8
ÇARŞAMBA, 23 Şubat 2005GMmj TARİH
+
Peyami Safa ile
Nâzım,
birbirlerine
‘Bolşevik
züppe’ ve ‘kısır’
demişlerdi
EDEBİYATÇININ
KAVGASI
b ö y l e
OLMALI!
Peyami Safa, son dönem
Türk kültür ve edebiyat
hayatının önde gelen
isimlerindendi, görüşleri
birbirleriyle taban tabana
zıt olmasına rağmen Nâzım
Hikmet ile son derece
yakın dosttu ve meslek
hayatlarında her ikisi de
aynı gazetenin aynı
sayfasında farklı görüşleri
dile getirecek derecede
profesyonel davranıyorlardı.
Ancak, dostlukları
birdenbire bozuldu ve
Peyami Safa ile Nâzım
Hikmet arasında aylarca
devam edecek olan son
derece şiddetli bir polemik
başladı. Peyami-Nâzım
polemiği, bugün Türk
Edebiyatı’nın en önemli
kalem kavgalarının hemen
ilk sırasında yeralıyor.
■ Nazire TUĞ A LA N
P
M eyaeyami Safa, Servet-i Fünun dönemi şairlerinden İsmail Safa ile Server BediaHanım’ın oğluydu. 1899’da İstanbul’da dünyaya gelen ve hayata yine İstanbul’da 1961 ’de veda eden yazar, son dönem Türk kültür ve edebiyat hayatının önde gelen isimlerinden biri olmayı başarmıştı.
Şiir dışında edebiyatın her türünde eser veren ve son derece üretken olan yazarın en başarılı olduğu ve en çok tanındığı alan, romandı. Ancak gazeteciliği ve gazete yazıları da en az
romancılığı kadar ünlüydü. Kendi kendini yetiştirmiş bir yazar olarak, çağın düşünce akımlarıyla da yakından ilgilendi. Çeşitli gazetelerde çıkan köşe yazılarında Nâzım Hikmet, Nurullah Ataç, Zekeriya Sertel, Muhsin Ertuğrul, Ahmet Haşim ve Aziz Nesin gibi isimlerle giriştiği polemikler büyük yankılar uyandırdı; hem Türk edebiyatında hem de Türk siyasi tarihinde bu polemikler önemli değişimler yarattı, kutuplaşmalar doğurdu ve derin izler bıraktı.
psikolojik yıkımlarını uzun süre üzerinden atamadı. Hastalığın ilerlemesi üzerine kolunun kesilmesi söz konusu oldu ancak doktorların önerisini kabul etmedi. Çocukluk yılları hastane koridorlarında, yakasını bir türlü bırakmayan bu hastalıkla geçti. Yazar, bu dönemde yaşadığı tatsız olaylardan yola çıkarak “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” adlı ünlü romanını yazdı.
A
nP
SİKOLOJİK YIKIM
Yazar, Sivas’a sürgüne gönderilen babasının 1901’de ölmesi ile henüz iki yaşında yetim kaldı. Bu yüzden “\fetim-i Safa” adıyla da anılmıştı. Babasının ölümüyle başlayan talihsizliği sekiz yaşlarında bir kemik hastalığına yakalanmasıyla
devam etti. Safa, bu hastalığın fizyolojik ve
N ESİN İN ADIYLA
Ağabeyi ile birlikte Yirminci Asır gazetesini çıkarmaya başlayan Peyami Safa, yazılarıyla Yahya Kemal, Faruk Nafiz ve Yakup Kadri gibi dönemin usta yazarlarının ilgisini çekti ve devam etmesi için teşvik edildi. Yirminci Asır’da başlayan gazetecilik hayatı Son Telgraf, Tasvir-i Efkar, Akşam, Cumhuriyet, Tasvir, Tan, Ulus, Zafer, Milliyet ve Son Havadis gibi
dönemin en ünlü gazetelerinde vefatına kadar devam etti.
Çömez, Safiye Peyman ve Server Bedi müstear adlarıyla da yazan Peyami Safa, özellikle ağabeyi îlhami Safa’nın takma ad olarak kullandığı annesinin Server Bedi adını benimsedi ve bu takma adla seksene yakın eser verdi. Bu eserler arasında en sevilenler, Cingöz Recai macera romanları ile Cumbadan
Rumba’ya adlı romanı oldu.
Günümüzün aydınları arasında hâlâ tartışma konusu olan Doğu-Batı Sentezi hakkında o yıllarda Peyami Safa cümleleri söylemişti. Daha önceleri Cumhuriyet inkılâbının eskiye herhangi bir şey borçlu olmadığını söylerken, bu kitapta
“İnkılâp, bir tekâmül hamlesidir, her şey eskiden
S o s j m
mtmraı TARİH
ÇARŞAMBA, 23 Şubat 2005hazırlanmıştı” diyerek Cumhuriyet inkılâplarında 1876 ve 1908 Meşrutiyet hareketlerinin de önemli payı olduğunu iddia etmişti.
NKLİ BİR ÜSLUP
Yazarlık, Peyami Safa’nın hayatının sonuna kadar geçim vasıtası oldu. Tam kırkiki yıl aralıksız yazan Safa, gerek edebi gerekse de düşünsel yazı ve kitaplarında son derece zengin ve renkli bir anlatım gücüne ulaşmış ve İstanbul Türkçesinin en güzel örneklerini vermişti.
Gazete yazıları ve diğer eserleri yazarın, bir bakıma yazacağı romanların malzemesini oluşturdu ve kendisine eserlerinde daha usta hareket etme olanağı sundu. Safa, özellikle psikolojik çözümlemelerinde Türk edebiyatının
başarılı örneklerini ortaya koymuş, Türkiye’nin geçirmekte olduğu kültür ve medeniyet
değişiminin toplum hayatına yansıyan taraflarını eleştirel ve çözümleyici bir üslupla ele almıştı.
Peyami Safa’nın romanlarında ele aldığı belli başlı konular, kültür ve medeniyet, çeşitli ideolojiler, maddeciliğe karşı manevi değerler, kuşak çatışmaları, evlilik, kadın, eğitim, ahlâki değerlerdeki değişim ve Doğu-Batı çatışmaları idi. Yazar, kendi adıyla onbir roman
yayınlatmıştı. Bu eserler : “Sözde Kızlar”, “Şimşek”, “Mahşer”, “Bir Akşamdı”, “Canan”, “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”, “Fatih-Harbiye”, “Bir Tereddütün Romanı”, “Matmazel
Noralya’nın Koltuğu”, “Yalnızız” ve “Biz İnsanlar” idi.
Peyami Safa’nın gazeteci olarak giriştiği tartışmalardan en ünlüsü Nâzım’la polemiği idi ve bu iki isim aslında birbiriyle yakın dosttu.
Araları bir nedenle bozuldu ve eski dostlar gazete köşelerinde amansız bir polemiğe girişti.
Peyami Safa ve Nâzım Hikmet dendiğinde hemen akıllara gelen bu uzun süreli polemik bir hayli dallanıp budaklanmış ve kutuplaşmaya başlamış 1930’lar Türk aydınını siyasi bir bölünmeye sürüklemişti.
Peyami Safa’nın Nâzım’la dostluğu, ünlü romanı Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nu Nâzım Hikmet’e adayacak “Kara sevdayla” diye
imzalayıp verecek derecede yakındı. Bu polemik, Peyami Safa’nın Nâzım’ın “Jokond ile Siyau” şiiri için yazdığı yazıyla başlamış kabul edilse de, Nâzım bu yazıyı önemsememişti.
U
y u ş t u r u c uI
d d îa s iİki yazar arasındaki asıl soğukluk, daha sonraları yaşadıkları kısacık bir konuşmadan kaynaklanmıştı. Nâzım’ın hep para sıkıntısı içinde yaşadığını bilen Peyami Safa, ona bir gün çok doğal bir soruymuş gibi “gelen paraları kimin aldığını” sormuştu.
Nâzım Hikmet ile Peyami Safa arasındaki tartışma aynı gazetede fıkra yazarı olarak çalışırlarken patlak verdi. ’Tan” gazetesinin ikinci sayfasında, sol köşede, “Bu da Benden” üst başlığı altında Orhan Selim takma adıyla Nâzım Hikmet, sağ köşede ise “Düşündükçe” üst başlığı altında Peyami Safa yazıyordu. Birçok konuda zıt görüşleri savunuyorlardı.
Zaten bütün dünyada nasyonal sosyalistlerle komünistlerin arası iyice gerginleşmişti. İspanya iç savaşa doğru gidiyordu. Gazetenin sahibi Zekeriya Sertel bir sayfanın iki köşesine karşılıklı koyduğu bu iki yazarının ilişkilerini yıllar sonra anılarında şöyle anlatacaktı:
“Nâzım, daha çok komünizmi yaymak ve etrafındakileri komünizme kazandırmak
meraklısıydı. Onun için, tartışmaların en önemli ve daimi konusu komünizmdi. Bu konu, Peyami Safa’yı çileden çıkarıyordu. Peyami, çok zeki ve kabiliyetli bir gençti. O sırada Fatih-Harbiye romanıyla edebiyat âleminde dikkati çekmişti. Nâzım onu davaya kazanmaya çok önem veriyordu. Onun bütün itirazlarına ve
hırçınlıklarına, bir peygamber sabrıyla katlanır ve onu inandırmaya çalışırdı. Fakat Peyami, zeki olduğu kadar da kötü ruhlu bir adamdı. Çok içki içer, hatta esrar bile kullanırdı. Bu bakımdan da Nâzım’ın tam ters karakterinde bir adamdı. Nâzım’ın, çevresinde yarattığı etkiyi kıskanır, onun ak dediğine mutlaka kara derdi. Nâzım, bütün bu olanlara aldırmayarak onu kazanmak istiyordu. Peyami de tam tersine, Nâzım’ı komünizmden caydırmaya çalışıyor, fakat bu çabasında yalnız kaldığını gördükçe deliye dönüyordu. Bu karşılıklı tartışma aylarca sürdü. Sonunda Peyami faşizmi seçti ve bizlerden ayrıldı. O tarihten sonra da ateşli bir
antikomünist kesildi ve bütün ömrü boyunca faşizme hizmet etti. Komünizme ve
komünistlere şiddetle karşı çıktı. Nâzım’a ve bizlere karşı uydurmadığı iftira, yapmadığı jurnalcilik kalmadı.”
s
% ^ U T Ç U NARASI GİBİ
Peyami Safa’nın, arkadaş toplantılarından birinde Nâzım için söylediği “Artık Nâzım okunmuyor, yazıları bakkal ağzı ve sütçü nârası gibi sözlerle dolu!” sözleri, ortalığı iyice
ÇARŞAMBA, 23 Şubat 2005
KUmraı TARİH
Orhan Selim adıyla yazmayı sürdüren Nâzım’ın, birkaç gün sonra “Tan”da çıkan yazısının başlığı ise “Eski Dost” idi. Bu yazıda Peyami Safa’yı hedef aldığını üstü kapalı biçimde sezdirerek “Eski dost düşman olmaz” atasözünün aksinin doğruluğunu ispata girişti ve sözlerini “Eski dost düşman olur, hem nasıl!” diyerek bir meydan okumayla bitirdi. Nâzım Hikmet, böylece eski dostuyla köprüleri attığını ve kıyasıya bir savaşa girmeye açık olduğunu haykırıyordu.
Y
■ EMIŞSIZ AĞAÇ
Peyami Safa da bu yazıya cevap vermekte gecikmedi ve “Sürü Adamı” başlıklı yazısında oldukça ağır ifadeler kullandı:
“Bir adam vardır ki, hiçbir düşüncesinde, hiçbir hareketinde, ‘kendi kendisi’ olamaz. Ne düşünse, ne yapsa, ne söylese kendini değil, mensup olduğu sosyeteyi, ırk, muhit ve dışardan aldığı telkinleri dile getirir. Kendiliğinden hiçbir şey bulmamıştır. Başka birinin sisteminden aldığı fikirieri ve akideleri o sistemin sahibinden daha softaca müdafaa eder (Tan, 23 Haziran 1935)”
Orhan Selim, cevabını hemen ertesi gün, gene “Tan”da çıkan “Küçük Adam” başlıklı yazıyla vererek Safa’ya seslendi: “Bir küçük, bir kısır, bir küçüklüğünden ve kısırlığından mustarip adam vardır. Bodur ve yemişsiz bir ağaç gibi yerinde mıhlı durur. Fakat kuru, cılız dalları çevresindeki bir iki metrelik yere önden, arkadan, sağdan, soldan, karmakarışık uzanmışlardır diye, sınırsız bir genişliğin, bitmeyen bir ilerlemenin içinde sanır kendini.”
