• Sonuç bulunamadı

Başlık: BUDİZMA'NIN MENŞEİ VE ÖZÜYazar(lar):RUBEN, WCilt: 2 Sayı: 5 Sayfa: 115-131 DOI: 10.1501/Dtcfder_0000000396 Yayın Tarihi: 1943 PDF

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Başlık: BUDİZMA'NIN MENŞEİ VE ÖZÜYazar(lar):RUBEN, WCilt: 2 Sayı: 5 Sayfa: 115-131 DOI: 10.1501/Dtcfder_0000000396 Yayın Tarihi: 1943 PDF"

Copied!
17
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Dr. W. RUBEN

Hindoloji Profesörü

Buda, insanlara erkinlik, hem de birçok bakımdan erkinlik vâdetti. O görüyordu ki insan oğlunun başlıca derdi, ihtiyarlık, hastalık, ölüm­ dür. Onun için de insanları bu üç ana dertten kurtarmanın yolunu aradı. Vakıa o, müthiş bir kudrete sahip bir sihirbaz gibi dünyanın gidişini değiştiremezdi; fakat, insanlara kendilerini ruh bakımından değiştirmeği ve acıları sübjektif olarak ortadan kaldırmağı öğretmiştir. Tarihten önceki zamanlardanberi insanlar bir cennet hülyası kurmaktadırlar; öyle bir cennet ki onda ihtiyarlık, hastalık ve ölüm yoktur. Buda, bu en yüksek selâmete erişmenin, her kişinin elinde olduğunu gösterdi : bunun için istemek, ve Budaya inanmak yeter; o zaman kurtuluşa varılmış olur. Acı nereden gelir ? İstekten. İnsan halinden memnun değildir; çalışır, çabalar, fakat hayatta bu çabalamasının meyvalarını elde edecekken aldatıldığını görür, daima ve daima hayal sukutuna uğrar, böylece gerçek bahtiyarlık, amaca varma, insan için yoktur. İşte Buda'nın zamanında terbiye görmüş Hindlilerin çoğundaki kötümser ruh hali böyledir. Bunun üzerinedir ki Buda, insan, ruhu hiç bir zaman doyurmıyan bu çabalamaları, istemeleri, iştahları bıraksın demiştir; ve demiştir ki : İnsan isteklerden kurtulursa, acılardan da kurtulur; yani hayal sukutlarından da kurtulmuş olur. Yeni Avrupa devlet bilimi şöyle der: Erkin olmak istiyorsan, iradeni o şekilde idare et ki, devletin kanunlarına, topluluğun icaplarına uysun; bunu yapabilirsen, erkinsin, yani: erkinliğini, devlet çerçevesi içinde sübjektif olarak tadabilirsin. Buda böyle kılgın düşünmiyor. Fakat şöyle vaazediyordu: Budist bir keşiş olur ve hemen erkinliğe kavuşursun, yahut da "lâik,, bir Buda müridi olur, binlerce yıl içinde, binlerce yeniden doğmalardan sonra erkinliğe kavuşabilirsin. Bu gibi müridlerin yapabilecekleri ve yapacakları şeyler çok değildir, onlar için şu basit kanunlar vardır: Öldürmiye-ceksin; çalmıyacaksın, sarhoş ,olmıyacaksın . . . filân — Ahlâklıca yaşa­ yış sayesinde, bu gibi müridlere, daima daha iyi şekillerde yeniden doğma ve sonunda, günün birinde, keşiş olma imkânı açıktır. İnsanların çoğu ancak Buda'nın "laik,, müridleri olabilirler; ve onların sosyal vazi­ feleri, keşişlere bakmak, yemek, elbise, oturma yeri ve ilâç sağlamak­ tır. Keşişler, Budist topluluğunun aristokratlarıdırlar; bu itibarla da doğ­ rudan doğruya erkinlik hayatını yaşamak hakkına sahiptirler; buna karşılık olarak da toplulukları dışındaki müridlerin gözü önünde örnek olacak gibi yaşamak zorundadırlar. Keşişlerin hayatı "târiki dünya,,

(2)

116 W. RUBEN

hayatıdır. Yani keşişler her gün dolaşırlar, aynı yerde iki günden fazla kalmazlar, mal ve mülk sahibi, kazanç sahibi değildirler, nafakala­ rını dilenerek sağlar, bâkir bir ömür sürerler, evlâdı ayâl sahibi değil­ dirler. Keşişler vatanlarını, ailelerini, kastlarını, mesleklerini, mülklerini, bırakır giderler; alelâde insanın bağlı bulunduğu her şeyi terkederler, yani Budist topluluk bir yana bırakılırsa her türlü sosyal bağdan tamamen kurtulmuşturlar. Budist keşişi sıfatiyle bu ahlâk hayatı yanında birde düşünce hayatı yaşamak zorundadırlar. Budizma'nın doğmalarını öğrenmekle mükelleftirler. O da "vecd,, cinsinden bir yoga hali içinde onları fevkalâde canlı olarak düşünmek, böylece de gerçek­ ten, doğmaların içinde yaşamak ve daha bu dünyada kurtuluşa elden geldiği kadar yaklaşmaktır: yer yüzünün ve onun bütün mistiklerinin amacını, onların en yüksek iyi ruh saadeti dedikleri şeyi yaşarlar; Avrupada "extase„ kelimesinin verdiği bu hali Budist, her türlü bağdan yani her türlü acıdan kurtulmuş olarak görmektedir. Buda, keşişlerine sarı bir elbise giymelerini emretmiştir. Buda'nın, yurdunu nasıl terket-tiğini, giydiği kıral libasını terkedip iptidaîlerin yani avcıların sarı el­ bisesini nasıl giydiğini efsaneler anlatır. Bu keşişler, tıpkı iptidaîler gibi dolaşır, cengelin inlerinde, ağaçlar altında yaşarlar. Yani, sosyal bakımdan memnun olmayanlar topluluklarından ayrılıp romantik ve ip­ tidaî şekilde bir münzevinin hayatı içine dalarlar. Demek ki, Buda'nın zamanındaki şehirli, iptidaî olmuş, yeniden cengele dalmıştır. Bu nasıl oldu?

Aryalılar, Ganj vadisinde Aryalı olmıyan halkla karıştığı vakit, kabilelerin gerilemesi, devletlerle beldelerin yükselişi dolayısiyle de, tarihten önceki çağlarda bilinmiyen şüphe ile münakaşa başladı. İşte o zamanlar, Buda akidesini yaymakta idi. Aryalılarda Hindin biricik kültür taşıyıcılarını gören eski kurama göre Buda, Aryalı idi. Hind iklimi yüzünden sinirleri bozulmuş, tereddi etmiş, böylece de kötümser olmuş bir Aryalı.... Şüphe yok ki iklimin tarih üzerine çok önemli etkileri olmuştur. Fakat Budizma gibi ihtişamlı bir olay bu kadar sade bir şekilde açıklanamaz. Her tarih meselesinde olduğu gibi burada da etnologia ile prehistoriayı yardıma çağırmak ve bunların yardımiyle Budizma'yı incelemek gerekir.

