• Sonuç bulunamadı

Naile Akıncı'nın resmi üzerine notlar

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Naile Akıncı'nın resmi üzerine notlar"

Copied!
2
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Bir sergi, bir kitap...

S * '

t ^

|2efck>~ /2-J

-r-f- Sfrı L,tı

Naile Akıncı’nın resmi

üzerine notlar

dığı sorunlardır. Yorumcu, belirgin bir biçim ve biçemden hareket ediyor gö­ rünse de, onu asıl kışkırtan ulaşacağım umduğu yorum çerçevesinin semantik ufkudur. Ressam, başka olgularla ilgili­ dir: Çizgi, renk, hacim, doku, dengeler ve dengesizlikler, uyum ve uyumsuzluk. Formu düşünmek, her zaman form alist

sanat anlamına gelmez. Cezanne küreler

ve üçgenlerle resmetmeyi tasarlarken, resmi bütün dışsal bağlantılardan ayır­ mayı öngörüyordu. Dağın karşısmda otururken duygulanmak ve duygulandır­ mak değildi amacı, belki töz (subtance) dememiz gereken şeydi. Dağm ta kendisi

Naile Akıncı'nın

İstanbul’un değişimine

tanıklık

eden peyzajları

ile portre ve çıplakları

Bebek Evin Sanat

Calerisi’de sergileniyor.

Galeri bu sergi

dolayısıyla Haşim Nur

Gürel ve Levent

çalıkoğlu'nun

editörlüğünde kapsamlı

bir ‘Naile Akıncı’ kitabı

da hazırladı. Kitapta

Ahmet Oktay, Güven

Türan ve Mehmet

Ergüven’in de yazıları

yer alıyor. Kitaptan

Oktay ve Ergüven’in

yazılarını sunuyoruz

sîzlere.

□ A h m e t OKTAY

Merleau-Ponty, Göz ve Tin adlı yapıtında, Valéry’nin ilk bakışta tuhaf görünebilecek bir sözünü • anıyor: “Ressam vücudunu kat­ maktadır” (1). Çıplak tuvalin karşısmda, ressam, Merleau-Ponty’nin deyişiyle

tek'tir, “hiçbir değerlendirme zorunlulu­ ğu olmadan her şeye bakma hakkı olan” (2) biridir. Bakar. Ama resmetmeye başl- dığmda, harekete geçen imgelem, düş­ lem ve duyarlık olduğu kadar, belki de onlardan önce e l dir, ellerdir. Buradan

bakıldığında, resim, elin mi gözün mü ürünüdür gibi bir soru, pekâlâ önem ka­ zanabilir. Peyzajı genellikle kadrajlayan, göz gibidir elbet, ama elin bir jesti, fırça­ nın bir anlıkk devinimi, sağa ya da sola kayışı, kadrajlanması öngörülen nesnele­ rin düzenini olduğu kadar yerlerini de değiştirebilir. Görünümün asli öğelerini

eksiltebilir ya da çoğaltabilir. Resmeder­ ken, bütün gövd e faaliyettedir. Tam bir keyfilik içinde, tüm dünyayla îMşkıdedır.

Kadrajlandığım görünümü sadece ken­ dim belirlemem, o görünüm de beni be­ lirler son kertede. Bedenim nesnelerle, renklerle, belki kokularla bir tür söyleşi­ dedir. Gözüm, oradan oraya dolaşırken, birden san renkten maviye kayar, biraz sağa ya da sola dönmem, bir geriye çeki­ liş ya da öne eğiliş, içeriksel bağlamda değil de duygusal, duygulanımsal bağ­ lamda belirgin bir dönüşüme yol açar. Valery’nin sözü, bu çerçevede, yine Mer­ leau-Ponty’nin andığı Cezanne’in “Doğa içeridedir” sözüyle eklemlenir. Doğa kar­ şısındaki ressam, hem kendi içindeki do­ ğayı görmeye, bulmaya hem de doğanın tuvalde, Deleuze/Guattari İkilisinin vur­ guladığı bağlamda haline gelişin i (4) kav­ ramaya çalışmaktadır. Çifte bir harekettir bu. Cezanne’ın Saint-Victoire Dağı ile

