• Sonuç bulunamadı

İstanbul salonları ve Abdülhak Hamit

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "İstanbul salonları ve Abdülhak Hamit"

Copied!
10
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

16 OCAK 1989

DADILAR, HALAYIKLAR KALIN VE YUMUŞAK HALILAR

ÜSTÜNDE SESSİZCE DOLAŞMAKTADIRLAR. ANNE

ÇOK YORGUN VE BİTAPTIR

‘Büvük kafalı’

^H e kim b a şı Yalısı n d a k i

ö z e l o d a s ın d a a ltın k a p ­

la m a lı b e ş iğ e y a tır ılm ış

m ış ıl m ışıl u y u m a k ta d ır.

A tla s y o r g a n ı e lb e t te

s im iş le m e lid ir . E tr a fın ­

d a h e rk e s b u ş e h z a d e

b e n z e r i b e b e ğ e s e v g i

v e ih tim a m g ö s te r irk e n

ay ışıklı b ir kış g e ce si

b a ş la m ış tır

cadımın

donumu

E

Y okurlar! Büyük insanlardan, büyük eserlerden söz açarken

düğmelerinizi iliklemeniz ge­ rekir. Tarih sahnesinde başrol oynamış kişiler, her asırda her cemiyette yalnız birkaç tane­ dir.

işte bu yüzden büyük dâ­ hilerin yaşam öykülerini kale­ me alanlar soylu bir anlatımı gereksinirler. Ab- dülhak HamitTn Londrası’nı yazan Yusuf Mar­ din şu görkemli tümceyi kotardıktan sonra ki­ tabına başlamıştın

“ Çok alçaktan birbiriyle yarışırcasına uçu­ şan kurşun rengi bulutlann nemli bir tülben- tin vücuda değişini andıran serpintileriyle de­ nizi karartan gölgeleri üzerinde devrilen ka­ dife köpüklü dalgalann tuzlu yağmuru, güver­ tede uzunca paltosuna bürünmüş, seçkin ve tertemiz bir ruhun soylu görünüşleri ışıldayan bir yüzü fiskelemekteydi.”

Doğrusu böyle tümceler kurmak her kalem sahibinin harcı değildir.

Tuzlu yağmurla fiskelenen yüz ise Abdül- hak Hamit’indir. Hamit, burada, yani gemi gü­ vertesinde, iki dilim ayın yan yana gelişi gibi taç biçimi taranmış saçlarıyla, iki siyah gö­ züyle, uçları hafifçe yukarı kıvrık gür ve kum­ ral bıyıklarıyla, manalı çehresindeki çukurla karşımıza çıkar.

Henüz kır düşmemiş sakalında serpintiler­ den billur bir damla ışıldamaktadır. Bakışları elbette delicidir.

Yusuf Mardin ulu şairi tıpatıp betimlemek için var gücünü harcamıştır.

Gemi, Ingiltere’ye, Büyük Britanya İmpa­ ratorluğuna gidiyor. Hamit, “ Sevdim seni bil­ lahi görünce” dediği Londra'ya yol alırken ilk 'izdivacının çok hazin anılanyla yıkıktır.

MAZİYE DÖNELİM...

Fakat biz şair-i âzamin bir sözünden — bu söz şiir gibi söylenmiştir— esinlenerek maziye geri döneceğiz. Şiir gibi söylenmiş söz iki dizedir ve bir sır açıklar

Çocuğa kim demiş küçük şeydir Bir çocuk belki en büyük şeydir Tarih sahnesinde küçük insanlar ebediyen flgûrasyona çıkarken, büyük dâhiler efsane­ leştirilecek yaşamlar sürdürürler. Bu yaşam­ larda hiçbir şey birbirini tutmaz, bütün söy­ lentiler birbirine girip çıkar, olaylar karışır, çe­ lişkiler çelişkileri kovalar.

Sözgelimi Hamit'in doğum tarihi konu­ sunda herkesin iddiası ayrıdır.

Edebiyat tarihçisi Hikmet Dizdaroğlu, 2 Ocak 1852'de sabaha karşı saat beşte dünya­ ya geldiğini belirtir. “ HamitTn biyografisinin başında ve sonunda iki yanlış” bulunduğunu İleri sürecektir. Yanlışların ilki doğum tarihi­ dir. Dizdaroğlu “ son yıllarda yapılan incele­ me ve araştırmalar sonunda” bunu düzeltmiş­ tir. ikinci yanlış ölüm tarihidir.

Daha dün gözümüzün önünde ölen Ha- m lt’l kimileri farklı tarihlerde öldürmüşlerdir. Ulu şair 13 Nisan 1937 salı günü biri beş ge­ çe, sadece bir defa ölmüştür.

ö te yandan İbrahim Necml Dilmen, 1852 senesinin Şubat'ının beşinci günü Bebek'te “ büyük kafalı” bir çocuğun doğduğu kanısın­ dadır. "Doğan çocuk ailenin İlk yavrusu” de­ ğildir, bir ablası ve bir ağabeyi vardır.

işittiklerim... Gördüklerim... Bildiklerim... yazarı Münevver Ayaşlı 5 Şubat 1851 gecesi­ nin çok fırtınalı, ûrkünç, kapkaranlık bir ge­ ce olduğunu saptamıştır. (Esasen eski takvim­ ler 6 Şubat günü “ şiddetli soğ ukla rın başla­ dığına işaret etmektedir.)

5 Şubat 1851 fırtınası, artık hayalini bile hayal edemeyeceğimiz, peri masallarındaki kadar güzel bir yalının pencerelerini, camla­ rını, pervazlarını çatır çatır çatırdatmaktadır. Shakespeare'in Kral Lear piyesini hatırlatan öfkeli gecede büyük şair doğar.

Büyük şair ileride:

— Bebek vatanım içinde vatanimdir, diye­ cektir.

Dizdaroğlu'na göre bu yalı Bebek Vapur İskelesi civarında, üç birimden oluşan, saray yavrusu pembe bir yalıdır. Hamit, Orta Yalı’- da dünyaya gelir.

Ayaşlı, “ Abdülhak Hamit’in Dostlan Der- neğl’nin günün birinde yalıyı yıkanlar karşı­ sında suspus duruşlarına pek kızar. Dernek pembe yalının yıkılışına kayıtsız kaldığı gibi, Küçük Çamlıca'da Çilehane'deki köşkün yı­ kılışına da yetişememlştir. Buralarda hep Ha-' mit oturmuştur.

Çilehane’deki köşkle birlikte Hamit’in el- yazıları mahvolmuştur. Dostlar Derneği, “ Lü- siyen Hanım’ın, Abdülhak Hamit Bey’ln vefa­ tından sonra, can sıkıntısından alıp okuduğu kıymetsiz kltaplan Abdülhak Hamit Bey’in kitaplan” sanarak saklaya durmaktadır... "A l­ lah (c.c.) gidenlere rahmet, kalanlara da sela­ met versin amin, amin.”

Çoktan yitiklere karışanlar arasında, bü­ yükbaba, Abdülhak Molla da vardır. Molla aynı zamanda Bebek'teki Hekimbaşı yalısının bi­ ricik sahibidir.

SIRADA İKİNCİ MAHMUT...

Hekimbaşılık, Abdülhak Molla’nın saray­ da bir numaralı hekim olmasından İleri gel­ mektedir. Hem II. Mahmut, hem de bir dönem Abdülmecit, ulu şairin büyükbabasına varlık­

larını, sağlıklarını emanet etmişlerdir. YaşamöykOsü yazarları arasında küçük bir uyuşmazlık, anlaşmazlık da II. Mahmut yüzün­ den çıkacaktır. Kimileri padişahı büyük bir re­ formcu sayarken, kimileri de mesafeli davra­ nırlar.

Birbiriyle çelişen görüşler, II. Mahmut’un da flgûrasyona çıkmadığını kanıtlamaktadır.

Abdülhak Hamit seksenine vardığında onun “ büyük «debi hüviyetini tahlil yolunda’ bir kitapçık karalayan İbrahim Necmi, mesa feyi filan bir yana bırakıp, padişahın reform larına şiddetle karşı çıkar. İbrahim Necmi Bey Abdülhak Molla'nın — kadromuz daha da ka labalıklaşacak, isimleri aklımızda tutalım — epey sıkıntı çektiği görüşündedir:

“ İkinci Mahmut gibi hem kendine çok gü­ venen, mağrur, hem de rastgeldiğinin tesiri altında kalacak kadar kararsız, seciyesiz (ki­ şiliksiz) bir hükümdara, hususi ile o hüküm­ dar kan içinde yetişmiş bir zalim de olursa, hizmet edebilmek epeyce güç bir iştir. Bilhas­ sa o müstebitin hayatı ve sıhhati ile alakalı olunca güçlük bir kat daha artar. Abdülhak Molla İşte bütün bu güçlüklere hâkim olabil­ miş, zeki ve uata bir adamdı."

Hamit'in yaşamöykOsOne ilişmemekle, de­ ğinmemekle birlikte, Vasfi Mahir Kocatürk de hemen hemen aynı yıllarda — Hamit'in seksen­ lik olduğu yıllar— II. Mahmut’u anlatırve Dil- men’le hiç mİ hiç uyuşamaz.

Kocatürk’ün II. Mahmut’u zevk, safa ve se­ fahat hayatına kâfi derece yer verir. Şahsi

kız-§

ınlıklarına kapılarak cana kıyar ama, bir yan­an da Adlî mahlasıyla (takma ad) şiirler ya­ zar, mükemmel sayılabilecek besteleri vardır. • Harbe gitmemekle beraber halkın arasına gir­ miş, asil, merdane hareketleriyle m illet üze­ rinde saygı ve sevgi uyandırmıştır.

Gözleri yaşlı Alemdar onu çıkarıldığı dam­ dan henüz indirilmemişken görmüş ve şöyle demiştin

— Ah efendim, ben amcazadenizi tahta çı­ karmak İçin gelmiştim. Kör olası gözlerim onu bu halde gördü. Bari sizi tahta çıkarmakla mü­ teselli olayım. Ona kıyanlan da baştan aşağı kılıçtan geçireyim.

Alemdar kendini ne sanıyor?!

II. Mahmut, padişah olduğunu öğrenir öğJ renmez, bu serbest ve boyundurukçu konuş­ maya fena halde içerler. Serinkanlılığı elden bırakmayarak, kurtarıcısı konumundaki Alem- dar’ı aklını başına devşirmeye davet eder:

— Paşa, ben bunları buldurup sana gön­ deririm. Sen askerini dağıt, silahlarını çıkar, içeri girelim!

Sert ve şahane bir emir...

YAHYA KEMÂL BEY

KONUŞUYOR...

Tam bu sahnede devreye giren Yahya Ke­ mal, II. Mahmut film inin baştan çekilip çeki­ lemeyeceğini araştırır. Film, bu haliyle tarihi bir talihsizlikten ibarettir, iktidar bir kan dö­ kücüye kalmıştır. III. Selim hayatta olsaydı... ...Yahya Kemal Bey, kederli bir baş salla­ mayla susar.

“ Arabacı güzeli” pek yakışıklı bir delikan­ lıdır. Onu gören herkesin yüreği tutuşur. Ya­ kışıklı delikanlıların tek tek tarihçesini çıka­ ran Reşat Ekrem Koçu, II. Mahmut’a arabacı güzelini öldürttüğü için düşmandır...

Bu arada zeki ve usta büyükbaba Abdül- hak Molla müstebit, kan dökücü, aynı zaman­ da reformist, bestekâr, şair padişahın devrin­ de hepi topu on iki kere evlenmiştir. On bir evliliği ya birkaç saat, ya da birkaç gün süre­ cektir.

Molla, hayatının kukumavlığı konusunda yakınmaktan kendini alamaz:

Âşıkı olmayan güzel dilber Hastesi olmayan tabip gibidir Torun şimdi Hekimbaşı yalısındaki özel odasında altın kakmalı beşiğe yatırılmış, mı­ şıl mışıl uyumakta.

Atlas*yorganı elbette sim işlemelidir. Et­ rafındaki herkes bu şehzade benzeri bebeğe sevgi ve ihtimam gösteriyor. Dahası, Kral Lear mukallidi fırtına durmuş, ay ışıklı parlak bir kış gecesi başlamıştır.

Dadılar, halayıklar kalın ve yumuşak halı­ lar üstünde sessizce dolaşmaktadırlar. İşte, bir tek kalfaların ve cariyelerln canfes elbise­ leri tatlı tatlı hışırdıyor.

Anne çok yorgun ve bitaptır.

Halbuki bu hanım, bir Çerkeş cariyenin ta kendisidir. Çerkeş ülkesinden küçücük bir kız­ ken kaçırılmış; Samipaşazade Sezai Bey'ln gü­ zelim Sergüzeşt’ini yalancı çıkarırcasına - sizin haberiniz yok ama, Sergüzeşt, cariyele­ rln bedbaht hayatını dile getiren bir roman­ dır— İstanbul’a getirilip, Abdülhak Molla’nın Çamlıca’daki köşküne komşu Ferit Efendi’ye satılmıştır. Cariye parçası komşuluk ederken Molla’nın oğlu Hayrullah Efendl’nin gönlünü gelecektir.

Birinin nam U şanı bir tarih, Birinin hanedanı efsane!

YARIN: "M A KK R ’ İ

YAZDIKTAN AŞK

(2)

17 OCAK 1989

Y a z a n : S e lim İL E R İ

D e s e n : D i l e k

i z c i

□ D İZİ YAZIT

5b4

I &

T

BOMBAY BAŞŞEHBENDERİ A BD Ü LH AK H AM İT, KARISI VE

EVLATLARI YAN IN D A. A M A FATM A H A N IM HASTADIR: VEREM

"M akberl

yazdırtan aşk

İnce hastalığa Bombay'ın sıcak havası iyi gelecek um ıdı Hamit i kandıramamış

olmalı ki şair-i azam, kendisini uzun yıllar bir deha sandıracak eseri Makber e

zevcesinin ölümünden önce başlayıverir. Makber, ölmüş_ b ir sevgiliye yakarış,

fe ry a ttır Hamit kendisinde bir tü r öncelik halleri olduğunu ileri sürecektir

AMİT erguvanlarve feraceler içinde yetişir. Erguvanın mo­ ru, feracenin pırıltılı, yanardö­ ner sarısı en sevdiği renkler­ dir.

Boğaziçi'nde o zamanlar mor çiçek açan ağaçlar iki ay-____ rı familyadır. Erguvanla pav-lonyayı lütfen karıştırmayalım. Haziran orta­ sına kadar çiçeklenen erguvan mor-kırmızı bir renge bürünür ki, şalr-i âzamin beğendiği ala­ ca budur.

Bugün tesadüf edilmeyen pavlonya, ergu­ vanlar biter bitmez mor-mavi açar. Bir pavlon­ ya ağacı da Münevver Ayaşlı'nın Beylerbeyin­ deki bahçesinde gövermiş, mor-mavi, mavi- mor çiçekler açmış, bir gün kurumuş ve yok olan güzelliğiyle nice hatıralar yakmıştır...

Hamit'in babası Hayrullah Efendi fotoğ- rafilerinde aşırı şişmanlığıyla dikkat çeker. Masası başından kıpırdamamak yöntemiyle tarihe, tıbba, tiyatroya merak sarmıştır. On beş ciltlik bir tarih yazacaktır. Sonra Tahran orta elçiliğine atanır. Zaten ecel de kendisini Tah- ran’da bulacaktır.

Babasının vefatı Hamlt’i çok üzer, uzun yıl­ lar bu üzüntünün etkisini üstünden atamaz. Hekimler Hayrullah Efendi'nin kalpten öldü­ ğünü belirtirlerken, üzgün Hamit hareketsiz­ likten ve şişmanlıktan öldüğünü söyler.

Ulu şairTahran’dan harap, bitkin halde dö­ ner.

Hamit daha önce Amerikalıların Hisar te­ pesinde açtıkları mektepte, Robert Kolej’de okumuştur. İbrahim Necmi böyle derken, Mü­ nevver Hanım İtiraz eder ve düzeltir:

— “ Mektep henüz Amerikalıların elinde değil. Mösyö Robert namında bir Fransız’ın açtığı hususi bir mektep. Sonradan Amerika­ lılar bu zattan mektebi-satın alıyorlar ve adı­ nı nezaketen yine muhafaza ediyorlar ve işte bu mektep yüz küsur sene Robert Kolej diye devam ediyor.”

OYNAK NARİ NİN MARİFETLERİ

Ulu şair yine Tahran öncesi Paris’te bir “ enstitü” ye gitm iştir. Pazar günleri lalası Ömer Ağa ile, çiçek açmış kestane ağaçları altında Champs Elysâe'de piyasa; Corneille, Racine, Batı edebiyatını az buçuk — bizce yalap-şap— tanıyış; yeniyetmelik. Tahran’da ise Farisi edebiyatını öğrenecektir.

Denetim nedir bilmeyen ibnülemin Mah­ mut Kemal İnal, Paris gönlerinde edebiyat ve promenad dışı serüvenlerin geçtiğine parmak basar. Hayrullah Efendi'nin evine girip çıkan çoktur.

Paris’in şık bayanları, şen dulları, şuh mat­ mazeller hep oraya dadanmışlardır. Vaktiyle Ethem Bey adında bir Türk zabitinin metresi olan Madam Mari, şimdi korket mi koket, or­ talarda dolaşmaktadır.

Her gencin cinsellikle nasıl tanışacağı, na­ sıl tanıştığı bir kader sorunudur.

Oynak Mari, on bir yaşındaki şair-i âzami — babasının ses çıkarmamasından yararla­ n a ra k - kucaklamış; bir şezlongta, herkesin gözü önünde, bacak ve kol hareketleriyle ken­ dinden geçirtmiştir.

" Neyse ki İstanbul'daki delikanlı Hamit bir yandan da edebiyatla uğraşmanın zamanı gel­ diğini düşünerek; zevk ve heves yolları öte­ sinde, sanatın sarp sokaklarına karışmaya ka­ rar verecektir.

İddia edildiğine göre, Ziya Paşa’yla Namık Kemal edebiyata siyasetin haşin galeyanını eklemişlerdir. Fakat Hamit, Recaizade Ekrem Bey’in Vakit gazetesinde çıkan yazılarını her şeyin üstünde tutar.

Zira İbrahim Necmi Bey’in deyişiyle, ikisi de İstanbul’un eski kibar aileleri içinden ye­ tişme olan bu iki edibin ruhlarında edebiyat ve yenilik sevgisiyle asalet duygusu birbiri­ ne karışmaktadır. Ziya Paşa'da, Namık Kemal'­ de görülen demokrat ve halkçı eğilimler, Ek­ rem’de, Hamit’te biraz noksandır. Onlar ede­ biyatı yüksek tabakanın bir imtiyazı gibi gör­ mekte müttefiktirler.

Hamit, Emine Naciye Hanım'la nişanlanır. Düğün hazırlıklarına başlanacağı sırada her­ kesin ne renk elbise giyeceği konuşulurken, on üç yaşındaki Fatma Hanım kıpkırmızı ke­ silir, ulu şaire şöyle söyler:

— “ Ben düğününüzde siyahlar giyece­ ğim.”

Bu yas dolu bir sözdür.

Şair-i âzam Fatma Hanım'ın değerini o an kavrayacaktır

Doğmuştu o meh on üç yaşında Taban idi yıldızım başında

Evlenirler. Emine Naciye Hanım bozulmuş nişanıyla kalakalmıştır. Hamit diplomasi mes­ leğine intisap ederek Paris'e geçer. Zevcesi genç hanımefendi o sıralar on yedi yaşını yeni doldurmuştur.

Hamit Paris'e giderken, Fatma Hanım, ku­ cağında ilk çocuğu Edirne’ye, kayınbiraderi­ nin himayesine gönderilecektir.

Fransa'da Üçüncü Cumhuriyet'in üstün­ den yedi sekiz yıl anca geçmiştir. Paris zevk­ li, neşeli hayatını yeniden almıştır. (Burada Türkçe tarafımızdan kaleme alınmamaktadır.) Hamit genç, ateşli, sevimli ve heyecanlıdır. Neşeli hayat almış Paris’te çok tatlı bir ömür hatıralarını da şiirlerle tespit eder.

PARİS'TE İSTANBUL UNUTULUR

Gelgelelim bu şiirler, Divaneliklerim yahut Belde adıyla epey sonra, 1303’te neşredilecek­ tir.

Divanelik şiirlerde büyük sanatkâr Paris’­ te gördüğü, gezdiği yerleri, tanıdığı, sevişti­ ği kadınları ihya eder. Ne mutlu o yerlere, o dilber kadınlara! (Son cümle bizimdir.) Bu ki­ tapta “ Randevular” en çok şöhret bulur:

Pek alıştırmıştı seyrana beni Kaskat yolu Ya hele Pensenle Arjantöy; O t öyle

Senklu Bir m elek takip ederim seyriyle safı solu. Lâkta, Kaskatta onunla randevular var

idi; Kuvveden file çıkar bin arzular var idi!

Lâkin Lâk’ta, Kaskat’ta bin arzulu rande­ vularla yetinemeyen Hamit, Nesteren’i kale­ me alır. Biri zalim, ötekisi ulussever iki kar­ deşin hükümdarlık mücadelesi.

Ulussever hükümdar adayının meczup Be­ şinci Murat olduğu söylentisi imparatorluk başkentinde bir anda yayılır. Ulu şairin Namık Kemal’le, Recaizade Ekrem’le sürekli mektup­ laşıyor olması da öteden beri göze battığın­ dan, Paris heyecanlan derhal söndürülür Ha­ mit memuriyetten atılmıştır.

Aklına biricik zevcesi gelir Fatma Hanım’a karşı suçlu hissetmektedir kendini. Ah! gü­

nah yüküyle doludur. Pişmanlıklar-pişman- lıklar...

Hamit bir-iki yıl işsiz güçsüz, evliliğinin onarımıyla uğraşacaktır artık. Parasızlıktan ya­ kınır. (Hoş, daima parasızlıktan yakınacaktır.) Çıldıracak kertelere gelmiştir. Namık Kemal ulu şairin çıldırıp çıldırmadığını eşe dosta so­ rar, Akdeniz adalarından mektuplar gönderir. Abdülhak Hamit dçğrudan doğruya yanıtlar:

“ Başıma neler geldiğini sorma. Bir kere ‘keyifsiz’ deyip sormuşsun. Keyifsiz değil, ben bir aralık tecennün ettim (çıldırdım). Bu bap­ ta sana kalemle malumat veremem. Zira ne kadar söylersem nakıs otur (eksik kalır). Na­ kıs olup mükemmel olmadığı halde ise haki­ katen tecennün ettiğime sen de hükmeder de nükedder olursun.”

Cinnet geçer. Ulu şair önce Poti şehben­ derliğini (konsolosluğunu) yakalar. Abdülha- mit biraz yumuşamıştır. Ama Poti’de ne şeh­ benderlik hasılatı vardır, ne de eğlence hayatı. Telâş etmeyin; ulu hakan biraz daha yu­ muşayacak, ulu şairi Golos başşehbenderli- ğine atayacaktır. Aile ve dostlar araya girmiş­ lerdir.

FATMA HANIM VEREM

1883’te Bombay başşehbenderi. Karısı ve evlatları yanında. Fatma Hanım hastadır: Ve­ rem.

“ Siz biliyor musunuz ki Allah’ın bana ar­ mağan ettiği bu kadıncağız benim hem refi kam, hem validem, hem kızımdır. Onu kaybe dersem müebbeden harap ü türap olmak is terim.”

İnce hastalığa Bombay’ın sıcak havası iy gelecek ümidi Hamit’i kandıramamış olmal ki, şair-i âzam, kendisini çok uzun yıllar bir de­ ha sandıracak eseri Makber’e zevcesinin ölü­ münden önce başlayıverir. Bu ıskandalı ortaya

çıkaran İsmail Hami Danişment, Hamit’in iki ayrı çalışma, yazı masası olduğunu da sapta­ mıştır. İkincisinde Hacle (gelin odası, gerdek) yazılmaktadır.

Makber, ölmüş bir sevgiliye yakarış, fer­ yattır.

Hamit, kendisinde bir tür “ öncelik halleri” olduğunu ileri sürecektir. O, Fatma Hanım’- ın gönüldeki makberini iki yıl evvelinden gör­ müş, yaşamıştır... Hamit sonradan bu önce­ lik halini benimsemekten vazgeçip, Makberii nasıl vücuda getirdiğini şöyle anlatacaktır:

— Kırk gün, sanki onunla birlikte ve sar- maşdolaş olmak için, yer katında bir odada Makber’i yazmaya başladım. Öteki makberi ise, her gün Ahmet Ağa ile beraber ziyarete gidiyordum. Kabrin taşı yapılıp yerine konul­ duktan sonra, Beyrut’u terk ettim.

Hacle, feryat edilerek bulunamamış tesel­ liyi ikinci bir izdivaç tahayyülünde arar.

Hasta zevce ölüm döşeğinden kocasının muhteşem çalışmalarını izler.

“ Bilsem sizinle melek mi, ya huri mİ na­ mınız?” diye sorduğu Hacle’nin açgözlü istek­ lerini ulu şair bir önsözle örtbas etmeyi de­ ner. Ulu şair konuşuyor

— Makber, vaki olmuş bir musibeti müş- temil olduğu gibi Hacle de vuku bulmuş bir messerreti şâmil değildir. Hacle hayali, Mak­ ber hakikidir. Hacle, bir efsane; Makber, bir tarihtir. Makber’in dediği olmuş bir şey, Hac­ le’nin muradı ise, olsaydı böyle olurdu demek­ tir.

YARIN:

'MAKBER" MESELESİ

KARIŞIYOR

(3)

ABDULHAK

HAMİL

Y a z a r ı: S e lim İL E R İ

D e s e n : D i l e k İ Z C İ

MAKBER, FATMA HANIM HAYATTAYKEN

ALINMIŞTIR AMA GERÇEĞİ BİLMEYEN

İBRAHİM NECMİ HENÜZ YAZILAMADIGINI

DÜŞÜNMEKTE VE KARISININ BAŞUCUNDA HAMİT’E

GÖZYAŞLARI DÖKTÜRMEKTEDİR

“Makber

meselesi

katışıyor

i Bombay şehbenderi, refikasını İstanbul’a gö tü r­

meye karar verir. Hasta yolda boyuna gülm ekte

ölüm güzelliğini kuşanmaktadır. Am a vapurda­

ki hekim acımasızdır. "Hastanız yolda vefat ede­

ceğinden cenaze denize atılacaktır” der. Beyrut’­

ta karaya çıkarlar ve Fatma Hanım ölür. Hamlt

fe-Y

AŞAM öyküsü yazarları, kah­ramanlarına kendi bildikleri ti­ yatroyu ille oynatmak isterler.

Makber, Fatma Hanım ha­ yattayken kaleme alınmışsa da; meselenin girdisini çıktı­ sını pek bilmeyen İbrahim Necmi, Makber’in henüz yazıl­ madığını düşünmekte; müteverrim karısının başucunda Hamit’e gözyaşları döktürmekte- dir.

Gözyaşları Bombay’ın sayfiyelerinden Mathiran'da dökülür. Abdülhak Hamit bir yan­ dan da Mathiran kuşlarının ötüşmelerini din­ lemekte; “ Latife söylemiyorum, Ekrem bura­ nın kuşları lakırdı söylüyorlar” diye mektup­ lar yazmaktadır.

Kuşlarda “ İnsaniyet” görür, “ ruhaniyet” bulur. Güneşin doğuşu ve batışı, ay ışığı ina­ nılmaz güzelliktedir. Şiir manzaraları İçinde­ ki ulu şair yüksek seviyeli eserler kaleme ge­ tirebilmek uğruna kendini doğaya bırakır.

İsmail Habip Bey Ebedi Yenlliğlmlz’de yüksek seviyeli eserlerin neden yazlamadı­ ğını gözyaşlarını tutamayarak açıklar — artık herkes ağlamaktadır— :

“ ...acı, çok acı bir hakikat: Refikası verem­ dir! (...) Zayıf bir ciğer, Hindin bütün dağlan ve nehirleri, kuşlan ve romanlan üstünde za­ yıf bir ciğer kanlı bir gaze (kadınların yüzleri­ ne sürdükleri düzgün, allık) haline gemiştir. Ey ciğer, bu kadıncağızı yaşatmayacak mısın? Ümit çok zayıf, çok ince: ‘ Kıl inceliğinde bir ümide sanlarak çıkıyorum, amma nereye çık­ tığımı bilmiyorum.’ Yook... Bu kadar derin bir kederden eser istenemez.”

Bombay şehbenderi, refikasını İstanbul’a götürmeye karar verir. Hasta yolda boyuna gülmekte, ölüm güzelliğini kuşanmaktadır.

Vapurdaki merhametsiz, mendebur he­ kim:

— Hastanız yolda vefat edeceğinden, ce­ naze denize atılacaktır! der.

Deniz seyahatine daha ziyade devama ce­ saret edilemez. Beyrut’ta karaya çıkarlar. Bey­ rut limon ve portakal kokularıyla geniz yak­ maktadır. Fatma Hanım meçhul hayaletlerin pençelerini boğazında hisseder, ölür; Hamit felakete uğrar. Refika topraklara defnedilir- ken, mükedder şair sadık hizmetkârı Ahmet Ağa tarafından kırlara çıkartılır.

ÖLÜMÜN KORKUNÇ KANADI

Makber’ in İşte şimdi yazılacağını sanan İbrahim Necmi, ölümün korkunç kanadının şairin çok yakınından geçtiğini ileri sürer.

O kadar yakınından geçmiştir ki, ulu şair birden bire elektriklenir. Hayatının on üç se­ nesini — Rakamın uğursuzluğuna bakın! — sevgisine adadığı kadının yokluk diyarına ge­ çişi, bedbaht sanatkâra yeni bir ses verecek­ t ir Ulu dağ tepelerinden süzülüp inen kartal­ ların vahşi haykırışlarına benzer, yıldırımlı, gökgürOltülû bir ses...

Bu sesle Hamit yere göğe feryatlarını ak­ settirir

Fervatlar tam kırk gün işitilir.

Kırk gün sonra Beyrut’tan İstanbul'a ge­ len ulu şair, Bombay’a bir daha geri döneme­ yeceğini de anlar. Bu dönemde, nice-nice yıl­ lar edebiyat derslerinde öğrenciye işitilm e­ dik işkenceler tattıracak Makber1 in, Hacle'nin, Bunlar Odur’ un yayımlanmaları baslar.

Sanat hayatımızda “ Kalbin Kuyu gıoı oe- rinleştlği bir devir” açılmıştır. “ Şair artık bir girdap ve girdabattır.”

Makber’in söylence hüviyetine büründü­ ğünü ulu şair şipşak fark eder. Ahmet Ham- di Tanpınar bu durumu nazik bir ifadeyle ge- çiştirecektir.

“ O zamana kadar şiirin büyük temi gibi gördüğü ölüm, hayatında tam hüküm süren bir realite olur. Sanki büyük bir zemberek çev­ rilmiştir. Hamit bundan sonra hiçbir zaman karısı ölmüş şair olmaktan çıkmayacak, acı­ sını her vesile ile tazeleyecektir.”

Girdapların ulu şairi Londra sefaret baş­ kâtipliğinin münhal olduğunu öğrenmiştir.

lakete uğrar

Oraya talip olur. Tank, Eşber yazılmış; sanat­ kâr otuz beşinde; dudaklarda Makber den unutulmaz dizeler

Anlardı ne derse bir Fransez Eylerdi bir Anglezle sohbet

Ya kahve ya çay içerdi erken Kalkıp piyano çalardı derken.

Ulu şairin nasıl yaşadığı konusunda eş­ siz bilgiler veren Yusuf Mardin burada bir kez daha sözü alacak. Yaşam öykücü, Hamit'ln Londra günlerini beklenmedik bir çehreyle di­ le getiren pek kişisel bir mektup bulmuş, okurlarımıza sesleniyor

“ Olayın ounoan sonrasını ham it'ln bir gün yayınlanacağını düşünmeden kardeşi saydığı hemşirezadesi Osman Bey’e yazdığı mektuptan içtenliğini ve serbest dilini hoş gö­ rerek izleyeyim:”

Doğrusu ou mektup, kartallar gibi haykı­ ran ulu sairin iç dünyasına ışık tutan bir ha­

zinedir. İmparatorluğun en baskılı günlerin­ de Hamit ne yapıyor; gözümüzü dört açıp okuyalım:

SİDİK ZORUNUN HİKÂYESİ

“ Nuru aynım efendim Osman’ım, Mart’- ın üçü tarihli muhabbetnameni şimdi aldım. İşte sabahleyin yatağımın yanında ve ocağın Karşısında tembeller padişahı kıyafetini ha­ iz olduğum halde şehinşahımıza cevap yazı­ yorum. Hastalığım Allah’a şükürler secdeler olsun geçti. İş senin anladığın serdi miyan (belsoğukluğu) sonucu değildi. Burada öyle bir hastalık iki günde şifayab olur. Sana hi­ kâyeyi hikâye edeyim de anla, işte başlıyo­ rum.”

Bundan bir buçuk ay önce bir pazar gü­ nü, ulu şair dostlarından bir hanımefendiyi ga­ yet güzel olan kızıyla birlikte akşam yemeği­ ne çağırmıştır. Hanımefendi o gün keyifsiz te­ sadüf ederek, Hamit’e tam güveni olduğun­ dan, kendisi gelmeyip yalnız kızını gönderir.

Hamit hazretleri bundan dolayı daha ziya­ de memnun olmuştur. O kıvançla akşamüs­

tü evlerine gidip saygıdeğer genç kızı araba­ ya bindirerek, şair, Cafe Royale denilen ünlü bir lokantaya kapağı atar. Kız orada halkın, umumun içinde yemek yemeyi istemez. Lo­ kantacı işin erbabıdır; ikisine özel bir oda aç­ tırır.

“ Kızla sevişmeye, hatta öpüşerek seviş­ meye girişildi. Elbette her tarafımız hareke­ te geldi. Ancak çişim de gelmiş, haberim o l­ madı. Kız ehli ırz, bakir,nakabfli tecavüz ve taarruz olduğundan yalnız hırslanmakla yeti­

nerek yemekten sonra tiyatroya ve sonra evi­ ne götürüp annesine teslim ettim. Hava ga­ yet soğuktu. Arabada ziyadesiyle üşüdüm. KastkIanm çatlamasına çişim gelmişti. Bu hal ile eve gidip oturağa sanldım.

“ Bir de ne bakayım, idrar gelmiyor. O za­ man ne hale geldiğimi tarif edemem. İşte beni yirmi gün yatıran hastalık böyle başlamıştı. Dotorların sözlerine göre, mesanede iltihap peyda olmuş, idrarın toplanmasından mesa­ ne çatlayıp ölüm hazretleri teşrif etmek müm­ kün olabileceğini bana o haldeyken söyledi­ ler. Hekimin dirayetine, irfanına ne buyurur­ sunuz?! On iki gün yalnız et suyu içtim . Üç- dört defa idrarı mille çıkardılar. Bir gece uy­ kudayken atmık boşalttım. Ondan sonra iyi­ leşmeye başladım.

“ Eğer kızla arabada bulunduğum gece bu ihtilâm vaki olsaydı, bunlar olmazdı demek oluyor. Her neyse hamdolsun geçti. Şimdi her şeyi yemeye mezunum. Ancak içki içmek bo­ kunu yemeye izin vermiyorlar. Hayli derman­ sızlığım var. Benzim bazı kere sarı, bazı kere yeşil, yahut mavi oluyor. Fakat bir türlü do­ ğal rengi olan bok rengini alamıyor...”

Mazideki Hamit hiç böyle midir? O şimdi Fatma Hanım’ın acısından ne yaptığını bilme­ yen adamdır. Hamit mazide ateşli bir özgür- lüksever değil midir?

Burada bir ayraç açmak zorundayız.

AYRACIN İÇİNDEKİLER

Mesela Hamit, Namık Kemal’in bir tutu­ muna kırılmıştır. Bombay’a seneler evvel gi­ den vapur ilk durak olarak M idilli’ye uğrar. Ha­ mit burada bir gece Namık Kemal’in misafiri olmuştur. Kemal gibi adamla ne görüşülür? Vatanın hali, istibdatın yarattığı acılar, müca­ delenin gerekliliği... O gecenin de konuları bunlardır.

Hamit yüksektir, şairdir, sanatkârdır, fa­ kat yurtsever, özgürlüksever şiir hususunda biraz miskinlik gösterir. Miskinlik, tembellik, sünepelik mi?! Bombay’a varınca Namık Ke­ mal’e yazdığı mektupta Hamit'in feveranını tüylerimiz diken diken olarak işitiyoruz:

“ Siz bana o gece miskin olduğumu yâdet- miştiniz. Ben miskin değil, sakinim, sükûnum ise daimi değildir. Bir fırsat düşsün görürsü­ nüz ki hiddet ve satvetim (şiddet) de vardır. (...) Zannetmeyiniz ki ben sizin açtığınız yol­ da gitmiyorum. Yolum o yoldur. Fakat ben ya­ vaş gidiyorum, zira koşarsam düşeceğimden eminim. Düşünce gülle gibi, yıldınm gibi düş- meli.”

İsmail Habip Bey de aradan geçen onca zamana karşın Namık Kemal’in bu tutumuna kırgınlık güder.

İsmail Habip Bey:

— Korkma Kemal! diyor. Bu şakirt de se­ nin açtığın bayrağın altındadır, o da senin gibi istibdatın samiasına (kulağın işitme gücü) karşı, tıpkı senin edanı tanziren, sana yazdı­ ğı mektupta dediği gibi, o da tıpkı bir gülle gibi, bir yıldırım gibi istibdata timsal olan kud­ reti yumruklaya yumruklayaca, o da senin gibi cesur ve pervasız, o da apaçık ve ihtişamla gürlüyor!

Bir gürlemeyen, besbelli, Sultan Hamid'- dir.

(4)

19 OCAK 1989

Finten’in

Londra’sında

çeyrek asır

BO M BAY'DA

İKEN YERDE

YÜRÜYEN İKİ

İNSAN H AM İT'İN

KALEMİNDEN

ÇIKARKEN

BÜYÜK

KANATLAR

TAKARAK

UÇAN BİR

FEVKALBEŞER

OLUVERDİLER...

Londra mahsulü bu eser okunmakla, şaşmakla, inanamamakla tüketilecek g ibi

d e ğ ild ir. Bütün bu kargaşalığın ortasında ulu şair, Londra'nın kibar tabakasını,

yüksek hayatlarını yerli yersiz bol bol konuşturur. Onun gevezeliklerini Oscar

W ilde'ın diyaloglarına benzetenler çıkm ıştır

Y a z a r ı: s e l i m İL E R İ

D e s e n : D i l e k İ Z C İ

remi durdurur. Kız iyileşir. Onlar da Lond­ ra’ya dönerler. Finten çocuğu ister. Ve­ rirler.

“ Nihayet Finten’ le Davalaciro kavgaya başlarlar. Ucube çocuk, birçok ruhani mah­ lûklar bu işe karışır. Davalaciro kavga sı­ rasında çocuğu, Finten de Davalaciro’yu boğar. ‘Mezar* ortaya çıkar ve Finten’i alır.”

Siz Finten’in yukanda özetlendiği kadar olduğunu sanıyorsanız aldanırsınız. Londra m ahsulü biı eser okunm akla, şaşmakla, inanamamakla tüke tilecek gibi değildir. Bütün bu kargaşalığın ortasında ulu şair Londra’nın kibar tabakasını, yüksek hayat­ larını yerli yersiz bol bot konuşturur.

Onun gevezeliklerini Oscar W ilde m d i­ yaloglarına benzetenler çıkm ıştır. A ristok­ rasiyi sarakaya alan W ilde’in yanında Ha- m it’in ne yaptığı, ne yapmak isted iği pek belli olmaz. At yarışları bile işin içine gire­ cek; esrarengiz geceleri, polisi, düğünleri, parkları ve m ezarlıklarıyla Londra F inten’­ in dö rtb ir yanından fışkıracaktır.

Blanş'ın ölüsünü çıkarm ak üzere me­ zarlıklara koşturan Finten, kazma kürek al­ mayı unuttuğunu fark eder. Ne önemi var? Etler kollar harekete geçer, toprak kazılır. Finten’in bu tutum la rı elbette Lady Mac- beth’e benzetilecektir. O da bir Lady Mac- beth'tir, belki de ilk ve son “ arabesk” Lady Macbeth...

Kaptan— Şu budala gem iye bakınız! Denize çıkm anın ne iyi havasını bulm uş!

TAYFA— Tüccar gem isi değil. Kaptan— Tüccar gem isi tım arhane değildir. Bu, olsa olsa, bir Ingiliz lordunun seyyar hanesi olabilir. (Davalaciro'ya döne­ rek) N için kamaranıza inm iyorsunuz? Bu

havada gelip giden olmaz. Daha şafak sök­ m esine üç saat var.

"SAFRANIZ MI KABARIYOR?"

Davalaciro— Herkes için geceyarısı, be­ nim için sabah oluyor! Şu ışığı görüyor mu­ sunuz?

Diğer bir tayfa— Dalgalar arasında ba­ ta çıka bir ziya görünüyor!

Kaptan— Elbette Nemçe acentası de­ ğildir... B ir sandal...

Evvelki tayfa (Kahkaha ile)— Hayır, gök­ yüzünde kopan bu fırtın a n ın sadm esiyle yerinden kopup denize düşm üş bir yıldız!..

Kaptan— Batıyor! Haykırışıyorlar! (Yine top atılır, çan çalınır, ayak p a tırtıla rı, tayfa sedaları.)

Tayfa— Kadın sesi!.. Davalaciro— Ah!

Evvelki tayfa— Ne oluyorsunuz? Safra­ nız m ı kabarıyor?

Davalaciro— Anın sesi! Beni çağırıyor! Bir kadın sesi (Uzakta dalgalar içinde)— Davalaciro!.. Davalaciro!.. Davalaciro!..

K ofluk her zaman “ hörm et” uyandırır. Kof kıym etler daim a baş üstünde tutulur. Bu hakikati anlayam am ış kıskanç Tanpı- nar, — üstelik bir zamanlar övm üşken— Abdülhak H a m it’in dram larını, piyeslerini çekiştirm eye kalkışacaktır:

“ Tiyatrolarına gelince, bunlar şüphesiz en zayıf eserleridir; insan Terez veya Nes- teren yahut Abdullah-ı sagir, ilhan, Turhan g ib i acaip ve biçim siz şeyleri hakiki bir m ecburiyet olm adan ne diye yazar? Bunu hâlâ edebiyatım ızda kim senin sorm am ış olm asına hayret ederim .”

Halbuki o zamanlar denetim ler, denet- leyişler çağıdır. Herkes b irb irin in eserini makaslar. M izancı Murat Bey m uhteşem F inten’ in basılm asını uygun görür. Yine sansür heyetinden Salahi, Zeynep’ i jurnal edince; hem Zeynep, hem Finten basıla- maz. Zavallı Hamit Zeynep’ le ortalığı karış­ tırm a ^ istediği şüphe ve itham ıyla sefaret başkâtipliğinden alınır.

A b d ülham it'in işi gücü yoktur, kim se ­ lerin okum adığı, kim selerin oynam adığı t i ­ yatro eserlerinin peşinden ayağı yanık ke­ di gibi dolaşmaktadır. Bununla birlikte şair- i âzam artık nasıl davranmak gerektiğini öğ­ renmiştir. Hiç sesini çıkarmaz. Tiyatrolarını unutm uş görünür, iftira ya uğradığını ileri sürer ve saraya yakın dostlarından yardım bekler.

ULU HAKAN AFFEDİYOR...

Sonunda ulu hakana ba ğlılığ ına in anı­ lır ve bu kez hem maaşı, hem rütbesi a rtı­ rılarak Londra'ya -Bu ne bereketli Londra’­ dır!- sefaret m üsteşarı sıfa tıy la gönderilir. A bd ülham it’ in pek güvendiği Behram Ağa, Ham it’in ailesi tarafından çalınm ış bir saat dolayısıyla satılığa çıka rılm ış eski bir köledir. Behram Ağa kendisini satan eski efendilerinden öç alm aktadır sanki; ikide birde ulu hakana şairi a ffe ttirir.

Ham it’in isyankârlık damarı yine kabar­ m ıştır. H ürriyetseverliğini yansıtm ak için yazdığı Liberte’yi kendi kendine yüksek sesle okur. Ama Liberte o günlerde bir dos­ yada saklı tutulu r. Ulu şair bu hürriyetse- ver eserini ‘h ü rriyet’ten sonra gün ışığına çıkaracaktır.

İbrahim Necmi Dilmen burada çok üzü­ lür:

— Bütün bu taltiflerin bir tek gayesi var­ dı: Bu adamı rütbe ve maaşa boğarak sus­ turm ak, yazı yazdırmamak.

Ham it de gerçekten susar. İki kez Ab- d ü lha m it’e şiir yazmayacağına dair söz ve­ rir. Y ıllar yılı yurt dışınd a T ürkçe’yi bir iz­ düşüm gibi hatırlar...

YARIN: VİYANA’DA

AÇLIK BAŞKADIR

AİR-i âzamin Londra yaşan­ tıs ı çeyrek asır sürm üştür; ünlü Finten o yıllarda kota­ rılır.

Tanpınar’a sorarsanız, o, Finten’le Ham it arasında çok düşündürücü akrabalık bağlarına işaret eder: “ İşte sefaret memurluğunun verdiği im ­ kânlarla girdiğ i ve yarı lüzumsuz ve havai konuşmasını, örf ve âdetini, servet ve deb­ debesini F inten’in o m antık dışı örgüsün­ de o kadar iyi aksettirdiği kibar m uhitlerin­ de Fesli Diplomat’ın hayatı budur. Londra’­ da onun, daima genç kalan m izacının hoş­ landığı bir m uhit zenginliği bulunduğu in­ kâr edilem ez.”

— Başım insandır, ondan aşağısı cana­ var! diyen Hamit, Finten’ i en büyük eseri sayar.

Bombay’da olağanüstü güzel bir lady’- nin çirkin bir H in tli’yle aşk macerası me­ rakını çekm iş; bu merak sonunda o güzel lady, Miss Kross, çirkin- Hintli de Davalaciro olup çıkm ışlardır. İsmail Habip Sevük ede­ bi yargısını verir:

“ Bombay’da iken yerde yürüyen o iki in­ san Ham it’in kaleminden çıkarken büyük kanatlar takarak uçan bir fevkalbeşer olu­ verdiler!”

Eser herkesin aklını karıştırır. İbrahim Necmi Bey’den dinleyelim:

“ Flnten’de fasıllar, perdeler karmaka­ rışıktır. Hece vezni, aruzun m uhtelif vezin­ leri, nesir, hep birbirine karışm ıştır.

“ Esere ism ini veren Finten Londra’da herkesin gözünü üstünde toplam ış, genç, güzel bir kadındır. Fakat bu güzel kadın vü­ cudunun içinde vicdandan eser yoktur. Fin­ ten, Avustralya’da oturan M ister Kros is ­ minde ihtiyar bir m ilyonerin karısıdır. Vak­ tiyle hizmetinde bulunan Davalaciro ism in­ deki iriyarı, korkunç bir H in tli’ye kendini teslim etm iş ve gebe kalm ıştır.

“ Londra’nın en asil hanedanlanndan bi­ rine mensup olan Lord Dik Finten’e âşık­ tır. Kadın gebeliğini bu m ünasebetin mah­ sulü gibi gösterir. Lord’un çocuğunu tan ı­ yabilmesi iç in bir çare aranır. Finten evli olduğu için çocuğa anne olarak verem liler hastanesinden bir kız seçilir. Hastanede doktoru Tomas da zaten F inten’in aşıkla­ rındandır.

MÜTHİŞ FIRTINALI BİR GECE

“ Bu verem kızın ismi Sofi'dir. Fakat bu­ na Blanş adını verirler. Fransa'nın Dö la Tur hanedanından olduğunu söylerler. Lord Dik'le evlendirirler. Finten bir ucube doğu­ rur. Bu da güya onların evlatları olur.

“ Veremli kız çok sevim lidir. Lord Dik de, Doktor Tomas da bu kıza çok acırlar. Te­ davi için Beyrut’a gönderirler.

“ Finten Davalaciro'yu kandırır. Evlen­ mek vaadiyle Avustralya’ya, kocasını öldür­ meye gönderir.

“ Finten’in yanında M iss Melvll isminde

bir kadın daha vardır ki bu Davalaciro’ya âşık olm uştur.

“ Finten Beyrut’a gelir. Blanş’ın asilza­ de olm adığını ortaya koyar. Fakat Lord Dik Finten’ i kovar.

“ M üthiş fırtın a lı bir gece... Beyrut açık­ larında...

“ Ham it’in hayali bu tasavvurlar önün­ de coşmaya b a şlıyo r

“ Kovulan Finten'le Melvil denizde... Va­ purları batar... Başka bir vapur bunları kur- tanr... Bu vapurda da Avustralya’dan dönen Davalaciro var... iki kadın Davalaciro için kavga ederler. Finten derhal Melvil’i boğar, Davalaciro ile Londra’ya döner.

“ Aynı gecede Blanş denize çıkm akta ıs­ rar eder. Çıkarlar. Bu fırtına birdenbire ve­

(5)

20 OCAK 1989

»1908 MEŞRUTİYETİ H A M İT’E YARAMAMIŞTIR. BRÜKSEL

SEFİRLİĞİNDEN AZLEDİLMİŞ VE V IY A N A'YA GEÇMEK

ZORUNDA KALMIŞTIR

tfcVıyana’da

açlık başkadır

ABOULHAK

HAMİ!

Hamit Viyana'ya b ir talihsizlik sonucu düştüğü kanısındadır, üstelik te rs giden yal­

nız talihi değildir. Giydiği şeyler defalarca tersyüz edilm iştir. Bir zamanlar siyah­

ken şim di yemyeşil olmuş b ir paltosu vardır. Cepleri de liktir, m ete liği olm a d ığ ın ­

dan bu deliklerin zararı y o ktu r. Ayağındaki lastikler b ir başkasınındır

Y a z a n : S e lim İL E R İ

D e s e n : D i l e k İ Z C İ

ENETİMLER-denetimler or­ tasında Flnten’ in kim i par­ çaları Servet-I Fünun dergi­ sinde yayınlanacaktır.

Tevfik Fikret gibi sağdu­ yulu bir edebiyat adamı bi­ le tam o günlerde Ham it’i sonsuz fezasıyla, denizleri, dağları, parlak renkli çiçekleri, gecelerinin karanlıklarıyla, bütün volkanları, korkular saçan şim şekleri, yıldırım larıyla, kederle­ ri, sevinçleri, dizginlenem ez öfkesiyle üs­ tün bir yaradılış, bambaşka bir görünüş, başlı başına bir âlem sanacak ve düşünce­ sini şiirin potasında eritecektir.

Üstün, yüksek Hamit yine Londra'dadır. İngiliz kızlarıyla ilişkisine resmi bir hava vermeye karar verir. Miss Nelly Clower adında zeki, b ilg ili, seçkin bir hanım la ev­ lenir.

Seçkin Nelly şair-i âzama derli toplu, sı­ kı düzenli bir hayat kurar. H am it’im iz harıl harıl çalışmakta, fakat yeni eserlerini ya- yımlayamamaktadır. Bu dönemde herkes, Sultan Hamit sansüründen fıs ıl fıs ıl yakı­ nır.

Bozguncu Halit Ziya, nice yıllar sonra o fıs ıltıla rı yerle bir edecek, dehşet verici bir yorumu Kırk Yıl’ ına ekleyiverir:

— Görmüyor musun ki kubbelerinin al­ tında, tenha mahallelerinin uykuya göm ül­ müş sessizliği içinde, sefil ve acı çeken ömrünün acılarını uyuşturarak m iskin m is­ kin, bir pıhtı şeklinde, som urtulm uş bir manzara karşısındasın. “ isyan” diyorsun. Kaç y ıld ır bu zulüm ve pislik levhasının iğ­ renç tafsilatı içindesin; haykıran bir hidde­ te, bir casusun suratında patlayan bir şa­ mara, bir zulüm kanını çamura fjşkırtan tek bir kurşuna şahit oldun mu?.. Öyleyse ne bekliyorsun, kim den bir isyan ateşinin tu- tuşabileceğine ihtim al veriyorsun?..

Ham it'in isyan ateşiyle uğraşacak du­ rumu kalm am ıştır: 1911’de Nelly Hanım, yirmi y ıllık ortak bir yaşamdan sonra ölür. Nelly Hanım da veremden ölmüştür. Hamit, metafizik yönsem elerini hızla geliştirir.

METAFİZİK SARMAL...

Nelly Hanım, hep Fatma Hanım ’ ın bir hayali gibi yaşamamış m ıdır? Kim Nelly Hanım’dan daha fazla Fatma Hanım'a ben­ zeyebilir? Nelly Hanım ’ı ziyaret için mezar­ lık yolunda yürüyen Ham it böyle düşün­ mektedir. Düşünürken bisiklete binm iş bir genç kız görür: A! B isikletli genç kız, Fat­ ma Hanım’ ın tıpatıp benzeridir.

Ulu şair dönüşte mezar taşı için taşçı dükkânına uğrar. Taşçı usta, N elly adlı bir kadın için mezar taşı hazırlamaktadır...

Hamit, Makber’den sonra bu kez de Medfen’ i (defnolunacak yer, mezar) yazma­ yı dener. Ne var ki esin perileri kaçışırlar. Ulu şair, Ekrem’e gönderdiği m ektupla ki­ fayet etmek zorunda k a lır

“ Geçen gün, merhumenin mezarcığına çiçek götürmüştüm. Ah, o çiçekleri pek se­ verdi! Hep bir aileden idiler, değil mi?”

Hamit, Brüksel e lçiliğ in d e d ir şimdi. Üçüncü izdivacını Lucienne’ le gerçekleş­ tirecektir: Çok genç, çok güzel bir hanım.

Yalnız bazı biyograflar işaret edecektir ki, arada bir başka evlilik söz konusudur. O sıra İstanbul’a gelen ulu şair, ağabeyi­ nin adamlarından Asaf Bey’in kızı Cemile , Hanım’la evlenir. On beş yirm i gün sonra

apar topar ayrılırlar...

izdivaçlar dolayısıyla 1908 Meşrutiyeti’- ni unuttuğumuz sanılmasın. Bu yeni ‘hürri­ yet’, H am it’in dostlarına yaram ıştır. Reca- izade Ekrem, Evkaf Nazırı’dır; Sezai Bey esasen ittih a t ve Terakki’nin etkin kişileri arasındadır. Hamit de bir iki ş iir yazm ıştır ama, İttihat ve Terakki'nin gözünü boyaya- mamış, Brüksel sefirliğinden azledilmiştir.

ittiha t ve Terakki ülkemizde git git pek yaygınlaşacak askeri darbe provalarını can­

la başla gerçekleştirm ektedir, iltim as yok, rüşvet yok, haksızlık yok! Herkes zaptırapta girecek!

İbrahim Necmi, bu dönemde H a m it’le Lucienne’in Viyana’ya geçtiklerini belirtir. Gelgelelim Hikmet Dizdaroğlu, onları Viya­ na’ya daha sonra gönderecektir. Burada Dizdaroğlu’yla İbrahim N ecm i’yi b irle şti­ ren, ilkin in İkincisinden otuz, otuz beş yıl sonra beş aşağı beş yukarı aynı cüm leleri satır satır yazıyor oluşudur.

İbrahim Necmi Bey diyor ki: "H am it, hiçbir vakit hayat adamı olam am ıştır. Ka­ fasının içinde yaşayan bir başka dünya, bir başka hayat vardı. Onun için hiçbir vakit he­ sabını kitabını iyi bilem em iş, eline para geçtiği zaman bol bol harcamış, parasız kaldığı vakit de en sıkı kanaate boyun eğ­ m iştir.”

.Dizdaroğlu yineliyor: “ İstanbul’a dö­ nen Hamit, maddi sıkın tı içinde kaldı. O, hiçbir zaman ted birli bir insan olam am ış­ tır. Eline geçen parayı, son m eteliğine dek

harcar; sonra da talihi ile baş başa kalır.’ Hamit, Viyana’da bir manzume yazar ve manzumesi, Tanin gazetesinde neşredilir. Ulu şair pata durum unu gözler önüne ser­ mektedir.

Mevki elbette Viyana’dır, Ham it oraya bir talihsizlik sonucu düştüğü kanısında­ dır.

Ü stelik ters giden yalnız talihi değildir. G iydiği şeyler de defalarca ters yüz ed ilm iştir; onlarla yatıp kalkar.

“ Vaktiyle Pul’da yapılm ışsa da hey- hat/Cüm lesi solm uş.”

Bir zaman siyahken şim di yem yeşil o l­ muş bir paltosu vardır.

Tek gözlüğü vardır" geceler kandilidir o. Tanrım bu ne biçim bir hayattır?! Cepleri deliktir, m eteliği olm adığından bu deliklerin zararı yoktur.

Meyhane meyhane dolaşm aktadır bu adam.

En büyük korkusu, meyhanelerin geç

açılıp erken kapanm asıdır.

Kirli paçavraya dönm üş m endili. Ayağındaki la stikler bir başkasınındır. Başındaki ne fes, ne külâh, ne sarık, ne de kalpak... B ir şapka mı hâşâ... D ilen cile­ rin sadaka tası gibi bir şey başlığı!

Ardı sıra kahkahalar, ulum alar yükse li­ yor!

Ve biri vardır ona der: Şair-i âzam!.. Şiir, İstanbul salonlarında Ham it’in hay­ ranlarını hıçkırıkla ra boğar. Ham it için bir yardım kampanyası açılm adığı kalm ıştır.

Oysa beş altı yıl sonra Ruşen Eşref sa­ natkârı tantana içinde bulacaktır. H am it’­ in sanatına kim secikler dil uzatıp gölge dü­ şürem eyeceğinden Ruşen Eşref de m ırın kırın etm ektedir:

— Çok sevdiğim eserleriniz arasında Makber’i hepsinden şahsi bulurum . Başka yazılarınızda C orneille, Racine, biraz Vol- taire, Shakespeare, Hugo, Chateaubriand hissedilir, fakat Makber’de, sanatınız ve ru­ hunuzla b irlikte , yalnız sizi görürüm .

Makber yine gündem dedir. Zaten Makber herkesi ç ıld ırtm ış tır. İsmail Habip Bey ne söylediğini bilmez; Makber, yalnız ölen genç bir refikaya yazıt­ m ış bir m ersiye değildir, asıl bu büyük ıs­ tırabın kitabıdır. Gözle görülür bir yara yok şairde; öyle iken m üthiş bir yara şairi in le­ tip duruyor. İnle şair, madem ki bu kadar yaralısın, inleyeceksin. Şair de inledi işte. Derin uğultularla sarsılarak inledi. Fakat bir “ faide” oldu mu?

TİTREYEN ELLERİN DUASI

“ Ah bu ıstırap, bu ıstıra b ın gam ları. Gamlar bir ordu gibi geliyor. Gamlar hücum halindedir. Şair ellerini titreyerek duaya kal­ dırdı. Dünyada neden bulunuyoruz, bilen yok. Yere sordu, bilm iyor; semaya sordu, bilmiyor. Her yerde ve her tarafta ’B ilm em !’ diyen um um i b ir cehil...”

İbrahim N ecm i’ye göre Makber, Ham it’­ in en coşkun, en derin, en heyecanlı ş iiri­ dir. Beyrut facia sının yürekte açtığı yara­ dan fışkıran kanlarla kaleme alınm ıştır. Makber feryatla başlar ve feryatla biter. Sa­ natkârın uğradığı büyük yıkım ın acılarıyla gönlü ta şm ıştır burada.

Taşkın gönülden kopanlar h içb ir fikir, kom pozisyon bütünlüğü aranmadan, fakat fikirden fikre atlanılarak yazılmıştır. “ Hayat­ tan şikâyet, ölüm den feryat, geçm işin h i­ kâyesi, hastalığın başlangıcı, merhumenin faziletlerinin sayılması, hasret nidaları, ba­ zen dindarca bir teslim iyet, bazen üm itsiz­ liğ in doğurduğu kırg ın lık ve lânet haykır­ maları, bazen de ölüm ün muamması önün­ de düşünceler, feryatlar, hayretler bu kita ­ bı doldurur.”

Ruşen Eşref az buçuk daha ölçülüdür: — Makber kaderin, kuvvetli bir beyin vasıtasıyla çizilm iş g ra fiğid ir. Heyecan, suçlama, şikâyet, isyan, hıçkırık, yumruk, kahkaha, susmak, sarhoşluk ve m estlik, hicran!... Makber, kaderin bütün bu anla­ rıdır.

Abdülhak Ham it Bey bu sözleri Sıraser- vile r’deki kira evinde, apartm anının salo­ nunda dinler. Salon maroken takım larla dö­ şenm iştir. Duvarlarda aile fotoğ rafileri ası­ lıdır. Bu büyük oda, ulu şairin hem ça lış­ ma, hem de kabul odasıdır.

A bdülhak Ham it âdeta maziye dalm ış, durgun görünm ektedir. Hindistan, egzotik dekor, cinnet renkli kuşlar, papağanlar, Beyrut, Beyrut’ta kumlara gömdüğü sevgili zevce gözünün önüne gelmekte bütün bun­ lara sanki Londra’nın kesif sisleri hızlı bir akış içinde süzülm ektedir...

YARIN:

(6)

21 OCAK 1989

ABDÜLHAK H A M İT’ İ ŞAİR NİGÂR H AN IM ŞÖYLE ANLATIR:

"A H O BÜYÜK BİR ŞEY, BİZİM H A M İTjM İZ İÇİN 'BİZİM

ŞEKSPİRİMİZDİR' DEMİŞTİM, HAM İT BÜYÜK VE ASİL

BİR RUHTUR"

30 EKim 1916 akşamı Finten, B u rh a n e ttin Bey Heyet-ı Temsı-

liyesi tara fından oynanacak. Ressam şehzade A b d ü lm e cit

Efendi eserin bu tem silini himayesi altına alm ıştır. Tepeba-

şı Tiyatrosu'na olağanüstü dinç, olağanüstü canlı b ir halde

giren ulu şair Hamit, alkışlar arasında karşılanır. Locada Ab­

d ü lm e cit Efendi yle b irlik te o tu rm a k ta d ır

K» *

Y a z a n : S e lim İL E R İ

D e s e n : D i l e k İ Z C İ

U

LU şairin Sıraselviler’deki kira evinde Ruşen Eşref çe­ nesini tutamaz, dedikodular yağdırır:

“ Ortada duran geniş ve par­ lak yazıhanesi, duvara yas­ lı büyücek bir etajerin için ­ deki beş on İngilizce kitap ve İngilizce Büyük Ansiklopedi siyle orası, şahsi bir şair odasından fazla, tanınm ış bir m efruşat mağazasının döşediği geniş bir otel, bir kulüp salonuna benzer.”

Sanatkâr işte bu tarz dekorlar önünde Gazanfer’le Behram’ı boğuşturm uştur. Fa­ tih İskender mağlup ama yüce Eşber kar­ şısında küçük düşürülm üştür. A risto tari­ hin dökülm üş bütün kanları üzerine ilenç- ler haykırm ıştır. Tarık yiğ itliğ in i, bahadır­ lığını gürüldetm iştir...

Ulu şair birkaç dakika susar. Düşünür. Yeleğinin cebinden sarkan tek gözlüğünü sağ gözüne iliştirir. Şık pantolonunun üs­ tüne dökülm üş sigara küllerini fiske'er.

Sonra:

— Makber, o benim sam im iyetim dir. Yazılarım içinde en edebi denecek k ılık lı­ sı yine Finten’dir. Onu ötekilere tercih ede­ rim.

Bonjuru siyah, rugan ayakkabıları inci iğnelidir. Plastron boyunbağlıdır. Ağırbaşlı bir diplom at edasına bürünm üştür bugün. Şimdi ölm üş bulunan Avusturya İmparato­ ru Fransuva Jo se f’in çok kuvvetli bir nut­ kunu hatırlatmakta, bu tarihi nutku Şinasi’- nin tercüm esinden okuduktan sonra ts in perilerinin kendisini nasıl sardığını hatır­ lamaktadır.

Ekler:

— Eee, gençliğim de okumadım değil!.. Okumaktan son derece zevk alırdım. Lâkin ben kendim i bilirim ; öyle arzu ettiğim de­ recede çok ve muntazam bir şekilde oku­ muş, çalışm ış değilim dir.

MİDE BOZAN YAZILAR

Ulu şair acaba ne vakitler yazmaktadır? — Sabahları hiç yazmadım. Geceleri geç yatardım, sabahları geç kalkardım. Banyomu falan yaptıktan sonra gezmeye çıkardım . Hep öğle yem eklerinden sonra yazardım. Bu biraz midemi, sinirlerim i bo­ zardı ama ne yapayım; başka türlüsü e lim ­ de değildir.

Ruşen Eşref, Abdülhak H am it’i bir de Şair Nigâr Hanım ’dan dinleyecektir:

— Abdülhak Hamit, ah o büyük bir şey!.. Başkalan söylediği için tekrar etmek istem em ; fakat başkalarından duymadan ben kendim, bizim Ham it'im iz için: “ Bizim Şekspirim izdir,’’ dem iştim . Ham it’in ş iirle ­ rinin benim üzerimdeki tesiri, dehasına kar­ şı büyük b ir hayret bırakır. Bazıları d iyo r­ lar ki: Dilde, nazımda yenilik getirm edi. Ben, anladığım a göre yanılm ış da o la b ili­ rim; nazımda da, dilde de büyük bir başka­ lık, bir ye n ilik getirdi derim. Çok çok kibar bir üslûptur. Sonra o nedir efendim? Ne de­ rin fe ls e fî düşünceler, ne kadar yüce fik ir­ ler var... Finten'I alın mesela; her cüm lesin­ de bir fikir, kültür, bilgi taşıyor. Sonra o Eş ber'ler, o Tezer’ler, o Tarık’lar... Şüphesiz Ham it büyük ve asil bir ruhtur.

30 Ekim 1916 akşamı Tepebaşı Tiyatro­ su'na olağanüstü dinç, olağanüstü canlı bir halde giren Hamit, ulu şair alkışlar arasın­ da karşılanır. Her geçen biraz daha d iril­ mekte, gencelm ektedir.

Bu akşam Finten Burhanettin Bey Heyet-i Temsiliyyesi tarafından oynanacak. Ressam Şehzade Abdülm ecit Efendi ese­ rin bu tem silini himayesine alm ıştır, işte Hamit, locada, Abdülm ecit Efendi'yle bir­ likte oturm aktadır.

Tabii biz şu sahnenin o tem silde nasıl canlandırıldığını, canlandırılabildiğini kes­ tiremiyoruz:

DAVALACİRO (Yine seğirterek) — Um- manian aşıp gelen Davalaciro, kimanda mı, zebun (güçsüz) olacak? im dat istiyor!

KAPTAN (Davalaciro yerinden atılacak olduğunda kaptanla tayfalardan birkaçı ye­ tişip tutarak)— Ne yapıyorsunuz? Zati san­ dal buraya geliyor!.. Ne oluyorsunuz?

DAVALACİRO • Bırakın! Bırakın beni, ki sizi de beraber çekip götürürüm ... Bıra­ kın beni!.. (Denize atılacağı sırada bulutlara kadar yükselm iş bir dalganın üstünde bir sandal, içinde yalnız Finten bulunduğu hal­ de, vapurun kaptan yerine düşer. Finten sı­ rılsıklam , kırm ızıları giymiş, m'ecnune gibi sandaldan fırlayıp haykırarak, kendisine doğru koşan Davalaciro'nun boynuna sa­ rılır.)

Yedi perdelik Finten geceyarısından iki saat sonraya kadar sürer. Kimse yerinden kıpırdamaz, nefes bile almaz, huşu içinde seyreder herkes.

BURHANETTİN BEY E MEKTUPLAR

Ermeni aktristlerin şivesi biraz kulak tır- m alam ıştır ama, o kadar kusur kadı kızın­ da da vardır. Dekorlar, giysiler, aksesuar ha­ kikaten göz kam aştırıcıdır. Ü stelik büyük harp esnasında böylesi bir çalışm a düpe­ düz özveridir. Ö lüler ülkesinde elinde ku­ rukafa tirad söyleyen Küçük Mari Hanım harikadır. Burhanettin Bey, Davalaciro’nun ta kendisi olm uştur.

Seyirciler arasındaki nüktedan edip Sü­ leyman Nazif Bey düşüncesini şöyle açık­ layacaktır:

— Finten arzumuzdan aşağı, üm idim iz­ den üstün bir şekilde sahneye konuldu!

Temsilden sonra Finten şairi, aktör Bur­ hanettin Bey'e kendi kartvizitini gönderir. Alçakgönüllü bir ifadeyle duygularını yaz­ m ıştır arkasına:

“ Azizim Burhanettin Bey; acizlere ya­ raşır şekilde yazdığım eseri üm idim in üs­ tünde iyi tem sil ettiğinizden dolayı m em ­ nun olduğum u size ve arkadaşlarınıza b il­ dirm ek üzere oyundan sonra sîzleri gör­

mek, Şehzade Hazretleri’nin de hoşlandı­ ğını müjdelemek istedim se de vakit geç o l­ duğundan m uvaffak olam ayacağım .”

Hamit, Burhanettin Bey Duhter-i H indu’­ yu oynamak istediğindeyse kısa bir mek­ tup yazm ıştır:

“ Duhteri H indu’yu ben hatta Bombay’a gitm eden evvel yazmış olduğum dan iç in ­ de Ingiliz lâkap ve unvanlarına ait yan lış­ lıkların tash ihin i arzu ederim . Meselâ Sör Bortel yerine Con Bortel, yahut Sör Edvard Bortel demek lâzım dır. Sonra onun zevce­ sine de Madam Elizabeth yahut Madam Bortel demek de doğru değildir; Leydi Bor­ tel demek iktiza eder, yahut Leydi Elizabet Bortel dem ek de olur.

“ Bunları bu akşam m üm kün mertebe doğru söyletm ek himmetinize kalm ıştır. Zi­ ra oyunun ne zaman yazıldığını bilm eyen­ ler ve hususiyle İngiltere ve İngilizceyi b i­ lenler Londra’da yirm i sekiz sene bu lun­ muş olan bir adamın eserinde böyle yan­ lışlar görürlerse pek şaşırırlar.

“ F ırsatını yaratıp söyler m isiniz ki, Duhter-i Hindu, devr-i Abdülaziz’de yazıl­ mış ve o zaman basılm ıştır. Ve Hindistan’a eserin neşrinden altı yedi sene sonra g it­ m iştim .”

GARDEN BAR KAPLANI

Hindistan'a gitmeden önce H indistan’ı yazan şair-i âzamin takipçilerinden biri de Yakup Kadri’dir. Hep O Gece rom ancısı ilk gençliğinde yaşına başına, boyuna bosu­ na bakmadan H a m it’i ç a ğ rıştırır bir resim çıkartm ak ister.

A ltm ışın ı aşkın, olgunluk çağına ço k­ tan erişm iş ulu şair şim di Tokatlıyan Ote- li’nde ikâmet etmektedir. Yakup Kadri onun çevresindekilere şöyle dediğini sağdan sol­ dan işite cektir:

— Ben sessiz, ıssız yerleri hiç sevmem.

Burada büyük bir şehrin g ü rü ltü le ri var d i­ ye oturuyorum . Hele, geceleri el ayak çe ­ kildikten sonra oteldeki elektrik motorunun sesi yok mu, bana âdeta ninni gibi geliyor.

Yakup Kadri, Abdülhak H am it’i Garden Bar’da da görecek ve Selim ileri de bu sah­ nelerin ba zıla rını önce “ H a yatım ın Romanı” hikâyesine, yıllar sonra ilk hırsız­ lığ ın ı tam am ıyla unutup Saz Caz Düğün Varyate rom anına -ki kim seler okum am ış­ tır- apartacaktır.

Evet, Garden Bar’daki M ariette pek göz kam aştırıcı bir kızdır. Yakup Kadri ve arka­ daşları M ariette’i masalarına davet edebil­ mek uğruna ceplerindeki parayı son kuru­ şuna kadar ortaya koym uşlar; gelgelelim genç kızı H a m it’le kırıştırırke n bu lm uşlar­ dır.

Ham it, Ruşen E şre fe yaptığı gibi yine m onoklünü takar ve M ariette’i çağıran küs­ tah gençleri süzer. Çok geçm eden onları masasına çağıracaktır. Şari-i âzam adama­ k ıllı sarhoştur. Yakup Kadri’yle arkadaşla­ rına “ yarence” , M ariette’e senli benli dav­ ranır.

Kadehinden her yudum alışta genç kı­ zı öpücüklere boğar ve de likanlılara şöyle der:

— Bu, mezelerin en tatlısı. Fırsat kaçır­ mayın; siz de öpün bu nadide m ahlûku.

A ltm ış lık H a m it’le Garden Bar'dan ç ı­ kıp giden M ariette halinden hiç şikâyetçi değildir. N itekim bir başka gece duygula­ nım ını dile getirir:

— Ne sanıyorsunuz küçük beyler? O bir kaplandır!

Mais, qu’est que vous croyez, mes pe­ tits M essieurs? il est un tigre !

YARIN:

Referanslar

Benzer Belgeler

一、頭部外傷(traumatic brain injury, TBI),過去曾是造成國人每年巨大生命財產損失的公衛問題,衛生署邱文達署

「臉書結合急診」~醫科院研究文章榮登英國臨床醫學專業期刊《Lancet》(刺 胳針)

臉痛、牙痛 當心三叉神經作祟 返回 醫療衛教 發表醫師 林家瑋 發佈日期 2010/03/03 55 歲的陳先生在

633 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ve 28 Aralık 2011 sayılı Resmî Gazetede yayınlanan Genel Sağlık Sigortası (GSS) Kapsamında Gelir Tespiti, Tescil ve

Meşrutiyet’e Kamu Binaları adlı tez çalışmasında; İzmir Saat Kulesi, İzmir Eski Belediye Binası, İzmir Ticaret Borsası Binası, İzmir Gümrük Depoları,

İpotek teminatlı menkul kıymetler, ihraççıların genel yükümlülüğü niteliğinde olan ve oluşturulan teminat havuzundaki varlıklar karşılık gösterilerek ihraç edilen

Through whole exome sequencing, we identified de novo heterozygous mutations (p.Pro27Arg, p.Asp100Tyr, p.Asp349Asn, p.Asp371Gly) in ATP6V1A, encoding the A subunit of v- ATPase, in