O zaman ilk olarak şu meydana çıkar: Budist keşişini karakter-lendiren yoga, yani "vecd,, unsuru eski. bir Arya kültür unsuru değil­ dir, Aryadan önceki şehir kültüründe bu vardı; yani bu unsurun kök­ leri, tarihten önceki çağlardadır. Buda, "vecd,, içinde bilincinin (Buda ruhtan bahsetmez!), bedenden açıkca ayrı olan bilincinin, yerin üzerinde bulunan türlü gök kubbelerini ziyaret ettiğini ve her birinde, kubbe­ nin tanrısı ile görüştüğünü yaşar. Buda'nın üstadları, bilincin bu gibi" halinden söz etmişlerdi. Buda buna, en yüksek acun. tabakasının kur­ tuluş tabakası olduğunu katmıştır. Bu "vecd,, halini iptidailerde araş­ tırmaya koyulduğumuz vakit Şamanizma'nın gösterdiği parelelliğe

(3)

BUDİZMANIN MENŞEİ VE ÖZÜ 117 şahit oluruz. Şaman, ruhunu bedeninden ayırıp, yerin üzerinde bulu­

nan türlü gök kubbelerine gönderir; ruhu, bu yerlerde tanrılar ve cinlerle müzakere eder. O halde Buda, bir nevi Şamandır; fakat iptidaî değil, çok incelmiş bir Şamandır; Budist yoga'nın iptidaî Şamanizma'dan çıkmış olmasına bence şüphe edilemez. Aşağı yukarı Buda'nın zama­ nında, Hind eserleri arasında -hususile Upanişad'ların mistisizmasında-şu gibi dikkati çeken tasarılara rastlıyoruz: ruh rüyada insanın bede­ nini terkediyor, ruh acunlarını dolaşıyor.

Ruh göçü kuramına, yani ölümden sonra ruhun bedenden çıkıp başka bedenlerde yeniden doğduğunu ileri süren kurama ilk olarak o. zamanlar rastlıyoruz. Kimse. inkâr edemez ki ruhla bedenin böyle üç nevi, "vecd,, halinde, rüyada, ölümde ayrılışı, birbirile akraba­ dır, yani ayni düşünüş tabakasından: iptidaî, tarih öncesi düşü­ nüş seviyesinden çıkmıştır. Bu iptidaî ruh göçü fikrinin bugünkü Ar-yalı olmıyan Hind iptidaîlerinde bulunduğu ve Şamanizma'nın Evrasia Şimal Amerika'daki alanının kenarında yaşıyan iptidaîlere, meselâ Eski­ mo'lara ve Yugra budunlarına kadar, birçok teferruatında bile ayni şekilde yaşadığı tesbit edilebilir. Demek ki bu iptidaî Hind Şamanizma-sı pek eski bir kültür tabakaŞamanizma-sına aittir; ben bu Şamanizma'nın taşıyı­ cıları olarak mezolitik avcılarla yeni taş çağı çobanlarını kabule, yani Şamanizmanın türlü çağlarda iç Asya'dan Hind'e girdiğini kabule meylediyorum. Buda, kendini insanlığın hekimi olarak görüyordu. Şamanın da en önemli vazifelerinden biri hekimliktir. Buda, köylünün sapaniyle, toprakta, yani ananın vücudunda yara açmasının günâh olduğunu öğretirdi.

Tam işte bu düşünüşe iptidaî çoban budunlarında rastlıyoruz: bunlar, komşuları olan köylülerin sapanla ziraatini reddederler. Buda­ nış hal tercümesinde, onunla ayni zamanda atiyle seyisinin doğduğu söylenir: bu, ilk at çobanı kültürüne ait birçok masalde rastlanan bir motif dir. İşte bu attır ki Buda'yi sonra erkinliğe kavuşturmuştur; se­ yis de, atın kuyruğuna asılarak onu takip etmiştir; bu da eski binici budunlarını karekterlendiren bir davranıştır: bu budunlarda piyade, süvariyi bu şekilde takip ederdi.

Buda klanının geleneği de Buda'nın menşeinin Aryalı olmadığı tarafına daha ağır basmaktadır. Buda Sakya'lar ailesinden geliyordu. Bu kelime, sonraları iç Asyadan gelip şimal-garp Hind'i fetheden Saka'ların adiyle karşılaştırılmıştır. Sakyalar ise, kabile efsanelerinde, bir Saka ağaciyle ilgili olduklarını anlatırlar. Bunların ataları bir harem entrikası yüzünden vatandan koğulmuş, bir Saka ağacında kendine yeni bir yurd bulmuş ve sülâlesini bu ağacın adiyle adlandırmıştır. Bu gibi geleneklere totemist, hem de ağaç totemisti deriz. Sakya'ların en yakın hısımları Koliya'lardır; bunların adı da bir ağaçtan, Kola ağa­ cından, iştikak ettirilmiştir; Koliya'Iar derler ki, ataları bu gibi bir ağa­ cın kovuğunda yaşamak ve burada yaşarken, ormanda, koğulmuş ve

(4)

118

ormanda dolaşan Sâkya'lara mensup karısını bulmuştur. Buda ailesinin bu kabile efsanesi, Oğuzların kabile efsaneleriyle karşılaştırılabilir: bi­ liyoruz ki Oğuz, karısını bir ağaç kovuğunda bulmuştur; yahut da Kıpçakların kadın atası ele alınabilir: o da çocuğunu, bir ağaç kovu­ ğunda doğurmuştur; efsaneler anlatır ki, Hind'de âdet olduğu gibi sarayın doğuma mahsus bir dairesinde değil, bir ağaç altında doğmuş; Budistlerin anlattıklarına göre, ilk kadın Budistlerden biri, bir ağaçtan doğmuştur. Şuna da işaret edilebilir: Uygurların bir menşe efsanesinde atalarının ağaçta doğumundan bahis vardır. Demek ki Budist menşe efsanesinin en yakın akrabaları Şamancı, İç Asya Türklerinde görül­ mektedir. Sonra şu da bildirilmektedir: Buda'nin ailesinde, arka arkaya üç kere erkekler, kendilerine akraba olan Saskya ailesinden kız almış­ lardır. Aryalıların evlenme kanunları ve "exogamie„ kuralları, babanın anayı aldığı aileden oğulun da kız almasını yasak ederlerdi. Krişna adlı efsanelik kahraman ve tanrıda, Budanın ailesinde gördüğü­ müzün tamamen aynını görüyoruz; demek ki Hind'de de bu gibi âdet­ lere bağlı, Aryalı olmıyan bir tabaka vardı. Hind'in dışında bunun tam bir parallelini ancak, Türk ve Mongol karışması olan Toba'larda gö­ rüyorum. Bir tek akraba ailenin hükümdar ailesine küfüv sayılması, böylece prenslerin yalnız o aileden kız alması âdeti eski, tarihten önce iptidaî bir halk âdeti midir, yoksa nisbeten daha sonralara ait bir ha­ nedan âdeti mi dir, bu nokta henüz kestirilemiyor.

O halde, daima tekrarlanan bir ikiye ayrılma görüyoruz: Buda'nın ilk atası bir güneş sülâlesinden geliyor; bunun karşısında da ay sülâ­ lesi bulunuyordu. ( Burada Oğuz'un üç oğlunun adlarını hatırlayalım: Güneş, Ay, Yıldız!) Sakyaların yanında Koliyaları görüyoruz. Buda'nın anası olup Kapilavastu'da yaşayan Sâkyalar kolunun yanında, kadın­ ların neş'et ettikleri Sakya kolu, Davahrada şehrindeki Sakıyalar vardı. Bu ikiye ayrılma larda, bir tesadüf eseri değil, etnologyaca iyi tanın­ mış iki sınıflı kabile teşkilâtının özel bir halini görmek gerekir. Bu teşkilâtın bir kaç şekli vardır. Bunlara nadir olmakla beraber Hind'de iptidaîler arasında da rastlanılır. Şu var ki Sakyaların bu " endogam „ iki sınıfına tam bir parallel bulunamıyor; belki gelecek Türkologlar buna muvaffak olurlar. Bu ikiye ayrılma nın bir yandan Türklerde, öte yandan Buda'nın kökünde görülmüş olan çift kırallıkla ilgisi belki tesbit olunabilir. Esefle söyliyelim, Sakyaların devlet durumu hakkın­ daki haberler pek azdır. Öyle ki onlarda çift kırallık müessesesinin nasıl işlediği hakkında doğru bir fikir edinilememektedir. Türklerdeki durum hakkında çok daha fazla bilgiye sahibiz ve bunu bilhassa Zeki Velidi-nin, Timur'da, Cengiz Han'da, 14 -16 ncı yüzyıl Volga budunlarında, Hazarlar'da çift kırallığa dair araştırmalarına borçluyuz. Neticede şunu görüyoruz: Hana, en yüksek hükümdar sıfatile tâzim edilmektedir; fa­ kat asıl hüküm süren o değildir. Budunun saadet ve felâketinden sihrî bakımdan mes'uldür; budun, felâkette, onun ikinci kıral olarak yanında

(5)

bulunan beye teslim edilmektedir; fakat han, bey mağlûb olunca, onu cezalandırmak zorundadır. Bey, savaşta, barışta devletin işlerini güder. Asıl hâkim o dur; Han ise» daha' ziyade din ve hak ile meşgul bir "târiki dünya,, dır; Han fakirce yaşar. Onun bilge sözleri topla­ nır; kemikleri ayrıca gömülür; kastı endogamdır. En meşhur han Cengiz'dir; o hem demirci, hem Şamandı. Bu noktalarla Buda'nin ha­ yatı karşılaştırılabilir. Buda da "târiki dünya,, gibi, fakir ve bilge olarak yaşardı. Onun da sözleri ayrıca dergiler halinde toplanmıştır. Onun da kemikleri din törenlerile gömülmüştür; o da bir bakımdan siyasa adamı idi; o da budunun hüküm süren kiralı olmamakla beraber, budunu onu kendi bilgesi olarak tanıyordu, sıkışık zamanlarında ondan akıl danışır, o da bilgece sözlerle akıl öğretirdi. Yabancı kırallar da Buda'dan akıl danışırlardı. Belli ki Buda, zamanının en önemli siyasa adamlarından biri idi. Bir karşılaştırma unsuru da şudur ki Hind'in kiralı yanında bir de ordunun başının bulunması âdettir; Kıral Hind'de de ülkesinin saa­ deti, felâketi için sihrî olarak mes'uldür, fakat asıl idare onun elinde değildir. Barışta ve savaşta faal hükümdar, daha ziyade ordunun başı­ dır. Yahut da Hind'de, faal kıralla saray rahibinin teşkil ettiği çift kı-rallık vardır. Son zamanlarda Budist çift kırallığın indo-germen ol­ duğu- Hindologlarda daima âdet olduğu gibi- ilân edildi ve bu münase­ betle Isparta çift kırallarına işaret edildi. Fakat Isparta çift kiralının her ikisi aynı unvanı - kıral unvanını - taşıdığı gibi, her ikisinin de vazi­ fesi aynıdır. Eski Elam'da çift kırallık vardı. Atina'da, bir dinî memur olarak bulunan kiralın yanında asıl hüküm süren archon'un bulunması, Romada iki konsül'ün seçilmesi, yukarıdakilere benzetilebilir. Demek ki 6 ncı yüzyılın hem Isparta'da, hem Atina'da, hem Roma'da bir hüküm­ darın hükmü çift hükümdarla sınırlanırdı. Sonra Roma Kayseri Dioc-letien kendi yanına bir ikinci August'u koymuştur. Franklarda, kiralın yanında faal Mayordomus bulunurdu. İranda Şahın yanında önce, Rüstem gibi kuvvetli bir pehlivan, sonra Vezir bulunuyor. Japonyada, İmpara­ torun yanında Şogun, İngilterede kiralın yanında Başvekil, yani, sem­ bolik, devamlı hâkimin yanında asıl siyasa ile yakından ilgili değişen hâkim bulunuyor. Demek ki çift hükümdar sisteminin temelinde pek eski bir bilgelik bulunmaktadır. Çift hükümdarlığın zaman ve mekân­ daki türlü türlü şekillerinde müşterek bir görüş altında toplamak bence henüz mümkün olmamıştır; ancak, diyebiliriz ki, bizce tanınmış olanlar arasında görünüşe göre İç Asya-Türk âdeti Budiste en yakını olduğu gibi, Buda'nın iki sınıf sistemine, düalizmasına, totemizmasına, şamaniz-masına uygun olanıdır. Bununla sosyal ve dinî tasarıların pek eski bir bütünün, Budizmanın köklerinden biri olduğu meydana çıkarılmış olu­ yor. Bunun yanında büsbütün başka neviden bir kök daha vardır: Cengiz han demirci idi: demircilerin, kendilerine mahsus mitoloğyaları ve düşünme tarzları vardır, Buda demirci değildi; fakat Hind mitolog-yasının başka yerlerinde bir takım tipler vardır ki bu gruba girerler.

(6)

120 W. RUBEN

En büyük demirci şahsiyeti, demirci Kawedir; Kawe, kıral Çohok'a karşı kahraman Feridun'a yardım etmiştir; Çohok bir yılan demonu idi; Her gün yılanları için insanlar keserdi. Çohok işi o kadar azdırdı ki, Feri­ dun'la Kawe'nin idaresi altında bir isyan patladı. Kawe'nin meşinden demirci önlüğü Perslerin sancağı oldu—ta ki Araplar gelip onu yok ettiler. Perslerin bir handanı, Kawe'nin adını aldı; fakat çocuklarından hiç bir yerde bahis yoktur.

Burada da gene eski bir çift kırallık karşısında mıyız? Kawe, bilge de­ mektir. Aynı kelime Hindistan'da ihtiyar rahiblerin, bilhassa bizce pek tanınmıyan bir ateş rahibi ailesinin - Brigu ailesinin - unvanıdır; bu Brigu adı, " alevli „ diye tefsir edilmektedir. Eski Hind mitologyasında İndra, Feridun gibi yılana karşı savaşır; silahı olan gök gürültüsü ka­ zığı, bu ailenin üyelerinden olan Usanas Kavya tarafından kendisine verilmiştir. Fakat, demirden bir silahın yahut pirinçten bir silahın dö­ vülmesi mi yoksa taştan bir silahın yapılması mı, yoksa başka bir şey mi bahse mevzudur, bunu bilmiyoruz. Daha sonra gelen Hind mitologya­ smda bu adam, yani Usanas Kavya, ta ezeldenberi tanrılara karşı sava­ şan demonların (Cinlerin) veziri - yani ikinci hükümdarı - olarak gö­ rünmektedir. Hindlilerde Tanrılarla Demonlar arasındaki zıtlık, Türk­ lerde beyaz ve siyah tanrılar arasındaki zıtlığa eşittir; bu zıtlık İran­ da da görülür; ancak İran'da tersinedir; Hindlilerin Tanrı diye alıp Deva adını verdikleri varlıklar, Iranlılarca demondurlar. O halde, yılan demon Çohok'un karşısına çıkan ihtilâlci Kawe'ye karşı Hindde bir demircinin, iyi tanrılara karşı ihtilâlci ve demonların yardımcısı sıfatiyle çıkmasını beklemek gerekir, gerçekten de öyledir; böyle bir efsane vardır. Maya vakıa demirci değildir; fakat Hind mitologyasının yapıcı ustası ve ma­ haretli zenaat sahibidir; Maya, tanrıların tarafını değil, demonların tarafını tutar: hattâ Maya bir kere de tanrılara karşı galip çıkmak fırsatını bulmuştur! Süryaprabha adlı bir insan, müthiş bir sihirbaz olmuş, bütün dünyayı fethetmişti; tanrılar evrenini de fethetmek istiyor­ du, bunun için Maya ile birleşti, onu akıl hocası olarak yanına aldı; her ikisi bir arada tanrılar kiralı İndra'ya karşı galip çıktı.

Bu Maya hakkında bir de şunu anlatırlar: bir ormanda yaşarmış; orman bir kahraman tarafından tutuşturulmuş, ormandaki bütün varlık­ lar yanmışlar; yalnız Maya kurtulabilmiş; bu yangın efsanesi, bütün Türkler ve Moğollarca pek eski menşe efsanesi olarak tanınmış bir motife götürmektedir: atalar, bir vadide demir döverlermiş; vadi dar gelmiş ve atalar, kendilerine yol açmak için bir dağı eritmek zo­ runda kalmışlar; yani müthiş bir demirci ateşi yakmak lâzım gelmiş. Bunu şu Hind efsanesi ile karşılaştıralım: Hind'de bugün de iptidaî demirci olarak Asur'lar yaşamaktadır. Bunlar Hind iptidaileri arasında, kabilenin her ferdi demir elde edecek ve demiri işliyecek surette bir zanaatle uğraşan biricik kabiledir. Bu sosyal özellikte de bu Hind ipti­ daileri, Ortaçağ başlarındanberi haklarında bu gibi haberler bize

(7)

ka-dar gelen iptidaî Türk kabilelerine benzerler. İşte bu Asur'ların şöyle bir menşe efsaneleri vardır: Durup dinlenmeden maden dövmeleriyle ateşlerinin dumanı ile bunlar tanrıyı rahatsız etmişler. Onun için tanrı bir kale yapmış; bütün Asurları bu kaleye çağırmış, onlar gelince, ken­ disi kaleyi gizlice terketmiş, kaleyi kilitlemiş ve ateşe vermiş. Yalnız bir çift Asur dışarda kalmış ve bugünkü Asur'lann atası olmuştur.

Bu efsane, pek yayılmış yangın efsanelerile karşılaştırılmalıdır. De­ mirciler, efsanelerinde ateşten söz ediyorlar; onlar da tıpkı Türkler gibi kötümser bir eda ile... Vadiden eriyip çıkan Türkler, Avar'ların demirci köleleri oldular. Hind iptidaî demircileri, haklarında başka bir şey bil-mediğimiz, yalnız Tirki dindiğini duyduğumuz bir efendi budunun kö­ leleri idiler, Demek ki bu budunlar, demircilikleri içinde bahtsızdılar, başkalarının işçi köleleri idiler; onun içindir ki menşe efsaneleri bu ka­ dar gamlıdır ve ataların sıkışık durumlarından ve onların yaktıkları dehşetli ateşten behseder. - Grekler, demiri, Pontus'da, bugünkü Sam­ sun civarında yaşamış ve demircilikten başka hiçbir şeyle meşgul olmamış olan Khalib'lilerin keşfettiklerini söylerlerler. Grekler, bunla­ rın ne çoban ne de köylü olduklarını, yalnız demirci olduklarını açıkça söylerler. Bunun dışında Khalib'liler hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Yalnız şu kadarını söyliyebiliriz ki Grek ve Germen demirci şahısları da efsane­ lerde trajik bir şekilde azab çekmektedirler. Grek demirci tanrısı He-phaistos topallardı; bütün tanrılar da onun bu haline gülerlerdi. Ares onun karısını baştan çıkardı; Hephaistos da acı şekilde öc aldı. Germen efsanesinin demircisi Wieland bir kiralın kölesi olmuş; o da "Wieland kaçmasın diye onun bacak adelesini kesmiş; fakat Wieland kiralın iki oğlunu öldürmüş; kızını kirletmiş ve sunî kanatlar takıp kaçmıştır. Demirci, Afrika iptidaileri arasında korkulan bir varlıktır. Onun sihri kuvvetinden korkulur, çünkü ancak bir sihirbaz demiri işliyebilir. Fakat İç-Asyada demircilik, şamanlığa sıkı sıkıya ilişiklidir. Şaman libasının üzerine demirden parçalar takılmaktadır. Şamanlarla demircilerin men­ şeleri ayni sihri menşedir; İskit'ler gökten gelen ve gökteki demirciler tarafından yapılmış edevatın sözünü ederler.

Demircilik, prehistorya bakımından, şamanlıktan daha gençtir. Bil­ hassa doğrudan doğruya demir madeninin kendisini işliyen demirciler -Önasyada ancak İsa'dan önce aşağı yukarı 1000 yılı civarında gö­ rülmektedir; Türk ve Hind demircileri ise bunlardan da daha genç olmak gerek. Demir çağı, bütün kültür ve tekniğimiz için esastır, çünkü şimdi demir çağının en yüksek noktasını yaşamaktayız; bizim sanayiimiz, Önasyada belki Khalib'ler tarafından başlanan demir işçiliği­ nin bir devamıdır. Ayni zamanda eski efsanelere göre demircilikle be­ raber giden dertler bizde de vardır, çünkü bizim bugünkü sosyal me­ selemiz, proleterya ve kitlenin dertleri meselesi, o zamanki demirci dertlerinin devamıdır. Demircilik ağır bir iştir. Arada gelip geçmiş bütün çağların zenginleri, asilzadeleri, kendi silâhlarını yapmak işini

(8)

..••'-' . • • •

122 W. RUBEN

kendileri başarmamış, bu işte fakirleri çalıştırmışlardır. Ancak demirden silâhlar çıktığı zamandanberidir ki bütün budunların fethi, boyunduruk altına alınması gibi şeyler vardır. Öte yandan, ancak demir çıktığın-danberidir ki iyi bir sapan yapılabiliyor; demek ki demir çağının başı, cihan tarihi için fevkalâde önemlidir.

Dolayısiyle demir çağı, Budizma için de önemlidir. Çünkü de­ mir çağı, ihtimal ki Buda'dan az zaman önce, pirinçten silâhlarla Hindi istilâ etmiş olan Aryalılardan az zaman sonra Hinde girmiş ola­ caktır. Demek ki Buda çağının tarihî şehir kültürünün yükselmesinde rol oynamış ve Buda'nın oynadığı sosyal rolda önemli bir yer tutmuş ola­ caktır. Buda, eziyet çeken halka, felâketinden kurtuluşu vadediyordu; halkın eziyeti şüphesiz yalnız ruhtan gelmiyordu, sosyal nevidendi. Halk bu devrede ilk olarak Hind'de yığınla budunları ve kabileleri boyundu­ ruğa sokmuş olan ve bunu yüksek silâhları sayesinde sağlamış bulunan Aryalılardan çekiyordu.

Aryalıların başlıca mesleği, sığır ve at yetiştirmekti. Onlara mahsus bir silâh olan savaş arabaları için ata ihtiyaçları vardı; asıl servet ola­ rak da pek çok sığırları vardı. Aryalı efendiler, şövalye gibi yaşıyor, sürülerini boyunduruk altında bulunan çobanlara baktırıyorlardı; ara sıra sürüleri teftiş ediyor, yahut komşunun sürülerini gaspediyorlardı; bun­ lardan savaşlar doğuyordu; işte bu eski kabadayıların kahramanlığı bu savaşlarda kendini gösteriyordu. Ziyafetlerinde, bu eski Aryalılar sürü­ lerle sığır eti yerler, daha doğrusu sığırları, tanrılarına kurban ederler, arkasından da yerlerdi. Yemekte sarhoşluk veren içkilerini de içerlerdi; efendilerin, yani savaşçılarla rahiplerin dostça iştirak ettikleri şölenleri karakterlendiren unsurlar, sığır kurbanları ile sarhoşluk veren içkilerdir. Hindin en yayılmış olan çoban kastı kendine has bir ad taşımak­ tadır. Ayni ad, Aryalıların eski destanlarında, vahşi bir kabilenin, des­ tanlardaki kahramanlara düşman kimselerin adı olarak geçiyor, ihti­ mal ki bu, Aryalı olmıyan bir çoban kabilesinin adıdır. Onun için ben de şöyle farzetmekteyim: İhtimalki Buda'nın budunu - Totemizması, Şamanizması ile- aslında bir avcı ve çoban kabilesi idi. Fakat Buda'nın zamanında yalnız bir tek kabile olmaktan çıkmış, üstelik bir takım kollara da ayrılmış bulunuyordu; öyle ki bu çobanların bazı­ ları zengin bir efendi hayatı yaşıyor ve pirinç ve buğday yetiştiricile­ rinin bir karışması olarak düşünmemiz gereken köylüler üzerinde bir üst tabaka teşkil ediyorlardı. Çobanlar her halde sık sık köylülerin üzerinde üst tabakayı teşkil etmişlerdir. Şimdi, Aryalılar hem türlü tarih öncesi köylü tabakası, hem de eski çobanların üzerinde, üst tabakayı teşkil etmişlerdir. İşte bu üst üste gelmedendir ki asıl Hindlilik doğmuş ve Hindin, o zaman kast sistemi ile halline uğraşılan derdleri doğmuş­ tur. Fakat şüphe yok ki - bilhassa şehirlerde - işi barışla halletmeğe muvaffakiyet elvermemiştir. Savaşcılar, rahiblere karşı cenkettiler; köylülerle çobanlar, Aryalı efendilerin boyunduruğu altında sessizce

(9)

azab çektiler, tam o sırada çobanlar Buda'nın şahsında bir müdafilerini buldular. Buda kanlı hayvan kurbanları için, günahtır! diyordu, Sarhoş­ luk veren içkili kurbanlar için de keza!. Brahman feylesof ve mistik­ lerin, kahramanlık ülküsü peşinde koşan eski prens ve savaşçı tiplerinin muarızı Buda, Aryalıların kurbanları aleyhinde de bulunuyordu, demek ki o, eski Arya kültürünün, tasavvur edebileceğimiz en şiddetli düşmanıdır.

Fakat bununla o, Hind'de yalnız değildi; çobanların kahramanı, güya din kurucusu ve kurtarıcı Krişna - ki onun zamanını ve ger­ çekliğini henüz meydana çıkaramıyoruz - bugün bile bir çok tâbii bulunan Krişna, hemen hemen aynı şeyleri vaazediyordu. Ve daha batıya doğru bakarsak, İranın Saratustra (Zerdüşt) sını görürüz.

Zerdüşt de, aşağı yukarı Buda ile aynı zamanda, tıpkı onun gibi kanlı kurbanlara, sarhoşluk veren içkilere lânet etmektedir. Zerdüşt» şimdiye kadar daima eski Veda dini ve edebiyatına benzetilmiştir, çün­ kü dil bakımından birbirlerine gerçekten benzerler. Fakat karşılaştır­ mada şekle değil, muhtevaya bakmalı! O zaman görülür ki Zerdüşt çağdaşı Buda gibi, eski Arya dininin muarızıdır ve gene onun gibi Aryahlar tarafından boyunduruğa vurulan tarihten önceki çobanların kalbine göre konuşuyor.

Bilhassa mitologya alanında, Hind ve İran'ın tarihten önce taba-kalaları arasında büyük uygunluklara şahit olmaktayız. Her iki kültür de dört devreye ayrılan ve hepsi birden 12.000 yıl tutan bir Acun ta­ rihine inanıyor. İlk devre cennet gibi güzel bir yaratma devresidir, İkinci devrede dünya bozulmuştur, üçüncüde iyi tanrılarla kötü demon-lar arasında savaşdemon-lar olmuş; üçüncü devrenin sonunda din kurucusu­ nun (Buda, Krişna yahut Zerdüşt'in) ruhu gökten yere düşmüş, savaş­ mış ve ölmüştür.

Zerdüşt ile Krişna, düşman eliyle öldürülmüştür. Şimdi dördüncü devrede yaşıyoruz, bu devrenin sonunda bir mesih, bir kurtarıcı pey­ da olacak ve gittikçe bozulan bu dünyayı cennet haline sokacaktır. Bu dört çağ kuramı, İran'dan Greklere gelmiştir; meselâ, efendilerin haksızlığından şikâyet eden Hesiodos'da geçmektedir. Gittikçe kötüle­ şen dünya çağlarının ifade ettiği kötümserlik ve sonundaki mesih ve kurtuluş tasarıları, baskı altında bulunan bu insanların dinini karakter-lendirmektedir, hem burada baskıyı yapanlar, hep Aryalardır; çünkü Aryalılar Hellâs'e de barbar insanlar olarak girmiş, eski, tarihten önceki yüksek kültürleri yok etmişlerdi. Her üç memlekette de: Yani Hind'de, İran'da ve Hellâs'da, bu eski kültürlerin yavaş yavaş kendilerine gel­ meleri ve Aryalı efendilerin mükemmelliğinden şüphe etmeleri birkaç yüzyıl sürmüştür.

Daha ileriye gidip Yahudileri de düşünce çevremize sokabiliriz. Ya­ hudiler gayet geniş mikyasta Asurilerin baskısını çekmişlerdir. Aryalı olmıyan Asuriler, Aryalılardan cenk arabasını, atı almış ve feth

(10)

yöntem-124 W. RUBEN

lerini öğrenmişlerdi. Böylece Jerusalem (şimdiki Kudüs) harap olmuş, Yahudiler sürgüne götürülmüştür; Yahudiler arasında da ilk büyük pey­ gamberler, sürgünde peyda olmuşlardır: bunlar, tazallümlerle kötüm­ serliği ilân etmişlerdir. Nihayet Kyros Yahudilere erkinliklerini bağışla­ mıştır. Bu devrede uzak Çinde de iç Asya'dan gelen binici budunların müthiş fatihler olarak göründükleri, eski köylüleri istibdat altına aldıkları, sonra son devirde mazlum halkın feylesoflarının kendi kültürlerini, vahşi fatihler karşısında bir bakımdan iddia edebildikleri, isyan edip, gelecek yüzyıllar için Konfuçianizma ve Taoizma dinlerini tesbit ettikleri tahmin edilebilir. O halde, İç Asya çekirdeğinin etrafındaki bütün kenar kültürlerde aşağı yukarı İsa'dan önce 6-7 nci yüzyıllarda, İç Asya atlı çobanlarının zulmüne karşı ihtilâl olarak bir peygamberler devresi baş gösterdiğini kabul etmek haklı olur. Sonra, ön Asya'nın Mitra dini bu harekete dayandırılabilir. içinde şamanist unsurlar bulunan bu din, az kalsın Avrupa'nın dini ola­ caktı. İsa da bu peygamberlerin bir halefinden başka birşey değildir; İsa, yani ölmek zorunda olan havarilerini Buda gibi yola çıkaran ve Buda'nın karşısına Brahmanların çıkması gibi, karşısında Yahudi "Phari-sien„leri gören Mesih, bir de Aesop ve kıssa şeklinde edebiyat, bu harekete ircâ olunabilir. Aesop köle idi. Hikâyeleri efendilerin tenkididir. Efendiler birer hayvan olarak temsil edilmişlerdir. Amacı, tenkidin fazla kaba ve açık olmamasıdır; bir de böylece pek eski totemist hayvan hikâyelerine bağlanmaktadır. Hellas ve Hind de bu gibi hikâyeler arasında şaşılacak uygunluklara rastlanıyorsa, bunun sebebi, hepsinin ana yurdunun ön Asya'da bulunması, daha doğrusu, Hind'de de bulu­ nan tarihten önce çoban tabakası olmasıdır; Hesiodos'un dört dünya çağı fikrini sokması gibi bunu da Aesop, Hellas'â sokmuştur.