Naile Akına'nin Eyüp karşısmda ısrarh duruşlarının ya da dikilişlerinin kurgula- yıcıAonumlandırıcı nedeni budur dene­ bilir (5). Akıncı’nın peyzajlarında, haline geliş apaçık görünebilir. Belki görünüm, kadraj aynıdır, ama renkteki bir değişim, bakıştaki bir kayış, tuvaldeki ya da boya­ daki kalınlık, tüm resimsel ve duygula- nımsal ufku (horizon) ve uzaysallığı (spa- ciality) fark edilir ölçüde dönüştürür.

Akıncı'nın aralarında bir yıl ara bulu­ nan iki Eyüp resmine bakalım:

Doğru: Sıradan bir yaklaşımla hemen hemen her şey aynıdır. Kuşkusuz, 1993

tarihli ikinci resimde perspektif genişle­ miş, kadraja giren nesneler çoğalmıştır. Ama, iki resim arasındaki değişim, daha derindedir. Fiziksel değil psikolojik za­ man düzeyindedir. Mavili resimden sardı resme geçen seyircinin sanki fen om en o-

lojik yaşantısında bir dönüşüm olmakta­

dır. Resimsel uzamdaki değişiklikler, uzaklaşmalar ve yakınlaşmalar, gölgelen- meler ve ışıklanmalar, seyirciyi farklı duygulanımlara, farklı tahayyüllere sü­ rüklemektedir.

2- Ressam, doğayı görmektedir, ben resme bakmaktayımdır. Bu farklı gö- rüş/bakış biçimi, ister istemez, epistemo- lojik bir kopuntu üretir. Görülen ve ba­ kılan aynı şey değddir. Ressam, Eyüp’ü, daha da ötesinde bir Eyüp haline geliş

sürecini ta içinden görmektedir. Seyirci ise haline gelm iş’e bakmakta, onu algda- maktadır. Hiç kimse Akıncı'nın sergisine Eyüp u görmek amacıyla gitmez. O sem­ tin cami ve ağaçlan, korulan, güneşin doğuş ve batış saaderi değddir onu dgi- lendiren. Aslında tarihsel doku da değd­ dir. Tarihsellik, sonradan, kültürel sfer içinde edinden, mensup olunan, benim­ senen kültürel referans çevresinin tercih­ leri doğrdtusunda seçden bir olgudur. Akıncı'nın tarihsel çerçevesi Yahya Ke­ mal’in tarihsel çerçevesi değddir. Seyirci­ nin çerçevesi ikisinden de farklı hatta odara karşıt bde olabilir.

Kaldı ki, ben, Akıncı'nın Eyüp’ü ya da Haliç’i bu türden felsefe/düşünsel kaygı­ larla ya da ön varsayımlarla gördüğü ka­ nısında da değilim. Resimler, Eyüp’e öz­ gü saydan dinsel içerildi u hreviyet yansıt­ mazlar. Tam tersine, az sonra vurgdaya- cağım üzere tümüyle dünyasaldırlar.

Akıncı'nın dert edindiği, bence semantik

değd teknik bir sorundur. Öncelikle bu­ dur. Tarihsellik ve benzeri sorudar son kertede yorum cunun sonradan

yapdaştır-olmak. Akıncı'nın girişiminde de böyle bir amaç belirlenebilir gibi görünüyor. Şunu dikkate almalıyız: Akıncı, bir tem- sd pratiğinin uygulayıcısı değddir. Re­ simleri Eyüp’ü temsd etmez. Belirli bir görme biçimini dışlaştırır.

