır. Şimdi Bal- talim anı Kemik Hastalıkları H astanesi olarak kullanılan güzel taş bina eskiden Mustafa Reşit Paşa’nın yahşiydi. Sonra padişah ai­ lesine geçen bu yalıda en son, Ferit Paşa, damat olarak oturmuş ve Anadolu Savaşı kazanılınca eşyalarını toplayıp gitmişti. Cum­ huriyet hükümeti hanedanın bazı mallarını kamu için yararlı bi­ nalara çevirdi; burası da hastane oldu.

Baltalimanı’ndayız, şimdi. Buranın adı, Fatih’in donanma komutanı Baltaoğlu Süleyman Paşa nın gemilerinin bir kısmını bu limanda bekletmesinden gelir. Baltalimanı’nda vadi genişler; Boğaziçi’nin başlıca derelerinden biri de burada akar, ama gü­ nümüzde akan bu şeye “dere” demek güçleşmiştir.

Baltalimam’m Emirgân izler. IV. Murat, Revan seferine çık­ tığında, şehrin komutanı Emir Güne Revan’ı (Erivan) savaşsız tes­ lim eder. Padişah onu İstanbul’a getirir ve bu yörede geniş arazi bağışlar. “Emirgân" adının Emir Gûne’den geldiği sanılıyor. Sertliği ve yasaklarıyla ünlü IV. Murat halka içkiyi, bu arada tütün ve kah­ veyi de yasak etmişti, ama kendisi Emir Gûne’nin kasır ve bah­ çelerinde bol miktarda şarap istimal eylerdi.

(7)

Emirgân da eski havasını az çok koruyabilmiş Boğaziçi köyleri arasındadır. Arka sokakları ol­ dukça güzeldir. Küçük meydanda I. Abdülhamid’in yaptırdığı cami, çınar ağaçları altındaki geleneksel kahve çok sevimlidir. Ama bu­ radaki en kayda değer, iskele ile cami arasındaki Şerifler Ya- lısı'dır. Bu binanın ta Emir Güne zamanına gidebileceğini dü­ şünenler var, ama herhalde sadece yer olarak böyle, çünkü bina daha yeni görünüyor. Her odanın kendi çatısı olmasıyla değişik bir görünüm veren tipik bir kagir yalıdır bu. İçindeki duvar ve tavan süslemeleri de görülmeye değer.

Adı, Mekke şerifinin burada oturmasından ileri geliyor. Bi­ nayı Ağa Hüseyin Paşa veresesinden satın alan Abdullah Paşa 1907'de öldü. Onun soyu, sonradan, İngiltere’nin desteğiyle Irak ve Ürdün krallığına getirildi. Şimdiki Ürdün Kralı Hüseyin bu ai­ leden gelmektedir.

Emirgân sırtlarında Mısır hıdiv ailesinden yadigâr, geniş ve güzel koruluk içinde, Sarı Köşk, Beyaz Köşk gibi, Çelik Gü- lersoy’un restore ettirip kamu hizmetine açtığı yerler var.

Emirgân'ı geçince, Boğaz’da Haliç’ten sonraki en büyük gi­ rinti olan Istinye Koyuna geliyoruz. Burada, ilk olarak, ünlü Ar- ganaut seferinin anılarına rastlayacağımız için, “mitolojide Bo­ ğaziçi" temasına biraz girebiliriz.

Yunan mitolojisinde Boğaz’ın baş role çıktığı iki efsane vardır ki, bunlardan biri zaten “Bosphorous" adının nereden geldiğini açıklar: "Bous” (inek) ve “photros” (geçit). Zeus, çeşitli çap­ kınlıkları arasında lo adında bir genç kızı da baştan çıkarır ve I lera’nın kıskançlığından korumak için onu inek yapar. Ama Hera durumu öğrenir ve lo’yu rahatsız etmek için peşine bir sinek takar, lo bu sinekten kaça kaça Boğaz kıyısına gelir, denize atlar ve yü­ zerek karşı kıyıya çıkar, ne var ki sinek orada beklemektedir.

İkinci efsanede kahraman lason, Doğu Karadeniz’deki Colchis ülkesinde saklanan altın postu almaya karar verir, ara­ larında Herakles, Orpheus, Castar ve Pollux da bulunan ar­

O

kadaşlarını toplar. Argo adında bir gemi yaparak denize açılır ve Boğaz’ı geçerek Karadeniz’e çıkarlar. Boğaz’da atlattıkları bir teh­ likeden sonra tanrılara şükran sunmak üzere, Istinye’ye bir anıt di­ kerler.

İki efsane, mitolojinin kendine özgü diliyle, Boğaziçi’nin öne­ mini anlatıyor: İki kıta arasında ve iki deniz arasında geçit yeri. İle­ ride, Argonaut seferinin başka hikâyelerini de göreceğiz.

Istinye Koyu da iyi bir liman olduğu için yakın zamana kadar tersane olarak kullanılmıştı. Şimdi tersane buradan taşındı ve koy temizlendi. Bu arada, koyun güney kıyısındaki, gene şerif ailesine ait Cihannüm alı Yalı da ortaya çıktı.

Koyun öbür ucundaki, Yeniköy’e dönerken çakarın hemen yanında kahverengi bir yalı var: Burada kısa bir süre Recaizade Ekrem Bey oturmuş. Ama Abdülhamid’in kül yutmaz hafiyeleri, yazarın karşı kıyıdaki Hıdiv

K asrı ile geceleri fener yakarak haberleştiğini jurnal etmişler. Ab- dülhamid, bir yerlerde bir konak satın alıp Recaizade’yi orada otur­ maya zorlamış.

Adı Yunancada “Neapolis” olan Yeniköy’e geliyoruz böy- lece. Bu bölgede birçok güzel

yalı var. Bunlardan ilk gördüğümüz, kuleleri ve genel süs­ lülüğüyle göze çarpan A hm ed Afif Paşa Yalısı. Bu binanın da gösterdiği gibi Yeniköy yalıları, klasik Osmanlı yalılarından son­ raki tarihlerde, Batı zevklerinin etkisinde yapılmış, süslemeyi iş­ levden önce düşünen eklektik yapılardır. Yeniköy şıklığını içinde bulunduğumuz günlerde de sürdürüyor ve birçok ünlü kişi ya da aile burada yalı sahibi.

Bu sırada Şehzade Burhaneddin Efendi’nin ve Prens Said Halim Paşa’nın yalıları büyük, görkemli binalardır, ikisinde de Av­ rupa etkileri ağır basar. Halim Paşa’nın yalısı daha önce Rum Logothet’in malıydı. Burada ayrıca K aratod ari, Mavrokordato ve Hristaki Baltacı (Beyoğlu’nda Çiçek Pasajı’nı yaptıran) gibi büyük Rum zenginlerinin yalıları vardı.

(8)

İskelenin sağındaki Kurdoğlu ya da Faik Bey Yalısı adıyla bilinen yalı kavisli çizgileriyle dönemin dekadansının zarif bir ör­ neğidir. Sıra, gene fazla Boğaziçi kimliği göstermeyen Kalkavan Yalısı’yla biter. Yeniköy’ün ikinci Rum Ortodoks Kilisesi (Aya Ni- kola, öteki de durağın yanındaki Aya Yorgi), yukarıda görülür.

Kiliseden hemen sonra, Avusturya Konsolosluğu’nun yazlığıyla, Boğaz’daki eski elçiliklerin yazlık konutları başlıyor. El­ çiliklerin geçen yüzyılın ikinci yarısında Boğaz’ın tadını çıkarmak isteyenler ker­ vanına katılması burada yazlık edinme mo­ dasını büsbütün körüklemişti. Bu bölgede Allahverdi, Kuyumcuyan ve Cezayirliyan gibi Ermeni zenginlerin yalıları vardı. Ni­ tekim Avusturya konutu, Ayvansaray- Sütlüce arasında ahşap bir köprü yaptırmış olan Cezayirliyan'dan satın alınmıştı.

Muazzam bir bahçe içindeki son derece şık bina şimdi devlet başkanı konutu (Kenan Evren’den beri). Burası eskiden Krupp’un Türkiye temsilcisi Huber’in yahşiydi. Sonra hıdiv ailesine geçti, sonra da Dame de Sion’a bağışlandı.

Kalender’le Tarabya arasında bu sefer Almanya’nın yazlık ko­ nutunu görüyoruz. Burası Abdülhamid’in özel arazisiydi ve onun armağam olarak Almanlara geçmişti.

Tarabya Koyuna gelirken ünlü bankerlerden Zarifi’nin yarısı yanmış yalısının da önünden geçiyoruz.

Mitolojiye göre, Iason’un dönüşünde, Colchis’de evlendiği prenses Medea sık sık geçirdiği kıskançlık nöbetlerinden birine burada kapılmış ve zehirlerini denize dökmüştü. Onun için de bu­ raya Pharmakos denmişti. Yüzyıllar sonra, bir Bizanslı din adamı buranın havası ve suyııyla sağlığını kazanınca, adını “Therapia”ya (tedavi) çevirdi.

Tarabya geçen yüzyıl sonunda, elçiliklerin yakınlığının da katkısıyla, büyük bir ün kazandı ve onu hiç kaybetmedi. Dip­ lomatların ve zenginlerin yatları koyda demirlerdi. Bazı İstanbul zenginlerinin kaçamak yapmasına da imkân veren, Summer Palace

ya da Petala gibi, lüks oteller vardı. Beyoğlu’ndaki Tokatlıyan da şimdi Tarabya Oteli’nin bulunduğu yerde yazlığını açmıştı.

Burnu döner dönmez, yanan İtalyan yazlık rezidansımn ye­ rine bu yüzyıl başında Raimondo d’Aranco’nun yaptığı yeni ko­ nutu görüyoruz. Daha ileride, Kireçburnu’na doğru, Fransız ko­ nutundan kalan binalar (şimdi Marmara Üniversitesi’nin Fransızca eğitim yapan bir bölümü burayı kullanıyor) ve yanan İngiliz ko­ nutunun arazisi var. Fransız Elçiliği binası Fener zenginlerinden lp- silantilere aitti. Geçen yüzyıl başında bu ailenin Yunan bağımsızlık savaşına destek verdiği anlaşılınca III. Selim yalıyı müsadere etti ve Fransız Elçiliğine bağışladı.

Kireçburnu’nun Yunanca adı “Karadeniz’in anahtarı” an­ lamına gelen “kleidai tou Pontou” idi, çünkü ilkin burada, doğuya doğru kıvrılan Boğaziçi'nden Karadeniz’in açılışı görülür.

Büyükdere’de geniş bir düz­ lük oluşur. Maslak yolu Hacı Osman Bayırı’ndan Büyükdere’ye iner. Buradan ilerisi, Karadeniz'e kadar, İstanbul’un su deposudur. Belgrad Ormanı’ndaki birçok bent Roma döneminden beri şehre su vermiştir. Burası, geçen yüzyılda, özellikle Ermeni zenginlerin yo­ ğunlaştığı bir yerdi (Ermenilerin zengin olanlarının çoğu da Ka- tolikti). Bunların başında Apraham Paşa’yı sayabiliriz. Şimdi Ko- cataş ailesinin malı olan yalı ona aitti. Koç’un satın aldığı ve sonra Sadberk H anım Müzesi haline getirdiği bina da geniş Azaryan ai­ lesinin üyelerinden birine aitti. Elçilikler dizisi, Ispanyol ve Rus ko­ nutlarıyla burada son bulur.

Sarıyer hiçbir zaman lüks yalılarla bezenmemiş, orta hallilerin çoğunlukta olduğu ve Karadeniz’e yakınlığı dolayısıyla balıkçılığın öne çıktığı bir semttir.

Sarıyer ve Rumeli Kavağı’ndan sonra meskûn yerler biter ve Boğaz’ın görünümü adamakıllı değişir. İklimin sertliği kendini belli eder. Burada G aripçe Köyü, gene Argonautlar’ın anısını taşır: Gyropolis’te (akbabalar şehri) oturan Kral Phineus’u taprılar

(9)

cezalandırmış, Harpy denilen olağandışı kuşları başına musallat etmişlerdi. Kuşlar gelip kralın yemeğini çalıyor ve masasını kir­ letiyorlardı. Argonautlar bu kuşları kovarak kralı kurtardılar. O da onlara çok değerli bir fikir verdi.

Mitolojiye göre Boğaz’ın kuzey ağzının iki yanında, çarpışan kayalar (Symplegades) vardır. Aralarından gemi geçecek olursa hızla yerlerinden fırlar, gemiyi aralarında

ezerler. Arganautlar, Phineus’un öğüdüne uyarak önleri sıra bir kuş uçurdular. Kayalar kuşu az farkla kaçırıp yerlerine dönünce Argonautlar hızla küreğe basarak fırladılar ve kıç tarafından birkaç tahta feda ederek kayaları atlattılar.

Bu kayaları Rumeli ve Anadolu fenerlerinde görebiliyoruz. Karadan kopuk, denizin içindeki görünüşleri onlar hakkında böyle efsaneleri kolaylaştırıyor.

Şimdi Asya kıyısına geçip dönüş yolculuğumuza başlıyoruz. Burada, en uçta Kabakoz, onun az güneyinde Anadolu Feneri var. Çakal Limanı’ndan sonra Poyraz Burnu ve Poyrazköy'e ge­

liyoruz. Bu balıkçı köyünün şimdi dalgakıranlı bir limanı var. Fil Burnu ve Keçili Liman’dan sonra Anadolu Kavağı görünüyor ("Kavak” gümrük alınan yer an­ lamına gelirdi).

Burada, tepede, Ceneviz Ka­ lesi olarak bilinen ama aslında Bi­ zans’ın yaptığı Y o ro s Kalesi var­ dır. Bizans ömrünün son yıllarında iyice çaptan düştüğü için kalenin denetimi Ceneviz’e geçmişti.

Kıyıda, askeri bölge içinde kalan cihannümalı güzel yalının Marko Paşa'ya ait olduğu söylenir.

Anadolu Kavağı şimdi balık lokantalarıyla ünlü turistik bir köy.

Buradan Beykoz’a doğru giderken Boğaz kıyısındaki en

yük-©

sek nokta olan Yuşa T e p esi’nin önünden geçiyoruz. “Yuşa” adı,

T evrat tâki Joshua’yı akla getiriyor. Ama buradaki yatırın mezarı 12 m boyunda. Belki de Argonautların geçişi sırasında Pollux’un boks maçında öldürdüğü dev Amy- cus’tan kalma bir inanç yaşıyor burada.

Yuşa Tepesi'nden çok geniş bir manzara seyretmek müm­ kündür. Beykoz’dan hemen önce Hünkâr Iskelesi’nde, Mısır hı­ divinin Osmanlı hanedanına armağan ettiği kasır, ağaçlık bir te­ pede, şimdi hastane olarak kullanılıyor.

Beykoz oldukça geniş bir yerleşimdir. Geçen yüzyıldan baş­ layarak çeşitli sanayilerin burada kurulması bu genişlemeyi teşvik etti. Buradan, Çubuklu’ya kadar, Boğaz’ın Anadolu yakasının ka­ rakteri bu nedenle, Boğaz için çok tipik değildir.

Beykoz’da Ahmet Mithad Efendi’nin yalısı yeni restore edildi. İlginç anıt olarak da, Gümrük Emini İshak Ağa’nın meydanda yap­ tırdığı çeşmeyi anabiliriz.

Hezarpare Ahmed Paşa’nın bahçesi olduğu için bu adı ka­ zanan Paşabahçe’de, köyün camii, III. Mustafa zamanından kal­ madır. Tekel ve cam fabrikalarıyla burası da hayli sanayileşmiş bir yer.

Köy karakteri hâlâ ağır basan Çubuklu’da ilginç bir yalı, mü­ zeler müdürü Halil Bey’den eczacı Ulagay ailesine geçen -şimdi onların da elden çıkardığı- yalıdır. Çubuklu’da tepede ise Hıdiv Abbas Hilmi Paşa’nın, şimdi Turing’in otel olarak işlettiği köşkü var. Köşk güzel ve çok geniş bir bahçe için­ de. Abbas Hilmi, annesinin rızasına aykırı olarak bir Hıristiyan kadınla evlenince, “Va­ lide Paşa” Bebek’teki sarayda bu gelini is­ temediğini söylemiş, o zaman da Hıdiv bu köşkü yaptırmıştı.

Kanlıca’da aristokratik bir Boğaz ma­ hallesine geliriz. Yalılar sırasını başlatan Ahm ed Rasim Paşa Yalısı şu sıra ortada

(10)

yok, restore edilmesi bekleniyor. İskeleden hemen önce de ya­ kınlarda restore olan Sefir Yağcı Şefik Bey Yalısı’nı görüyoruz. Bundan sonra bu kıyıda daha sık göreceğimiz klasik Boğaz ya­ lılarının habercisi sayabiliriz onu.

Bunlardan biri, iskeleden sonraki Saffet Paşa Yalısı yandı ve yok oldu. Ayakta kalanlar arasında dikkat edilecek bir tanesi, Körfez’e yaklaşırken görülen küçük Ethem Pertev Yalısıdır. Bal­ konu ve tahta oymalarıyla son derece zarif bir yapı. Körfezde de Rukiye Sultan Yalısı kendini belli eder.

Körfez’i körfez yapan burun, Mihrabad adıyla yükselir, koyun kuzey tarafında. Burası, Boğaziçi’nde mehtabın çıkışının en iyi seyredildiği yer olduğu için, eskiden, böyle keyifleri bilenler arasında çok sevilen bir gezme yeriydi.