Demek oluyor ki Buda: pek eski Şamanizmaya, ağaç totemizmasıne, iki sınıf sistemine," çift kırallığa, sonra, köle hayatı yaşamak zo­ runda bulunan tarihten önceki demircilerin Kragediyalik düşünü­ şüne, son olarak da baskı altında bulunan ve azaplarını dört çağ fikrinde ve mesih tasarısında terennüm etmeğe gayret eden eski çobanların düşünüşüne dayanıyordu. Buda'nın zamanında eski Ar-yalı efendilerin hâkimiyeti, bir takım birleşmeler yüzünden azalmış yük­ sek mevkileri, iklim ile savaşlar, yabancılara ve kendi Brahmanlarına karşı cenkler yüzünden zayıflamıştı. Temelleri olan köy, artık devletle­ rin biricik temeli olmaktan çıkmış, şehir önem kazanmağa başlamış, şe­ hirliler şüpheyi, münakaşayı öğrenmeğe başlamışlar, halk servetini sığır sürülerinde çarçur eden asilzadeler tarafından sömürülmüştü. İşte o zaman Buda, bir ihtilâlci olarak meydana atıldı; kırallar, onun gözüne girmek için rekabet etmekte ve onu yolundan alıkoymak için ellerinden geleni yapmakta idiler. Fakat o, prenslere, köylülere karşı dinini ve felsefesini öğretiyordu: Hiçbir köylü, yahut savaşçı, yahut kurban ra­ hibi Budanın tevekkülcü akidesine göre, saadete erişemez. Onun için de

(11)

ancak az sayıda prens: meselâ akıllı Aşoka yahut yabancılar, yahut da Menander veya Kanişka gibi Brahman düşmanı prensler Budizmayı tutmuşlardır. Halbuki, öte yandan Upanişad'ların mistikleri, eski mater­ yalistlerle Samkya feylesofları, yani bütün eski Brahman düşünürleri, ahlâk fizik-ötesinin dikkate değer temeli olarak, kıralların zulümlerine mazeretler bulmayı ileri sürüyorlardı.

O halde Buda bir aydınlatıcı, bir ihtilâlci idi, fakat kanlı bir sokak savaşçısı değildi. Topluluğun teşkilâtına hemen hemen hiç karışmamıştır. Kast sistemine, ancak doğudan Brehmen olan bir kimsenin başka bir kasta nazaran din bakımından imtiyazları ol­ masını reddettiği mikyasta hücum etmiştir. Brahma'nlar, Sudra'ların yani en aşağı kastın, kutsal metinlerin sözlerini işitmesini, tapınaklara ayak basmasını ve yoga ile meşgul olmasını yasak ederler. Buda ile Krişna ise en aşağı bir kimsenin bile dinin kutundan payı olması ge­ rektiğini ilân etmişlerdir. Bu hayatta sefiller, hallerinin Buda ta­ rafından kılgın olarak düzelmesini bekliyecek duruma girmişlerdir. O, İsa gibi: Benim devletim, bu dünyada değildir, diyebilirdi. Bu Peygam­ berlerin zamanından bugüne kadar, din yer yüzünün pek büyük alanlarında fakirin tesellicisi olagelmiştir. O zamandanberi yer yüzün­ deki hayatın değeri, öteki hayatın yanında küçük görülmektedir. Ve ancak Fransız ihtilâlinden önceki aydınlanma devri, Nietzsche'nin, Feuer-bach'ın aydınlanmasıdır ki bugünkü cihan buhranında gözleri dünya­ daki hayata çevirtmişlerdir.

Buda, kitlelere ruh sükûneti verdi, tevekkülcü ahlâkı ile onların memnunsuzluklarını yatıştırdı ve kötü insanın: Rahip olsun, Prens ol­ sun, cimri bir zengin olsun, ne olursa olsun cezasını, ruh göçünün ada­ leti sayesinde, öteki ömürde göreceğini vaazetmiştir. Buda bir Pey­ gamber sıfatiyleher şeyi bildiğine dair herkesi inandırmış, alın yazı­ sının, her hangi bir insan tarafından görülemiyecek olan gidişini gördüğünü, bildiğini iddia etmiştir. Onca ölümlü insan dünyanın sırlarını soruşturmamalı, Buda'ya inanmalı, şüphe etmemeli, münakaşa etmemelidir. Zira münakaşa, ancak heyecan verir ve ruh sükûnetine gö­ türmez. İnsanın her şeyi bilmesi lâzım değildir. Hırsla bir şey pe­ şinde koşmamalı, Aesop'un hikâyesinde, yüksek asmada gördüğü üzüm salkımlarından vaz geçen tilki gibi, hiç bir şeyi istememelidir. İnsanlar kitlesine, Buda, gelecekteki Mesih ile, binlerce yıl sonraki kur­ tuluşla teselli vermiştir. Fakat biri acunun acıları altında fazla ezi-lirse ona, hemen kurtulma imkânını vaadetmiştir. Bütün dünyanın hiç­ liğini kim tam olarak kavramışsa, o - Budanın kendi sözüyle - "uya­ nabilir.,, Upanişad feylesofları bu dünyanın hiçliğini, uyanıklık dünya­ sının rüya dünyasından daha önemsiz olduğunu ve görünüşte uya-nik olanın gerçekten uyumakta olduğunu göstererek anlatmışlardır. Bu­ da rüya ve dalâletten uyanmakla kurtuluşu, bir olarak göstermiştir. Uyanan, yahut uyanmak isteyen, serseri ve dilenci olarak

(12)

vatan-126 . W. RUBEN

sizlik diyarına gitmeli, iptidaî bir göçebe gibi yaşamalıdır; fa­ kat gerçek iptidaîlik bir daha bulunamıyacak bir şey olduğun­ dan, tabiata olan bu sevgi, romantik bir sevgidir ve hayal su­ kutuna uğramış şehirliyi karakterlendirir. Dolaşmak, hemen he­ men hiç yerleşmemiş çobanlar olan eski Aryalılara bir saadet olarak görünüyordu, eski bir efsanede tanrı İndra'mn kendisi bir bahtsıza güneşin ezelden beri dolaşması gibi gezip dolaşmayı salık verir. Bu-da'nın zamanında gayet büyük ormanlar ve iptidaîler vardı. Budist keşiş işte bu ormanlara tekrar dalıyor.

Buda zıtlıklarla dolu bir çağın adamı idi. O zamanlar her alanda savaş vardı. Kendisi de zıtlıklarla dolu kalmıştır. O, ihtilâlci olmakla beraber prenslerin otoritesine dokunmamıştır; onlara, bedbaht diye acırdı, yani köylüye acıdığı gibi acırdı, fakat fakirlerin, dilencilerin zanaat erbabının acılarını gözden kaçırırdı; Buda, bir yandan dünyanın hiçliğinin bilgisi her ferdi selamete götürür, öte yandan da, her şeyin sonuna kadar bilgisi imkânsız ve lüzumsuzdur derdi, böylece de çeliş­ meye düşerdi. Çelişmede şu idi: Bir yandan iptidaî dolaşmanın roman-tizmasını vaazederken, öbür yandan aydınlık getiriyordu, eski batıl inanç­ ları filan . . . reddediyordu. Meselâ psikoloji alanında şaşılacak derecede aydındı, materyalist değildi, fakat ruhun gerçekliğini inkâr ediyordu, ruh önce bedenden ve beden" ve zihin fonksiyonlarından biraz farklı idi. Ona Behaviorist denebilir. Modern Behaviorist zihin fonksiyonla­ rını, bedenin, sinirlerin, beynin, uyarılara tepkisi olarak görür. Buda da da tıpkı öyledir. Üstelik nominalistti de!... ölümlü nesnelerin pay aldığı ölümsüz idealların varlığını inkâr ederdi. Avrupa'da, orta çağda, rea­ listler, nasıl Eflâtunculuğu Hıristiyanlıkla birleştirmeğe uğraşırlardıysa, ve nasıl cismanî tabakadan profesörler, cismanî külliyelerde onlara karşı nominalizmayı, yani genel kavramların gerçek olmadığını ileri sürerlerdiyse, Buda da şehirli bir nominalistti, bununla beraber eski mânada bir sofu idi. Aryalıların tanrılarının varlığını inkâr etmiyordu, yalnız şu kadar diyordu ki insan, erkin ve ahlâklı bir varlık sıfatıyle, bu tanrılara üstündür; yani yalnız insan oğlu kurtuluşa erişebilir; tan­ rılar ise, aynı kurtuluş yolunda gitmeden önce ölmeli ve insan olarak tekrar dirilmelidirler. Buda gerçekten yaşamış bir şahsiyettir; her halde bir dahidir. Bu itibarla bütün dahiler gibi, psikologların gözünde normal dışı, yani hasta şahsiyetlere benzer bir şahsiyettir. Modern bir psikoloğun Hölderlin gibi bir şair ve mistiki karakterlendirmek için söylediği sözler, Buda için de iyiden iyiye söylenebilir. Tarihin gidi­ şinde dahiler önemlidirler, fakat düşünceleri için olgun olmıyan bir zamanda yaşarlarsa, verimli olmazlar. Buda, çağının bir ürünüdür, o çağın öteki kültürlerinin ürünü peygamberler gibi. Bu zamanda yeni devletçilikle halk, şehir ile köy, silâhlarda ve makinelerde demir, felsefe ile din savaşmağa, şüphe etmeğe başladılar; daha eski kültürler, ya iptidaî tarih öncesi kültürleridir, yahut da Mısır veya Babil kültürleri

(13)

gibi büsbütün başka cinstendir, meselâ felsefeci değildirler. Biz ise bugün 3000 yıllık demir çağının en yüksek, daha doğrusu dönüm nok­ tasında, sosyal bakımdan, felsefe bakımından ve kılgın çözüm çarele-riyle birlikte yeni bir acun çağı açan buhranı yaşamaktayız.

(14)

ÜBER URSPRUNG UND WESEN DES BUDDHİSMUS Prof. Dr. W. RUBEN (Ankara)

Buddha verhiess Erlösung und forderte Loslösung von Familie, Beruf und Heimat. Sein Mönch hat ausser sittlichem Leben ein medi-tatives zu führen.

Die büddhistische Meditation beruht auf primitivem Schamanismus, wie wir ihn heute in Innerasien und Nordasien noch studieren können, (s. meinen Aufsatz in den Açta Orientalia XVIII.) Der primitive Scha-mane lâsst seine Seele in die verschiedenen Himmelsetagen zu deren Geistern aufsteigen, der buddh. Yogi erhebt seinen Geist in die Grade der Versenkung und wird entsprechenden Götterklassen âhnlieh. Die Brahmanen hatten kurz vor Buddha die schamanistischen Vorstellungen der Seelenwanderung nach dem Tode, im Traum und in der Ekstase angenommen, in den Brâhmanas noch hatten sie sie totgeschwiegen. Dies buddh. Element ist also nicht arisch.

Die Tradition in Buddhas Sippe ist auch nicht arisch, verweist vielmehr auf Baumtotemismus. Man leitete Sippe der Sâkya vom Sâka-Baum her, unter dem die Sippe ihre Heimat hatte; die ihnen verwand-ten Koliya benannverwand-ten sich nach dem Kola-Baum, in dessen Höhle ihr Ahn wohnte, als er eine Sâkya-tochter fand und heiratete. Die Stam-message der Oguzen spricht von Oğuz, der seine Frau in einer Baum-höhle gebar, wie Buddha unter einem Baum geboren wurde. Auch die Uiguren berichten vom Baumgeburt ihrer Ahnen; also bei schamanis-tisch-totemistischen Türken finden sich Parallelen.

Drei Generationen aus Buddhas Familie holten ihre Frauen aus ein und derselben ihnen verwandten Familie der Sâkya aus Devahrada. Diese Heiratssitte ist unarisch. Bei Krishna finden wir genau dasselbe. Die Fürsten der türkisch-mongolischen Toba haben, als sie China be-herrschten, solche Sitte gehabt.

Buddhas Stamm, die Ikshvâkuiden, gehören zum Sonnengeschlecht, dem das Mondgeschlecht gegenüber steht (vgl. Sonne, Mond und Stern: Drei Söhne des Oğuz!). Neben den Sâkya stehen die verwand-ten und rivalisierenden Koliya. Neben den Sâkya in Kapilavastu (Budd­ has Sippe) die in Devahrada. Sind diese zweiteilungen Reste eines pri-mitiven Zweiklassensystems ? Eine genaue Parallele zu solchem endo-gamen Zweiklassensystem hat sich freilich noch nicht finden lassen; vielleicht gelingt es Türkologen.

In Buddhas Sippe soll eine Art Doppelkönigtum bestanden ha­ ben, und Breloer hat es kürzlich mit dem in Sparta verglichen und für

(15)

indogermanisch erklârt. Aber die spartanischen Könige regieren mit gleichen * Rechten nebeneinander und sind eine historische, junge Erscheinung, aus Sippenkâmpfen emachsen. Über das Funktionieren des Doppelkönigtums der Sakya wissen wir wenig; anscheinend war der eine der politische und militârische Leiter, der andere der priesterliche und juristische Berater, der ohne königlichen Prunk als Weiser lebte. Die Türken Timurs, die Völker Dschingiz Khans, die Cha-zaren usw. an der Wolga im 14. -16. Jhdt. n. Chr. hatten ein solches Doppelkönigtum, das relativ gut bekannt ist. Da ist der Khan eine religiöse Geştalt, magisch mit seinem Lebenswandel, verantvvortlich für Wohl und Wehe des Volkes und des Kosmos, er lebt asketisch, seine Sprüche werden gesammelt, seine Knochen werden besonders bestattet, seine Kaste ist endogam. Der Bay aber ist der aktive führer der Politik und des Heeres. Entspricht dieser Khan nicht dem Buddha? Auch seine Sprüche vvurden gesammelt, die Sakya fragten ihn als Weisen um Rat, seine Gebeine wurden in Stöpas bestattet. Fremde Könige baten ihn um Rat und boten ihm ihr halbes Reich; zweifelîos war Christus und Mohammed nicht nur eine religiöse, sondern auch eine politische Persönlichkeit. Ein Doppelkönigtum gab es auch im Alten. In Athen ist der König (Basileus) nur eine religiöse Geştalt neben den Archonten. In Rom hatte man zwei Konsuln, Diokletian teilte das Reich unter zwei Augusti (aus militârischen Gründen wegen der Fron-ten in Persien und Germanien bei den Franken stand der Majordomus neben dem inaktiven König, in Bağdad der türkische Sultan neben dem inaktiven Khalifen, heute in England der aktive Premierminister neben dem mehr symbolhaften König. ist also auch dies Element der Sakya auf Innerasien zurckzuführen?