Emst, Cassirer, “Sanat” adh yazısmda da, Vinci’nin sap er v ed ere dediğini (6) anımsatıyor: (...) Görmeyi bilmek. Sorun buradadır: Akıncı, peyzajlarında, bana kalırsa, geleneksel adam ındaki bir pey­ zaj görme biçimini kırınıma uğratmakta, bu kırınım sırasmda, bir adam da peyza­ jın içeriğini de dönüştürmektedir. Res­ sam için de seyirci için de görmenin ayrı ayn tarihsel prosedürleri olmuştur. (...) Jonathan Crary, gözlemci (observer) de

seyirci (spectator) sözcükleri arasındaki kökensel ayrıma dikkat çektikten sonra şudan yazıyor: “Gözlemci kuşkusuz gö­ rendir; ancak bundan daha önemlisi, ön­ ceden belirlenmiş olanaklar dizisi içinde gören, belirli bir gelenek ve sınırlama sis­ temi içine yerleşmiş birisi olmasıdır (7). Buradan bakddığmda, Hoca AH Rıza’nın Üsküdar’ı görüş rejimiyle Akıncı'nın Eyüp u görüş rejimleri çok ayrıdır. Dola­ yısıyla, iki ressamın seyircderinin de, kendi tarihsel ve “toplumsal, teknolojik ve kurumsal dişldlerinin oluşturduğu” bir estetik adayış içinde farklı seyirci re­ jimlerine sahip olmaları gerektiği söyle­ nebilir.

3- Akıncı'nın görme rejimi ya da pro­ sedürlerinin açığa koyduğu temel bir özellik, bence pastoralle ilişkili olmama­ sıdır. “Kırların sessiz ve sakin görüntüsü­ nü, kalabalık dünyadan kaçıp güvene ka­ vuşma duygusunu” (9) öngörmez, böyle bir kaçışçı eğilimi kışkırtmaz Akıncı'nın

peyzajları. Kırın, yaband doğanın çatış- masız, gerilimsiz dünyasına duyulan öz­ lem, o ortamda yaşayan ve eyleyen insan­ lara, yani halka özgü değddir; tam

tersi-S A Y F A 4 C U M H U R İ Y E T K İ T A P

(2)

Naile Akıncı’mn, ressam olarak tavrı­ nı, oyun, yapma, hayal vehaz terimleri aracılığıyla düşünmekten yana olduğumu söyleyeceğim. Kuramsal açıklamalar, yo­ rumlar yukarda belirttiğim gibi, sonra­ dan Akıncı’nın resmine yapılaşnnlmış özelliklerdir. Ressam, resmederken, bir

anlamda bunların tümünü, neredeyse kendiliğinden biçimde ep och e ye alır, hiç bir felsefi kaygı taşımadan, kendiliğin­ den ve gündelik anlamında paranteze alır. Tuvaliyle, boyalarıyla, fırçalarıyla başbaşadır. Doğa bütün olanaklarıyla önünde açılmıştır. Hayalgücünün emrin­ dedir. Akmcı’nın, izlenim cilerin bir kıs­ mı gibi ışık konusunu bilimsel bağlamda

sorunsallaştırdığını hiç düşünmüyorum.

Denize bakıyor Akıncı, vapurlara, k ı­ yıda kımıldayan teknelere bakıyor; mi­ nareleri, kubbeleri süzüyor, boyalarını kanyor; sarıyı, yeşili, maviyi, kırmızıyı birbirine karıştırıyor, baktığı görünü­ mün kendisinde var olmayan bir renk icat ediyor. Onu tuvale sürerken nasıl da mudu. Resim yaptığım biliyor elbet, ama resmederken verdiği biçim, oluş­ turduğu renk düzeneği aracılığıyla bir

ihlalin, bir ihlal olasılığının sınırlarında dolaştığını, dolaşabileceğini de biliyor. Çünkü sanatsal oyunla satranç oyunu­ nun kurallarının çok farklı olduğunu da biliyor.

Eyüp ya da Haliç, Marmara ya da Ekinlik Adası, hiç fark etmez. Ressamın

haline getirdiği', doğal Coğrafya değildir, kendi adaşım, kendi denizini doğaya hiç bakmadan da yapabilecek durumdadır. İsterse kıpkırmızı bir deniz de yapabilir. Ne isterse yapabilir. Özgürdür. Durdu­ racak kimse yoktur onu. Şövalesini açar ve toplarken, boyalarını kararken mut­ ludur ve haz almaktadır, hiçbir kasılma, hiç bir övünme duygusu yoktur. Tuvali­ nin başında resmederken onu izleyebil- seydik, belki şöyle mırıldandığını duya­ bilirdik: Oynuyorum, yapıyorum, haz alı­ yorum . Bu alçakgönüllülük, bu içten se­ vinç, bu dünyayla yetinme ve dünyadan memnun olma duygusunu açıklayacak bir söz aranması gerekiyorsa ille de, ben, hiç ilgisi bulunmamasına rağmen, Ni- etzschegil sözcüğü duyuyor ve öneriyo­ rum: Amor fati.