Kanlıca ile Anadoluhisarı arasında Boğaz’ın en önemli ya­ lılarından bazılarını görebiliriz. Bunların ilki Hekimbaşı Salih Efendi’nin aşı boyalı yalısıdır. 18. yy.'dan kalma yalı Osmanlı mi­ marisinde genellikle çok hoş et­ kiler yaratan asimetriyle inşa edilmiştir.

Bundan sonra, restorasyon halinde olan Z arif Mustafa Paşa Yalısı na geliyoruz. Bu da 18. yy.’dan kalma, gene balkonsuz, ama ikinci katı çıkmalı bir bina. Bu sıradaki en ilginç yapı, şimdi bu­ runda gördüğümüz, Amcazade Yalısı ndan kalan son bölüm olan divanhane. Bu aynı zamanda şehirde bilinen en eski ahşap ko­ nuttur ve l699'da yapılmıştır. Divanhane, yüksek tavanları ve o kadar yüksek olmayan pencereleriyle ilginç ve çok zariftir. Ama içindeki tavan ve duvar süslemeleri olağanüstüdür. Ne yazık ki, miras hukukunun özellikleri ve

devletin edilgenliği yüzünden göz göre göre yok oluyor.

Buradan Anadoluhisarı is­ kelesine kadar, büyük ve boyasız Bahriyeli Sedat Bey Yalısını,

0

yanındaki Rıza Bey Yalısı’nı geniş kayıkhane girişiyle Marki Necip Yalısı’m, iskelenin sağında ise İsm ail Hakkı Bey ve Kö- seleciler Y ah lar’ını görürüz.

Anadolu H isarı küçük, as­ keri bir yapının soğukluğunu ta­

şımayan bir hisardır. Evlerle ve mahalleyle iç içe geçmiştir. Hemen yanından Göksu, Boğaziçi’ne dökülür. AvrupalIlar Göksu ile Kü- çüksu’yu “Asya’nın Tatlı Suları” adıyla tamr. Buralar geçen yüz­ yılda Boğaz’ın en gözde mesire yerleriydi. Kayıklarla derelerin iç­ lerine kadar gidilir, şarkı söylenir ve o kaçgöç zamanından beklenmeyecek kadar flört edilirdi. Küçüksu çayın da aynı şekilde sevilen bir mesire yeriydi. Ancak birkaç yüzyılda yetişebilen bu çayır, Boğaz Köprüsü yapılırken beton plakaların dökülmesinde kullanıldı ve çayır olmaktan çıktı. Derelerden şimdi sudan çok pis­ lik akıyor. En korkuncu da, iç taraflardan, bir düşman ordusunu andırır şekilde bitiveren apartman yığını.

Yeni bir ilginç yalılar dizisi Küçüksu ile Kandilli Burnu ara­ sında uzanır. Bunların ilki Kıbrıslı Yalısı’dır. Bugün var olanlar içinde en geniş cephesi olan budur. Tavanları kubbeli, havuzlu ko­ caman salonları olan bu muazzam yalıyı Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa yaptırmıştı. İkinci kuşak Kıbrıslılardan Tevfik Bey Nazım Paşa’nın yaveriydi ve ünlü Bâb-ı âli baskımnda öldürüldü.

Yandaki Abud Yalısı’nı Balyan ailesinden birinin inşa et­ tiğine inanılır. Abudlar Suriye’den gelen zengin bir tüccar ailesiydi. Daha sonra, Server Paşa Yalısı’yken PolonyalI Kont Ostrorog’un satın aldığı ve şimdi onun adıyla güzel, aşı boyalı yalı gelir. Pierre Loti'nin de konuk geldiği bir yalıdır bu.

Kandilli’nin Akıntı Burnu’na geldiğimizde, şimdi yarısı res­ tore edildiği için yıkılan kocaman bir yalı var: Edip Efendi Yalısı; tepede ise, Kandilli Kız Lisesi’yken yanan Adile Sultan Sarayı. Kandilli’nin iç taraflarında birçok ev restore edilmiş; bahçeli ahşap evleriyle sakin ve güzel buralar.

Vaniköy de, dik yamacın altında dar bir kıyı şeridi kaldığı için az ev yapılabilen, dolayısıyla zenginlerin yerleştiği aristokratik bir

(11)

semttir. Ağaçlık yamaçta yaza kadar hâlâ bülbüller öter.

Vaniköy’den sonra deniz gene görece sakin bir koy haline gelir. Burada, Abdülmecid’in Bal- yanlara yaptırdığı Kuleli Askeri Lisesi vardır. Boğaz’ın en güzel camilerinden biri de buradadır.

Çengelköy yakın zamana kadar Rumiar’ın yoğun olduğu, bahçe ve bostanlarında yetişen lezzetli sebzeleriyle ünlü bir köy­ dür. Çarşısı, pazarı zengin ve renklidir. Lokanta ve kahvehaneleri, meydan çeşmesi ve yaşlı çınar ağaçlarıyla iskele meydanı son de­ rece sevimlidir ve sonbaharda günbatımının tadını çıkarmak için çok uygun bir yerdir. Bu meydanın az ilerisinde bir Rum Kilisesi, ayazması ve okulu vardır.

iskelenin biraz aşağısında, Abdullah Paşa Yalısı olduğu tahmin edilen büyük, güzel yapı yıllardır bitmeyen bir res­ torasyon sürecinde. Ama Çengelköy’ün (belki de bütün Boğaz’ın) en güzel yalısı daha da güneydeki Sadullah Paşa Y a ­ lısı. 18.yy.da Koca Yusuf Paşa'nın yaptırdığı bu yalıya adını veren Sadullah Paşa, Abdülhamid zamanında Viyana elçisiyken intihar eden, “19. Asır” adlı şiiriyle ünlü edebiyatçı ve devlet ada­ mıdır. Ahşap kubbeli orta salonu, tavan süslemeleriyle yalı ben­ zerleri arasında benzersiz bir yapıdır.

Beylerbeyi uzun zamandan beri Türk nüfusun yoğun olduğu bir bölümüdür Boğaziçinin. Bu kıyılar boyunda rastladığımız en anıtsal cami de buradadır: I. Abdülhamid Camii. Baroğun üstadı Mehmet Tahir Ağa’nın yaptığı camide kubbe sekizgen sistemle desteklenir. Tuhaf bir biçimde, Abdülhamid’in hayratının bazı ya­ pıları Eminönü tarafındadır.

Beylerbeyi iskele meydanı da son derece sevimlidir. Yakın zamanlarda buraya motorla gelen turistler için dükkânlar açıldı, ama yerliler için de kahvehaneler, midye tavacılar var. Minik

dal-( b

gakıranın yanında her zaman taze balık satılıyor.

Köprünün altına doğru Beylerbeyi Sarayı’nın önünden ge­ çeriz. Şimdi müze olan saray Sarkis Balyan tarafından yazlık bir saray olarak yapılmıştı. Burada III. Napoleon’un karısı Im- paratoriçe Eugénie, Avusturya İmparatoru Fransız Joseph, İran Şahı Nasreddin ve VIII. Edward ile Madam Simpson kalmışlardır. Tahttan indirilince Selanik’e sürülen Abdülhamid de Balkan Savaşı patlayınca buraya getirilmiş ve burada ölmüştü.

Beylerbeyi’nden Kuzguncuk’a yaklaşırken kıyıda ahşap, özellikle minaresi ilginç bir mescit görürüz. Bunu yaptıran, yu­ karıda sırtta görünen zarif köşkün de sahibi olan Cemil Molla’dır.

Ortaköy gibi Kuzguncuk da karışık Osmanlı nüfusunun iç içe yaşadığı bir yerdi. Nitekim burada bir sinagogla, biri katolik olmak üzere iki Rum kilisesi vardır. Surp Lusavariç Erm en i Kilisesi’yle cami ise yanyana dururlar. Kuzguncak’ta yeni inşaat yasaklandığı için çevrenin korunması görece kolaylaşmıştır.

iskelenin biraz ilerisinde Boğaz’ın göreceğimiz son güzel ya­ lısına geliyoruz: Fethi Paşa Yalısı. Bunun sahibi, Aya Irini’de ilk askeri müzeyi açan Fethi Ahmed Paşa’ydı. Buradaki yamacı kap­ layan ve şimdi kamuya açık park haline gelen koru da onun ara- zisiydi.

Kuzguncuk’tan sonraki durak Üsküdar olduğuna göre, Bo­ ğaziçi yolculuğu burada sona eriyor.

(12)

J S K Ü D A R

Üsküdar

Üsküdar’a Roma ve Bizans dönemlerinde verilen adlardan biri “altın kent” anlamına gelen Chıysopolis’ti. Boğaz’dan geçen ti­ cari gemilerden Üsküdar’ın vergi aldığı ve böylece zenginleştiği için

bu adla anıldığı söylenmiştir. Bugüne kalan “Üsküdar” adıysa, Roma döneminde bir askeri birliğin adı olan “scutarii”den geliyor. Dolayısıyla, örneğin Arnavutluk’taki “tşkodra” ile aynı etimolojik kökenden geliyor.

Tarih boyunca Üsküdar İstanbul’la hem organik bir ilişki için­ deydi (Boğaz’dan geçen kara ticareti ve ulaşımının iki zorunlu ayağı olarak), hem de, bu ilişki bazı bakımlardan görece gevşekti (kürekli deniz ulaşımının güçlüğünden ötürü.) 19. yy.’da buharlı gemilerin çalışmasından bu yana görülen teknolojik gelişme, İs­ tanbul’un Asya ve Avrupa yakalarını birbirine daha çok yaklaştırdı. Asma köprüler de bu yakınlaşmayı aşağı yukarı noktaladı.

Üsküdar’da Roma ve Bizans dönemlerinden herhangi bir iz kalmamıştır. Aynı şey görece erken Osmanlı dönemleri için de ge- çerlidir. Örneğin “Harem” adı, bir zamanlar bu çevrede yapılan sa­ raydan kalmadır, ama sarayın kendisinin izi kalmamıştır. Os­ manlIların bu semtte çeşitli saraylar yaptırdığı biliniyor; onlar yıkılmış, ama camilerin hemen hemen hepsi ayakta ve Üsküdar, tarihi bir semt olarak, belki en çok bu özelliğiyle ilginç: Yalnız Üs­ küdar’daki camileri gezerek, Osmanlı cami mimarisinin gelişme çizgisi ve belli başlı dönemlerin karakteristik örnekleri hakkında iyi bir fikir edinmek mümkündür.

Geziye iskele meydanından başlayalım. Şemsi Paşa bur­ nunun hemen kuzeyindeki bu liman, eski dönemde, daha içerlekti ve zamanla doldu. Şemsi Paşa burnu, bu limana lodos havada görece güvenlik sağlıyordu.

Yapıldığı zaman denize çok daha yakın olan M ihrim ah ya da İskele Camii, Kanunî’nin

(13)

kız-larından Mihrimah Sultan’ın hayır eseridir ve Sinan’ın İstanbul’da yaptığı ilk binalardan biridir. Set üzerinde yapılmasının nedeni de denize yakınlığıdır.

Kubbeyi taşıyan dört sütundan ikisi caminin ön duvarına gö­ mülmüştür. Öbür ikisi köşelere eksedralarla bağlanmıştır. Ana kubbe üç yanm kubbeyle çevrilidir; ön cephede yarım kubbe yok­ tur ve burada monotonluğu önlemek için çeşitli pencereler açıl­ mıştır, ama başarılı bir estetik çözüme ulaşılmamıştır. Çift sıra sü­ tuna dayandırılan, ortası çıkıntılı son cemaat yeri saçağı daha etkileyicidir. Külliye binalarından bugüne medrese, türbeler ve arka taraftaki sıbyan mektebi kalmıştır.