Gazetesindeki iki yazarın böyle alttan alta da olsa birbirlerini aşağılamalarından, birtakım sözlede işi jurnalciliğe kadar vardırmalarından rahatsız olan Zekeriye Sertel, ikisini de ayrı ayrı odasına çağırıp konuşmak gereğini duydu ve ayrıca başyazarlığını yaptığı akşam gazetesi “Son Posta”da da bu tür tartışmaları hoş karşılamadığını yazdı. Bu durum üzerine Peyami Safa polemiği kendi gazetesi “Hafta”da sürdüreceğini belirten bir yazı yazdı ve Hafta’da yedi hafta aralıksız “Biraz Aydınlık” ortak başlığıyla Nâzım'a saldırılarını daha da sert bir üslupla sürdürdü.
B
■ B
o l ş e v i k z ü p p e i\fedi hafta süren bu yazılarda Nâzım’a “Bolşevik züppe” diye seslenecek kadar işi pervasızlığa götüren ve apaçık bir dille Nâzım’ın komünistliğiyle alay eden Peyami Safa’nın bazı cümleleri şöyleydi:
“Hem bizim Nâzım’ın bir tek jurnalcisi vardır ki o da kendisidir. Kellesine geçirdiği işçi takkesi, sırtına vurduğu ceket, düğmeleri çözük mintanından dışarı fırlayan isyankâr kıllar, ütüsüz pantolonu ve yıkık omuzla ve ayrık bacakla kendisine yedi kat yerin dibindeki maden ocaklarından açık havaya henüz çıkmış bir işçi edasını vererek tıkız ve gergin karınlı
burjuvaların üstüne hamle eder gibi varda kosta yürüyüşü hep bir ağızdan ‘Bu delikanlı
Bolşeviktir bakınız, bakınız’ diye avazları çıktığı kadar bağırıyorlar. ...Şöhretinin bâiyük bir kısmını polisin takibine borçlu olan bu Bolşevik fantoması, gazetelerde sık sık ismi geçmezse unutulacağını bilir ve rahatsız olur. Nâzım, fikirleri için değil, kendi istediği için takip
edilmiştir.” (Hafta, 8 Temmuz 1935)
Nâzım Hikmet, dostlarıyla.
Peyami Safa’nın ikinci Hafta yazısından sonra “Yedigün” dergisinin 17 Temmuz 1935 tarihli sayısında, Naci Sadullah’ın Nâzım Hikmet’le yaptığı bir konuşma yayımlandı. Nâzım Hikmet bu konuşmada kendini
savunmaya gerek duymadan, Peyami Safa’nın kişiliğinden söz ederek karşı saldırıya geçti ve Peyami Safa’nın mason olmak için çırpındığı iddiasını ortaya attı:
Peyami Safa'nın gençlik yıllarında yapılmış bir karikatürü.
M
SO N LU K HEVESİ
“İnkâr etmesinler, Nâzım’cağız şairdir. Fakat bütün materyalist iddialarının aksine gayet romantik, lirik, cıvık, hassas bir şairdir. Mısralarının dibindeki gözyaşı birikintilerini keşfetmek için su mühendisi olmak şart değildir, hemen her eserinde babayiğit rolüne çıkan bu tuluat kahramanı, kulis arasında ahlayıp
oflayan, ağlamaklı ve içli bir aile çocuğu, bir ana kuzusudur. ...Felsefesini, Kari Marks’ın berber ve kasap çıraklarına kadar kolayca öğretilen umumi fikirlerinden, estetiğini ve nazmını, artık her yerde, Rusya’da bile modadan düşmüş üslubunu ve şeklini Maikovsky isminde bir Rus şairinden olduğu gibi almıştır. ...Nâzım’ın yakalanması, polis müdürlüğünü, kitaplarının ilanat acentesi olarak kullanmak
istemesindendir. Çünkü Nâzım, su katılmamış burjuvadır. Ve en sahte tarafı, komünist tarafıdır.” (Hafta, 15 Temmuz 1935)
“Pbyami sosyal bakımdan şâyân-ı dikkat ve
ChnüSJ TARİH
arsıulusal bir tiptir. Çünkü onun sürülerle benzerine, sade Türkiye’de değil, birçok büyük Avrupa şehirlerinde de rastlanır. Ve onlar, Peyami ve benzerleri, sosyal temelleri çürümüş bir cins küçük burjuva münevverliğinin marka malı olmuş öyle numuneleridir ki ideoloji
bakımından karanlık bir çıkmaz içinde çırpınır dururlar. ...Herhangi bir fikre taassupla
bağlanmanın, insanı bir sürü adamı haline soktuğunu söyleyen bu tip, mesela masonluk fikrine ve idealine kör bir taassup ve müthiş bir imanla bağlanmıştı ve bu bağlanışta o kadar ileri varmıştı ki, bir mason locasına girebilmek için üç defa eşik aşındırıp, üç defa reddedilmeyi bile göze almıştı.”
H
a k a r e t î nBÖYLESİ
Konuşmanın sonuna doğru Nâzım Hikmet, Naci Sadullah’a sorduğu soruyla da Peyami Safa’nın yazısındaki çelişkileri, mantıksızlıkları vurgulamak istiyordu:
“Dünyanın hangi yerinde ve hangi polis insanı kasketi, ceketi, göğsü, pantolonu ve bacakları için takip eder?”
Beş gün sonra, 22 Temmuz 1935 tarihli “Hafta”da yayımlanan “Biraz Aydınlık: 3” başlıklı yazıda, Peyami Safa bu konuşmaya ateş püskürerek masonluğuna dair iddiaya açıklama getirdi ve “Açıkgöz paşa torunu” diye seslendiği Nâzım’ı yerden yere vurdu:
“Hiçbir sosyoloji, bu herşeyi yumurtlamaz.
Hiçbir objektif ilim kitabı, bu kaldırım politikacısı ağzını kullanmaz. İlim namına savrulan bu palavra, adi propaganda kitaplarında bile yer bulmaz olmuştur. ...Bundan dokuz sene kadar evvel, yani ilk gençliğimde, akrabam ve dostlarım arasında bulunan bazı masonların ısrarı üzerine mason olmayı düşünmemiş değildim. Bilhassa ahlâki prensipleri beni biraz cezbeder gibi olmuştu. Fakat masonlar benimle resmi temasa girerek ‘tabiat, ahlâk, yaratılış’ hakkında fikirlerimi sormaya karar verince, zannederim ki verdiğim cevapla onların akideleri arasında bir fark zuhur etti ve bende mason olmak kabiliyeti görmemiş olacaklar ki, müracaatıma cevap vermediler. Üç defa eşik aşındırarak, üç defa reddedildiğim yalandır. ...Ben ki, 18 seneden beri bir hafta bile tatil yapmadan, yalnız kalemiyle hayatını kazanmış bir muharririm. ...İsmail Safa’nın sürgünde öldüğü zamandan, yani iki yaşımdan son zamanlara kadar, necip, çünkü minnetsiz, fakat sırasına göre korkunç bir zaruret içinde
büyüdüm. Gene de kalemimden başka hiçbir şeye, hiçbir kimseye müracaat etmedim.
ELE KASKETİYLE
İşte, Türkiye’nin en alnı açık evlâdından birine, boyu sırık gibi oluncaya kadar aile kucağında dandini bebek gibi hoplatıla hoplatıla büyütülen bu paşa torunu, bu bolşevik züppesi, kellesine yalancı bir amele kasketi taklidi
ÇARŞAMBA, 23 Şubat 2005
oturtarak siyasi namussuzluk isnadına kalkıyor. ...Eğer başına kasket ve sırtına amele ceketi giyen adam lalettayin ve mazlum bir işçi ise, hiçbir polis onun peşine düşmez. Fakat bu adam, yazılarından mahkeme salonlarına kadar her yerde cici Bolşevik süsünü göstermeye hevesli ve gençler arasında birkaç çömez avlamaya çıkmış propagandacı Nâzım Hikmet ise, kasketinin de, ot ceketinin de, yürüyüşünün de tesiri hesap edilir.
P A R A MERAKI MI?
Nitekim, bu tosun da aynı hesapladır ki, ayda 200 liradan fazla kıvırdığı zamanlar bile, soğan ekmekten başka aşı olmayan zavallı işçilerin kılıklarını benimseyerek sokak sokak dolaşıp durmuştur. Bilmemiştir ki ‘tarihi maddecilik’ bir ortaoyunu değildir. Ve Ayvaz rolüne çıkan açıkgöz paşa torununun bu numarasına ne milliyetperver Türk gençliği, ne de Türk işçisi kolay kolay aklanmayacaktır.”
Bu yazının üstüne "Vbdigün dergisinde Nâzım Ta yapılan söyleşinin devamı da yayımlandı, Nâzım bu sefer de Safa’yı jurnalcilikle, çıkarları için düşüncelerini değiştirip durmakla suçluyordu:
“Her yerde, irili ufaklı provokatörler, geniş manasıyla fitne fücurlar ve casuslar, bizim bu tetkik ettiğimiz tipin, Peyami Safa’nın benzerleri arasından çıkar. Eğer biz Peyami’nin bu tarafını ele alacak olursak, ben derim ki, Peyami bir ihtisas mahkemeleri kaçağı, mütereddi provokatördür. Ve bu mütereddi fitnenin maskesini alaşağı etmek, onun korkunç içyüzünü, bulaşık hastalıklar müzesindeki bir ibret levhası gibi ortaya çıkarmak zamanı gelmiştir.
Peyami’nin Babıâli Caddesi’ne düştüğü andan bugüne kadar geçen fikri hayatını tetkik edersek şunu görürüz: O boyuna sağ ve sol arasında bocalamıştır. Bir kapıya kapılandığı, cebi para gördüğü müddetçe sağa gitmiştir. Her
kapılandığı kapıdan kovuluşunda, her maddi sıkıntıya düşüşünde sollaşmıştır. Fakat sağa gittiği zamanlar, sola karşı provokasyonlar tertip eden üstat, en sollaştığı vakitlerde bile, sağı kollayacak kadar kurnazlık göstermiştir.
H i C İ V ŞİİRLERİ
Dostlara şu tavsiyede bulunmayı bir vazife bilirim: Üç kişi bir yerde oturmuş
konuşuyorsunuz. Mevzuunuz havaların fena gittiğidir. Eğer karşıdan onun sökün ettiğini görürseniz, susun! Peyami geliyor!
Bir matbaanın penceresi önünde duruyor, caddeye bakarak dertleşiyorsunuz. Eğer kaldırımın üstüne onun gölgesinin düştüğünü görürseniz, susun! Peyami geliyor!
Bir meclistesiniz. Kapı açıldı. O içeri girdi, susun! Peyami geliyor!
Babıâli Caddesi’ne düşen her gencin ilk öğrenmesi lazım gelen bir parola vardır: Susun, Peyami geliyor!”
Tartışma bu kadarla bitmedi ve Nâzım’ın yazdığı, dilden dile dolaşan hicvin “Aydabir” dergisinin ilk sayısında yayımlanmasıyla yeniden hararetlendi. Şiir şeklindeki hicivin adı, “Bir Provokatör Üstüne Hiciv Denemeleri” idi.
Böylece, Nâzım-Peyami polemiği sönmeye yüz tutmuşken başka yere çevrilip sağ-sol davasının malzemelerinden birine
dönüştürülmüştü.
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Ta h a To ros Arşivi