Dschingiz war ein solcher schamanischer Khan, aber auch Schmied. In der iranischen Mythologie ist Kaweh der Schmied, der dem Feridun gegen den dâmonischen König Dschohak hilft, ein Revolutionâr dessen Schmiedeschürze das Reichsbanner bîieb, bis die Araber es vernichte-ten. Feridun ist der vedische Trita Aptya, Dschohak ein Schlangen-dâmon, noch bei Firdewsi mit Schlangen im Nacken dargestellt, wie Schlangendâmonen in der indischen Plastik dargestellt zu werden pflegen. Der Schmied als Revolutionâr ist dem Hephâst und Wieland zu vergleichen: unterdrückt sind sie aile und wehren sich durch ihre Schlauheit und Kunst. Der Schmied ist noch heute primitiven Negern verdâchtig als Zauberer. Ebenso sind die Asura-Eisenschmiede in Indien. Der grösste mythologische Asura aber war Maya, zwar nicht Schmied, aber Baumeister, und von dem wird im KathâsaritsSgara erzâhlt, wie er einem menschlichen Prinzen gegen den Götterkönig Indra zum Siege verhalf, sodass der Prinz König des Reiches der gen Geister wurde. Dem Kaweh entspricht der indische Kâvya, von dem u. a. er­ zâhlt wird, dass er Waffen verfertigte, auch er ein Führer der Asura

(16)

130 W. RUBEN

wie Maya. In Indien sind die Asura eben zu Dâmonen, die Devas aber zu Göttern geworden, in Iran umgekehrt! Dört şteht also Kaweh auf Seiten der guten Götter. Die indischen Asura-Schmiede haben eine tra-gische Sage über ihre Ahnen, und diese âhnelt der der türkisch-mon-golischen Eisenschmiede Innerasiens. Schamanen und Schmiede sind verwandt bei Innerasiaten, aber das Schamanentum ist natürlich Jahrt-ausende âlter als das Eisenschmiedentum, denn die Eisenzeit beginnt erst um 800 in Vorderasien. Schmiede aber sind Arbeiter, und mit dieser Zeit beginnen die sozialen Fragen der unteren Klassen. Und Buddha war auch ein soziale Helfer.

Die soziale Frage war ferner durch die arische Eroberung akut geworden. Die Rinderopfer und Soma-orgien der arischen Herrenschicht schâdigten den Volksreichtum (Rinderherden) der Baüern, d. h. der nichtarischen Unterworfenen. Wenn Buddha also diese Opfer und Rauschtrank verbot, so griff er wesentliche Punkte der arischen Herren-religion an. Dasseîbe hatte 100 Jahre vorher Zarathustra in Iran getan. Buddha und Zarathustra haben die 4-weltalter-lehre gemeinsam, und schon Hesiod hat sie um 700 aus Vorderasien nach Griechenland ge-bracht. Sie lehrt Pessimismus, Verschlechterung der Zeiten, einen Prop-heten am ende des 3. Weltalters und einen Heiland am Ende des 4. Hesiod schrieb gegen die Herren, die die Baüern unterdrückten. Unter Kyros werden die Juden aus der babylonischen Gefangenschaft befreit und preisen ihn als Heiland; ihr Prophetentum beginnt mit der Unterdrückung durch die Assyrer, die den Kriegsvvagen von den Ariern gelernt hatten. In China richtet sich der Tiaosmus mit seinem schama-nistischen Asketentum gegen die (gleichzeitig mit Ariern) in China eingedrungenen Chou, also in ailen Hochkulturen dieser Zeit finden wir eine Prophetenperiode sozialen Charakters, gerichtet gegen eine Herrenschicht, die einige Jahrhunderte früher nach Indien, Iran, Grie­ chenland und China eingebrochen war. Auf den judischen Propheten beruht Christus. Krishnas Religion steht in vielen Dingen dem Budd-hismus nahe. Ali diese Bewegungen sind anti-arisch, mag auch ein Buddha, öder Zarathustra persönlich ein Mitglied der herrschenden Schicht gewesen sein. Die Fabeldichtung des Sklaven Aesop gehört in dieselbe Schicht der Religion der Unterdrückten Vorderasiens; seine Tiere kritisieren die Herrenschicht.

Die Arier Indiens waren durch Mischung mit Vor-ariern ge-schvvâcht und hatten ihre soziale Grundlage verloren; nicht mehr das Dorf und der Stamm sondern die Stadt war das Millieu der neuen Kultur. Stâdter lernten Sitten und Denken der verschiedenen indischen Kasten und Stâmme zu vergleichen und lernten, an den Grundlagen der altarischen Religion zu zweifeln. Zweifeln aber ist die Grundlage aller Wissenschaft. Zweifel beginnt in den Upanishaden, also kurz vor Buddha. Primitive zweifeln nicht. Buddha aber predigte in Stâdten,

(17)

wâhrend Brahmanen sich auf die Bauern stützten. Stâdter sind fort-schrittlicher als Bauern. Buddha ist u.a. Nominalist, und Nominalismus in Europa ist die revolutionare, antikirchliche Religion der mittelalter-lichen Stâdter. Buddha liess auch die unterste Kaste zu seiner Religion zu, insofern, ist er soziaîer als die Brahmanen, aber sein Reich ist so wenig von dieser Welt wie das Christi. Buddha wies die müden Stâd­ ter an, alles zu verlassen und als neue Primitive im Djangel ein No-maden-und Sammler-leben zu führen, in die Tat umgesetzte Romantik. Seine Seelen-lehre ist eine Art Behaviorismus, also revolutionâr und modern.

Psychologisch war Buddha ein Genie, ein Einsamer, ein Meschen-liebender und zugleich Weltfremder wie etwa ein Hölderlin in der Charakterisierung durch Kreschmer in seinen "Geniale Menschen.,,

So lassen sich im Buddhismus seine prâhistorisch-ethnologischen Voraussetzungen (Schamanismus, Baumtotemismus, Zweiklassenendoga-mie, Doppelkönigtum, Schmiedetum seinen tragischen Sagen) und sein soziologischer Anlass (Stâdtertum, antiarische Bewegung der Unterd-rückten, Prophetentum) mit dem psychologischen Charakter seines Begründers zusammensteîlen und man versteht einigermassen, aufgrund welcher Voraussetzungen in Indien um 500 v. Chr. Buddha seine Re­ ligion begründete.

Referanslar

Benzer Belgeler

şeklinde suturdur.Metopik sutur öncelikle fizyolojik olarak kapanır, çünkü kaynaşma genellikle bir ya da iki yaş civarında başlar (Nikolova vd., 2016).Metopik

Her ne kadar farklı yıllara ait, farklı çevresel koşullara sahip kazılardan elde edilen örnekler farklı dayanıklılıklarda olsa da femur gövdesi kuvvetli yapısı

Yaşar İşcan tarafından 1998 tarihinde Türkçe olarak hazırlanan “Adli Osteoloji” kitabı, yayımlandığı tarihten günümüze gelinceye kadar hiç şüphesiz hem

Herakleia Perinthos toplumunda rastlanan örnek, kraniyosinoztozun sagittal suturun erken kapanmasÕ úeklinde ortaya çÕkan formu olmasÕ nedeniyle arkeolojik literatürden bu

Cinsiyeti bilinmeyen beyazlara calcaneus ve talus kemikleri kullanÕlarak geliútirilen Holland’Õn formülü Yoncatepe popülasyonuna uygulandÕ÷Õnda ortalama boy uzunlu÷u

Ayla SEVĐM EROL (Ankara Üniversitesi / Ankara University) Prof.. Berna ALPAGUT (Ankara Üniversitesi /

Bu anlamda Levi-Strauss, kültürel yapıyı çözümlemek için insan zihninin derinliklerine inmenin gerekliliğine vurgu yapmış, özellikle bu çözümlemeyi zihnin

Bu makalede, çoğunlukla Tunceli (Dersim) ili kırsalında yaşayan ve göçer hayvancı bir yaşam tarzıyla karakterize edilen Şavaklı toplulukların sahip oldukları