Caminin önünde, Üsküdar Meydanı’nı süsleyen güzel mimari eserlerden biri olarak, III, Ahmed’in yaptırdığı meydan çeşmesi göze çarpar. Osmanlı barok tarzının III. Ahmed ve Lale Devri’nde kısa zamanda olgunlaştığını söy­

leyebiliriz. Bu dönemde çeşmeler de işlevsel yapılar olmanın ötesine geçmiş ve dekoratif küçük anıtlar haline gelmişlerdi. Üsküdar’daki çeşme bu tarzın iyi bir örneğidir. Dört yüzünde birer geniş yalak, dört köşesinde de birer küçük sel- sebil vardır. Bu köşelerde ayrıca ikişer sütun bulunur.

Mihrimah’dan sonra, Bağlarbaşı’na giden caddenin meydanla kesiştiği köşede, taş ve tuğladan yapılma Selman Ağa Camii gö­ rülür. Selman Ağa, II. Bayezid’in kapı ağalarındandı. Caminin fazla bir mimari değeri yoktur, ama iddiasız bir yapı olarak ölçüleri gü­ zeldir. Avlusunun dış duvar köşesinde de sevimli bir köşe çeşmesi vardır.

Aynı kaldırımdan yola devam ettiğimizde, yeni belediye bi­ nasının yakınında, Sinan’dan kaldığı tahmin edilen ve şimdi gör­ düğü restorasyondan sonra çarşı olarak kullanılan Sinan Ha- m am ı’na geliyoruz. Restorasyon şüphesiz iyi niyetle yapılmış, ama yeterli bilgiyle yürütülmediği için sonuç hayli başarısız olmuş.

Şimdi, yolun karşısında görülen Yeni Valide (Valide-i Cedid)

0

Cam ii’ne ve külliyesine geçelim. Bu barok külliyeyi III. Ahmed annesi Gülnuş Eme- tullah Sultan adına yaptırmışü. Avlu du­ varında, sultanın üstü açık türbesi ve şimdi vakıf yağları satılan sebil son derece zariftir. Camide, klasik dönem etkileriyle yeni baş­ layan barokun özellikleri iç içe geçmiştir. Se­ kizgen sisteme dayandırılmış kubbenin son örnekleri arasındadır. Kubbenin belirgin ba­ sıklığı ilginçtir ve bir mimari ustalık kanıtıdır. Taş işçiliği ve mermerler güzel, ama çiniler iyice yavandır. Av­ ludaki şadırvan, iyi bir barok örneğidir. Caminin denize bakan ya­ nından, sokağa, ilkmektebin altından ge­

çerek çıkarız. Burada, imaret ve onun köşesindeki barok çeşme karşımıza gelir.

Şemsi Paşa burnunda eskiden tütün fabrikaları vardı. Bedreddin Dalan bunları ortadan kaldırarak meydam genişletti ve kı­ yıda açtığı caddeyle Üsküdar-Harem arasını birleştirdi. Şimdi bu açılan meydanda, kı­ yıda, Sinan’ın küçük çaplı şaheserlerinden Şemsi Paşa Cam ii’ni görüyoruz. Kubbe, dört köşesi tromplu kare mekâna oturur. Pa­ şanın türbesi de camiye bitişiktir ve ondan demir parmaklıkla ayrılır. İki duvar boyunca

uzanan “L” biçiminde bir son cemaat yeri vardır. Gene iki kanattan oluşan küçük, güzel medrese, şimdi kütüphane haline getirilmiştir. Şemsi Paşa’nın, şimdi anıt bulunan yerdeki ahşap sarayı da çoktan yok olmuştur.

Kıyıya yakın, şimdi Hava Kuvvetleri lokali olan bina, I. Ab- dülmecid zamanında karakol olarak yaptırılmıştı.

Otobüs ve dolmuşların durduğu meydandan içeriye ve te­ peye yöneliyoruz. Yamaçtaki Rum M ehmed Paşa Camii’ne yak­ laşırken, burada, çoktan yıkılan Şerefabad sarayından geriye kalan sıralı taş ve tuğladan yapılma su depolarının harabelerini de gö­ rüyoruz.

(14)

Rum Mehmed Paşa, Fatih Mehmed’in vezirlerindendi. Do­ layısıyla bu bina İstanbul’un en eski camileri arasındadır ve mi­ marisi de zaten bunu gösterir. Dış görünüşünde, kubbenin yüksek kasnağı, Bizans kiliselerini biraz andırır. Ancak cami genel ya­ pısıyla, Osmanlı mimarisinin, fetihten bir süre sonra terk ettiği bir plana uygundur. Bir benzeri, Çemberlitaş’taki Atik Ali Paşa Camii’dir. Depremde yıkılan orijinal Fatih Camii’nin de bu plana göre yapıldığım biliyoruz.

Dörtgen mekânı tek kubbe kapatıyor, ancak mihrap tarafı bir yarım kubbenin örttüğü bir ekle genişliyor. İki yanda, cami mekânından ayrılan tabhaneler var. Paşanın sekizgen türbesi de caminin hemen arkasında, bahçede.

Bu tarafta, İstanbul’un şirin isimli sokaklarından Eşref Saati’nin köşesinde Mahmud Şevket Paşa’nın konağı var. Bu çev­

rede, bazıları iyi bir şekilde restore edilen eski ahşap İstanbul ko­ nutları görülebiliyor.

Camiden doğu yönünde iler­ lediğimizde sokaklar bizi Ayazma Cam ii’ne getirir. Bir meydanın or­ tasında ve set üstünde yapılmış olan bu cami, III. Mustafa’nın ese­ ridir. Mimarı bilinmiyor, ama cami bu dönemde artık iyice yerleşen barok tarzın belirgin bir örneğidir.

Barok, olanca dikkatini dış süslemede yoğunlaştırmış bir tarz­ dır. Sinan’ın ve klasik Osmanlı mimarlık okulunun çeşitli kubbe destek sistem hesapları terk edilir; kubbe dört kemer üstüne otur­ tulur: Ortaköy, Dolmabahçe, Nuruosmaniye camilerinde olduğu gibi. Bina yükselir. Cephe girişi, hünkâr girişi gibi, klasik tarzda asli sayılmayan yapılar önem kazanır. Ayazma Camii’nde bu özel­ liklerin hepsi var. Dış duvarlarında zarif kuş evleri ve bir güneş saati görüyoruz. Ayrıca, arkasındaki mezarlıkta ilginç ve başka yerde bulunmayan mezar taşları vardır.

Ayazma Camii’nin sağından yola devam eder, sağı izleyerek yürürsek, Doğancılar Caddesi’ne geldiğimizde, gene bir Sinan eseri ve küçük bir mezarlığın ortasında duran Hacı Ahm ed Paşa

Türbesi’ne geliriz.

Buradan geriye dönüp Doğancılar Caddesi boyunca yü­ rürken (çevrede zaman zaman, ilginç ahşap binalar görülür), sağda, Kaptan Paşa Sokağı’na geliyoruz. Buradan içeride K aptan K aym ak Mustafa Paşa Cam ii var. Bu da Lale Devri eser­ lerinden. Mimarisi çok önemli değil, ama bulunduğu noktaya yerleşme tarzı ve çeşitli kapılarından görülen perspektiflerle ol­ dukça pitoresk bir yapıdır.

Kaptan Paşa yakınlarında, gene yamaç üstünde ve gene kendi adını taşıyan bir sokakta Aziz M ahm ud Hüdai Cam ii ve K ülliyesi yer alır. Mahmud Hüdai 16. yüzyıl sonunda yaşamış bir Celvetî dervişiydi. Ama bugüne kalan bu yapılar geçen yüz­ yıldandır. Çeşme, meşruta, tekke binaları, türbe ve mezarlığı vardır.

Külliyenin yakınında, Açık Türbe Sokağı köşesinde oldukça harap durumda Halil Paşa Türbesi var.

Biraz aşağıda, yokuş olarak inen Eski Mahkeme Sokağı’na gelip buradan anacaddeye, yani Hâkimiyet-i Milliye’ye yak­ laştığımızda, bir atölye olarak kullanılan, ama eskiliğiyle hemen kendini belli eden bir binaya geliyoruz. Buranın Fatih zamanından kalma mahkeme binası olduğu düşünülüyor. Binanın alt katında herhalde hapishane olarak kullanılan hücreler var; mahkeme mekânı olarak kullanıldığı tahmin edilen kısım üst katta.

Karşı kaldırıma geçerek Kadıköy yönünde yürürken az sonra K ara Davud Paşa Cam ii’ne geliriz. Davud Paşa, II. Bayezid’in ve­ zirlerindendi. Ortada büyük, iki yanında daha küçük birer kub­ beyle yan yana üç kubbeli cami, fetih öncesi Osmanlı camilerinin genel özelliklerini sürdürür.

Caddenin çatallaştığı yerde, Kadıköy yönüne dönmeyip düz devam ettiğimizde, az sonra sağımızdaki bir sokağın ucunda, Ah- m ediye Külliyesi’nin duvarını görürüz. Cami, medrese, dershane, kitaplık ve türbeden oluşan ve Lale Devri ürünü olan külliye asi­ metrik Osmanlı tarzının bütün sevimliliğini sergiler.

Buradan tekrar Toptaşı Caddesi’ne dönüyor ve yokuşu tır­ manıyoruz. Tepeye gelirken, solda Atik Valide Camii görünüyor. Cami ve külliyeyi Sinan, uzun ömrünün son yıllarında (1583), II.

(15)

Selim’in karısı ve III. Murad’ın an­ nesi Nur Banu Sultan adına inşa etmiş. Hem Sinan’ın, hem do­ layısıyla İstanbul şehrinin en güzel külliyelerinden biri olduğunu söy­ leyebiliriz.

Sinan kubbeyi altı dayanağa

oturtmuş, iki yanda ikişer, mihrap tarafında da beşinci yarım kub­ beyle desteklenmiş, böylece iki yana doğru genişleyen bir dik­ dörtgen elde edilmiştir. İki yanda da ikişer kubbeyle örtülü yan ga­ leriler vardır. İç süslemede çiniler ve kalem işleri olağanüstü güzeldir. Son cemaat yeri iki sıra sütunludur ve bunların üstüne Mihrimah, Kılıç Ali ve Rüstem Paşa camilerindeki gibi geniş bir sundurma gelir. Şadırvan ve yanındaki iki koca çınar avluyu gü­ zelleştirir. Avludan, daha alt kademede olan ve merdivenle inilen avlulu medreseye geçilir. Dershane dışarıya taşmıştır. Oradaki so­ kaktan yürürken bu pitoresk dershanenin altından geçilir.

Caminin güneyinde minik mektep, doğusunda Darüşşifa vardır. Kervansaray ve imaret ise, anlaşılmaz bir şekilde, öbür ta­ raftaki Toptaşı Cezaevi’niıı içinde kalmıştır.

Külliyeden sola doğru ilerlediğimizde Kösem Sultan’ın 17. yy.'ın ilk yarısında yaptırdığı Çinili C am iye geliriz. Bir avlu için­ deki bu küçük cami, üç yanından onu saran bir galeriyle çev­ rilidir. İçi, Osmanlı çiniciliğinin sönükleştiği bir dönemde ya­ pılmış, ama gene de güzel denebilecek çinilerle kaplıdır. Mimberin külahı da çinilidir. Külliyesinden yalnızca Çinili Hamam günümüze kalabilmiştir.

Buradan Bağlarbaşı’na doğru gittiğimizde, Selamsız’ın üst ba­ şında, Yenimahalle’de, Surp Karabet Erm eni G regoryen Ki- lisesi’ne geliriz. Bazilika tipinde, taştan yapılmış, güzel ve sade bir kilisedir. İki çan kulesi vardır.

Bağlarbaşı Ermeni nüfusun yoğun yaşadığı bir semtti. Ni­ tekim Kadıköy’e giden caddenin üstünde, Ermeni mezarlığı vardır. Balyanlardan bazıları, Berberyan, Zarityan gibi tanınmış Er- menilerin bazıları burada gömülüdür. Bazı mezar taşlannda da, ya­ zıtlar, Ermeni alfabesiyle ama Türkçe olarak yazılmıştır.

$

Gene Bağlarbaşı’nda, Amerikan Kız Koleji’ne yakın, Gö­ rümce Sokağı’nda, Surp Haç Erm en i Kilisesi vardır. Üç yüz yılı aşkın bir zamandır burada bulunan (ama tabii çeşitli onaranlarla yenilenen) bu bina, yakındaki Ermeni ruhban okulunun kilisesi olarak kullanılmıştır.

Üsküdar-Kadıköy arasında da görülmesi gereken bazı yapılar ve şüphesiz birçok bakımdan ilginç olan kocaman K aracaahm et Mezarlığı vardır. Karacaahmet bu şehirdeki en eski Müslüman mezarlığı olduğu için yüzyıllar boyunca buraya çok sayıda insan gömülmüştür (150 milyon tahmin ediliyor). Bakımsızlıktan, pek çok ilginç ve önemli mezar taşı tahrip olmuştur. Karacaahmet, ay­ rıca, çok sayıda servi ağacıyla, kentin önemli bir akciğeri işlevini görür.

Selimiye Kışlası ilkin III. Selim tarafından Nizam-ı Cedid as­ keri için (daha küçük çapta) yap­

tırılmıştı. Ama hem padişahın, hem de yeni askerinin ömrü kısa oldu. Bu yeniliğe kızan yeniçeriler isyan etti. Padişah canından oldu. Nizam-ı Cedid dağıldı, yeni kışla da yakıldı. Bu olayları izleyen kar­ gaşalığın ardından II. Mahmud ni­ hayet yeniçerileri ortadan kal­

dırınca Selimiye’de yeniden bir kışla inşaatına girişildi. Ama bugünkü haliyle kışla Abdülmecid zamanında ve Balyanlar ta­ rafından yapılmıştır.

Bu kışla, Kırım Savaşı sırasında Florence Nightingale’in bu­ rada hastabakıcılık yapması nedeniyle de ünlüdür. Nightingale’in kışlanın kulelerinden birinde kaldığı söylenir.

Kışlanın ana girişinin olduğu kanada bakan tarafta, kendi adını taşıyan sokakta, III. Selim’in bu badireleri atlatabilen camisi, Selimiye Camii vardır. Bunun son barok cami olduğunu söy­ leyebiliriz. Barok özelliklerini zarif bir biçimde giyinmiştir, içinde kullanılan mermer güzeldir. Arka tarafında şirin kuş evleri ya­ pılmıştır. Barok caminin bir özelliği olan ince minare burada kötü sonuç vermiş, bir lodos fırtınasında, III. Selim’in başka iyi niyetli

(16)

girişimleri gibi minareler de yıkılmıştır.

Cadde üstünde, Kadıköy’e doğru, tıp fakültesi olarak Vallaury tarafından yapılan, sonra yıllarca Haydarpaşa Lisesi ol­ duktan sonra şimdi yeniden Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi ha­ line gelen büyük binayı görüyoruz.

Bu güzergâhta, son olarak, kısaca H ayd arp aşa G arı na de­ ğinebiliriz. Osmanlı devletinin “düvel-i muazzama” ile çeşitli ya­ kınlaşıp uzaklaşmaları sonunda Almanya nihayet çok istediği “Bağdat Demiryolu”nu yapma ay­ rıcalığını kazandı. Bunun baş­ langıcı olan garı Ritter ve Cuno adında iki Alman mimar, Alman Rönesansı, barok ve neo-klasik öğeleri karıştıran eklektik bir tarzda inşa ettiler. Demiryolunun bu­ rada yapılması, geçit yeri olarak Üsküdar Limanı’nın önemini hatırı sayılır derecede azalttı. Haydarpaşa, demiryolunun yanısıra, liman

olarak da önem kazandı.

I

F o t o ğ r a f l a r B ü n y a d D i n ç

Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi

Referanslar

Benzer Belgeler

It was noted in the course of excavations that a sec- tion measuring 70 cm at the eastern end of the south aisle was reserved. The separation was done with a thin plaque placed on

KEY WORDS: Relapsing-Remitting Multiple Sclerosis (RRMS), Cognitive Dysfunctions, Stroop Color-Word Interference Test, Wechsler Memory Scale-Revised (WMS-R), Attention,

The study is using PZB model to design Clinical Laboratory High Risk Reminder (HRR) System service quality questionnaires, to measurement clinical medical staffs their expection

İngiltere’deki Hull Üniversitesi’nde çalışan ve aynı zamanda olay yeri DNA eşleştirmesi uzmanı Stephen Haswell, “yonga-üzerinde-laboratuvar teknolojisinin

Başta eşi Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Şefi Devlet Sanatçısı Prof.. Gürer

Cahit Sıtkı’nın şiiri iki özelliğiyle dikkati çekiyor: Bütün yazdıklarında içten olması ve Türkçenin olanaklarını kullanmadaki başarısıyla

(4) Bu Bekir eiendi 1878’de Kuleli Vakası di­ ye bilinen Hüseyin Daim Paşanın İhtilâl Cemiyetinin ileri gelenlerinden biri olarak ömür boyu Bağdad'a

reketi nedir” , “ Saidi Nursi’nin öğrencileri kimlerdir” , “ Nurculuk hareketine kimler bel bağlamıştır” , “ Türk top- lumundaki ağırlıkları ne­ dir”