o
İstanbul şehrî, bilhassa son senelerde her gün biraz daha değişmekte, büyük bir
hızla yeni bir çehre kazcnrr.aktadır. Son senelerdeki muazzam değişikliklerin mana
sını daha iyi anlamak için, uzak değil, 50 ila 70 sene evvelki İstanbula bir göz
cfmak kâfi gelir. Hayat mecmuası, «Eski İstanbul» a tahsis ettiği bu sahifelerde,
B İ R
B A Ş K A
T E P E D E N
Sana dün bir tapadan baktım aziz İstanbul! Görmedim: Gazmadiğim, savmadığım hiçbir yar. Ömrüm oldukça, gönül tahtıma, kayfinca kurul Şada bir samtini savmak bila bir ömra dağar. N k a ravnaklı çahirlar görülür dünyada, LSkin afsunlu güzalliklari sansin yaratan. Yaşamıştır, derim, an hoş ve uzun rüyada. Sanda çok yıl yaşıyan, sanda ölan, sanda yatan.Yahya Kamol Bayatlı
yarım asır evvelki İstanbulun görünüşünü, yaşayışını, eski fotoğraf ile gravürlerden
ve bir anma vesilesi olması için o devri yaşamış, fakat bugün hayatta olmayan muhar rirlerin pek cz tadil edilmiş kalemlerinden anlatmaya çalışmakta, böylelikle genç
nesillere, artık hafızalardan silinmekte olan Eski İstanbul hakkında bir fikir ver mek istemektedir. Mahdut sahifeler içinde bu fikri biraz verebilirsek ne mutlu bize!
KUPU I _k i III kill
iv i Îcı/El E Arka -plânda Kadıköy görülen altmış yıl öncesine
IK.I Ib K c L b ai£ Haydarpaşa vapur iskelesi, yukarıda görüldüğü
gibi bir taş birikintisinin berisindeki ensiz bir rıhtımdan ibaretti. Elli yıl öncesine ait Kadıköy iskelesi de yanda görüldüğü gibi idi. Kadıköy sahili doldurulduğu gibi, Haydarpaşanm yukarıdaki fotoğ rafta rıhtım ın berisinde deniz olarak görülen ktsmı da doldurulmuş ve gar binası bu dolma kısma inşa edilmiştir. Haydarpaşa iskelesinde görülen vapur, Ahmet Basim'in fıkralarında sık sık bahsettiği ve ağır gitmelerinden ötürü «Ton-ton» adını verdiği 4 ve 5 numaralı İdare-i Mahsusa vapurlarının 4 numaralısıdır. Ahmet Basim bu vapurlar için şöyle demektedir: «4 numara, 5 numara da kötü kaderlerinin neticesi olarak tamir yüzü görmeden nerede ise deniz üstünde can verecekler.»
t T ÖPRÜ ile Kadıköy arasındaki mesafenin kaç mil olduğunu bil miyorum. Ben, karşı yakaya gitmek için vapurların zorlana zorlana ya rım saatten evvel varamadıklarım gördükçe de şaşıyorum. Zaten «Kadı köy» vapurunun, matbuat dilinde «gecikme» nin işaret ve alâmeti ol duğuna hükmederdim. Geçen gün de bu vapurlardan birinde bulunu yordum. Vapur hareket ettikten bir iki dakika sonra bir feryattır koptu. Küpeşteye koşan koşana... Herkeste bir korku. Ne var diye ben de seğirt tim. Bakışlar, öteden beri dolu yel ken gelen bir mavnaya dikilmiş du ruyor. «Aman çarpışma olacak!» di ye bağıran bağırana. Üstü başı ol dukça temiz bir zata dedim ki:
«Çarpışmadan bizim için ne teh like var ki bu kadar korkuyorsu nuz?»
Adamcağız dikkatle yüzüme baktı. Dedi ki:
«Nasıl yok. Geçenlerde bunlardan biri vapurun çarkını parça parça et ti.»
Oysaki korkan sade yolcular de ğilmiş. Kaptan da endişeli, başı eli bir tarafta var kuvvetiyle «Tomayt», «İstoper» diye bağırıyor. Her ne hal ise kazayı, tehlikeyi atlattık. Yerleri mize oturduk. Artık çarpışma
üzeri-KABAKÖY KÖPBÜSÜ — Karaköy ile Eminönü arasında ilk köprü 1844 yı lında kuruldu. 1863 te yeniden ya pıldı. 1867 de 105.000 altına bir İn giliz şirketine demir olarak yaptı rıldı. 1912 yılında 250.000 altına Al man MAN şirketine bugünkü köprü inşa ettirildi. Köprü, çelik dubalar üstünde demir iskeletti, fakat yanda görüldüğü gibi ahşap döşemeli idi.
Merhum Ahmet Rasim,
“Şehir Mektubu,, adı
al-tınd a yazdığ ı fııkralarla,
İstanbu
¡1hakkında büyük
ölçüde bilgi bırakmıştır.
Aşağıdaki yazı, onun tler
fırsatta bahsettiiJi
Kadı-köy vapurlarına dair
fıık-ralarından
alınmıştır.
A H M E T R A S I M «ŞEHİR M EK TU B U 'ndcm »
ne açılan söz bahisleri aldı yürüdü. İçlerinden tuhafça bir zat dedi ki:
«Dikkat ettiniz mi?» «Neye?»
«Aman dikkat etmediniz mi?» «Hayır.»
«Bir daha dikkat edin. Kaptan tomayt deyince, makinelerden yuka rıya doğru kesik kesik bir ‘aman!’ sesi geliyor.
«‘Fulspit’ dedi mi, bu amanlar his sedilecek kadar süratle artıyor. İs keleye yanaştığımız zaman kaptan, ‘geçmiş olsun...’ kabilinden bir ‘İs- top’ dedi mi, hep bir ağızdan ‘âmin.’ dememiz lâzım geliyor.»
Bu tarif, ustalıkla anlatıldığı için epeyce gülüştük.
Derken Kadıköy’e yaklaşmak üze
reydik. Gözümüze deniz üzerinde bir rıhtım başlangıcı göründü. «Bu ne dir?» diye soruldu.
«Liman ağzıdır.» «Neye yarıyacak?»
«Allah kısmet eder de bitirilirse, deniz vasıtaları lodosun tesirinden kurtulacak. Vapurlar selâmetle kıyı ya yanaşacak. Fakat, gel gör ki bir yıldan beri ancak iki metrelik bir inşaat yapıldı.»
4 numara, 5 numara da kötü ka derlerinin sonucu olarak tamir yüzü görmeden nerede ise deniz üstünde can verecekler.
Bunların durumuna bakan şair: «O mâhiler ki derya içredir der
yayı bilmezler!»
Malûm mısraını değiştirerek: «Bu vapurlar ki derya üzere tamir görmezler!»
Dediği gibi, bir diğeri üe: «Bu vapurlar ki derya üzeredir, deryada yüzmezler!»
Diye mısra düşürmüş.
İdare-i Mahsusa ile Şirket-i Hay riye'nin arasındaki çatışma pek çok olsa gerek. Bu iki idare birbirleriyle bağdaşamadıkları için olmalıdır ki birbirlerinin iskelelerine uğramıyor lar. Meselâ Kadıköyünden Sanyere gidecek olan bir zat. Köprüye inip, oradan Şirket-i Hayriye vapurlarına bindikten sonra gidiyor.
Acaba bu iki idare bu bapta bir anlaşma yapsalar da, belirli saatte Boğaziçine, Kadıköy ve Adalara; Ka dıköy ile Adalardan, Boğaziçine bir kaç posta işletseler olmaz mı?
Kadıköy büyüdükçe büyüyor. Köy birkaç sene zarfında Haydarpaşa ile birleştiği gibi, Zühtüpaşa mahallesi ve Kızıltoprak’a doğru da kol atıyor. Fakat şose namına bir şey yok den se câizdir. Hele Haydarpaşa rıhtımı hemen kalmamış denecek halde...
GÜLHANE PARKINDA KADINLAR — Ellerinden geldiği kadar o acayip çarşafa da çeşni vermeğe çalışmış olan eski Türk kadınları Gülhane Parkında.
«Ah çarçabuk kuyruklu ile hısım akraba oluverdiler... Onların halası ise iki gözüm benim de teyzem ol sun bize dokunmasın...»
Mebrure:
«Benim de büyükannem olsun...» Bedriye Hanım:
«Benim de kaynanam olsun ba ri...»
Hep bir ağızdan bir kahkaha salı verirler. Gürültüden salıncakta Hay dar uyanır... Bir ağlama, bir yayga radır başlar. Emine Hanım pencere den çekilip çocuğu sallayarak:
Uyandı oğlan a dostlar... ninni Haydi gidin hoşhoşlar... ninni Benim yavrum uyuyacak... ninni Gülüşmeyin hanımlar... ninni E...e...e...e...eh...
Emeti Hanım:
«Kızım Bedriye, kuyrukluyu kay nanana benzetme... Eğer hırçınlığı ona çekecekse maazallah bu dünya alt üst olur. »
Bir ikinci kahkaha sağnağı başla dığı esnada Emeti Hanımın başı bir denbire duvarın arkasından kaybo lur, sesi kesilir.
Bedriye Hanım, Mebrureye hita ben:
«A... Hatuna ne oldu? Birdenbire lakırdıyı kesti, ortadan kayboldu.
(Haykırarak) Emeti Hanımcığım
düştün mü? Ne oldun?» Emeti Hanım biraz derinden: «Ah ne olacağım... Üstüne bastı ğım çürük küfenin dibi çıktı. Göğ süme kadar içine gömüldüm. Ne kalça, ne kuyruk sokumum kaldı... Hep sıyrıldı. Hurt oldum şöyle hurt. Nene lâzım senin a alık kahpe kü feye çıkıp da komşularla çene yarış tırırsın...»
Bedriye Hanım:
«A vah... vah... Gördünüz mü za vallının başına geleni. Evde kimse yok mu Emeti Hanımcığım?»
Emeti Hanım:
«Yok ya... Oğlan mektepte... Hay- riyem de etekliğinin etrafma maki ne çevirmeğe bedestenlilerin evine gitti...»
Bedriye müteessifane:
«A onlar gelinceye kadar ne yapa caksın küfenin içinde?»
Emeti Hanım inliyerek:
«Ah ne yapacağımı bilir miyim yavrum?... Kapana tutulmuş fare gibi bunun içinde oturacağım...»
Bedriye Hanım:
«Şöyle biraz çalış çabala bakalım... Belki çıkarsın...»
Emeti Hanım sağma soluna kıv ranıp çıkmağa uğraşarak:
«Ah mümkün değil... Küfenin ağaçlan böğrüme batıyor... Tıpkı ka pana benziyor... İçine girmesi ko lay çıkması güç... (Ağlamağa baş layarak) Ne yapacağım ben şimdi?» Emine Hanım salıncağın başında ninnisine devamla:
Pek yaramaz susmuyor... ninni Ne desem uyumuyor... ninni Kuyrukludan korkmuyor... ninni E yavrum e...e...e...eh...
KOMŞULAR ARASINDA
Devrinin en çok okunan muharriri olan Hüseyin Rahmi, bilhassa mahalle kadınlarının
konuşmalarında büyük ustalık göstermiştir. Aşağıda okuyacağınız yazı, onun kuvvetle
çizdiği bu eski İstanbul kadm tiplerinden birkaçının, Haley kuyruklu yıldızının dün
yaya çarpacağı rivayeti üzerine, aralarındaki konuşmayı canlandırmaktadır.
HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR
«KUYRUKLU YILDIZ A LTIN D A BİR İZ D İV A Ç » R O M A N IN D A N .
f-bânıjt>
TÜRK EVLERİ — Sayıları gittikçe azalmak ta olan eski Türk evleri ile süslü bir sokak.
“ O
geçenki kuyruklu için bir ucu yerde, bir ucu gökte de diler. Atiye Hanımın evinden gözü küyor imiş. Bir gece akşam yeme ğinden sonra oraya gittik. Şöyle Cerrahpaşa camisinin yanma doğru havada iri sorguç gibi bir şey gör dük.”Üst taraftaki komşu Emeti Hanım, bahçe duvarının önünde, dibi yukarı yani tersine konmuş, bir eski küfe nin üstüne çıkarak kınalı saçlarını gösterip:
«A çocuklar nedir telâşınız? Vıcır vıcır orada ne ötüşüyorsunuz?»
Bedriye Hanım:
«Kuyrukluyu söyleşiyoruz Emeti Hanımcığım.»
Emeti Hanım: «Hangi kuyrukluyu?» Bedriye Hanım:
«A kaç tane var kadınım?...» Emeti Hanım:
«Kaç tane istersin? Sokak dolusu var.»
Bedriye Hanım:
«Biz o sokaktaki kuyrukluları söy
lemiyoruz canım... Gökte ki kuyrukluyu konuşuyo ruz. Birkaç haftaya kadar dünyaya çarpacakmış di yorlar...»
Emeti Hanım:
«Siz gökteki kuyruklu lardan korkmayınız, yer- dekilerden korkunuz... Bu berikiler daha tehlikeli...»
Bedriye Hanım istiğrap- la:
«Bu yerdekiler hangileri a kuzum?»
Emeti Hanım:
«Hangileri olacak?... Gu- guruklannın tepelerine ya lancı pırlantadan birer iğ ne iliştirip, çarşaflarının eteklerini birer arşın yer lerde sürüyerek sokaklarda gezen kuyruklular...» Bedriye Hanım:
«İlâhi Emeti Hanımcığım. Kıya metler kopsa sen yine böyle genç lerle uğraşmaktan vazgeçmezsin... O zavallı hanımların kuyruklu olup da kime çarptıkları var?»
Emeti Hanım hiddetle:
«Nasıl? Nasıl... Onların sademele- rine uğrayıp da az delikanlı mı hur dahaş olmadı?...»
Emine Hanım hafif hafif gülerek: «Y ıldız çarpıp da kıyamet kopa cak diyorlar da bak bu kadm hâlâ ne düşünüyor?»
Emeti Hanım kızgınlıkla başını duvarın üzerinden biraz daha uza tarak:
«Düşünürüm zâhir... Yeğenimin oğlu Behçet'e geçenlerde böyle yap ma pırlanta iğneli kuyruklunun biri çarpmış da oğlan ye'sinden kendisi ni az kaldı bahçedeki dut ağacına asıyordu. Yazık değil mi? Yirmi iki sinde tosun gibi delikanlı...»
Bedriye Hanım:
«Şimdi öyle şeyler düşünecek za man değil... Bu yukarıdaki yıldız
çarparsa hepimiz tuz ile buz ola cakmışız...»
Emeti Hanım:
«Sus kız... İçim fena oldu... Kim söylüyor onu?»
Bedriye Hanım:
«Ulemalar kitapta yerini görmüş ler...»
Emeti Hanım:
«Sen sakla Rabbim cümle ümmeti Muhammedi, bu Emeti kulunu da... Kıvamet alâmetleri... İşte ben yine söylerim, bu gökteki kuyruklu yer- dekilerin şerlerinden zuhur etti... Geçen sene Dizdariye taraflarında bir paşanın katırı doğurdu dedilerdi de inanmadıydık. İşte bakınız doğ ru imiş... Demek ki vakitler yakın... Yapı da pek çoğaldı... İşte bu bir kaç şey kıyamet alâmetidir. Biz bü yük babalarımızdan, analarımızdan öyle işittik.»
Emine Hanımın kızı Mebrure bir denbire odaya girerek sorar:
«Anne ne konuşuyorsunuz?» «Yavaş kızım kardeşin uyanacak... Sanki bu dünyaya bir kuyruklu yıl dız çarpacakmış da hepimiz tuzla buz olacakmışız... Gel bak dinle, onu anlatıyorlar.»
«Ay ben korkarım anne... Ne vakit çarpacakmış?»
«Bilmem. Gel de sor.»
Mebrure pencereden başını uzata rak:
«Bedriye Hanım teyze... Kuyruklu bize ne vakit çarpacakmış?»
«Önümüzdeki mayısın bilmem ka çında... Sabaha karşı çarpacakmış diyorlar.»
Emine Hanım:
«Çarpacağını böyle günü ile, saa tiyle nasıl biliyorlar? Kuyruklu filân günde, filân saatte çarpacağım diye bu dünyaya telgraf mı göndermiş?»
Bedriye Hanım:
«Adı da var... Dur bakayım ne idi?... Şey... Halamın yıldızı...
Emeti Hanım:
ÇİNGENELER
Çingeneler eski İstanbutun en renkli simalarındandı. Onları en iyi şekilde de mizch yazıları ile haklı bir şöhrete eriymiş olan Osman Cemal Kaygılı yasattı.
R İR çeyrek sonra harman yerine ‘ ' geldiğimiz vakit, çingenelerin
çoğu uyanmışlar, çadırların önün deki ocaklarda sabah kahvelerini pişiriyorlardı. Etem bizi uzaktan görünce önce iki elini birden alnına doğru kaldırıp salhyarak selâmladı. Sonra esmer, narin, tirşe gözlü kı za incirlerin dibini işmarladı. Zaten orada kilimden, hasırdan, çaputtan, minderden bir misafir salonu hazır lanmış, bu hazırlanmış yerin yanı ta aşında da küçük bir ocak kurul muştu. Ocağın üzerinde yeni kalay lı bakır bir güğüm fıkır fık ır kay nıyor, hasırlardan birinin üstünde tahtadan, yuvarlak bir yemek tab lası duruyordu.
Etem gülerek bize yer gösterdi: «Buyrun te şöyle kilimlerin üze rine-. ■ Bakmayın kusura. Zere har man yerinde Çingene ikramı bu ka dar olur.»
Tirşe gözlü kıza seslenerek: «Hayda kız, hayda kız. Tut elini çabuk, bulaşalım kahvaltıya.»
K ız çadırdan bağırarak: «H a geldi, ha geldi-.-»
Kucağında yepyeni, hiç kullanıl mamış sakız gibi bir çamaşır sepeti ile çadırdan çıktı. Candan gelen ha fif bir gülüşle bizi selâmlıyarak se peti önümüze indirdi. Amanın dost lar, bembeyaz, sakız gibi çamaşır se petinin içinde neler yoktu? DUim di lim, ince ince kızartılmış ekmekler, küçücük toprak çanaklar içinde zeytin, peynir, domates, soğan, sar ımsak, şeftali, kavurma.
K ız sepeti önümüze indirir indir mez ellerini kalçalarına dayayıp karşımıza dikildi. Etem kıza kendi dilleriyle uzun uzun bir şeyler söy ledikten sonra, bize:
«H a buyurun» dedi. «Sofra bizim değil, sizin.»
Etem gittikten sonra kahveci Mis tin gülerek yanıma sokuldu :
«Nasıl bey beğendiniz mi Çingene nin namaz kılmasını?»
«Galiba bize numara yapmak için kıldı o namazı.»
«Sus be bilâder; o namazı kılar ken ben, ağacm arkasında gülme den kınlıyordum.»
«Niçin?»
«Niçini var mı? Namazda onun
O S M A N C E M A L K A Y G I L I «Ç İN GEN ELER » ADLI R O M AN IN D A N
söylediklerini bir duysan, sen de katılırdın gülmeden.»
«Neler söylüyordu?»
«N eler söylemiyordu ki, kamet al dıkça, yatıp kalktıkça, oturup selâm verdikçe şunlan söylüyordu:
K am ata mançes Bilekten palançes Akine nanay Dikine nanay Lop aşağı mançes Lop yakan mançes Diklâm toparles Kuklam toparles Peş kana tahtaya yat Sağına selâm
Solona selâm Paça daviesa Ve alikümselâm!
Dün Etemden bir mektup aldım, bakınız ne diyor:
«Benim eli nimetlim, kendi dev letlim, sözleri şekerden lezzetlim, gövdesi balık etlim, ille velâkin bazı bazı cihetlerde benden daha dira yetlim İrfan Efendim!
Evvelâ toptan savrange cumhur cemaatınıza--- Sonra saniyen ol mü barekçe hatırcıfınızı sual ederim bolca bolca. Eğerleyim ki, zatınız da ba fakir fukara Etemcikten sual buyuracak olursanız çok şükür diye lim mevlâya ki ülmemişizdir, daha sağcayız amma yatarız şineik Veni- bahçedeki kurbağa hastanesinde, (G u reba Hastanesi) cerrahlık koğu şunda.
Sebebi ise çıkmıştır ensemde, be nim çaldığım tulum kadar kocaman bir çıban... Verir bana çok sızı bu cenabet şey--- Verirse mevlâm sağ- lıcak, deşecekler yarın sabah cerrah- çılar o çıbanı muştaylan. (Neşterle olacak) Ona sebep, belkileyim de titreteceğim ben kuyruğu, dikeceğim nallan
havaya---Bu yaz çıkacak olur isen Topçu lardaki bizim çadırların yanına, ala sın kemençeni eline, çalasın orada bir avşam vakti, gün kavuşurken yuvasına, benim canım için kaba dan bir çifte telli, kabadan bir kar şılama, kabadan bir düğün havası.»
...V e bir zamanlar şehrin hayatında çok büyük
rol oynıyarak artık tarihe karışmış tulumbacı
ları, kasabı, hâlâ önemli Kapalıçarşısı ile «Es
ki
İstanbul» dan birkaç
fotoğraf
daha...
TULUM BACILAR — Yangın söndürme gibi bir âmme hizmetinde bulunmaktan baş ka büyük birer koşucu da olan eski tulumbacılardan Çeşmemeydanı tulumbacıları.
KASAP — Eski İstanbul esnafının tipik numunelerinden, keçisini d » dükkânında hazır bulunduran bir kasap. Bu tip esnaf artık tamamiyle tarihe maloimuştur.
KAPALIÇARŞI — Yabancıların büyük bir merak ve hayranlıkla dolaştıkları, yerli halkın hâlâ en büyük alış veriş merkezi olan Kapalıçarşıda etvapçılar çarşısı.
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi