Eski ¡stanbuldan manzaralar
\
-
---A ra p M e h m e d e
ait eski bir hâtıra..
Tomruk suyunda hasır safası- Gelin başına
serper gibi halkın başına saçılan paralar
Dün, zurnacı merhum Arap Î^ehmedin şöyle kabataslak bir portresini çizmiş, merhuma ait bir hatıradan bahsedeceğimi de ilâve etmiştim.
Vaktiyle, vaktiyle dediğim ya kın zamanlara kadar, umumî tatil günü Cuma idi. Şimdi Pazar gün leri olduğu gibi, o zaman da Cu ma günleri herkes kırlara, mesi relere can atardı.
Döıt arkadaş, merhum Kemal Ahmet, doktor Alâettin, Osman ve ben, bir Cuma Tomruk suyuna gitmeğe karar verdik. Bir gün ev velden, doktor Alâettinle ben, evde mezeleri hazırlattık: Dolma, sövüş, börek, bakla favası filân gibi şey ler. Sabahleyin erkenden buluş tuk. Domates, salatalık, meyva gi bi şeyleri de tamamladık. Şişe şi şe rakılar zaten hazır. Elimizde iki valiz, Kadıköyünden bir payto na atladık. Doğra Tomruk suyu na...
Tomruk suyunun sahibi Sabriye Hanımla ailece tanışırdık. Beni gö rünce, izaza, ikrama başladı. Çeş menin üstündeki düzlüğe — yani mutena bir yere— bir hasır serdir di. Bir desti âlâ Tomruk suyu geldi. Çok sıcak bir Yaz günü idi. Ceketlerimizi filân çıkarıp hasırın üzerine yayıldık. Valizlerimizi a- çıp tabakları, çanakları, çatalları, bıçakları çıkardık. Mezeleri ortaya koyduk ve öğleden evvel, aheste aheste içmeğe koyulduk. Tom ruk, kıyamet gibi kalabalıktı. Her kes de, bizim gibi, hasırların üze rinde sere serpe yayılmış, içiyor du. Akşama kadar, güle söyliye, konuşa eğlene, yavaş yavaş içtik.
Akşam güneşi son ışıklariyle Büyük Çamlıca tepesini yaldızlar ken, tepelerden, bir zurna sesi duyuldu. Edasından belliydi ki, Arap Mehmetti. Ses gittikçe yak laştı ve nihayet, Arap Mehmet göründü. Hem yürüyor, hem çalı yordu. Fakat, yalpalıyarak geli
şinden de, epey yüklü olduğu bel liydi. Bizi görünce şöyle bir dur du. Sonra, bize doğru döndü ve gelip hasırın üzerine çöktü.
Merhum, beni de, Kemal Ah- medi de pek severdi. Selâmlaşıp biraz hoş beş ettikten sonra:
— Çocuklar, dedi, benim rakım bitti. Bana biraz rakı verin.
Biz de, zaten, ona rakı vermek için hazırlanıyorduk. Fakat, dört kişi geldiğimiz için, dört kadeh getirmiştik. Bizim kadehlerden bi rini yıkayıp ona rakı verecektik, Osman kadehi yıkamak üzere des- tiye uzandığı zaman, Arap Meh met merhum:
— Yok, yok, dedi. Ben kadeh is temem. Bana şuradan bir salatalık verin...
Bir salatalık aldı. Ucundan, beş altı santim kadarım kesti. İçini oydu; kadeh yaptı. Onunla iki üç tane üstüste çekti. Bermutad, eli nin tersi ile bıyıklarını düzelttik ten sonra, zurnayı aldı; üflemeğe başladı.
O kadar güzel çalıyordu ki, ya vaş yavaş, etraftan, kadın, erkek, çoluk, çocuk, toplanmağa başladı lar; etrafımızda, çepeçevre, bir hal ka teşkil ettiler. Arap Mehmet merhum, çaldıkça coşuyor, coştuk ça çalıyordu. Bir aralık öyle bir aşka ve şevka geldi ki, zurnayı bıraktı; bir nâra koyuverdi? Elini
cebine attı. Bir avuç para çıkardı. Gelinin başına para serper gibi, kalabalığa doğru savurdu, Elini tek rar cebine attı. Bir avuç para da ha çıkardı. Bu aralık, ben, aklım sıra, onun sarhoşlukla paralarını bitirmesine mâni olmak için elimi uzattım, elini tutmağa niyetlen dim. Kemal Ahmet merhum, kar- şımdaydı. Kaşiyle, gözüyle, karış mamam için işaret etti. Ben de e- limi çektim.
Arap Muhammedin iki cebi, o zamanki kocaman, beyaz bronz yirmi beşlik, sarı on ve beş kuruş luk, nikel kuruş ve yirmi paralık larla doluydu. Bütün gün dolaşmış, çalmış, para toplamış, ceplerini doldurmuştu. İki cebini boşaltmcı- ya kadar, hepsini, avuç avuç, ka labalığın üzerine saçtı. Çoluk ço cuk, yerden para toplamağa başla dılar.
Ondan sonra, tekrar, çaldı, çal dı, çaldı ve coştuğu zamanlar ek seriya yaptığı gibi, ağladı, ağladı, ağladı.
Daim ORUÇLU
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi