• Sonuç bulunamadı

Başlık: Mekan üzerinde mücadele: egemen(lerin) tiyatro yapılarına karşı boş uzamda direnme ve ezilenlerin belleği olarak teatral “alan dışı”nın inşasıYazar(lar):ALTUN, HakanSayı: 33 Sayfa: 007-031 DOI: 10.1501/TAD_0000000281 Yayın Tarihi: 2012 PDF

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Başlık: Mekan üzerinde mücadele: egemen(lerin) tiyatro yapılarına karşı boş uzamda direnme ve ezilenlerin belleği olarak teatral “alan dışı”nın inşasıYazar(lar):ALTUN, HakanSayı: 33 Sayfa: 007-031 DOI: 10.1501/TAD_0000000281 Yayın Tarihi: 2012 PDF"

Copied!
25
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Mekan Üzerinde Mücadele: Egemen(lerin)

Tiyatro Yapılarına Karşı Boş Uzamda

Direnme ve Ezilenlerin Belleği Olarak

Teatral “Alan Dışı”nın İnşası

1

Spatıal Struggle: Resıstıng In Empty Space Agaınst The Places Of Domınance And The Constructıon Of “Off-Space” As A Collectıve/Cultural Memory

1. Bu yazı VI. Uluslararası Kültür Araştırmaları Sempozyumunda (9/9/2011) sözlü olarak sunulan ilk versiyonundan hareketle geliştirilmiştir.

2. (*) Yrd.Doç.Dr., Mersin Üniversitesi İletişim Fakültesi R.S.T. Bölümü delininyeri@gmail.com

ÖZET

Mekan nötr bir mevcudiyet değildir; tersine, içinde üretildiği toplumun bir parçası olarak sınıf ve toplumsal cinsiyet gibi tahakküm ve direnişe ait vektör-lerinin izlerini içinde taşıyan kültürel ve ideolojik bir inşadır. Tiyatro yapıla-rı da tıpkı diğer mekanlar gibi egemenle madunun mücadelesinin kaydedildi-ği bir metin olarak okunmaya uygundur. Çağlar boyunca teatral olanı mekan üzerinden takip ettiğimizde; egemenin giderek sınırlarını daralttığı mekanlar inşa ederken, madunun ise sınırlara karşı da direnerek, teatral etkinlikleri iş-gal ettiği boş alanları geçici olarak teatralleştirerek ve otonomlaştırarak somut olmayan mekanlar oluşturduğu göze çarpar. Diegesis boş alanın geçici mer-kez haline gelmesi için gerekli unsurlardan biri olurken, bir diğeri diegetik ola-nın yedeğinde taşıdığı alan-dışıdır. Bu iki özelliğin bir aradalığı egemen teat-ral alanlara karşı direnen, otononom ve geçici teatteat-ral alanlar inşa etmenin ön koşuludur. Madunun kültürünün bir parçası olan popüler halk tiyatrolarının genlerinde taşıdığı bu özellik, aynı zamanda madunun otorite karşıtı direnişçi öğeleri kolektif belleğine yazmak/kaydetmek için de kullandığı bir yöntemdir.

ABSTRACT

Place is not a neutral entity; on the contrary, it is a cultural and ideological construction, which is arises from the society. Place, as a social geography, brings the vectors of domination and resistance within its class oriented and gendered structure. Theatrical places, like other places, are appropriate to be read as a text that records the struggle between dominant and resistant. Theatrical places are enclosed and encircled by ruling classes through the ages; on the other hand, subordinates resist against boundaries, and prefer to use empty spaces in order to constitute intangible/theatrical/autonomous spaces and temporary dwellings. Diegesis and creating off-space are essential instruments for changing empty space into temporary- autonomous theatrical center to resist the hegemony of dominant theatrical places. These culturally coded instruments of popular/folk theaters of subordinates are useful for oppressed to inscribe/record antiauthoritarian and resistant agents in collective memory.

(2)

8

HAK

AN AL

TUN

Giriş

Bu çalışma, tiyatro mekanlarını form ve sahne-seyirci ilişkisi üzerinden takip ederek, toplumsal mücadelenin izini sür-meyi murat etmektedir. Bir mekan, her za-man şahit olduğu iktidar mücadelesini kay-deder. Dar bir evrimci çerçeveden yaklaşıl-madığı ölçüde formlarındeğişimlerinden, onları eğip büken ve yeniden şekillenmele-rine yol açankuvvetleri görmek mümkün-dür. Böylece egemen ve madun arasında-ki ilişarasında-kileri ve sınıfsal eğilimleri gösteren-bir anlam haritası ortaya çıkacaktır. Ege-menlerin tiyatro mekanlarına uyguladığı tazyik ile ezilenlerin buna tepkilerinin te-atral/mekansal tercihlere etkisi değerlendi-rilerek, kapatılmaya karşı direnme strateji-lerinin ortaya çıkardığı estetik biçimlenişin kültürel bellekle ilişkisine bakılacaktır.

Diğer yandan, teatral mekanlar irdele-nirken Batı tiyatrosu temel alınmıştır. Bu-nun başlıca nedeni, bilgi üretimindeki Batı-merkezli bakışın hegemonyasıdır. Bununla birlikte, Türk modernleşmesinin özgün ko-şulları da teatral alanlara Batı’yla benzer bir serüveni dayatmıştır. Bu durumu aş-mak için Batı’ya evrimci/gelişmeci bakıştan mümkün olduğunca uzak durularak bakıl-maya çalışılacaktır.

Mekan/Tahakküm/Direniş

Mekannötr bir mevcudiyet değildir; sı-nıf, toplumsal cinsiyet gibi tahakkümün ve direnişin izlerini taşıyan kültürel/ideolo-jik bir inşadır. “Alan, yalnızca üzerinde bir şeylerin gerçekleştiği edilgen ve soyut bir meydan olarak düşünülemez. … orantısız iktidar ilişkilerinin (gizli) ortamı ve (mas-kelenmiş) dışavurumu olmasından dola-yı uzamsallıkların tümü politiktir.” (Pile ve Keith, 1993: 2, 217) Mekan ve iktidar kar-şılıklı olarak birbirlerini kurarlar. Bir yapı-nın formu, ayrımları, işlevleri vb. mekana konumlanan iktidarın güç hatları tarafın-dan şekillenirken; yapı da iktidarı yeniden-üretir. “Bir kez uzamsal formlar yaratılın-ca kurumlaşma eğilimi gösterirler ve çeşitli yollarla gelecekteki toplumsal süreçleri et-kilerler.” (Spain, 1992: 6) Direniş mekanla-rı ise yapının çatlaklamekanla-rına, yamekanla-rıklamekanla-rına yer-leşerek orayı yeniden tanımlamaya çalışır. Sennet’in mekan-beden ilişkisi bağlamına yerleşen siyasi beden tabiri, iktidarın me-kan dolayımıyla ürettiği başat beden im-gelerinden mamul toplumsal düzeni kaste-der. (Sennet, 2011: 18)Beden, mekan üze-rinde sürgit yürüyen iktidar ilişkileriyle ku-rulurken; toplumsal olan, mekansal ilişki-ler yumağında şekillenir. “Alan ve toplum-sal ilişkiler öylesine girift bir şekilde

bağ--her çağ, bir sonrakini düşlemekle kalmaz, ama düş kurarak uyanışı da zorlar. w.

benjamin-Baskıya karşı direniş olanakları kuşkusuz umut veriyor. Ama baskı her çağda çok fazla can yaktı. Bugün de yakıyor. Baskının ve şiddetin aldığı canlardan birine: Mimar Onur Yaser Can’a sevgiyle ve özlemle.

(3)

9

MEK AN ÜZERİND E M ÜCAD ELE: TEA TR AL ‘AL AN D IŞI’NIN İNŞA SI

lantılıdır ki bu iki kavram birbirinin tam-layıcısı olarak değerlendirilmelidir.” (Spain, 1992: 6) Mimari form, üzerine yazılan top-lumsal cinsiyet ve sınıf gibi statüye dayalı ayrımları belirginleştirir. İdeoloji, iktidarı mimari olarak inşa eder. Mekanın grame-ri ise egemen ideoloji dolayımıyla şekille-nen toplumsal ilişkilerin düzenlenmesiyle kurulur. Bu gramerin temel kodlarıysa: eri-şimi belirleyen mekanın açıkları ya da ka-palılıkları, tutsaklığı belirleyen sınırlama-lar, hakimiyeti/merkezi belirleyen koordi-natlar ve içine kabul ettiklerini tabakalara ayıran bölgeler olarak düşünülebilir. Fark-lı sınıflara ve statülere ait kesimler uzam-sal olarak birbirlerinden ayrılmışlardır. Bu kez mimari form ideolojik ilişkileri üret-meye başlar. Egemenin yeri merkez/hâkim konumken, sınıflar/statüler uzamsal olarak farklılaşırlar. Diğer yandan, farklı statüde-ki özneler aynı mekanıfarklı deneyimlerler. Egemenler etki alanını arttırmaya, ezilen-ler de özerk alanlar oluşturmaya çabalar-lar. Son kertede mekan, tahakküm ve dire-niş mekanları olarak yarılır. “Mekanın top-lumsal inşasını anlamak kendimizi kurma biçimlerimizi anlamak demektir.” (Schick, 2001: 14)

Teatral Mekanlar

Söz/beden sanatı olarak tiyatro, tarihe not düşemez. Oysa mekanla kurduğu ilişki ona sesini duyuracağı bir beden sunar. Ha-rabe halinde olan ya da kullanımına devam edilen tiyatro yapıları, mekan ve perfor-mans kayıtları olan tarihi belge ve bilgiler, çeşitli topluluk ve uygarlıklarda sürmekte

olan teatral performanslar tarihsel sırala-maya tabi tutma ölçütüyle sakatlanmadan bir arada değerlendirildiğinde; tiyatro-mekan ilişkisi, ifade olanaklarına sahip bir kültürel yazı gibi değerlendirilebilir. Teat-ral mekanlar “sanıldığı kadar dilsiz değil-dir, konumları, oyun alanlarının biçimi, sahne yapısı, yontular, kabartmalar bize o çağın kültürel yaşamı üzerine çok söz söy-leyebilir…çünkü bu yapılar sadece tiyatro değil… o toplumların… kültür merkezleri-dir.” (Dilmen, 39) Müziği toplumun harita-sı olarak değerlendiren Attali’nin saptama-sı, tiyatroya da uygulanabilir: “Haritacılık gibi müzik de çatışma halindeki düzenlerin eşzamanlılığını kaydetmektedir.” (Attali, 2005: 22) Tiyatro toplumun isterlerine, ge-reksinimlerine, beklentilerine, müzakere ve mücadelelerine göre konum/şekil alır. Teat-ral mekanlar toplumsal yapının tezahürle-rini yansıtan, tahakkümün ve direnişin izi-ni taşıyan; halihazırda üzerinde mücadele-nin sürdüğü, mimari olduğu kadar simge-sel ve ideolojik da olarak inşa edilen alan-lardır. Tiyatro, patella refleksi gibi tepki ver-mektedir; toplumun sinir ağına yapılan bir baskıya teatral alandan tepki gelir. Bu tep-kinin tahakkümü içerdiği gibi direnişi de içeren; tahakkümü yansıttığı gibi direni-şi de üreten çift değerli bir yansıma oldu-ğu gözden kaçmamalıdır. “Kültürel bir ku-rum olarak tiyatro yapısı, bir işaret taşıdır. Egemen ideolojileri hem üreten hem de ge-liştiren sanatın maddi temsilcisidir.” (Ben-nett, 1990: 136)

(4)

kültürel/toplum-10

HAK

AN AL

TUN

sal envanter çıkarıldığında açık alanlar öz-gür edimle, dolayımsızlıkla, katılımcılık-la, öznelikle; kapalı alanlar ise tahakküm-le, hiyerarşiytahakküm-le, otoriteytahakküm-le, kapatılma/dışarı atılmayla çakışır. Bu bağlamda egemen sı-nıflar/ideolojiler müdahil olduklarında te-atral alanların daraldığı, etrafına sınırlar çi-zildiği, kapandığını görmekteyiz. Halk ti-yatroları açık alanları yeğlerken, kapanan alanlarda da açıklıklar yaratmaya çalışır ve sınırları ilga eder. Entropi ilkesi ile hareket eden halk tiyatroları düzende gedikler aça-rak kendine özgürlük alanları yaratır. Öz-gürlüğün göstergesi, etkinliğe dahil olan bütün tarafların eyleyici/özne olma katsa-yılarının yüksekliğidir. Egemenin tahak-kümü altındaki mekanlarda, taraflar ara-sındaki güç farkı, ezilenlerin kapalı lardan kaçmasına olanak vermese de alan-da açıklıklar yaratacak stratejiler geliştir-mek için mücadele etmesine neden olur. Ezilenlerin kapalı alanda gedikler açıp ka-çabileceği stratejilerden önde geleni teatral alan-dışına kaçmak ve orada direnmektir. Bir yönüyle gizli senaryo olarak değerlen-dirilebilecek bu yaklaşım diegesis marife-tiyle gerçekleşir ve halk tiyatroları, haliha-zırda bunu gerçekleştirebilecek araçlara ve gerekli olan sahne seyirci ilişkisine sahiptir. Kapatılmanın Öyküsü

“Teatral mekanlar” ile kast edilen doğ-rudan tiyatro yapıları değildir. Tiyatro ta-rihinde yapılaşma sonradan gelir. Ayrıca teatral mekanın/yapıların dönüşümünün izini sürerken Batı-merkezli bir yaklaşım-la açık ayaklaşım-landan kapalı salonyaklaşım-lara doğru

ev-rimleşen bir rota yeğlenmeyecektir. Kuş-kusuz, kronolojik olarak bakıldığında, te-atral alanların önce etrafının sonra da üs-tünün kapandığını ve son kertede de tiyat-rolar için özel olarak inşa edilen yapıların belirdiğini söyleyebiliriz. Egemen ideoloji aksi bir söylemi inşa etse de, tiyatro yapı-larının belirmeye başlaması, açık alanlarda tiyatro yapılmadığını ve/veya yapılanın de-ğersiz olduğunu göstermez. Tersine bu yö-nelim teatral alana yeni eklenen ögelerin fotoğraf karesinde yerini almalarından öte bir anlam taşımaz ve kışkırttığı ilerleme-ci söylemi haklılaştırmaya da yetmez. Ka-panma ve yapılaşmaya dair bu stop

moti-on çerçeve, teatral alana sirayet eden

iktida-rın ayak izlerini takip ederken kolaylık sağ-laması için kullanılacaktır. Teatral alanlar-da kapanma/yapılaşma iktialanlar-darı içeren mer-kezcil, açık alansa direnişi içeren merkez-kaç bir güçtür. Açık alanda tiyatro yapma ısrarı ezilenlerin teatral alanda direnişinin göstergesidir.

Teatral alanları değerlendirirken, yerlemimizi belirleyebilmek adına yaklaşık on kıstas kullanılacaktır. Bunlardan ilki, te-atral alanın çevresinin açık ya da kapalı ol-masıdır. İkincisiyse, oyun alanıyla seyir ala-nı arasında (ara bölümlemeler dahil) ayrı-mının ve buna bağlı olarak da katı bir se-yirci oyuncu farklılaşmasının olup olmadı-ğıdır. Seyir yerinin sınıfsal konumlara göre ayrımlaşma/ması bir başka ölçüttür. Buna bağlı alt kategori olarak sahne-seyir yeri ilişkisi dikkate alınacaktır. Bu ilişki katılım-cılıktan dördüncü duvarın inşasına kadar

(5)

11

değişen bir yelpazeye sahiptir. Seyirci söz konusu olduğunda, seyir yerinin ona bir özerklik sağlayıp sağlamadığına da dikkat etmek gerekir; seyircinin konuşma, yeme-içme, geç katılabilme, kolayca terk edebil-me ya da temsil sürerken ara verebiledebil-me gibi özgürlüklere sahip olup olmaması belirle-yicidir. Yine bir diğer ölçüt görüş açısı ile ilgilidir; çoğul odaklılıktan, tek ve doğru bakış açısını dayatan perspektife değişen bir çeşitliliğe sahiptir. Bir diğer kıstas te-atral alanın hareketli ya da durağan olma-sıdır. Oyun alanının biçimi ve seyir yerine göre konumu da önemli bir ölçüttür: Sah-nenin daire biçiminde olup seyircinin etra-fına yerleşmesi ya da kare biçiminde olup seyircinin sahnenin karşısında olması gibi. Oyun ve seyir yeri arasında çerçeve ve/veya yükselti gibi herhangi bir engelin/bariyerin olup olmaması da belirleyicidir. Bütün bu ölçütler teatral mekanınkapatılma, diren-me ya da özgürlük alanı olarak konumunu belirlemek için gereklidir.

Tiyatroda mekanın öyküsü hap-sedilme eğretilemesiyle özetlenebilir: yapı-nın içine kapatılmaya çalışılan bir etkinlik olarak açık alanlarda özgürlüğünü sürdür-mek içindirenir. Mekan üzerinden tiyatro-nun soy kütüğünü takip ettiğimizde karşı-mıza kapatılmanın ve direnmenin öykü-sü çıkar. Başlangıçta, “Tiyatro insanların açık havada özgürce söyledikleri bir şarkıy-dı. … Bu herkesin özgürce katıldığı bir kut-lamaydı.” (Boal,1996: 7) Bir başlangıçla ta-nımlayacaksak, tiyatro, şenlik alanlarında/ alaylarında özgürce hareket eden ve

kendi-ni sınırlanmış mekanlara kapatmayan bir edimdir. Oyun alanı, geçici olarak merkez-leşen herhangi bir yer olabileceği gibi, bu yer devinim halinde de olabilir. Oyuncu se-yirci ayrımından söz edilemez; oyun yeri seyir yeri ayrımından da. Mekansal olarak bir sınırın, kısıtlamanın olmadığı tiyatro, bütünüyle özgürdür. Böylesi bir tiyatro kö-kensel olarak eşitlikçi, sınıf ayrımının ve ta-hakkümün olmadığı bir toplumu işaret et-mektedir.

Antik Yunan’da şenlik ezgilerinden tra-gedyaya dönüşen tiyatro, iktidarın ve sınıf-ların tarihinin yazılmakta olduğunu söy-ler. Tragedya toplumsal mücadelenin izle-rini içinde barındıran dithyrambos koro-sundan doğar. Tarihin ilk ezilenleri ve do-layısıyla da ilk başkaldıranları kadınlardır. Sınıflar cinsiyetçi sömürünün üzerine bina edilir. “Sanatı kadınlar keşfetti. Erkekler ise onun düzenini icat ettiler: Yapıları, oyunla-rı, oyunculuğu.” (Boal, 2003:27) Bu duru-mun teatral alandaki ilk karşılığı da sabitle-şen bir oyun alanının ortaya çıkışıdır.

Dithyrambos başlangıçta kadın-ların Dionizyak thiasos’una aitti. … Dithyrambos’un bir sanat biçimi ola-rak evrimindeki ilk aşama, kadınla-rın toplumsal konumlakadınla-rının ardından thiasos’un çöküşüydü. İkinci aşamayay-sa, bir alay ilahisi olarak söyleneceği yer-de, bir altarda sabitleştirildiği ve böyle-ce stasimon ya da ayakta söylenen şarkı –aslında bir <<durak>> haline geldiğin-de ulaşıldı. (Thomson, 1990: 204)

Ezme ezilme ilişkisinin ikinci tezahü-rü, daha sonra oyuncuya dönüşecek olan

MEK AN ÜZERİND E M ÜCAD ELE: TEA TR AL ‘AL AN D IŞI’NIN İNŞA SI

(6)

12

HAK

AN AL

TUN

koroyu yöneten bir rahibin ortaya çıkışıdır. Böylece oynayan-izleyen ayrımının da be-lirmeye başladığını söyleyebiliriz.

Diyonisos törenlerinden ditiramp de-nen yeni bir korolu gösteri düzenlendi. Bu gösterinin temeli korobaşının başlıca bölümlerini okuduğu, koronun da buna bir nakarat eklediği dinsel bir geçit töre-niydi. Bu tören ilahiye, din adamı ozana, kendisine bağlı kimseler de koroya dö-nüşmüştü. (Thomson, 1987: 47)

Dithyrambos İ.Ö. 560’larda Attika’da

oyun arabasıyla dolaşarak temsiller veren Thespis’in katalizörlüğünde tragedyaya dönüşmeye başlar. Oyun arabası hareketli olandan durağan olana geçişi ya da kapa-lı alana geçmeye direnişi; yani, bireşiği işa-ret eden manidar bir metafordur. Kırsal kö-kenli olan Dionysos tapınımı siyasi neden-lerle kente taşınır.“Sonuçta onun tarım-sal karakteri de değişmiş oldu… bu neden-le de onu Attika kırsal kesimindeki son kö-kenlerinden kesin biçimde ayıran bir takım özellikler kazandı.” (Tompson, 1990: 181).

Dithyrambostan tragedyaya geçiş egemenin

tiyatroyu araçsallaştırmasının bir örneği-dir. Oyun alanı ve seyir alanı netleşerek te-atral alan katı çizgilerle ikiye yarılır. Bu iki “alem”in insanları da kat’i biçimde oyun-cular ve seyirciler olarak ikiye bölünmeye başlar. Ortasından parçalanmış teatral ala-nın etrafı çevrildiğinde de ilk tiyatro bina-sı ortaya çıkar. Aynı dönemde kahramanın da korodan ayrılarak ortaya çıkması mani-dardır. Boal’e göre durum sınıfsal ayrımla-rın bir tezahürüdür, müsebbibi ise aristok-rasidir. “Kahraman-Koro diyaloğu

aslın-da Soylu-Halk diyaloğunun bir yansıma-sıydı. … Trajik kahraman, Devletin tiyat-royu insanları ıslah etmenin politik bir ay-gıtı olarak kullanmaya başlamasıyla ortaya çıktı.”(Boal, 1996:43) Atina kent devleti ta-rafından desteklenen tiyatro etkinliği, kuş-kusuz egemen sınıfın çıkarlarını gözetmek durumundadır.

Kent devleti için eşsiz bir propagan-da aracıdır ve ozanın yapmak istedikle-rine izin verileceği kesinlikle düşünüle-mez. Tragedya yazarları devlet adına ça-lışmakta ve kendinden istenenleri teda-rik etmekteydi; devlet de, kuşkusuz, pa-rasını ödediği oyunların kendi politika-sına ya da yönetici sınıfların çıkarına ters düşmesine izin vermeyecekti. (Hauser, 1999: 41)

Bu nedenlerle Hauser, Atina Demokra-sisinin ürünü olan festival tiyatrosunun ke-sinlikle halkın tiyatrosu olmadığını savu-nur. “Antik dönemin gerçek halk tiyatrosu devlet tarafından sübvanse edilmeyen, do-layısıyla yukarıdan emir de almayan mim-dir.” (Hauser, 1999: 40) Sennett’in, ikisi de antik mekanlar olan agora ile tiyatro ara-sında yaptığı ayrım, artık bir mücadele ala-nına dönüşen teatral alanı işaretlemede ya-rar sağlayacaktır. Gözetleme rejimi ve du-yulacak tek söz üzerine odaklan bir tecrit mekanı olan tiyatronun aksine; agora, açık bir alan olarak eşzamanlılık ve çeşitliliği içinde barındırır.

Agorada… tek tek seslerden hiçbi-ri bütüne hakim olmuyordu genellikle. Antik kentin tiyatrolarında ise insanlar sessizce oturup tek, devamlı bir sesi

(7)

din-13

liyorlardı. … Agora eşzamanlı ve sürekli değişen faaliyetleri içinde seslerin uğul-tusu sözcükleri kolayca dört bir yana sa-çıyor, hareketli bedenler kitlesi devam-lı anlamın ancak belli parçalarını dene-yimleyebiliyordu. … Agora… köleler ve yabancılardan oluşan muazzam nüfu-sun erişim alanı dahilindeydi. … Kala-balıklar burada kılıç yutanları, jonglörle-ri, dilencilejonglörle-ri, asalakları, ve balık satıcı-larını ve filozofları seyrediyorlardı.(Sen-nett, 2011: 43-4)

Böylece, biri etrafı sınırlanan ka-palı alanlarda diğeri açık alanlarda süren iki tiyatro etkinliğine tanık oluyoruz. Ege-menlerin inşa ettikleri amfi-tiyatronun prototipi sunak etrafında dans eden ve şar-kı söyleyen koro ve yamaçlarda oturup/du-rup onu izleyen halkı içeren ritüeldir. Ya-pılaştığındaysa etrafı kapatılmış bir teatral alan karşımıza çıkar. Açık alanlardan öz-gürlüğü kısıtlanmış alanlara geçiş başlar. Böylelikle vatandaş sayılmayan kadınların/ kölelerin erişimi de engellenmeye başlıyor. Erişim sansına sahip olan ‘özgür’ seyirciyse, sahnedeki icrayı yamaca inşa edilen ve gi-derek kalıcılaşan oturma yerlerinde, oyun alanındaki eyleme katılma şansından yok-sun ve aksiyondan uzaklaşarak, hareketsiz bir şekilde izlemek zorunda kalıyor. Yine de izleyen kimi özgürlükleri var: tiyatroya istediği zaman girip çıkabiliyor, yemek yi-yip konuşabiliyor. Oyun alanına karşıdan baktığında fonda denizi ve ormanları gö-rebiliyor; henüz ufku açıktır. Seyir yeri or-kestrayı kuşatacak şekilde düzenlendiğin-den, en azından duygusal düzlemde, tema-şaya dönüşmeye başlayan ritüelin bir

par-çası olmayı sürdürüyor. Her bir izleyicinin sahneyi görme/duyma olanakları da eşit-tir. Oyun yeri-seyir yeri ve oyuncu-seyirci birbirinden katı sınırlarla ayrılsa da; yazar oyuncu olarak, halk da koroda yer alarak eyleme katılabilmektedir. Antik Yunan ti-yatro yapıları bize teatral alanların tahak-küm altına alınmasının ilk adımını ve doğ-rultusunu görünür kılar.

Egemenin teatral alanı istilası devam ederken diğer yandan açık alanlarda dire-niş sürüyor. Hauser’in tespit ettiği şekliy-le halk tiyatrosuna dönüşen şenlik, alan-larda tutunmayı sürdürüyor. Halk tiyatro-su, “seçkinlerin, soyluların, egemen ve ay-dın sınıfların dışındaki toplumsal kesimin tiyatrosudur.” (And, 1985: 43) “Doğası ge-reği, otoriteye, geleneğe, ihtişama, yapma-cığa karşıdır.” (Brook, 1990:86) Bu özgür-lükçü kanal, And’ın belirttiği gibi, tiyatro-nun can damarıdır. (And, 1985: 43)

Etrafı çevrilen teatral alanın Helen İmparatorluğu’yla birlikte sınırları katı-laşmaya ve ayrımları sertleşmeye başlı-yor. Oyun yerinin arkasına sahne yapısı inşa edildiğinden izleyici artık sadece du-varı görüyor. Egemenin/ayrıcalıklı olanın sahnedeki temsilcisi -eyleme gücüne sa-hip- oyuncunun önemi artıyor; buna bağ-lı olarak oyun yeri yükseliyor. Buna karşın halkın sahnedeki temsilcisi koronun önemi azalıyor, orkestra küçülüyor.

Roma, imparatorluk olmanın gücünü yansıtıyor: Tiyatro yapıları düz alanlar üze-rinde yükselmeye başlıyor. Sahne ile seyir

MEK AN ÜZERİND E M ÜCAD ELE: TEA TR AL ‘AL AN D IŞI’NIN İNŞA SI

(8)

14

HAK

AN AL

TUN

yeri aynı mimari içinde bütünleşerekteat-ral alanın etrafı tamamen kapatılıyor. Böy-lece Roma’da tiyatro, Sokullu’nun da belirt-tiği gibi “kendi içine kapanıp kendini dış dünyadan ayırıp kuşatarak bağımsız bir ti-yatro mekanı yarat[arak] … yaşamın doğal ve işlevsel uzantısı olmaktan çıkarak salt bir eğlence aracı hatta gösteri alanı haline gel[iyor].” (Sokullu, 1969: 10) Koro oyun alanından dışlanarak halk sahneden tama-men kovuluyor; oyun alanı sadece oyun-cuya kalıyor. Orkestra yarım daireye ini-yor. Toplumsal statülerin etki alanına göre seyir yerindeki ilişki de yeniden belirleni-yor. Koro şarkıcılarının oyun yeri Roma üst sınıfı tarafından ele geçiriliyor. “Şenli-ği denetleyen yargıçlar ya da imparatorlar ya da diğer önemli kişilere ayrılmış localar yapılıyor.” (Brockett, 2000: 72) Sahne yapı-sıyla birlikte sahne seyirci ilişkisi de değişi-yor. İzleyici sahneye karşıdan düz bir çizgi-de bakmak durumunda kalıyor. Bu tercihin iki radikal sonucu oluyor. İlk olarak görece katılımcı bir izleme rejiminden edilgin iz-leme rejimine geçiliyor. İkincisi, eşit görme olanağı ortadan kalktığı için ayrıcalıklı ba-kış açısını ortaya çıkaran merkezler oluşu-yor. Toplumsal ilişkilerin izdüşümünü yan-sıtma olanaklarına sahip olan teatral me-kanların iktidar ilişkilerini de açık ettikle-ri düşünüldüğünde, Sokulu’nun tespitleettikle-ri, Roma tiyatrosunu iktidar haritası olarak da okunabilir: “Seyirci farklı sınıflara göre ayrı bölümlerde oturur… bu bölümler birbirin-den… ayrılırdı… Tiyatro içinde de seyirci mevki ve rütbesine göre bölün[ürdü].” (So-kullu, 1969: 11) Duvarı Olmayan Tiyatro

“Ortaçağ şehrinin yaşamı, özgür-lüğü ele geçiren ve onu devam ettir-me yolunda bir dizi zorlu savaşımdan oluşmuştur.”(Kropotkin,2001: 181) Özyö-netimle idare edilen kent devletleri özgür-lük adaları gibidir. Diğer yandan Ortaçağ, Tanilli’nin de altını çizdiği gibi bir sınıfın doğuşuna ve bir diğerinin de tarihten sili-nişine tanıklık eder. Ortaçağın son aşaması feodalizmin müstakbel sınıfa karşı son koz-larını oynadığı ve vahşileştiği dönemdir. “Feodal sınıf, yok oluşunu önlemek, ege-menliğinin sona ermesini geciktirmek ister ve …mutlak monarşiyi kabul eder ve Kato-lik gericiliği salıverir ortaya.” (Tanilli, 1986: 10) Ortaçağ tiyatrosunun karakterini belir-leyen özgürlük ve baskı arasında yaşanan salınımdır: bir yanıyla özgürlüktür diğer yanıyla direniş. Yoğun bir tiyatro etkinliği-ne sahipken tiyatro yapılarından etkinliği- neredey-se söz edilemez. Mutlak krallıklar ve kili-se gibi otorite odaklarıyla da sürekli sürtüş-me içindedir, yer altına çekilir ve çok canı yanar. Yine de, tiyatro, baş düşmanı kilise-ye rağmen -tarihin köstebeğinin bir ironi-si olarak- kilisede legalleşir. Kiliseye tiyat-ro “din törenlerini yararlı bir şeye, büyücü-lüğe dönüştürmek eğiliminde olan köylü-lerden gelmiş olmalı. … Hristiyanlık önce-si atalarından kalma mevönce-sim şenliklerinde, maskeli eğlencelerinde oyunsal törenler za-ten yaşamaktaydı.” (Thomson, 19878: 49)

Ortaçağ tiyatrosunda “binadan söz et-mek mümkün değildir, kasabanın tamamı teatral alan olarak kullanılmıştır… tiyat-ro her yerdedir ve herkes içindir.” (Strehler,

(9)

15

1977: 142) Kilisenin içine sığmayarak açık alanlara taşar ve yönelimi özgürlüğe doğ-rudur. Herkesin katılımıyla, her yerde, çok sahneli ve devinim halindedir. Devinim iki türlüdür: ya izleyiciler hareket halinde-dir ya da oyun arabalarının üzerindeki sah-neler. Tiyatro yapısından azade bu etkin-lik sahne seyirci ilişkisinde eşitetkin-likçi ve öz-gürlükçü bir tavra sahiptir. Her yerin tiyat-ro olduğu bir yerde oyun yeri/seyir yeri ve oyuncu/seyirci ayrımından söz edilemez. Tiyatroyu üreten de kendidir, izleyen de; is-tediğinde doğrudan katılımserbestisi var-dır. “Ortaçağ tiyatrosunda… seyir demok-ratikti… her sahnesel ögenin merkez odak olduğu bir çok görüş noktası vardı.” (Ker-nodle, 1970: 61) Duvarları olmayan bir ti-yatronun yasakları da olmaz. Görüş açısını ve oyun yerine göre konumunu kendi be-lirler. Ortaçağda tiyatro yeniden şenlikle-şen özgür bir tiyatrodur.

Sarayın Tiyatrolarından Burjuva Tapınaklarına

“Tiyatro binaların içine hapsedile-mez… tiyatronun dili ve ifade araçları da aktörlerin özel mülkiyeti olamaz.” (Boal, 1998: 15)Oysa 16.yüzyılda saraylarda ve akademilerde temeli atılan tiyatro baş-ka bir yolculuğa başlar. Mebaş-kan bağlamın-da bakıldığınbağlamın-da kökleri Antik Yunan’a ka-dar uzanır. Kapalı alanda inşa edilen ilk ti-yatro yapısı olan Teatro Olimpico Olimpia akademisi için antik tiyatro yapılarına öy-künerek inşa edilir. Ziyafet salonlarının ve geniş odaların tiyatroya dönüştürülmesiyle başlayan bu eğilim tiyatro salonlarının

ya-pımına kadar uzanır. “ilk kez mimar, kü-çük bir prens kesimi için bir sahne yapıyor ve prens sergilenen eğlenceyi izlemelerine izin verilen diğer insanları tümüyle unutu-yordu.” (Kernodle, 1970: 61) Artık sabit bir noktadan görme söz konusudur ve seyir-ci de yerleştirilmiş seyirseyir-cidir. Böylece Or-taçağın çok merkezliliği, perspektif mari-fetiyle tek merkeze indirgenmiş oluyordu. “Göz noktası kesin bir noktada sabitleştiril-mişti; bu dük locasının karşısına denk geli-yordu. Zengin İtalyan prensleri… kendile-rini çemberin odağı yapmışlardı.”(Sokullu, 1969: 36) Artık teatral mekanlar giderek gözlerden ıraklaşarak -zaten kapalı olan bu mekanlar- bir başka yapının içine kapatıl-maktadır. Adeta birilerinden saklanmakta, erişimi engellenmektedir. Tiyatro, bir avuç azınlığın elinde elit bir kültüre dönüşür.

Ortaçağın sona ermesine yakın top-lumda ve kültürde oluşan evrimi tiyatro da tasdik eder; ayrıcalıklı sınıf artık so-kakta ya da tiyatroda halkla bir araya gel-miyordu; kendi lüksüyle bir köşeye çekil-mişti… tam da bu katı hiyerarşinin bir yansıması olarak koltukların düzenlen-mesi toplumsal yapıyı yeniden üretiyor-du. Bu duruma paralel olarak, sahne se-yirci ilişkisinde, oyuncu ve izleyici ara-sında yapısal bir evrim oluştu. (Strehler, 1977: 143)

Sahne seyir yerini tamamen karşısına alır, çerçeve sahne teatral alanın bir parçası olur. Günlük yaşamdan uzaklaşarak fark-lı bir zamanı çağrıştırmaya çafark-lışır. İllüz-yon yaratma kaygısıyla fazladan mesafe-ye gereksinim duyar. Saraylarda inşa edilen

MEK AN ÜZERİND E M ÜCAD ELE: TEA TR AL ‘AL AN D IŞI’NIN İNŞA SI

(10)

16

HAK

AN AL

TUN

bu yapılar, yükselmekte olan burjuva sını-fının da kültürel alana yaptığı baskıyla sa-ray dışında inşa edilmeye başlandı. Locrın önünde havuz olarak da kullanılan ala-na parteri yerleştirip burjuvaziyi kültürel evrenlerine sokmak durumunda kaldılar.

Burjuva sınıfı hakim konuma geçince örnek aldıkları saray tiyatrolarının seyir ye-rini kendi sınıf ideolojileri doğrultusunda yeniden düzenledi. Soylulara ait locaların yıkılarak balkona dönüşmesi aristokrasinin simgesel/kültürel evrenden dışlanması an-lamına gelir. Seyir yerinin sınırlarının yeni-den çizilmesine karşın sahne seyir-yeri iliş-kisi değişmeden kalır ve kültürel/toplumsal alanın yeni egemenleri ayrıcalıklı konuma yerleşmeye başlarlar. İktidarın el değiştir-mesi iktidar ilişkilerini değiştirmez, ancak teatral etkinliğin muhteviyatını değiştirir; “tiyatronun üretim ilişkileri içinde meta-laşması durumu onu bir ‘seyir sanatı’ haline getirmiştir. ‘Tiyatro oyunu’ metasını üreten sanatçı… oyunu, tüketmeye gelen izleyici-ye sunar.” (Çelenk, 1992: 17) Bu eşik, ticari tiyatroların ortaya çıktığı eşiktir. Artık sa-londaki yerlemi belirleyen soyluluk payele-ri değil paradır. Merkeze yerleşmek isteyen orayı satın almak zorundadır. Seyir açısın-dan avantajlı ve dezavantajlı konumlar, sı-nıfsal ve ekonomik duruma göre paylaşılır. Tiyatro, kültürel/sanatsal ürünün dolaşıma sokulduğu mekana dönüştüğünden saray-ların/akademilerin kapalı kapılarının ar-dında duramazdı, bu nedenle kültürel pa-zarlara taşındı. Erişimi iki kat zorlaştıran en dış duvarın kalkması dışında saray

ti-yatrosuyla aynı özellikleri taşır, aynı ilişki-leri barındırır. Mekanı değerlendirmek için kullandığımız parametrelerin neredeyse ta-mamı tahakküme işaret eder: Teatral alanın etrafı kapalıdır ve erişim belli koşulların yerine getirilmesine bağlıdır. Seyir ve oyun yeri arasında katı bir ayrım vardır. Oyun-cu izleyenden tam anlamıyla ayrılır.T ek-nik gelişmelerin ardından seyir yerinin ta-mamen karanlıkta bırakılabilmesi ve kutu dekorun kullanımı dördüncü duvarın inşa-sına olanak vererek izleyiciyi dikizciye dö-nüştürerek sahne-seyirci ilişkisinde radikal bir kırılmaya yol açar. Perspektif tek odaklı bir bakışı dayatır. Durağan bir izleyici için hareketsiz bir oyun alanı sunar. Oyun yeri yükselti ve çerçeve kullanımıyla izleyicinin önüne engeller koyar. “Halkı seyirci hali-ne getirmek… iktidarın gerçek biçimi olan yabancılaşmayı sürdürmektir.”(Huet, akta-ran Sennett, 2011: 143) Kuşkusuz masuma-ne görümasuma-nen bu müdahaleler, inşasına baş-lanmış olan yeni ideolojik hattın sanat/es-tetik alanındaki yansımaları ve ajanlarıdır. Shiner’in altını çizdiği gibi;“Bu yeni güzel sanatlar sistemi… toplumsal cinsiyet ve ik-tidar ilişkilerinin bir parçasıydı.” (Shiner, 2004: 26)

Bütün bunlara bakıldığında saray tiyatrosu-ticari tiyatro hattı handiyse di-siplin mekanına dönüşen bir teatral tahak-küm mekanı olarak karşımıza çıkar. Bugün de aynı hattın devamı olan tiyatro yapıları tahakkümcü özellikleri korur ve taşır.

Ana akım tiyatronun seyirciyle kur-duğu ilişki art niyetsiz, masum bir ilişki

(11)

17

olmanın ötesinde açıkça politiktir ve ses-sizlik kültürü içinde yoğurup sindirir… ezer, kendine tabi kılar. … Uyulması zo-runlu yasakların oluşturduğu bir kural-lar ülkesindedir. … Ne zaman salona gi-receği bildirilir, geçiş izni kontrol edilir ve yerleştirilir. … Roller belirlidir; biri-leri izleyecek, biribiri-leri eyleyecektir. Tiyat-ronun tanrıları seyircileri sonsuz bir ka-ranlığın içinde yalnızca bakmakla ceza-landırmıştır.(Altun, 2004: 18)

Egemenin Mekanına Karşı Alanda Direnme: Sokağın Tiyatrosu

Saray tiyatrosundan ticari tiyatroya ge-çiş egemen sınıfın yer değiştirmesiyle olu-şan güncellemeler dışında aynı hat üzerin-de hareket eüzerin-der. Himayecilik sona erip sa-nat, piyasası ve kamuoyu olan bir alan ola-rak ortaya çıktığında safra olaola-rak atıp ar-dında bıraktığı zanaat da eşanlı olarak be-lirmeye başlar. Kolektif üretiminde sona er-diği bu eşikten önce “sanat üretimi genel-likle işbirliği içinde gerçekleştiriliyor, tek bir sanat eseri birçok aklın ve elin bir araya gelmesiyle üretiliyordu. … Modern sanat sisteminde… sessiz ve saygılı dikkat idea-line yoğunlaşmıştır.” (Shiner; 2004, 26) Sa-nat alanına yerleşmeye çalışan egemen ti-yatro anlayışına karşı popüler titi-yatrolar so-kaklarda direnmeyi sürdürürler. Sınıfsal ayrımın derinleştiği yıllarda saray tiyatro-sunun karşısında halkın tiyatrosunu görü-yoruz; Tiyatrolar burjuva tapınaklarına dö-nüştüğünde de.

Kökleri şenliklerde, Yunan Mimus’unda,

Atellan Farsı’nda olan; yok edilmeye

çalışıl-dığında yeraltından yoluna devam eden;

bozguncu, popüler ve açık alanlarda dire-nen bir tiyatro etkinliği tüm canlılığıyla sü-rer. Agoranın genetik izlerini taşıyan

Com-media dell’Arte, 16. yüzyılın ortalarında

pa-zar yerinde doğar. “Kendi halkı ile arasın-daki gizli anlaşmanın mizahi anlayışına da-yanan direkt ilişki, bu Pazar kadar eski bir geçmişe sahiptir.” (Rudlin, 2000: 34) Kuş-kusuz bir oyuncu izleyici ayrımı ve dola-yısıyla oyuncunun ayrı bir oyun alanı var, ancak izleyiciyle kurulan doğrudan ve es-nek ilişki ve doğaçlamaya dayanan oyun-culuk biçimi izleyicinin her an müdahale-sine ve katılımına olanak sağlar. Neredeyse hiç dekor kullanılmadan ve çıplak bir sah-nede oynarlar. Commedia dell’Arte grup-ları her şeyden önce gezgin topluluklardır ve sahnelerini sabitlemezler. Konakladıkla-rı yerleri sahneye dönüştürmeleri ve geçi-cilikleri; özellikle de karnaval, fuar ve pa-zaryeri gibi mekanları oyun alanına dönüş-türebilmeleri nedeniyle geçit alayının ru-hunu taşırlar ve her yer tiyatrodur yaklaşı-mıyla duvarsız tiyatro yaparlar. Yanılsama yaratmaya çalışmadığından -saray tiyatro-ların ıraksak sahnesine karşın- izleyicisiy-le arasındaki mesafeizleyicisiy-leri kapatan yakınsak bir sahne-seyirci ilişkisine sahiptirler. Pa-zar yerinin özelliği gereği sınıfsal ayrımlar erir. İzleyici alan içinde serbestiye sahiptir. Bu özgürlük aynı zamanda çoğul bakış açı-sına açılan bir kapıdır.“Yaşam ve onun bü-tün olguları karşısında tümüyle özgürlük-çüdürhalk tiyatrosu ve seyircisine de esas olarak bu özgürlükçü ruhu akıtarak onda bir enerji oluşmasını sağlar.” (Balay, 1995: 15) Böylece, Commedia dell’Arte ve benzeri

MEK AN ÜZERİND E M ÜCAD ELE: TEA TR AL ‘AL AN D IŞI’NIN İNŞA SI

(12)

18

tiyatroların egemenlerin tiyatro yapılarına karşı açık alanlarda oynama tercihleriyle, tahakküme karşı özgürlükçü bir yaklaşımı benimsediklerini, bunun da teatral alan-da bir direniş olduğunu söyleyebiliriz. “Hiç kuşkusuz her farklı oyun alanı, belirli bek-lentileri ve yorumlama olanakları olan izle-yiciyi talep edecektir.” (Bennett, 1990: 136)

İspanyol Altınçağ tiyatrosu ve İngiltere’de Elizabeth Dönemi, halk rosu damarından beslenen iki önemli tiyat-ro dönemidir. Bu popüler tiyattiyat-roların kö-keni açık alanda varlığını sürdüren halk tiyatrolarıdır. Piyasanın önem kazanma-sıyla birlikte teatral alanın çevresi kapatı-lır. “Bu binaların şekilleri çeşitlilik göster-mekle birlikteamaçları aynıdır: para öde-yen çok sayıda seyirciye yer sağlayacak bi-çimde bir oyun alanını çevrelemek.” (Broc-kett, 2000: 183) Bu yapılar çatısız halk tiyat-rolarıdır. Bu dönemin tiyatro yapıları oyun arabalarından evrimleşir. İngiltere’de han avluları ve pageant (oyun arabası) bileşimi Elizabeth dönemi tiyatrolarının prototipi-dir. Han avlularında oynayan gezgin oyun-cuların oyun arabalarını avluya yerleştire-rek temsiller verdikleri düşünülüyor. Ben-zer biçimde İspanya’da, avlu ve carro (oyun arabası) bileşimi corallesi (avlu sahne) orta-ya çıkarmıştır. Hanın içorta-yapıları orta-ya da avlu-nun etrafındaki evin pencereleri balkonla-rı localara, avlu partere dönüşmüştür. İngil-tere ve İspanya’daki popüler halk tiyatrola-rını mekansal olarak irdelediğimizde, teat-ral alanın etrafının kapalı olduğu ve girişin bir ederi olduğunu görüyoruz. Ancak

avlu-dan evrimleşen bu tiyatroların sokağın bir uzantısı olan avluların da ruhunu korudu-ğunu görüyoruz. Oyun/seyir alanları belir-lenmiş, sınırları çizilmiş olmakla birlikte katılımcı tarzı/izleyicisi sayesinde sınırlar kolayca ilga edilebiliyordu.“Ortaçağın sah-ne ve seyir yerinin içiçeliği de Shakespea-re tiyatrosunda sürmüştür.” (Sokullu, 1969: 31) Paranın ölçüt olduğu bir tiyatro yapı-sında seyir yeri sınıfsal konumlanışın altı-nı çizecektir. “İki üç bin kişi alan bu tiyatro-lara gelen... halkın en paralıları ya sahnede ya da sahne yanındaki localarda oturuyor-lardı. Orta gelirliler galerilere geçiyorlar, en düşük girişi ödeyenler avluda ayakta seyre-diyorlardı.” (Sokullu, 1969: 31) Seyirci tem-sil sırasında özgürdür, çıkabilir, yemek yi-yebilir ya da konuşabilir. Ayrıca sahneyi se-yir yerinden ayıran bir çerçeve de söz konu-su değildir. Dekorkonu-suz, çıplak bir sahne kul-lanımı yeğlenmekte ve yapının mimari ola-nakları kullanılmaktadır. Kısaca özetlersek, popüler halk tiyatroları çevrelerinin kapalı olması ve sınırlılıkların/ayrımların kendini hissettirmesi itibariyle egemen tiyatro yapı-larının sahne seyirci ilişkisini üretme eğili-mindedir. Ancak kapalı da olsalar sokağın ruhunu içeriye taşımaları itibariyle bu ya-pılar tahakküme karşı direnişin örgütlendi-ği mekanlardır. Sokağın/şenliörgütlendi-ğin özgürlük-çü itkisi ile tiyatro yapılarının tahakküm-cü itkisi (ki bunun şiddetini yapının detay-ları belirler) mücadele eder. Bu mücadele-den başka bir direniş biçimi doğar: teatral alan-dışının inşası.

(13)

19

Teatral alan-dışı tartışılmaya başlan-dığında, daha ilk adımdan mekan/alan ay-rımı kendini dayatır. Bu ayrım baştan net konmadığında kavram müphemleşmeye başlar. Mekan düzenlenmiş, tamamlanmış, belirli kuralları ve bir hukuku olan; katılaş-ma ve dolulukla ifadesini bulan bir yerdir. Alan ise daha çok boşluk ile cilveleşir. De-vinim, tamamlanmamışlık, sınırlanmamış-lık ve akışkansınırlanmamış-lıkla nitelenir. “Katışıksız ve yalın fiziksel mekana karşıt olarak yerler “nesnel” gerçeklikler değildir, ancak belli insani mekansal deneyimler aracılığıyla var olur.” (Schick: 2001: 5) Alan-dışı, bu bağ-lamda, bir mekana işaret etmez. Yöneldi-ği yer her halükarda doldurulması gereken (en azından bir kısmının) bir boşluk ola-rak alandır. Dolayısıyla da zorunlu olaola-rak onu tasavvur edecek (dolduracak) faillere gereksinim duyar. Tiyatro bağlamında ba-kıldığında sahne; sınırları belirlenmiş ve fi-ziki bir varlık olarak karşımızda duran, sa-bitlenmiş bir mekan olarak karşımıza çıkar. Tiyatro etkinliğininbir yüzü icra ise diğer yüzü de anlatıdır. İcra bir mevcudi-yeti gerekli kılarken, anlatı ancak bir fan-tezi alan üzerine inşa edilebilir. Teat-ral alanın coğrafyası göz önüne alındığın-da fantezi alan, oraalındığın-da olmayan bir uzam-dır: alan-dışıdır. “Tiyatroda düş gücü uza-mı doldurur.” (Brook, 2004: 27) İzleyicinin algı alanı içinde olan her yer teatral alan-dır. Alan-dışı algının değil, fantezinin ala-nıdır ve anlatıcının suç ortaklığına gereksi-nir. Güçbilmez, sahne dışını tanımlarken teatral alan-dışına doğru eksik bir adım

atar: “Sahne-dışı dünyadan sahneyi çıkar-dığımızda geriye kalandır, yüzölçümü aşa-ğı yukarı bütün evreni kaplar.” (Güçbil-mez, 2005: 27) Bu cenahtan bakış, sahne-yi bir gerçeklik alanı olarak dayatarak ken-di dışında kalan evreni kenken-di gerçekliğin bir parçası yapmaya çalışan mimetik mo-dele yaslanır ve bu modeli haklılaştırmaya yarar. Fantezinin bir bileşeni olarak işaret-lendiğinde, tiyatroda alan-dışının coğraf-yası, dışarı doğru değil içeriye doğru açı-lır. “İmgeleyen zihin… gözlem yapan zih-nin izlediği yolun tam tersini izler.” (Bac-helard, 2008: 227) Teatral alan-dışı, teat-ral alana konumlanan kodlayan ve alılma-yan bedenlerin fantezi evreninde buluş-masıyla kurulur, dolayısıyla da “Çıplak bir alan öykü anlatmaz, dolayısıyla her bir izle-yicinin düş gücü, dikkati ve düşünce süre-ci özgür ve sınırlandırılmamış olur.” (Bro-ok, 2004: 26) Teatral alan-dışının inşa edi-lebilmesi için fantezinin sığabileceği boş bir alana gereksinim vardır. Oyun alanı ne ka-dar sade olursa fantezi alanına o kaka-dar çok yer kalır. “Kimi zaman imge ne kadar ya-lın olursa, düşler o kadar büyük olur. … Belirti ne kadar zayıfsa, bir kökeni belirtti-ği için, o ölçüde de anlam yüklüdür.” (Bac-helard, 2008: 206-56) Fantezi evrenini sah-neye çağırmak, son dönemlerde çok kulla-nılmasa da, zaten tiyatronun sahip olduğu olanaklardandır. “Konvansiyonculuk ve ha-yal etme özgürlüğü tiyatro tarihinin illüz-yona ve görsel gerçekçiliğe dayanan bir dö-nemi dışında her zaman tiyatronun kura-lı olmuştur.” (Sokullu, 1969: 5) Fantezi ev-ren, ezilenlerin egemene ait mekanlarda

di-MEK AN ÜZERİND E M ÜCAD ELE: TEA TR AL ‘AL AN D IŞI’NIN İNŞA SI

(14)

20

HAK

AN AL

TUN

renebilmesinin yegane koşuludur. Tiyatro toplumun bir metaforu olarak düşünüldü-ğünde, nispeten daha tehlikesiz olan teat-ral alanda daha kolaydır ve bu alanı kullan-mak kültürel belleği canlı tutmada bir tem-rin olarak kullanılır. Ezilenler, fantezi yo-luyla toplumsalda geçici gedikler açarak ta-bulara, baskılara, iktidara, otoriteye ve ege-men ahlakanlayışına direnirler. “Fantezile-rin, gerçek hayatta yaşananların acısını çı-karma gereksiniminden kaynaklandıkları gözlemlenir. … Günlük yaşamda olanak-sız veya sakıncalı olan tutum ve davranış-lar fantezilerde bir yana atılır.” (Çamurdan, 2010, 118)

Eliade, düşsel evrenle zamandaş olma durumunu büzülmüş zaman olarak adlan-dırır. “Tarihsel zamanın ritmi olmayan baş-ka bir zamansal ritmi yabaş-kalamak için… dramatik bir gösteriyi seyretmek yeterlidir.” (Eliade, 1992: 9-10) Böylece “insan tarihsel ve kişisel zamanın dışına çıkar ve masal-sı, tarih-ötesi bir zamana dalar… bu hayali dünyanın tüm özgürlüklerine sahip bir za-mandır. (Eliade, 1993: 175) Sahici ve haya-li evrenin, diğer bir deyişle alan ve alan dı-şının bir ve aynı mekanda çakışması teat-ral alanı bir heterotopyaya dönüştürür. Fo-ucault, heterotopya kavramıyla tek bir ger-çek mekana sıkışan/yapışan birçok zaman ve mekanı kast eder.

Heterotopyanın, birçok mekanı, bir-çok mevkiyi kendi içlerinde bağdaşmaz olan birçok mekanı tek bir gerçek yerde yan yana koyma gücü vardır. … Hetero-topyalar, genellikle zamanın bölünmesi-ne bağlıdırlar… heterokroni diye

adlan-dırılabilecek şeye açılırlar; insanlar gele-neksel zamanlarıyla bir tür mutlak kop-ma içinde olduklarında heterokroniler tam olarak işlemeye başlarlar.

(Fouca-ult, 2005: 298-9)

Gerçek bir teatral mekanın hayali/mi-tolojik/ütopik/vb. zaman ve mekanlara bö-lünmesi, yani sahne heterotopyası alan dışı için gerekli zemini sağlar. Teatral alan-dışının inşası kapalı alanlara sıkışan ma-dunların başvurdukları temel stratejilerden biridir. Mekanda hareketsizleştirildikleri ölçüde alan dışına kaçarlar. Tiyatro tarihi-ni kat ederken halk tiyatrolarının boş alan-larda ve neredeyse çıplak bir sahnede oyna-mayı tercih ettikleri gözümüze çarpar. Bu durumu şenlik alanlarından taşıdıkları bir kültürel kod olarak değerlendirmekte ya-rar var. Kapalı mekanların içine hapsedil-diklerinde içeriye sızdırabildikleri tek şey, muhtemelen, şenlik alanı olmuştur; kuş-kusuz, uçsuz bucaksızlığı da içine gizleye-rek. Ezilenin yalın sahnesi, açık alanı ika-me etika-mekte olan teatral alan-dışına sıçra-mak için uygun bir esneklik sağlar. Böyle-ce boş alan (şenlik alanı) geçici olarak mer-kezleşip/teatralleşip özerk/özgür bir ala-na dönüşecektir. Kuşkusuz bunu egemenin gözünden kaçırmayı da becererek yapacak-tır. “Her yalnız düşçü, gözlerini yumdu-ğunda sesleri başka türlü duyduğunu bilir.” (Bachelard, 2008: 262) Madun da gözleri-ni kapattığında hiç kuşku yok ki egemen-den farklı şeyleri duyacaktır. Çünkü ma-dunun belleğinde taşıdığı kodlar farklıdır. “Belleğimizde öyle mikrofilmler vardır ki, imgelemin canlı ışığı üzerine düşmedikçe

(15)

21

okunamazlar.”(Bachelard, 2008: 255) Teat-ral alan-dışı kolektif belleğe açılan bir pen-ceredir. Kolektif belleğin ezilenlerin dire-nişlerinin kaydedildiği yer olması nedeniy-le teatral alan-dışının inşası ezinedeniy-lennedeniy-lerin ka-patıldıkları teatral yapılarda egemene karşı direnişinin bir veçhesi olur.

Alan-dışının inşası tiyatro gramerinin anlatı kiplerinden biri olan diegesis mari-fetiyle gerçekleşir. Mimesis ve diegesis iki farklı kipliğe işaret eder. Farklı tiyatro yap-ma biçimleri bu iki kiplik arasında yerini alır. Bununla birlikte hiçbir bir teatral et-kinlikte bu iki kipliğe saf olarak rastlamak olası değildir; aralarındaki ilişki bir yoldaş-lık/mücadele ilişkisidir. Diegetik anlatı te-atral alan dışını kurmak için üzerinde sıç-rama tahtası olarak teatral alana gereksinir. Diğer yandan sahne üzerinde mimesisi ola-naklı kılan da diegesisin anlatıda alan dışı-na doğru açtığı yarıktır. Teatral alan, die-gesisin açtığı çatlağı kat ederek kendi ger-çekliğini kurabilir; oyuncu da aynı biçim-de, ben-olmayana yalnızca bu patikayı kul-lanarak göç edebilir. Bu oyunsu boşluk ol-madan sahnenin oluşturabileceği tek ger-çeklik, kendinin başka bir şey olduğunu id-dia eden ve/fakat bu idid-diasını gerçekleştir-mekten aciz bir tür delilikten öteye gide-mez. Oyun ciddi/resmi dünyada bir yarık açar, bu dünyayı aralar. “Oyun ‘gündelik’ veya ‘asıl’ hayat değildir. Bu hayattan kaça-rak… geçici bir faaliyet alanına girme ba-hanesi sunmaktadır. … Gündelik hayatın içinde bir kesinti… olarak gözükmektedir. ... Gün ışığının aydınlattığı dünyadan farklı

olan başka bir dünyaya götürür.” (Huizinga, 1995: 25-26, 46) Bu bağlamda, oyunu inşa eden diegetik kiptir. Diegesis, oyunun açtı-ğı yarıaçtı-ğı/alanı hayal gücü ile doldurarak al-ternatif bir dünya inşa eder. Winnicott’un terimleriyle ifade edecek olursak, alternatif dünya olan oyun, bir dış dünyadan çekilme deneyimidir. “Oynayan çocuk, kolayca terk edilemeyen, dışarıdan müdahalelere de pek açık olmayan bir alanda ikame eder.” (Win-nicott, 2010: 72) Winnicott’un üçüncü alan olarak işaretlediğioyun, iç gerçeklik ve dış dünya arasında ortak deneyim alanı ve ara deneyim bölgesi olarak bir potansiyel alan-dır. “Orada artık içedönük ya da dışadönük olmak durumunda değilizdir. Hayatı geçiş olguları alanında, öznellik ile nesnel gözle-min kesiştiği heyecan verici noktada, bire-yin iç gerçekliği ile bireylerin dışında kalan ortak gerçeklik arasındaki ara bölgede ya-şarız.” (Winnicott, 2010: 87) Üçüncü alan olarak oyun, bebeğin kendini dış dünya-dan ayırması ve “ben” oluşumuyla birlikte vuku bulan yarılma ile ortaya çıkarak ben ile çevreyi aynı anda hem birbirine bağ-lar hem de birbirinden ayırır. Üçüncü ala-nın kurucu paradoksu olan bu yarılmaala-nın açtığı boş alan tam da diegesisin yerleştiği yerdir. Teatral alan-dışının kök saldığı po-tansiyel alanın, Winnicott tarafından, ya-ratıcılık ve özgürlük mecrası olarak tanım-lanması madunun bu mecrayı direniş ala-nı olarak tercih edişini doğrular nitelikte-dir. “Çocuk ya da yetişkin oynarken ve bel-ki de sadece oynarken yaratıcı olmakta öz-gürdür. … Kuramımız… yaratıcı bir hayat sürmenin sağlıklı bir durum olduğu ve

bo-MEK AN ÜZERİND E M ÜCAD ELE: TEA TR AL ‘AL AN D IŞI’NIN İNŞA SI

(16)

22

HAK

AN AL

TUN

yun eğmenin hayat için hastalıklı bir temel olduğu yolunda bir inanç barındırır.” (Win-nicott, 2010: 74, 88)

Diegesis ilk olarak Platon’da karşımı-za çıkar. “Birinin konuşmasını sanki oy-muş gibi aktardığı zaman söyleyiş biçimini elden geldiği kadar o konuşan kişininkine benzetmeye çalışmazmı? [mimesis] .. Ter-sine, ozan hiçbir yerde kendini gizlemesey-di, şiirlerinin, öykülerinin hiçbirinde taklit bulunmazdı. [diegesis]” (Platon, 1973: 111) Platon, anlatıcının/oyuncunun tavrı rak ortaya çıkan diegesise en iyi örnek ola-rak ditriambosu gösterir. Oysa ardılı olan Aristoteles, odağını anlatıcıdan harekete kaydırarak diegesisin etrafından dolaşma-yı tercih eder. “Aristoteles’in poetikası ken-dini Platon’a karşı mimesisin bir savunusu olarak ortaya koyar.” (Puchner, 2002: 23) Onun bu stratejik yaklaşımı neticesinde di-egesis tiyatrodan dışlanmış, sürgüne gittiği anlatı diyarlarından da edebiyat ve sinema

üzerindenana akıma geri dönmüştür.1

Do-layısıyla aristotelesçi fay hattında ilerleyen ana akım tiyatro için diegetik kip, sahne-sine dadanan kötücül bir hortlaktan fark-sızdır. Halk tiyatrolarının “oyuncu”larıysa, beceri düzeyleri ne olursa olsun, temelde anlatıcı olarak konumlanırlar. “Anlatıcı” ile“aktör” arasındaki gerilim sözü edilen iki kiplik arasındaki ayrımı kesin bir biçimde ortaya koyar.

1 Puchner’e göre modern tiyatro bu bağlamda diegesis ile mimesis arasındaki bir mücadele ile tanımlanabilir. Bastırılanın dönüşü olarak da değerlendirilebilecek bu durum çalışmanın kapsamında olmadığından değinilmemiştir.

Mimesis konuşmanın ya da devini-min doğrudan sunumudur. Anlatıcı orta-dan kaybolur. İzleyen duyduklarınorta-dan ve gördüklerinden hareketle anlamlandırır. Bir gösterme edimidir ve kusursuz bir bi-çimde taklit etmeye dayanır. Dolayısıyla da gerçekliğin bir ikamesidir. Mimetik anla-tı, sanatçının illüzyon marifetiyle kendini gizlediği, görünmezleştiği ve fakat karak-terin konuştuğu, üstelik izleyiciyi görmek-sizin kendine konuştuğu bir anlatım yön-temidir. Gerçeklik duygusu yaratmaya ça-lışır. Diegesis ise, temelde, olayların sözel/ sözlü anlatımıdır. Öyküyü anlatıcı aktarır. Bir anlatma edimi ve saf bir anlatıdır. Anla-tıcı kendini gizlemek durumunda kalmaz, oynayanın/yazanın/yaratanın varlığı red-dedilmez. Diegesis izleyicinin de varlığını yadsımayan, ona doğrudan yönelebilen bir biçemdir.

Mimesis ve diegesis arasında oluşan kutuplaşma, geçtiğimiz yüzyılın sonla-rından itibaren Anglo-Amerikan eleş-tirisinde ‘söyleme’ ve ‘gösterme’ ya da ‘özüt’ ve ‘görünüm’ kavramlarıyla yeni-den belirir. ‘Gösterme’ olay ve diyalog-ları doğrudan sunduğunu varsayar, an-latıcı ortadan kaybolurken (dramda ol-duğu gibi) alımlayıcı gördükleri ve duy-duklarından hareketle kanı oluşturma-sı için yalnız bırakılır. Öte yandan ‘söyle-me’, olay ve diyaloğun doğrudan ve dra-matik bir biçimde sunmak yerine onlar hakkında konuşan anlatıcı aracılığıyla gerçekleşen bir sunumudur. (Rimmon-Kenan, 1983: 120)

(17)

23

Diegetik anlatı, anlatıcının doğrudan alımlayıcısıyla konuştuğu ve öyküsünü an-lattığı bir anlatıdır. Diyalojik bir ilişki öne-rir. Bu iki (teatral) anlatı kipi arasındaki karşıtlığı Genette, bilgi+muhbir=C formü-lü ile açıklar. “Formül bilginin miktarı ile muhbirin varlığı arasındaki ilişkinin ters orantılı olduğunu ifade eder, mimesis mak-simum bilgi ve minimum muhbir ile tanım-lanırken, diegesis ise bunun tam karşıtı bir ilişkiyle ile tanımlanır.” (Genette, 1980: 166)

Diegesis, sinemadaki kullanımına göz atıldığında biraz daha netleşecektir: Sine-ma alanının girdabında çökeldiğinde üze-rine yapışan yeni anlamlarla daha betimle-yici olur.“Film teorisi diegesisi yalnızca an-latının kendisini değil, fakat aynı zaman-da anlatının ima ettiği hayali alan ve zaman boyutunuda belirtmek için kullanıp gele-neksel karşıtlığı yıkmıştır.” (Shires ve Co-han, 1988: 88) Diegesis film anlatısının ev-reni içinde mevcut olanı, anlatı evev-reninin parçası olanı niteler. Örnekse, diegetik ses/ müzikten filmin evreninden kaynaklanan herhangi bir ses/müzik kastedilir ki bunlar filmin anlatısının “burada ve şimdi”sine ait ögelerdir. Etienne Souriau, diegetik gerçek-liği “film tarafından yaratılan imgesel öykü dünyası” (aktaran Bucland 2000: 47) ola-rak niteler. Diegesis, hayali/kurgu olanla ol-mayan arasında bir ayrım oluşturmaya ve hayali/kurgusal olanı işaret etmeye başlar. “Bir çeşit bütünlüğü ortaya çıkarmak için içinde ögelerin uylaştığı kalp-dünya/haya-li evren olarak anlatıyı ima eder… Son ker-tede anlatıyı zapt ederek; olaylar silsilesini,

coğrafi/toplumsal/tarihsel bir arka planı ve içinde aksiyonun geliştiği genel atmosferi içeren bir evrenin içine sıkıştırır.” (Hatchu-el, 2004: 36) Diegetik alan filmin gerçekli-ğini kurmak açısından yaşamsaldır; “izleyi-cinin ilgisini, ekran yüzeyinin maddi var-lığı da dahil olmak üzere, içinde bulundu-ğu mekan ve zamandan kurmaca/hayali bir başka yere kaydırır.” (Buckland, 2000: 80) Sözü edilen kaydırma işleminin gerçekleşe-bilmesi için izleyicinin işbirliğine gereksi-nim vardır. “Diegesis, yalnızca metinsel bir inşa olarak düşünülmemelidir, aynı zaman-da bir izleyici yetisini de içinde barındırır.” (Buckland, 2000: 103) Teatral alana döner-sek diegesis, son tahlilde, alan-dışına inşa edilen bir hayali sahnedir ve bu alanın asıl faili de mimetik sahneden kovulan izleyici-dir. “Tanımı gereği anlatı sanatı bir öykü-ye ve öykü anlatıcısına gereksinir. Anlatıcı-öykü ve anlatıcı-alımlayıcı ilişkisinde anla-tı sanaanla-tının özü bulunur.” (Phelan, Kellogg et al, 2006: 4, 240) İzleyici ile anlatıcı ara-sında zorunlu bir yarılma olarak oluşan po-tansiyel alanda, iki öznelik konumu arasın-da anlatı ile kurulan ilişkiyle hayali sahne inşa edilir. Diğer yandan diegesisin, tanımı gereği, burada ve şimdiyi de içinde barın-dırdığı unutulmamalıdır. Sonuçta diegesis için iki düzlem saptanmış olur: Anlatıcının burada ve şimdisi ile anlatının düşsel/fan-tezi uzamı. “Diegetik olarak sunulan dün-ya en az iki farklı ve hiyerarşik olarak iliş-kilendirilmiş ontolojik düzeyden oluşmak zorundadır; anlatıcının ait olduğu dünya ve farklı, ikinci planda olan, tanıtımını yap-tığı dünya.” (Berger, 2000: 170) MEK AN ÜZERİND E M ÜCAD ELE: TEA TR AL ‘AL AN D IŞI’NIN İNŞA SI

(18)

24

HAK

AN AL

TUN

Agora/tiyatro (mekan/alan) yarıl-ması bağlamında baktığımızda; mekan (ti-yatro) mimetik kip, alan da (agora) diege-tik kip olarak değerlendirilebilir. Mime-sis anlatıyı sahnede kalmaya zorlayarak bir yere/konuma sabitlemeye çalışırken, die-gesis, boş alana açılan bir kapı işlevi göre-rek özgür bırakır. Sahne mimetik bir me-kana, diegesis ise hayali bir sahneye dönü-şür. Aynı ayrıma anlatı bağlamında bakar-sak “mimesiste okuyucu metne çekilirken, diegesis araya uzaklık koyar.” (Günay, 2010: 197) Gerçekçi tiyatroda sahne direktiflerini incelediği özenli çalışmasında Zeren, fark-lı bir açıdan yaklaşsa da benzer bir sonuca ulaşarak diegetik olanı genişlikle tanımlar. Aristotelesçi fay hattında ilerleyen Zeren, ilk adımda teatral alanın dışına konumlan-dırdığı diegesisin mimetik olana eklendi-ğinde onu genişleten bir ögeye dönüştüğü-nü ileri sürer. “Diegetik anlatım araçları… okur algısına yönelerek metinsellik fikrini besler ve yazarın kendisini temsil etmesi-ne olanak tanımış olur.” (Zeren, 2011: 115) Böylece, diegetik kip anlatıyla alılmayıcı-nın arasındaki mesafeyi açarak metinden kaçar ve anlatıyı alana dönüştürür; diğer yandan mimetik kip metne yerleşerek an-latıyı mekanlaştırır. Performans grameriy-le konuştuğumuzda ise tiyatronun katılım-cı özelliğinin diegetik olduğunu söylemek durumundayız:T aklide sıkışıp kalan ben-zetmeci biçim sahne mekanında hayat bu-lan icraya tutunarak izleyicisiyle arasında-ki mesafeyi minimuma indirmeye çalışır-ken, izleyiciyle paydaşlık esasına göre iliş-ki kuran göstermeci biçim onu optimum

uzaklıkta tutarak mekan olarak sahneden ve taklit olarak icradan sakınır. Benzetme-ci ekolün takipçilerinden olan Moore’un belirttiği gibi: “Seyirciyle doğrudan iliş-ki kurduğunda, oyuncu yaşayan bir karak-ter olmaktan ziyade sadece bir anlatıcı ha-line gelir. Bu ilişki performansın hakikiliği-ni zedeler ve seyirciyi oyunun kendisinden uzaklaştırır.” (Moore, 2009: 65) Gösterme-ci/katılımcı halk tiyatroları inşa halindeki icra olarak açık biçimin tahsis ettiği statejik uzaklıkla oluşurken, bu teatral meddücezir ortamı mekandan (tiyatro/metin/icra) fira-ra vesile olur.

Direnişin Mekanı Olarak Kültürel Bellek Ezilenlerin direnişlerini kodladık-ları ve aktardıkkodladık-ları bir mecra olarak kül-türel/kolektif bellek ideolojiyi içerimler. Assmann’ın belirttiği gibi “Baskı koşulla-rında hatırlama bir direniş biçimi olabilir... Bellek geçmiş korkular gibi geçmiş umutla-rın da yeniden hatırlanmasını sağlar... Ha-tırlamak baskıya karşı bir silahtır.” (Ass-mann, 75, 88) bell hooks, “kavgamız, unut-maya karşı bir bellek mücadelesidir.” (ho-oks, 1990: 146) derken de aynı noktaya par-mak basar. Politik bir etkinlik olarak hatır-lamakhayali ya da reel, ama mutlaka bir

“yer”e2 gereksinir. bell hooks, direnmek için

önce bir yere yerleşmek gerektiğini ve sınır-lara konumlanmanın karşı kültürel bir di-reniş için doğru bir strateji olduğunu

sav-2 Direnme biçimi olarak yerleşme, göçerliğin de bir direniş biçimi olduğunu reddetmez. Bu çalışmada indirgem-eci/özcü yaklaşımdan ziyade konumsal/performatif yaklaşım tercih edilmiştir. Yerleşmek, direnmek amacıyla bir konum alma stratejisi olarak değerlendirilmelidir.

(19)

25

lar. Sınırlar, merkez-olmayan olarak mer-keze karşı konum almayı sağlarken; sınıra yerleşen özne için radikal bir açıklık sağ-lar. “Sınırda olma hali… aynı zamanda ra-dikal olanaklar için bir mevzi, direniş için bir alandır. … Radikal bir perspektif için-den görmek ve yaratmak; bu perspektiften alternatif, yeni dünyaları hayal etmek için olanak sağlar.” (hooks, 1990: 148-9). Kültü-rel bellek dolayımıyla devreye giren hatırla-ma eyleminin yönü geçmişe değil, bugüne ve yarına doğrudur. “Bellek fragmanlarıba-sitçe bir belgesel olarak nitelenemez; tersi-ne, eskinin üzerine inşa edilen yeni bir kav-rayışın ve farklı bir telaffuzkipine doğru yö-nelişin inşası olarak nitelenebilir.” (hooks, 1990: 147) Kültürel/kolektif bellek grame-rinde şimdiki zaman kipini kullanan bel-lek, özne olarak da birinci çoğul şahsı kul-lanır. “Hafıza her zaman yaşanan gruplar tarafından üretilen yaşamın kendisidir… her zaman güncel bir olay, sürekli şimdiki zamanda yaşanan bir bağdır …sadece onu güçlendiren ayrıntılarla uyuşur, duygulara dayalı ve sihirlidir… özel ve simgesel anı-lardan beslenir.” (Nora, 1994: 19)

Direnişlerini ve geleceğe dair ütopyala-rını fantezi alanına (yani alan-dışına) kay-deden ezilenler, bunları egemenlerin gö-rüş alanından kaçırır. “Her çağda bir son-raki çağı görüntülerle sergileyen düş içeri-sinde ise henüz gelmekte olan çağ, tarihin en eski dönemlerinin, başka deyişle sınıfsız toplumun ögeleriyle karışmış olarak belir-ginleşir.” (Benjamin, 1993: 89) Sanat, kökü mazide olan kadim umutları gelecek

zama-na ulayan bir ortam olarak kültürel belleğin hizmetindedir. Bu bağlamda “sanatın işlevi kehanette bulunmaktır. … [Böylece,] fikir-lerin gelecekteki yerini açık tutar.” (Berger, 2007: 45, 119) Sanatın bunu yapabilmesi-nin yegane koşulu ezileyapabilmesi-nin kültürel bellek dolayımıyla ilettiği ideolojik muhteviya-tı yerleştirebileceği boş bir alan açmasıdır. Zamyatin’in de altını çizdiği gibi sanat, “dü-nün ya da bugü“dü-nün değil yarının zamanı-na yazılır. Gemi direğine tırmazamanı-nan bir de-nizci gibi güverteden halihazırda görüne-meyecek olanı…direğin tepesinden görebi-lir.” (Zamyatin, 1974: 110) Bu vesileyle de ezilen için malum olanı bir kez daha ilam etme potansiyeli taşır.

Kültürel bellek maharetiyle örgütlenen direniş, Cantek’in alt politika olarak işaret-lediği duruma denk düşer. Alt politikanın gücü müphemliğinden kaynaklanır: “Dışa-rıya (iktidara) karşı sınırlı, yan anlamlı ya da başka bir şeyi; içeriye, bilenlere her şeyi -ya da bir şeyi- anlatan bir çerçeveden çı-kar. … Aynı vurgu ortamına göre farklıla-şarak selama, siteme ya da küfüre dönüşe-bilir.” (Cantek, 2011: 21, 38) Görünür ola-nın altında yatan ayrı bir ideolojik hat mev-cuttur ve yalnızca onu çözecek kodlara sa-hip olanların erişimine açıktır. Madun di-renişini kültürel belleğe iliştirdiği alt poli-tika üzerinden gerçekleştirir. “Bir yaşamın anlatısı, birbiriyle bağlantılı anılar dizisi-nin bir parçasıdır; söz konusu anlatı, kişi-lerin kimlikkişi-lerini edindikleri grupların içi-ne gömülüdür.” (Coniçi-nerton, 1999: 38) Ti-yatro söz konusu olduğunda alan dışının

MEK AN ÜZERİND E M ÜCAD ELE: TEA TR AL ‘AL AN D IŞI’NIN İNŞA SI

(20)

26

HAK

AN AL

TUN

inşası ve diegetik kip alt politikanın teatral yansımaları olur. Bu nedenle de alan-dışı ezilenler için oldukça önemlidir. Çalışma-sında İngiliz alternatif tiyatro hareketin-de sahne-seyirci ilişkisine odaklanan Kers-haw, incelemek için tiyatro dokusundan al-dığı kesitte kültürel/kolektif belleğin doku-nuşlarını tespit etmeyi başarır. Kershaw’a göre, kültürel alana konumlanmış olan te-atral icra doğası gereği seyircilere metnin kolektif okunması olanağınısunar.

İcra… icrayı gerçekleştiren kumpan-ya ile seyirci topluluğu arasında ideolo-jik bir alış veriş olarak tanımlanabilir. İdeoloji, icracıların ve seyircilerin, icrada kullanılan göstergelerden az çok bir or-tak kanı oluşturmalarını sağlayan kolek-tif yetinin kaynağıdır. … Böylece ideolo-ji, icranın göstergelerini kumpanyanın şifrelemesi, izleyicilerin de deşifre etmesi için bir çatı sunar. (Kershaw, 1992: 137) Bu yolla izleyici, sürmekte olan icranın aktif bir katılımcısı olarak görünen zemini-nin altına kendi anlamlarını dokur. Kamu-sal senaryo, madunun gizli senaryosuyla aynı mekanda kesiştiğinde teatral alan bir heterotopyaya dönüşür ve seyirci de söz-lü kültürün ona sağladığı muğlak zeminde olası dünyaları inşa etmeye koyulur.

Sözlü kültür, kıvraklığı ve ele geçmez-liğiyle kültürel belleğin alanıdır. “Egemen olmayanlar, yaşam pratiklerine dolaysız bir biçimde bağlanan anlık oluşumlarla ortaya çıkan konuşmalarda, akıl, duygu, inanç ve gelenek aktarımını, egemen olanın giderek yoğunlaşan baskısına rağmen dün

oldu-ğu gibi bugün de sürdürmektedir.” (Köker, 2005: 13) Sözlü kültür iki nedenden ötürü ezilenler için elzemdir. İlk olarak kültürel düzlemde stratejik olarak vur-kaç taktiğine uygundur. “Her sözlü gösteri, iktidarın gö-zetim düzeyine uygun olarak farklılaşabili-yor, gizlenebilifarklılaşabili-yor, kaçamaklı bir halde -ve “cee!” diyebilmenin iştahıyla- üzeri örtü-lebiliyor.” (Cantek, 2011: 38) İkinci olarak sözlü kültür, alt politikanın alanında duran saklı anlatıyı iletmek için gerekli olan yapay atmosferi (fantezi alanını) inşa için olduk-ça uygun bir zemindir. Sözlü kültür ürün-leri “görünür yüzeyin altına girift labirent-ler kurarak …ikincil bir hikaye işletir. … İdeolojiyi bunca girift labirentlerden usta-ca ve bin renkli elbiseler giydirerek geçiren dehşetengiz zeka… hikayeyi zarar görme-den anlatmak için… yapay atmosferler ya-ratır… dolaylı aktarım için fantastik olanı kullanır.” (Sezer, 2010: 16-7)

Somay, sanatı iki kip halinde tanım-larken, mimesisin karşısına fantastiği ko-yar. Diegesisin fantastikle yer değiştirmesi kuşkusuz manidardır ve bu hamle diegesi-si kültürel bellekle ilişkilendirerek konum-landırmamızda kolaylık sağlar. Lacan’a atıf-la yakatıf-laşımının sınıratıf-larını çizen Somay’a göre; “gerçekliğin sunumu olan mimetik, halihazırda temsil edilmiş olanın sunumu olarak, yalnızca bir yeniden-sunumdur. Di-ğer yandan fantastik, daima simgesel dü-zenden dışlanmış olan Gerçeğin (teşeb-büs edilmiş) sunumudur.” (Somay, 2010: 7) Simgesel düzen, egemenin konumlandığı ve dilinin serpilip geliştiği yerdir.

(21)

Madun-27

lar/ezilenler simgesel düzen içinde kendi-lerini ifade olanaklarından yoksundurlar ve tam da bu nedenle dilsizdirler; konuşsa-lar bile egemen dilin içinden konuşabilirler. “Ezilen sınıfların fikirleri, duyguları… bas-tırılmış, o çağın bilinçdışına itilmiştir. … Devrim daima “bastırılmış olanın geri dö-nüşü” olarak anlamlandırılabilir.” (Somay, 2004: 19) Simgesel düzende kendine yer bulamayan Madun/ezilen, kendini ifade edebileceği (daha önce de yaptığı gibi) bir mecra olarak fantastik kipe yöneldiğinde simgesel düzenin sınırlarını zorlamaya baş-lar. Bu da demektir ki fantastik ya da diğer bir ifadeyle diegesis, kültürel belleğin kara sularında ışır ve madunun ifade aracı olur.

Somay’a göre, fantastik, yolculukla ilgi-lidir (travelogue). “İlk mimetik sanatçı av-dan dönen avcıdır, şarkı söyler, av-danseder ve en iptidai davulun ritmi eşliğinde rol ya-par… İlk fantastik sanatçı seyahatten dö-nen seyyahtır (dönmeyi başarabilen şans-lı azınşans-lıktan biri olarak), deneyimledikleri-ni abartarak, dedeneyimledikleri-nizciler gibi yalanlarla süs-leyerek anlatır.” (Somay, 2010: 4) Yolculuk içinde halihazırda konumlandığımız dün-yaya ait olmayan bir başka dünyayı devre-ye sokar. “Anlatıcı ve dinleyici/izleyici müş-terek bir dünyayı paylaşmazlar.” (Somay, 2010: 5) İki farklı öznelik konumu diegesis sayesinde gerçekleşen ve Somay’ın çifte ya-bancılaştırma olarak adlandırdığı mekaniz-mayı işletir. İlk adım çok uzaklara, simge-sel düzenin dışındaki tuhaf/yabancı alem-lere taşırken, hızla geriye atılan ikinci adım, ikinci bir yabancılaştırmayla, aslında o

tu-haf alemin bütün tutu-haflıklarıyla içinde ya-şadığımız dünya olduğunu sezdirir. (So-may, 2010: 17) Anlatı bu yolla izleyiciyi di-renişin ve muhalefetin köklendiği bir baş-ka dünyaya (simgesel düzenin dışına) taşı-maya muktedir olur. Kültürel belleğin “iş-leyişinde aracı olan yapılar farklıdır: olay-lar değil kategoriler, tarihsel kişilikler değil arketipler.” (Eliade, 1994: 54) Bu muhayyel dünya, kültürel bellekte rezerv olarak mev-cut olan şablonların kullanımıyla ve alan dışının inşasıyla aktif hale gelen oyun ala-nıdır. Yapısı itibariyle de anlatı uzamına yerleşmeye uygundur ve bu nedenle anlatı-da bedenleşir. Ezilen bu alan içinde yaptığı manevralarla ayak izlerini silerek egemenin takibinden de kurtulmayı başarır.

Teatral anlatı da kültürel belleğin ko-layca içine sızabildiği bedenlerden biridir. Ezilenler/madunlar tiyatrolarını bir direniş mecrası olarak kullanırlar. Halk tiyatroları-nın yapı ve biçimleri kültürel belleğin kod-larının üretilip dağıtıma sokulması açısın-dan oldukça uygundur. Popüler alana ko-numlanması ve çifte kodlu yapısından do-layı isyanlarını ve umutlarını egemenin na-zarından saklama olanağına da sahiptir.

MEK AN ÜZERİND E M ÜCAD ELE: TEA TR AL ‘AL AN D IŞI’NIN İNŞA SI

(22)

28

SONUÇ

Teatral alan, üzerinde iktidarın ayak izlerini taşıyan ideolojik bir alandır. Ezilenler ile egemenler arasındaki mücade-lenin vektörel kuvvetleri, teatral etkinlikle-ri özgürlükçü, direnişçi ya da tahakkümcü konumlara yerleştirip teatral alanları şekil-lendiriyor. Teatral alan(lar)ı iktidar ilişki-leri bağlamında kat ettiğimizde boş alanda konumlanmanın ezilenler/madunlar açı-sından yapısal ve stratejik olarak önemli ol-duğu ortaya çıkıyor. Teatral etkinlik özgür bir edim olarak başlıyor, sınıflı toplumla-rın ortaya çıkmasıyla birlikte etrafı kapatıl-maya başlıyor. Ezilenler açık alanlarda ger-çekleştirdikleri etkinliklerle teatral alan-da direnişlerini sürdürüyorlar. Baskı art-tıkça teatral etkinliklerin çevresi sarılıyor. Daha sonra tiyatro yapılarına dönüşen me-kanlara bütün teatral alan tıkılmaya çalışı-lıyor. Tiyatro sokaktan kovuluyor. Mekan-lara sıkıştırıldıklarında da diegesis yardı-mıyla direnebilecekleri bir boş alan inşa et-meye başlıyorlar. Ezilenlerin geliştirdikleri halk tiyatrosu formlarının diegetik özelliği sayesinde tiyatro yapılarına hapsedilen te-atral etkinlikler, alan-dışını sahneye çağıra-rak firar etmeyi başarıyorlar. Kültürel bel-leğin kaydedildiği alan-dışına kaçış teatral kapatılmaya karşı ezilenlerin direnişçi stra-tejisi oluyor.

Diegesis, teatral alanda direniş tartışılırken önemli bir yerde durur. Bu bağlamda diegesis üç düzlemde değerlen-dirilebilir.

1. Boş alan diegetiktir: Sahne tasarımı ve dekor dikkate alındığında gerçekçi/do-ğalcı yaklaşım ve kutu dekor mimetik olanın bir yansımasıdır. Anlatıcıyı dev-reden çıkararak sahnede bir gerçeklik yaratmaya çalışır. Mimesis sahneyi me-kanlaştırarak doldurur. Bu bağlamda mekanın imleci olan dekor mimetiktir. Oysa boş alan üzerindeki anlatıcı ara-cılığıyla varlık kazanır. Diegesis sahne-yi boşaltır; boş alan diegetiktir.

2. Halk tiyatrosu biçimleri diegetiktir: Halk tiyatrosu biçimleri karşı-gerçekçi/ anti-illüzyonist/göstermeci üslup, açık biçim ve doğrudan ilişki üzerine ku-rulur. Gevşek bağlarla birbirine bağlı oluntular üzerine kuruludur. Bel kemi-ğini de izleyici kitlesine bir anlatıyı ak-taran anlatıcı-oyuncu oluşturur. 3. Alan-dışı diegetiktir: Alan-dışı

sahne-de gösterilen sahne-değil, anlatıcının aktardı-ğı anlatı evreninin konumlandıaktardı-ğı alan olması itibariyle diegesisin güç alanı içinde durur.

Alan-dışı, boş alan ve halk tiyatrosu formu, ezilenlerin teatral alanda direnme hattını işaret eder. Diegesis bu direniş hat-tını özetler. Bu üç öge, aynı zamanda, ko-lektif belleğin teatral alanda kodlanması açısından birbirine gereksinirler. Boş alan, dışına geçiş için bir kapı açar, alan-dışı ise kolektif belleğin kaydedildiği yer-dir. Halk tiyatrosu da kolektif belleğe eri-şimde kodların taşındığı ve saklandığı yer-lerden biridir.

Referanslar

Benzer Belgeler

101 Graduate School of Science and Kobayashi-Maskawa Institute, Nagoya University, Nagoya, Japan 102 (a) INFN Sezione di Napoli; (b) Dipartimento di Scienze Fisiche, Universit` a

But when actuators suffer ”serious failure”– the never failed actuators can not stabilize the given system, the standard design methods of reliable H ∞ control do..

To create an administrative body that offers services to meet the general, daily needs of practicing Islam may be justifiable as ‘public service’ where a majori- ty of the

Stepanov Institute of Physics, National Academy of Sciences of Belarus, Minsk, Republic of Belarus 91 National Scientific and Educational Centre for Particle and High Energy

Pistacia vera üzerine a şd ı Siirt, Ohadi, Kı rmizı , Halebi ve Uzun ça şitlerinin meyvelerinde ya ğ miktar ı ve yağ asitlerinin de ği şimi üzerine

Thus, my data showed that the participants interpreted involvement in a women-only organization as a process, which was triggered by friendship networks and was intertwined with

Kadına yönelik şiddetin haberler boyunca nasıl temsil edildiği konusu, eleştirel ve feminist medya çalışmalarının uzun zamandır ilgi alanında

Ayverdi muhafazakar siyasal kimlik taşıyan bir kadın olarak, dönemin muhafazakarlığına ilişkin bütün tematik konumlanmalara uyumlu bir şekilde davranacak, ayrıca kadın ve