(1) Ponty - M, M.: Göz v e Tin s. 32, Çev: Soysal, A., M etis Yayınlan, 1996.

(2) A.g.e., s. 30. (3) A.g.e., s. 36.

(4) Deleuze, G/Guattari, E: F elsefe Ne­ dir?, s. 156, çev: İlgaz, T. YKY1993.

(3) Bu noktada, A k m anın resminin

Cezanne v e doğa/beden sorunuyla ilgisine ilk değinenin ben olm adığım ı söylem eli­ yim elbet. Levent Çalıkoğlu da bu ilgiden söz eder. Hatta, değinm esinin Merleau- P onty’nin Göz ve Tin’den hayli etk ilen­ m iş olduğu da sezinlenebilir. Bk: L. Çalı- koğlu: “Sahibinin Suretine Dönüşen R e­ sim ler” Naile Akına Kitabı içinde, Milli Reasürans A.Ş. Yayını, 2001

(6) Cassirer, E.: İnsan Üstüne D enem e içinde, s. 138, Çev: Arat, N, Remzi Kita­ beni, 1980.

(7) Crary, ].: Gözlemcinin Teknikleri, s. 18, Çev: Döldeniz, E., M etis Yayınları, 2004 - Crary’nin bu çalışması, görm eye ilişkin sorunlar üzerinde çok aydınlatıa açıklamalar getiren, okunmaya d eğer bir kitaptır.

(8) A. g.y.

(9) Hauser, A.: Sanatın Toplumsal Tari­ hi, s. 28: Çev.: Gölünü, Y, Remzi K itabe­ ni, 1984.

(10) A.g.e., s. 30. (11) A.g.e., s. 31.

(12) Huizinga, J.: Homo Luddnes, s. 28, Çev: Kılıçbay, M.a., Ayrıntı yayınları, 1995.

(13) A.g.e., s. 31.

(14) Alıntılayan M erleau - Ponty: A.g.e., s. 69.

(15) Marcuse, H.: Aşk v e Uygarlık, s. 30, Çev: Çağan, S., May Yayınları, 1968. Aynı kitabın bir başka çevirisi için Bk:

Yardımlı, A.: Eros v e Uygarlık. (16) A.g.e.

ne, bu özlem Hauser’in yetkinlikle vur­ guladığı üzere, “yüksek sınıflara mensup ve kentin zaman zaman katastrofik görü­ nümler de kazanabilen yaşamı içine dal­ mış “uygar çevrelere özgü”dür (10). Da­ hası, son kertede siyasal/ideolojik bağ­ lamda, pastoral, Hauser’in söyleşiyle, “düşlediği barış ve siyasal yatıştırma propagandasının kanşımından başka bir şey değildir” (11).

1980 darbesinin ardından Türk resmi­ nin birçok peyzajında, deniz kıyılarında, koruluklarda, çocuk parklarında geçiri­ len neşeli, çauşmasız, mudu bir yaşamın betimlemelerini gördüğümüzü unutma­ dığımızda, Akıncı’nın bu türden bir gör me rejimini paylaşmadığım kesinlikle söyleyebiliriz. Kuşkusuz, öncelik le siya­ sal/ideolojik bir tavrın açığa vurumu olarak okunmamaktadır bu olgu. Doğ­ rudan, resimsel kaygılardan doğmakta­ dır. Arkadia değildir Akıncı’nın gördü­ ğü. Düpedüz şimdiki zaman içinde var olan gü n cel kentin peyzajıdır. Içeriksel açıdan, düpedüz gerçek çi resimlerdir. Betonlaşmanın , kıyıların işgalinin, sana yi kuruluşlarının, yanlış yapılaşmasını, sanayi atıklarının, denizin üstündeki teknolojik araç gerecin (vapurlar, tan­ kerler) görüntüleriyle karşılaşırız. Pey­ zajın, romantik ve kaçışçı bir aşkınlaştı- rılması söz konusu değildir.

Akıncının nadiren peyzajın içine yer­ leştirdiği insanlara baktığımızda da, sa­ dece görüş rejimine bağlı olarak beliren bu türden gerçekçiliğe rasdayabiliriz. Bunlar, doğa görünümü karşısmda hül­ yaya dalmış insanlar değildir: Ağ ören, ağ çeken balıkçılar, pazar yerinde malı­ nı satmaya ve nafakasını çıkarmaya ça­ lışan kadınlar ve erkeklerdir.

4 - Felsefî, hatta sosyolojik yorum olanaklanve bunların estetik/plastik sorun bağlamlarına eklemlenerek

meşruiyet kazanma istek ve hakları saklı tutulmalı ve yürürlükte kalmalıdır elbet. Ama, ressamın oynuyorum ve yapı­ yorum şeklindeki, bu yorum sal boyut di­ amdan yükselen ses'ıkarşısmda nasıl dur­ malıyız? Bu oynuyorum sözcüğünde, Kant’ın amaçsız amaçlılık ilkesinin yattı­ ğını ve bu ilkenin doğrudan gereksinim alanının ötesinde olanca üretkenliği ile duran özgürlük alanını öngördüğünü bil­ meliyiz. Oyun, ilk anda çağnştırdığı gibi rastgele bir edim değildir. Kuralsız bir oyun yoktur. Huizinga’nın belirttiği gibi “kurallar ihlal edilir edilmez, oyun evreni çöker, oyun diye bir şey ortada kalmaz” (12). Bütün kurallarına rağmen, oyun yi­ ne de son kertede büyüleyici, oyuncuyu eylemlerinde özgür bırakan, buldurucu

ve keyiflendirici bir davranış biçimidir. Gizleneceğim yerleri ben seçerim, oyu­ nun belirlenmiş kurallan içinde kuraca­ ğım tuzakları ben hazırlarım. Kaşıdı izler bırakır ya da tam sersine kanşunnm her şeyi. Geleneksel oyunun elbetteki temsil sorunlanyla ilgisi vardır ama, son kertede oyun “her türlü maddî çıkar va yarardan arınmış bir eylemdir” (13). Sanatsal oyun da böyledir. Hiç kuşkusuz, ressam, bir seyirci, eleştirmen ve galeri sahipleri top­ luluğu karşısındadır. Ressam oynarken bilir bunları, oyunun sınırlarım, kuralla­ rını ihlal noktasına geldiğinde de bilir, ama oyunamayı sürdürür; çünkü elinde değildir. Oynamayı kestiğinde, artık öz­ gür olmayacağını sezinler gibidir.

Burada, kuramsal olmayı fazla önem­ semiyorum. Sanatsal oyunla özgürleşim

olgusunun bağlantılarını aramanın da pek önemi bulunmuyor. Naile Akıncının resimlerine dikkade bakan izleyici, bit­ miş tuvallerin üzerinde pek çok çizgi fark edecektir, işlevsel olup olmamalarının bir önemi yoktur o çizgilerin, belki de bi­ rer jestüel hareketin ürünüdürler. Ama çizilmişlerdir bir kez. Oradadırlar, görü­ nen bir şeyin taklidi ve temsili değiller­ dir. Tuval yüzeyinde, sanki bütün öteki tuvallere yürüyen, onlara doğru yol alan bağımsız çağırışlardır. Bu noktada, ku­ ramsal çerçeveyi hiç göz önünde bulun- durmaksızın, burada, Valery’nin “ressam

vücudunu katmaktadır” sözünü yeniden anımsayabiliriz. Ressam, resmettiği doğa­ ya vücudunu katarken, katıldığı doğa ya da resim, tam da o haline geliş anının iç­ sel bir dürtüsüyle çizgiyi çekmiştir. Çizgi, bitmiş tuvalin üzerinde belki düş görm e­ y e bırakılmıştır. Klee’nin resmini

değer-açık, kesin bir anlamları yoktur, tam ter­ sine, özgürce, haline gelmişlerdir.

5. Sigmund Freud’un kuramının, haz ilkesi ile gerçeklik ilkesi arasındaki geri­ lim üzerinde kurulu olduğu söylenebilir. Haz almak, insanın temel güdüsüdür. Ama toplumsallaşma ve uygarlaşma sü­

1923 yılında Erzurum ve Kafkas kökenli bir ailenin ilk çocuğu olarak Van'da doğan Naile Akıncı’nın, resim sanatına ilgisi, asker kökenli amatör bir ressam olan amcasının İstanbul'u ziyareti sırasında başlar. Ortaokul sıralannda ise Sanayi-i Nefıse'nin ilk kız öğrencilerinden olan

resim öğretmeni Ihsan Hanım'ın yönlendirme­ siyle de devam eder.

1941 Avni Arbaş'ınfırçasından Naile Akıncı.

lendirirken çizginin düş görme kapasite­ sinden söz eden Michaux’nun bu sözün­ de (14) uyarıcı b ir yan görelim. “Kashi- wazaki” adlı kâğıt üzerine bir çalışmasına bakalım Akıncı’nın ya da “Marmara Adası Limanı” adlı tuvale: Çizginin hiç bir işlevi yoktur. Bir ağacın dalları, dal uçlan olabilirler, ama olmayabilirler de. ikinci resimdeki çizgileri ise ne denize ne tekneye aittirler. Tümüyle keyfidirler, re­ ssamın cam öyle istediği için oradadırlar. Konunun, kompozisyonun gereği değil­ dirler. Doğruluk, temsil gibi kavramlarla bağımdan yoktur. Ressamın canı istemiş, hoşuna gitmiş, onlan orada var etmiştir;

reçleri, gerçeklik ilkesini yürürlüğe sokar, insan, haz ilkesinin yönetimindeki dene­ timsiz arzularım disipline etmeyi öğrenir, Marcuse’nin sözleriyle “ussallığa bağlı, bilinçli ve düşünen bir özne durumuna gelir (15). Kültürel özgürlüğün özgürsüz- lük ışığında, kültürel gelişmenin de “kı- sıdamalar ışığında açığa çıktığım” belir­ ten Marcuse, şu noktayı özellikle vurgu­ lar: Sadece tek bir düşünce - eylemi kalı­ bı, ansal cihazın yeni örgütünün dışında kalır ve gerçeklik dkesinin yönetimine

girm em e özgürlüğünü sürdürür: hayal

(fantazi), ‘kültürel değişikliklerden koru­ nur’ ve haz ilkesine bağlı kalır” (16).

C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I 7 8 9

S A Y F A 5

Referanslar

Benzer Belgeler

Yunus Nadi, klâsik bir “ self-ma- de marr=kendi kendisini yapmış adanti'dır Nadir Nadi, imkânlarını babasından alan, fakat bunları, mü­ cadeleci bir ruhtan

Determining coronary artery calcification level by using coronary artery calcium (CAC) scores is an im- portant parameter in for diagnosing cardiovascular risk

Kliniğimize akut böbrek yetmezliği, hiperkalsemi ve hiperparatiroidi nedeni ile yatırılan, takiplerinde akut pankreatit gelişen ve paratiroid karsinomu tanısı

1 Ankara Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği, Ankara, Türkiye 2 Türkiye Yüksek İhtisas Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Tıbbi

萬芳醫院舉辦「病人安全我參與‧就醫安全共把關」集點活動 萬芳醫院為提升民眾就醫時對於「病人安全」觀念的認知,於 11 月

臺北醫學大學 圖書館暨萬芳分館電子資源使用規範 95 年 12 月 29 日圖書委員會議新訂通過 第一條

[r]

Kan­ dinsky gibi soyuta öncülük et­ miş ressamların müzikten yararlandığını biliyoruz .Alan­ tar'daki özellik, bu resim le - rin Adolphe Appia ve Robert Edmond