Cumhuriyet
O
P A R A S I Z E K
KİTAP
AHMETHAMDi TANPINAR İR
ındaki insan sıcaklığı
o k u r l a r ;
Ahmet Hamdı Tanpınar,23 Haziran
1901 yılında İstanbul’da doğmuş, 24 Ocak 1962 yılında da yine aynı kentte ölmüş. Bu doğum ve ölüm sözlerinin arasına bir yığın kitap sığdırmış bu ünlü yazarımız. Tanpmar’ın bir edebiyat tadı taşıyan mektupları da, derlenebildiği kadarıyla, uzun aralıklarla tekrar tekrar yayımlanmıştı. Geçtiğimiz aylarda yeni birtakım mektupların eklenmesiyle yeniden yayımlandı bu mektuplar. Prof. Dr. Gürsel Aytaç, mektuplarından hareketle başka bir Ahmet Hamdi Tanpınar koyuyor önümüze. Kültürümüzde deliliği konu edinen bir edebiyat geleneği yok, ama son yıllarda bu konudaki yayınların sayısında hızlı bir artış var. Bunların içinde hemen öne çıkıvereni de Ayşe N il’in “Kaçıklık Diploması” adlı kitabı. Ilhan Başgöz hocamızın kitapla ilgili ilginç bir yazısı yer alıyor sayfalarımızda. Bol kitaplı günler.
Ahm et Hamdi Tanpırnar’ın mektupları yeni eklerle yayımlandı
Mektuplardaki insan sıcaklığı
Tanpsnarıc
lektş
Mektuplar, bir yazarın sanat dünyasını daha
iyi değerlendirmede edebiyat bilimciler için
genellikle birer belge niteliğinde. Bunun da
ötesinde insan sıcaklığı taşıyan, içtenliğinden
kuşku duyulmayacak itiraflar, düşünceler,
duygular. Herhalde o yüzden de edebiyata ilgi
duyan her düzeyden okuyucuya
seslenebiliyor. “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Mektupları” da
farklı açılardan okunabilen bir kitap.
S
PROF. DR. GÜRSEL AYTAÇ
anat ya da düşünce tarihine geç miş kişilerin mektuplarını toplu bir halde yayınlamak, şüphesiz önemli bir kültür hizmeti. Ah met Hamdi Tanpmar’m mektuplarını yayma hazırlayan Prof. Dr. Zeynep Kerman’ı ve Dergah Yayınevi’ni kut lamak gerek.
Tanpmar’m 1929-1961 yılları ara sında yazılmış bu mektupları tarih sı rasına göre değil, yazdığı kişilere göre sıralanmış. Derlenen mektuplarda önemli olanm, mektubun
muhatabm-dan ziyade, mektubu kaleme alan olduğu düşünülürse doğrudan doğruya kronolojik sıralama daha yararlı olacaktı, çünkü yazarm ya şantılarını, değişimi-gelişimr açı sından değerlendirmek imkânı kolaylaşacaktı.
Kitap, Ahmet Kutsi Tecer’e yazılan (1931-1959) 18 mektupla başlıyor. Sonra sırasıyla Cevat Dursunoğlu’na dört (1942-1961), Adalet Cimcoz’a otuzdört (1953-1960), Tarık Temel’e onüç ( 1957-1960), Mehmet Kaplan’a dokuz ( 1944-1960), Sabahattin Eyub- oğlu’na üç ( 1953 ), N ur Tahsin Salor’a bir (tarihsiz),‘ Hüseyin Tahir Salor’a iki (1959), Niyazi Akı’ya bir (1960), Hüsamettin Bozok’a iki ( 1959-1960), Haşan Ali Yücel’e bir (1961), Avni Givda’ya bir ( 1929 ), Antalyalı genç bir kıza bir (tarihsiz) mektup içeriyor. Ahmet Hamdi Tanpmar’m bu mek tuplarda dile gelen kişilik özelliklerini, şiir, edebiyat, resim, müzik hakkında- ki görüşlerini, Avrupa izlenimlerini şöyle özetlemek mümkün: Ahmet Hamdi Tanpmar, sağlığına çok düş kün bir insan. Hastalıklarından, rahat sızlıklarından epey tedirgin. Dostları na bu konuda sık sık ayrıntılı bilgiler vermesi ne kadar kendini dinleyen biri olduğunu gösteriyor. Meselâ 31. Ara lık 1958’de Mehmet Kaplan ’a yazdığı mektup bu tür sağlık haberleriyle baş lıyor:
“Paris hülyâsı ki hâlâ pek tahakkuk etmiş sayılmazsa dahi bizim ürtikere kâfi deva olmadı. Bir kere sıhhî, İçti maî veya siyasî (İlmî dememek için), cehli bir vaziyet teessüs etmesin, kolay kolay baş edilmiyor, Vakıa had devri geçti ve ben Onbeşinci Louis devrin deki o kart züppeler gibi pudralı soka ğa çıkıyorum artık. Çünkü., hastalı ğımdan yüzüm bembeyazdı. Kaşmma da nadir anlarda ve pek hafif. Hattâ perhiz ve ilâca devam edilirse hiç yok gibi. Yalnız perhiz çok güç ve ben za yıflamadım. Ayrıca, éosinophilie diye bir madde çıktı kanımda. H attâ yüzde yirmibeş, yüzde ¿drmisekiz görüldü. Küstahlık, edepsizlik. Yahut da do ğuştan böyleyim, o zaman iş değişir. Hülâsa her laboratuvarda biraz kanım var. Beyaz gömlekli, gözlüklü ve son derece dikkatli doktorlar milimetreka- relerinde benim éosinophilie’mi sayı yorlar.” (s. 202)
Öğrenimi gereği mesleği edebiyat öğretmenliği, daha sonra da üniversite hocalığı olan Tanpmar, mektupların da çeşitli vesilelerle bu işi monoton, sı kıcı bulduğunu açıklar. Gerçi “Oğlu ma meslek seçmek icap etse, hoca ol! derim. Hoca ol, sonraher şey olmak is tersin. Hakikati isterseniz hocalığı dai ma sevdim” (7 Şubat 1943 ) gibi sözle rine de rastlıyoruz mektuplarında, •<
• r ama bunlar neredeyse “ayıp olmasın” türünden öylesine söylenmiş sözler. Çünkü Ahmet Hamdi Tanpınar me bus olmak ya da yurtdışma gönderil mek için yardımlarını istediği dostları na yazıyor; yani asıl amacı bu işten uzaklaşmakken söylüyor bunları. H o calığın “rutin” ve “teknik” yanından bunalmakta, asıl işi saydığı yazmaya bu yüzden yeterince vakit ayıramadı ğına inanmaktadır. (1936’da Ahmet Kutsi Tecer’e (zamanın Talim Terbiye Kurulu üyesi) Avrupa’ya bir inceleme - araştırma gezisi için nerdeyse yalvar ması, tek kelimeyle ilginç!
“Kutsi, ister misin ben mesut ola yım? Beni bir sene için Avrupa’ya ma aşımla ve bir parça da yani birkaç yüz liralık bir tedkik seyahati masrafıyla gönderin. Bu seneler benim için çok mühimdir. Bir daha Cevat’ı, seni Yük sek Tedrisat’ta kolay kolay nereden bulacağım? Bulsam bile kimbilir gide bilir miyim? Cevat’ı kandır. Biliyorsun ki Cevat bunuyapabilir. Bana (500) li ra ile bir senelik izin verse, hem gezmiş ve ne bileyim, bir şeyler öğrenmiş olu rum, hem de dinlenirim. Ben mektep ten çıktım çıkalı geçirdiğim onüç sene yi yaşamadım: sırtımda bir dağ gibi ta şıdım, yorgun ve bîtabım. Evvelâ bu ders denen (daireden, çemberden) bi raz dışarı çıkmaklığım ve dinlenmekli ğim, sonra da bu Avrupa ihtibasından kurtulmam lâzım. Ne olur beni geniş insanlıkla bir kemal haline getirin.” (s. 23)
Tatilden istifade ederek “kitaba ça lıştığını”, derslerin başlamak üzere oluşundan sıkılarak söz eden Tanpı- nar, “arabaya koşulacağım” diyor Kut si Tecer’e (1943). Cevat Dursunoğ- lu’nâ yine 1943 yılında yazdığı imzasız bir mektupta mebus olmak istediğini, buna da Cevat Bey’in “delâleti’ yle ulaşmak umudunda olduğunu belir tir. Hocalığın “şahsî mesaiye” imkân ve vakit bırakmadığından yakınarak politikaya atılmakla bambaşka şekilde ufkunun genişleyeceğine inancını be lirtir:
“Politika çok hoşuma gidiyor. Ne kendimi boş yere harcamak, ne hasisçe tasarruf etmek, kiymederimi daha faz la bir rayiçle işletmek niyetindeyim. Hayatımda değişiklik olsun istiyorum. Bunu zihnî hıfzısıhham için lüzumlu görüyorum. Kırk yaşımı geçtim. Fikir lerim ve sevgilerim var, kendimi, to hum ne kadar yetişebilirse, o kadar ye tiştirdim. Faideli olabileceğim yeri seç mekte hakkım vardır. İşte bu hakkı is timal ediyorum. Şimdi çok ufuksu zum, bir ufkum olacak. Beni yolun ba şına getirin, yürümesini bilirim; aldan- mışsam, hesabımda yanıldığımı da söylemeye cesaretim vardır. ” (s. 51)
Gençlik yıllarında, içinde bulundu
ğu edebiyatçılar çevre sinden de memnun de ğildir Tanpınar. “... bi zim edebiyat âlemi ke paze bir âlem” der Kut si Tecer’e (7.Nisan
1936). Yahya Kemal hakkında aynı mektup ta şu satırlar var:
“Arasıra Yahya Ke mal’i görüyoruz. Üstad kabara kabara sanattan bahsediyor. Bu günler de pek bedbin. Senden sonra Peyami birkaç ya zı yazdı aleyhinde. Fa kat onlardan bahsetmi yor. Genç şairler için ‘zavallı gümüş balıkları Yusuf Ziya’nın oltasına takıldılar...’ diyor. N e cip için de bir iltifatı var.” (s. 20)
Ahmet Hamdi Tan- pmar, çevresine yönelt tiği eleştirel bakışı ken di hayatına da çeviri yor, verimsizliğini, zor ve yayaş yavaş yazdığım zaman zaman söz ko nusu edip yakmıyor. Goethe’nin hayatı hak kında okuduğu bir ki tap, kendisinin o güne kadar gerçekleştirdik lerinin güdüklüğünü düşünmesine yol açı yor. 9 Mayıs 1936’da, yani 35 yaşmdayken şunları yazıyor:
“Bu kadar sathî olu şuma sebep ne? Bilir misin, öldürücü bir şey bunları düşünmek,. Demek olacağım yerde sofrada kaşık filân jgibi bir şey oldum. Beni asıl müteessir eden kupku ru kalışımdır. Goethe benim iki manzumeyi yarım yamalak yazabil diğim bir sene içinde 3 - 4 eser, hem de bütün Avrupa’yı birden sar san 3-4 eser yazıyor du.” (s. 22)
Hayatının “münzevî” geçtiğini belirterek, ge çim derdi yüzünden kendine zaman ayıra
madığından da şikayet ettiği aym mek tupta bir Avrupa gezisinin kendisine çok şeyler vereceğinden söz ederek Kutsi Tecer’den yardım diler.
Paris’ten (1953) yazdığı mektuplar, büyük oranda gezi izlenimleri, gezi notları niteliğindedir. Bu izlenimlere geçmeden önce şunu öğrenmek duru
munda oluyoruz: Ahmet Hamdi Tan- pınar, Paris’te de istediği verimliliğe ulaşamaz. Daha çok, izlenimler edin mek, resim, heykel ve müzik alanların da bilgisini zenginleştirmekte, daha sonrası için birikim sağlamaktadır. Öte yandan, gördükleri onu sürekli karşılaştırmalara sürükler, “Avrupa ve
biz” konusunda düşünmekten âdetâ yorgun düşer. 9 Ağustos 1953 günü Adalet Cimcoz’a şunları yazıyor:
“Bu hayatı bir Fransız, bir Avrupalı olarak yaşamak, iğreti olarak buralar da gezmemek, muazzam ve bizim tat madığımız, tadamayacağımız zevkler. Fakat bizim değil, biz değiliz. Gelince m
■ göreceksin ki içinde bir şey aksıyor in sanın! Düşün bir kere, sade Louvre’a, o bale cihazıyla operaya sahip olmayı! O Ingiltere toprağmda, o berekete, o cennete, o refaha ve çalışma fikrine ve zihniyete sahip olmayı. Tabiatıyla b ü tün üstünlükler, bir yığm hazin muka yese ile insana her an hücum ediyor. Ben Avrupa’yı gezmedim Adalet, yük lendim . Vatana gelince bu yükten kur tulacağım.” (s. 93)
Yanlızlıktan yakınmak, Ahmet Hamdi Tanpmar’ın mektuplarında sıkça rastladığımız bir tavır: Anka ra’dan, İstanbul’dan, hem de Avru pa’dan yazdığı mektuplarda. Paris’ten 4 Haziran 1953’te şöyle yazıyor:
“Benim tezgâhım, laboratuvarım, hep kafamın içi. Galiba ondan sıkılı yorum. Bir de Fransızlarla dost ola madım. Tesadüfün getirdiklerini ben beğenmedim, ısrar etmedim. Meselâ Malraux ile, Sartre’la, Camus ile dost olabilirdim. Fakat onlar küçük krallar. Benim haddimi aşmışlar. Beynelminel şöhretleri var. işte bu yalnızlık yok muplnsan çıldırtabilir.” (s. 74)
Mektuplarında, hayatının, şiirinin hesaplaşmasını da yaptığı oluyor Tan- pınar’ın. Yazdıklarından kolay kolay memnun olmayan, mükemmele ulaş ma peşinde, zor beğenir bir şair var karşımızda. Kitabının baskısını elden geldiğince ertelemek için dostlarından yayıncısıyla konuşmalarını ister. M ü kemmeli yaratma arzusunun doğal so nucu, az üretir ve bu da onda ortaya az şey çıkarmanın üretken, olamamanın sıkıntısını doğurur. 20 Mart 1960’ta Adalet Cimcoz’a Paris’ten yazdığı bir mektupta şiir anlayışı ve içinde bulun duğu o sıkıntıyı şöyle anlatıyor:
“Bu işin asıl felâketi, bu beş-altı for mada bütün bir ömrün bulunmasın dan ve yirmi beş yaşımda yazdığımı bugünkü gözüm ve anlayışımla gör mekten geliyor. Bir müzisizmin her şe yin yerine geçtiği ve Türkçe bulunan bir kafiyenin bir zafer addedildiği de virlerde yazılmış şeyler. Şimdi şiirden sadece musikiyi istemiyorum.(...)
Binaenaleyh müdhiş bir yıkılış için deyim. Kendi harabemde oturuyo rum. Bu, çalışamıyorum demek değil dir. Ah bu hürriyet senesi on sene ev vel olmalıydı ve on sene evvel ben bir kaç sene dersten, zil sesinden uzak kal malıydım. Belki bir şeyler yaptım; fa kat tam istediğimi değil. Benim istedi- *ğim insanın ötesiydi, yoksa satıhtan toplama empresiyonlar, şark sanatları nın tek hususiyeti, her türlü acemiliği mazur gösteren ve hattâ tatlı kılan bir ekspresyonizm değildi.” (s. 153)
Yine aynı mektupta bizim şiirimizin büyük eksikliğinin, “hep dilde kalma sı” öldüğünü, dille oynamadan ibaret oluşunu açıklar.
Gerçek nesre geçiş, bir bakıma duy gudan düşünceye geçiştir. Roman, en- tellektüalizmin edebî biçimlenmesi sa yılabilir. Ahmet HamdiTanpmar, ede biyatımızda şiirden romana geçişin öz lemini çeken, gereğine inanan bir ede biyatçı. Şöyle diyor:
“Ah içimizdeki hakîkî roman deha sıyla doğmuş biri çıksa da bunları yaz sa, Türkiye’nin romanı bu işte. Hiç kimse yaşına ve talihine razı olmuyor. H er yerde olabilir diyeceksin, olabilir ama, arkasından birisi çıkar, cemiyete, hayata, büyük realitelere bağlar.” (24.Mart.1960) (s. 154)
“Türkiye bir romancı arıyor. Ro mancısını. Bir çeşit Gogol.” (18.Nisan
1960) (s. 159)
Ahmet Hamdi Tanpınar, 24 Ocak 1962’de öldüğü zaman 61 yaşındaydı, yani ihtiyarlık dönemini göremedi. Belki de çok uzun yaşayamayacağmın sezgisini taşıyordu. Mektuplarında za man zaman yaşlanma, yaşlılık yakın
maları var, oysa o sıralar daha altmışı na bile gelmemiştir. Birçok izlenimle rini, yaşantılarını değerlendirirken yaş faktörünü hep hesaba katıyor. Meselâ İngiliz kızlarının güzelliğinden nasıl et kilendiğini anlattığı bir mektupta “ya şıma münasip bir temas,” dediği bir yaşantısı var ki aslında Tanpınar’ın “güzellik” konusundaki f elsefesini dile getirmesi açısından ilginç. Ingiltere’de muayene için gittiği bir klinikte rad yografi çekimi için masaya yatırılmış beklerken, içeri hiç görmediği şekilde güzel bir hastabakıcı girer:“Bilir misin ne oldum? Anlatamam ki. Hakikaten illumination gibi bir şeydi. Musikiden başka hiçbir şey üzerimde böyle bir te sir yapmadı. Sanki tabaka tabaka b ü tün sırlar, perdeler önümde açıldı. Sanki yirmi yaşında idim. Ve doğrusu nu istersen çoktan beri, senelerden be ri unuttuğum bir hakikati, kendi haki katimi buldum: Güzel irreel’dir. G ü zel keşiftir. Güzel maddeyi ‘idea’ ya
par.” ( 1959 Paris) (s. 210)
Bu, güzellik konusundaki anlamlı saptama gibi, Tanpınar kendi yaratıcı lık dünyasında önemli düşünce ve gö rüşlerinin birkaçını mektuplarında di le getiriyor. Doğulu., Batılı hayat algı layış üslûpları, bizim bu kategoriler arasmdaki yerimiz, zaman zaman söz konusu oluyor.Mektuplar, bir yazarın sanat dünyasını daha iyi değerlendir mede edebiyat bilimciler için genellik le birer belge niteliğinde. Bunun da ötesinde insan sıcaklığı taşıyan, içtenli ğinden kuşku duyulmayacak itiraflar, düşünceler, duygular. Herhalde o yüz den de edebiyata ilgi duyan her düzey den okuyucuya seslenebiliyor. “Ah met Hamdi Tanpınar’ın Mektupları” da farklı açılardan okunabilen bir ki tap. ■
Tanpınar’ın Mektupları / H azırla -yarr.Zeynep Kerman / Dergah Yayınları /276s.
A H M E T H A M D İ T A N P I N A R ' D A N A D A L E T C İ M C O Z ' A M E K T U P L A
Antibes, 14 Eylül 1959 Adalet,
Londra’da çok güzel, istediğim ¿tbi, tam bir havadis ziyafeti mektubunu almıştım. Yazık ki istim üzerinde idim. Paris’te de büsbütün başka türlü oldu, inan dos tum, Londra’dan Avrupa’ya geçen insan biraz da yıldız değiştirmiş gibi oluyor. Bütün o bakışınızı alıp götüren güzel kızlar ve kadınlar, Ingiliz örfünün sertliği ve hürri yetsizliği, zenginlikler, parkların yeşili ile beraber kaybo luyor. Yerine büsbütün başka bir şey geliyor. Şüphesiz Paris çok güzel, hiçbir şeye değişmem ama... çirkin tara fı çok. Başta güzel denen şeyin azlığı geliyor tabiî. Haki katen Anglo-Saksonlar tasavvur edilemeye
cek kadar güzel. Fakat işte Paris’in de ken disine göre bir havası var. Bir hava ki başka yerde bulunmuyor. Hâm id’le Yahya Ke mal’in farkları bu iki şehirden gelse gerek... Palavra tabiî. Çünkü Hâm id’in ilk gördüğü şehir Paris’tir. Avrupa şehri demek istiyo rum. Hülâsa eski sevgili tekrar saltanatını kurdu, şimdi içmekte olduğum -Tarık duy masın- cigara gibi. Göğsüm âdeta çökük.
Bittabi (S) -Ey naz ü işve yâl ü bâl olan
sana Y.K. geldi. Hastalandı, iyileşti. Kırıttı, gezdi, gör düklerini bildiğin tavırlarla bana anlattı. Dört gün de ona koy. Derken Adnan... Gayet sevimli, lüks eşya ze- kâsıyle. iki gün sonra S.’yı Adnan’a teslim ederek ben yola çıktım.
Bu sefer cenubu görmek istiyordum.. Ve Sabahat tin’in de orada olacağını tahmin ediyordum. 13 saat Fransa denen bahçeden geçtik. Hiçbir zaman Ingiltere kadar renkli değil, fakat harika güzel. Abidin çok üzel bir evde oturuyor. Akdeniz balkonunda. Ama Sabahat tin yok. Bergen’den yedisinde gelecek olan Sabahat tin’den haber bile yok. Doğrusu merak etmeye başla dım. Burada Pertev, Abidin, Avni, Pertevde Abidin’in karısı sabah akşam birbirimizi görüyoruz. Güzin’in gü zel bir otomobili var. Dün gece Fikret Muallâ’ya kart bı
rakmak ister gibi Cannes’a gittik. Tabiî bütün sahil ışık tan kırılıyordu. Muhteşem oteller, caddeler, tatil başladı ğı için hırdavat tarafı gitmiş, zenginler ve güzeller kalmış bir kalabalık. Turizm denen şeyin kraliçesi. Bir asrın can sıkıntısı ve rezileti ile beslenen, süslenen bir kadın. Ara sıra bir otomobilde bizimkilere hiç benzemeyen bir milyoner geçiyor. Sinema ilânları, mağaza ışıkları, hınca hınç kahveler. Hülâsa iki gün sonra benim için eskiye cek bir yığın şey. Çünkü bu hayata girmemin imkânı yok. Biliyorum ki, Cartlon’da sekiz gece yatsam başka türlü bir insan olurum. Ama kabil değil. Onun için, sa dece şaşıracağım ve benimseyemeyeceğim yalancı elmas lar satan bir kuyumcu dükkânı gibi her ta rafım inanamadığım pırıltılarla doldu.
Sabahattin’den sonra ikinci hayal sukutu havanın bozması. Evvelsi akşam, dün sa bah o kadar munis olan deniz kudurdu. Galiba lodos olacak. Acaip bir fırtına deni zi ve etrafı alt üst ediyor vebittabi onunla beraber baş ağrıları, tatsızlık... Daha çalış maya başlayamadım. Zannediyorum ki ha va açılırsa burada kalacağım. Romanm mü him bir kısmını burada bitirmek istiyorum. Allah kısmet ederse, tabiî ayrıca-da biraz cenubu gör mek. Belki Ispanya’ya inerim. Belki de İtalyan Rivie- ra’sına geçerim. Programda her ikisi de var. Fakat asıl İtalya seyahatimi gelecek yaz yapmak istiyorum.
Sizler ne haldesiniz? Deniz beni berbat etti. Müdhiş bir hasret var içimde. Hâlâ Tacettin’e geçmiş olsun diye ceğim. Bütün tanıdıklara çok selâm söyle ve Hamdi ne fes almak, hepinizi tek tek hatırlamak için havanın dü zelmesini bekliyor, de. Çünkü ne bu pelte gibi gök akın da, ne gürültü cehenneminde insan hiç de kendisi değil.
Tekrar tekrar hepinizi kucaklarım. Sabahattin için ga zetelere ilân vereyim mi? Mehmet Ali ne yapıyor? Dok tor Kemal’in midesi ne oldu? Haydi gözlerinden öperim canım.
A H. Tanpınar
S A Y F A 1 0 C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I 1 7 3
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi