SAYFA
10
CUMHURİYET
D İZ İ YAZI
Galata Kulesi'nden bakınca İstanbul sarhoşluğuna kapılmamak elde değil. İşte defalarca önünden geçtiğimiz, ama
nedense içeriye bir göz atmayı hep ihmal ettiğimiz kuytulardan birine daha giri yoruz. Burası Tünel’den Galata Kule- si’ne inen Yüksekkaldınm Yokuşu’nuıı hemen başındaki Şeyh Galip Türbesi. Bahçesine girer girmez dışarıdaki karga şayla zıt bir huzur içinde buluyoruz ken dimizi. Duvarların dışında akıp giden ya şam burada durmuş gibi. Çiçeklerle be zeli bir bahçe, yabani otlarla kaplı küçük bir mezarlık ve huzur...
Bu Mevlevihane, 1492 yılında İsken der Paşa tarafından kurulmuş. O günden bugüne başından yangınlar geçmiş, bir dö nem harabeye dönmüş, ama yüzyılları sırtında taşıyarak 1995 yılına kadar Mev levihane olarak gelebilmiş.
Yeşil cübbeli, sarıklı bir adam dolaşı- ' yor bahçede. Benim merhabamla pek il- 'gııenmeyip Yücel’i muhatap alıyor ve hemen evliyalar üzerine uzun bir nutuk atmaya başlıyor. Anlattığına bakılırsa, bu mezarlarda yatan ermişler, bazen ka birlerinden sıkılır, dolaşmaya çıkarlar mış. Gönlü temiz olanlara görünürler miş. Bir kez ona da görünmüşler. Yücel lafın arasına girip soruyor:
- Siz Mevlevi değilsiniz herhalde? -N e?
- Mevlevi değilsiniz diyorum. .- Nasıl anlamadım ki?
- Yani Mevlana’nın izinden yürümü yorsunuz?
- Yok, ben Allah’ın, Kuran’ın izinden yürürüm. Bak sen de bir Kuran al oku, hanımına da okut (Benim Yücel’in ha nımı olduğumdan emin!), sonra ikiniz de cennetlik olursunuz. Gezdir hanımı nı böyle ibadethaneleri tek tek...
Ayaküstü propaganda ne kadar da ko laymış meğer!
Anıların peşinde
Galata sokakları
Galip Dede’in dergâhından Galata Ku lesi’ne doğru iniyoruz. Kulenin çevre sindeki restorasyon yeni bitmiş ve he men dibindeki sevimli mahalle kahvesi
de restorasyondan nasibini alıp tahta san- dayelerin yerine “ yepyeni” plastiklerini koymuş. Gene de burada oturup birer bardak çay içmeden edemiyoruz.
Defalarca çıktığım kuleye bir kez da ha tırmanıyorum. Keyfine düşkün olan lar, daha doğrusu asıl keyfin zirveye yo rularak çıkmak olduğunu bilmeyenler, asansörü tercih ediyor. Ama işin tadına varmak isteyen için nemli, taş merdiven leri tırmanmanın zevki başka. Tepede tu rist avlamak için sözde Türk motifleriy le bezenmiş bir restoran var.
Ktıleni/ı çevresindeki balkonu çıkıyo ruz, işte insanın aklını başından alan şe hir karşımızda. Galata, yukarıdan bakıl dığında da tıpkı ara sokaklarında dolaşır ken olduğu kadar büyüleyici, Haliç san ki pis kokulu bir çamur yığını değil de hâlâ altın bir boynuz: gerçi Evliya Çele bi ’nin dediği gibi Bursa görülmüyor, ama İstanbul dört yanıyla ayaklar altında. Ba
avnvüzü
Galata’ nı n iki
K
araköy Tophane arasındaki bölM eydam’yla gede deniz tarafındaki adayı geziyoruz. Birbi rine paralel, kesişen çar pık sokaklar, küçük dükkânlarla dolu. Kargaşa öyle baskın ki ka rarmış taş binaların mimarisini fark et
mek çok zor. Yazıhaneler, tamirciler, ye dek parçacılar, esnaf lokantaları ve gene levler. Hepsinin önünde, akla gelebilecek her şey, en çok da prezervatif satan işpor tacılar...
Kalabalığın arasından geçip Yeraltı Ca- mii’ni buluyoruz. Ve yıllardır defalarca önünden geçtiğimiz halde, belki de ye raltında olduğu için hiç görmediğimiz bu ilginç cami karşında şaşırıp kalıyoruz. Yarısı yerin altında, bir mahzeni andıran basık tavanlı, bol ve kalın sütunlu koca man bir alan çıkıyor karşımıza. Sütunlar arasında kalan yaklaşık dörder metreka relik, tavanı kubbeli bölmeler hücreyi an dırıyor. Ve bomboş camide sütunlara sü rüne sürüne hamile bir kedi dolaşıyor.
Yeraltı Camii’nin sarhoşluğu Leblebi ci Şaban sokağındaki genelevlerin kapı sına geldiğimizde yerini çok daha farklı duygulara bırakıyor. Bugüne kadar gene levler üzerine çok şey yazıldı, çizildi. Basın da, beyaz perde de iyice deşti ge nelevleri. Ama gene de gerçeği kadar çarpıcı değil onlar hakkında anlatılan hi kâyeler. Her ne kadar hayat kadınlarını anladığımızı, dramlarını bildiğimizi san sak da gerçeğin çok uzağındayız aslında. Kadınlar, para karşılığı en ilkel koşullar da kendilerini satar, erkekler de alır. Bin lerce yıllık meslek her yüzyılın koşulla rına uygun elbiseler giyip bir şekilde ge lir peşimizden...
Kargaşanın ortasında
bir Mevlevihane
► Galata, yukarıdan bakıldığında
da tıpkı ara sokaklarında
dolaşırken olduğu kadar
büyüleyici, Haliç sanki pis
kokulu bir çamur yığını değil de
hâlâ altın bir boynuz; gerçi Evliya
Çelebi’nin dediği gibi Bursa
görülmüyor, ama İstanbul dört
yanıyla ayaklar altında.
Başımızda şehrin sarhoşluğu,
iniyoruz kuleden.
► Azınlıkların çoğu terk etti
İstanbul’u. Beyoğlu ve çevresi,
artık Anadolu’dan göç edenlerin
sığınağı. İtalyan, Rum mimarların
imzalarını taşıyan taş
apartmanlar; Erzurumlu, Vanlı,
Sıvaslı ailelerin acılarını,
açlıklarını, yoksulluklarını
barındırıyor yüksek tavanlı,
duvarları çiçekli odalarında.
şımızda şehrin sarhoşluğu, iniyoruz ku leden. Sırada kulenin hemen yakınında ki İstanbul’un en küçük bitpazarı var.
Eski eşyaların hüznü
Ve son yıllarda eskiye rağbet arttığın dan burası nur içinde. Anneannelerimi zin evindeki koltuklar, iskemleler, sanki antikaymış gibi satılıyor. Bir eskici, şe hirden artık mal çıkmadığı için çoğu eş yanın yurtdışından getirildiğini, bu yüz den pahalı olduğunu anlatıyor. İnanmış
görünüyoruz.-Bitpazarı da tıpkı mezar lık gibi artık yaşamayanların izlerini ta şıyor ve tüm eşyalar, “Siz de bir gün öle ceksiniz ve sahip olduklarınız bizler gibi dağılıverecek tezgâhlara” diyor. Eski eşyalar arasında hüzünlenmemek ve yaşamın gelgeç olduğunu düşünme mek mümkün değil...
Galata’nın ara sokakları, tıpkı 26 yıl ön
ce olduğu gibi, “Büyük, eski suratlı taş binaların arasından inişli, yokuşlu, mer divenli merdivensiz, daracık uzanıyordu. Oraya buraya bakkallar, meyhaneler, ma rangoz atölyeleri serpiştirilmişti..” Ama ar tık,“Kır kesit saçlı, siyah giyimli şişman kadınlara” pek rastlanmıyor, “hızlı hız lı, bozulmuş bir İspanyolca” da duyul muyor açık pencerelerden dışanya taşan. Azınlıkların çoğu terk etti İstanbul’u. Beyoğlu ve çevresi artık Anadolu’dan göç edenlerin sığınağı. Italyan, Rum mi marların imzalarını taşıyan taş apartman dır Erzurumlu. Va/ılı. Sıvaslı ailelerin acılarını, açlıklarını, yoksulluklarını ba rındırıyor yüksek tavanlı, duvarları çi çekli odalarında.
Alıntılar, "Al işte İstanbul ” kitabından.
Yarın: Tophane ve
tinerci çocuklar
SAYFA C U M H UR İYET
D İZ İ YAZI
Yapay cennetin çocukları
► III. Ahmet tarafından yaptırılan Tophane
Çeşmesi, hâlâ “ kopmuş musluklarıyla
fazla süslü bir Lale Devri anıtı” . Çeşmenin
yalağında bir evsiz kıvrılmış, uyuyor. Çoğu
Taksim ve Aksaray çevresinde yaşayan,
sayıları her geçen gün artan evsizlerden
biri. Ne yasal bir düzenleme var onları
koruyacak, ne toplumsal bir hareket.
Hastalanıp ölene ya da gece karanlığında
bir arabanın tekerlekleri altında kalana
kadar yaşıyorlar sokaklarda.
► Bir de tinerci çocuklar var İstanbul
sokaklarında yaşayan, ikisi, Fındıklfdaki
Nusretiye Camii’nin kuytusunda aniden
çıkıyor karşımıza. Cüneyt 19, Salih 18
yaşında olduğunu söylüyor, ama en fazla
15 yaşında görünüyorlar. Tinerin kokusu
onları neşe denizinde sarhoş ediyor.
Babalarının kendini astığını, annelerinin
kamyonun altına atlayarak intihar ettiğini,
geceleri çok üşüdüklerini ve bir gün
mutlaka zengin olacaklarını anlatıyorlar.
B
izans döneminde ormanlık alan olan Tophane’de Hıris tiyanların yılda bir kez ziya ret ettikleri bir manastır var mış. Bir efsaneye göre İskender, Hint seferinden dönerken ya nında getirdiği esirleri buradaki bir ma
ğaraya hapsetmiş. Bu esirler gulyabani gibi, korkunç beyaz devler ve olağanüs tü yetenekleri olan sihirbazlarmış ve ha reket edemesinler diye elleri, ayakları hurma lifleriyle bağlanıp tılsımlanarak, mağaralara kapatılmışlar. Kış bastırdı ğında İskender’in izniyle bu sihirbazlar tılsımla yapılmış gemilere bindirilip İs tanbul’u korumaları için denize indirilir miş. Sihirbazlar 40 gün sonra tekrar ge risin geriye mağaralarına götürülürmüş. Tophane Parkı’nda bir banka oturup, gözlerimiz kapalı, kulaklarımızda şeh rin uğultusu, efsanenin ait olduğu za manları düşlüyoruz uzun uzun. Sonra iç mahallelere doğru yürüyoruz. Kıvrıla kıvrıla birbirine bağlanan sokaklar, eski evler, bağrışarak oyunlar oynayan küçük çocuklar...
Tophane’nin ara sokaklarından tekrar kıyıya dönüyoruz. Kılıç Ali Paşa Camii, büyük bir ağırbaşlılıkla duruyor karşı mızda. Yanından vızıldayarak akan tra fiğe aldırmıyor, sessiz ve vakur. III. Ah met tarafından yaptırılan Tophane Çeş mesi hâlâ “kopmuş musluklarıyla fazla süslü bir Lale Devri anıtı”. Çeşmenin yalağında bir evsiz kıvrılmış, uyuyor. Çoğu Taksim ve Aksaray çevresinde ya şayan. sayıları her geçen gün daha da ar tan evsizlerden biri. Onlar çoğalıyor, biz kanıksıyoruz. Ne yasal bir düzenleme var onları koruyacak ne toplumsal bir hareket. Hastalanıp ölene ya da gece ka ranlığında bir arabanın tekerlekleri al tında kalana kadar yaşıyorlar sokaklar da. Arada sırada, nedense polis hepsini toplayıp şehir dışına atıyor, onlar bir yo lunu bulup geri dönüyor, sessizce ara mıza karışıyorlar. Biz onları kör gözle rimizle seyrediyoruz akıp giden yaşamı mız sırasında. Bu öyle korkunç bir şehir li duygusu ki utanmamak mümkün de- ğif
Kayıp ruhlar
Evsizlerle birlikte birde tinerci çocuk lar var İstanbul sokaklarında yaşayan. Biz, onlar da yokmuş gibi davranıyoruz. İkisi, Fındıklı’daki Nusretiye Camii'nin bir kuytusunda aniden çıkıyor karşımı za. Restore edilirken, herhalde parasız lıktan inşaatı yarım bırakılmış camiinin avlusunda bir köşe bulmuşlar kendileri ne, orada uvuyorlarmış gece. Cüneyt 19, Salih 18 yaşında olduğunu söylüyor, a-
ma her ikisi de en fazla 15 yaşında gib i'
görünüyorlar. Tinerin kokusu onları ne şe denizinde sarhoş ediyor. Babalarının kendini nasıl astığını, annelerinin kam
yonun altına atlayarak nasıl intihar etti ğini. kardeşlerinin izlerini çoktan kay bettiklerini, geceleri çok üşüdüklerini ve bir gün mutlaka zengin olacaklarını ne şe içinde anlatıyorlar.
Otobüslerin bagajlarına saklanıp şe hirlerarası yolculuklar yapmayı, arada sırada büfecide emanet duran güzel el biselerini alıp kızlarla buluşmayı ve ka çak olarak girdikleri limanda hamallık yapıp kazandıkları parayı biriktirmeyi çok seviyorlar. Bunları, hele hele tinerle olan arkadaşlıklarını anlamak hiç zor de ğil, devletin neden yoklarmış gibi dav randığını da...
Yahya Efendi Dergâhı
Yıldız ParkÇnm'vanmdan iki yüksek duvar arasından çıkan yola sapıyoruz. Dünyamız birden değişiveriyor. Tıpkı 26 yıl önce anlatılan atmosferi solumak şa
şırtıyor bizi. “Gelip geçeni pek olmayan ıssız bir yol bu. Duvarları arasında öyle dimdik devam ediyor. Yolun ortasında bir kemer kapı. Geçiyorsunuz, sağlı sol lu yüksek duvarlara bakarak kemer ka pının altından...” Birden büyü bozulu yor. 26 yıl öncesinin yabani otlarla kap lığı düzlüğü ve bu düzlüğün ortasındaki kepenkleri kapalı, eski ahşap konağı yok artık. Onların yerine üçer katlı lüks apart manlar yapılmış duvarların ardına. Ka- pıdakti bekçi, bize uzaylıymışız gibi ba kıyor. Biz bir şey sormadan yanımıza ge liyor.
- Ne aramıştınız, diyor. - Öylesine geziyoruz.
- Yolun dersinde bir şey yok boşuna gitmeyin.
- B uruda bir 'zam autar çski b u k o n ak
varmış?
- Valla ben bilmem. İki aydır burada çalışıyorum. Herhalde yıkılmıştır.
- Peki bu evlerde kimler oturuyor? - Kimler oturacak, senin, benim gibi insanlar.
Mümkün mü? Boğazı tüm heybetiyle seyreden bu kuytu tepede, ne bizim gü cümüz yeter oturmaya ne de onunki. Bekçilik yapıyor ya garip bir koruma iç- güsü onu böyle konuşturuyor olsa ge rek. Ona kulak asmayıp yolun sonuna kadar gidiyoruz. Bir zamanlar aşağıya i- nen yol apartmanların dış bahçe kapısıy la kesilmiş “özel mülk” olmuş. Ama Yahya Efendi Sokağı’nın eski tabelası kaldırılıp Yahya Efendi Çıkmazı yapıl mamış nedense.
Çıktığımız yolu gerisin geriye iniyo ruz. Oysa Çetin Altan’ı büyüleyen o es ki ahşap konağı görebilmeyi nasıl ister-
dırrt. B u b irb iri a rd ın a sıra ’ıanmı-N MiçIYk
lüks apartmanlar, düşlere fırsat vermeye cek kadar itici görünüyorlar gözüme. Gerisin geriye iniyoruz yokuştan.
Birza-manlararnavutkaldırımı olan yol asfalt lanmış, yolun büyüsüne de toz düşürül müş. Kemer kaptnın arkasında Mecidi ye Çamii’nin minaresi görülüyor, ama yaldızları çoktan yıpranmış.
Yokuşu inerken solda Yahya Efendi Dergâhı’na doğru uzanan yola sapıyo ruz. Bir mezarlık denizi karşılıyor bura da bizi. Boğaz’ın bu gözlerden ırak te pesine gizlenmiş mutlu mezarlar bunlar. İnsan hiç mezarlıkta keyiflenir mi? Biz keyifleniyoruz. Çılgın bir ot kokusu, top rağın kokusuyla karışıyor, başımızı dön dürüyor. Burada ölümden korkmuyor in san, sanki kaçınılmaz son daha bir ro mantik geliyor. Birbirine dayanmış, bü yüyen ağaçlarla kaynaşmış yüzlerce yıl lık mezar taşlarıyla göz göze gelip gü- feiliSByot uz.'Öttrm burada Yıoş gözükü yor gözümüze.
Yahya Efendi, Kanuni Sultan Süley man’ın süt kardeşi. Kanuni’nin babası I. Sultan Selim'in Trabzon valiliği sıra sında Kanuni’yle aynı yıl dünyaya gel miş. Süt kardeşi tahta çıkınca da Trab zon’dan ayrılıp İstanbul’a yerleşmiş. A- ma burada şehir hayatına kanşmayıp Be şiktaş sırtlarında aldığı bahçeli evde in zivaya çekilmeyi tercih etmiş. Halk. Yah ya Efendi’nin kerametleri olduğuna ina nırmış ve zamanla evi dergâh haline gel miş.
Dünya işlerinden elini eteğini çeken Yahya Efendi, Üveysi tarikatının piri sı fatıyla şeyhlik yapmış ve mutasavvufa- ne şiirler yazmış. 1570 yılında öldüğün de de evinin bahçesine gömülmüş. Za manla ünlü kişiler ve tarikat üyeleri de buraya gömülmeye başlanmış.
Küçük dergâhın etrafında şöyle bir do laşıyoruz. Mezarlık set set aşağılara ka dar iniyor. Yaşlı bir adam, elinde yemek torbası, mezarlığı kendilerine ev edin miş köpek yavrularını besliyor. Az iler de keyifle Boğaz’ı seyreden iki küçük ev var. Birinde dergâhın bekçisi yaşıyor. 10 yıldır burada görevliymiş. Yukarıda ki konağın bir zamanlar yandığım ve sonradan orayı Alarko’nun aldığını söy lüyor. Apartmanlar da Alarko’nun ma lıymış.
- Çok güzel bir yer burası, diyoruz. - Yaşayana güzel, diyor bekçi gözünü toprağa dikerek.
S A T l-A CUM H UR İYET
10
D İZ İ YAZI
Boğaziçi’nde büyük talan
B
oğaz’da deniz ulaşımı ne gariptir ki yaygınlaşacağı yerde yıllar geçtikçe zorlaşıyor. Kocaman bir deniz şehri olan İstanbul’a, yetkililer bir kara şehri muamelesi yapmayı tercih ediyor. Boğaz’daki vapur hatları da her yıl biraz daha azaltıyor seferlerini, İskeleler güzelim kıyıların ucunda çürüyüp gidiyor. Neyse ki hâlâ birkaç yerden karşılıklı yolcu motorları işliyor. Yeniköy'den bu motorların biriyle Beykoz’a geçiyoruz. Boğaz’ın karşı kıyısı da talandan nasibini almaya başlamış çoktan. Denizdenbakıldığında, tıraş edilmiş ve betona bulanmış tepeler içimizi bulandırıyor. Ama kıyıdaki yerleşimlerin büyük kısmı, özellikle de çarşıları öylesine naif ki. küçük bakkal dükkânları, vitrinleri kurdeleler ve sutaşlanyla süslenmiş tuhafiyeciler ve akla gerebilecek her şeyin satıldığı köşelere sıkışmış dükkânlarıyla bir Anadolu kasabasını andırıyor. Ama “villa” denilen beton denizi bu kıyı semtinin üzerine çirkin bir çığ gibi akıyor. Beykoz’dan Üsküdar’a doğru yürüyoruz. Kıyıdaki yalılar büyük bahçe duvarlarının arkasında özel yaşamlarının sessizliğine bürünmüşler. Soİ taraftaki ağaçlık yamaçlarda tek tük eski konakların kimi onarılmış, kimi ölüme terk edilmiş ahşaplan görünüyor. Dar Boğaz yolu ıssız bir kasabanın ortasında yılan gibi kıvnlıyor. Salacak’a geliyoruz. Muhteşem manzaralı salaş kıyı, barların istilasına uğramış. Sahil boyunca uzayıp giden çay bahçelerininse ne romantik bir kuytuluğu var ne de İstanbul’a yakışır bir zerafeti. Kaba saba çay
bahçelerinde oturmaktan başka şansınız da yok. Kızkulesi’nin tam karşısında bir masaya oturuyoruz. Henüz küçük olmanın keyfini sonuna kadar çıkarmaya kararlı görünen bir sürü çocuk, sandallara doluşmuş kocaman kahkahalar atarak denize atlayıp duruyor: birbirlerini itiyor, suya bir dalıp bir çıkıyor ve İstanbul'un tam ortasında pisliği artık gözle görülen suda çılgınca eğleniyorlar. Çaydan başka her şeye benzeyen kırmızı sıvıyı yudumlarken yaklaşık bir aydır gezdiğimiz İstanbul'a şöyle bir karşıdan bakıyoruz, güneşi arkasına almış tüm heybetiyle göz kamaştırıyor.
Bir yolculuğun ardından
Bitti; İstanbul değil ama bizim çeyrek asır önceki yolculuğun peşinden akıp giden gezimiz bitti. Aklımız, kulaklarımızın duymadığı,
gözlerimizin görmediği İstanbul’da; gönlümüz gördüklerimizin duyduklarımızın etkisinde. Gezi boyunca gün oldu heyecanlandık, gün oldu üzüldük, şaşırdık ya da ağladık
► Boğaz’ın karşı kıyısı da
talandan nasibini almaya başlamış
çoktan. Denizden bakıldığında,
tıraş edilmiş ve betona bulanmış
tepeler içimizi bulandırıyor. Ama
kıyıdaki yerleşimlerin büyük kısmı,
özellikle de çarşıları öylesine naif
ki. Vitrinleri kurdele ve
su taşlarıyla süslenmiş
tuhafiyeciler, akla gelebilecek her
şeyin satıldığı köşelere sıkışmış
dükkânlarıyla bir Anadolu
kasabasını andırıyor.
► İstanbul, 26 yıl önce Çetin Altan
ve Ara Güler’in gördüğünden çok
farklı artık. O zamanlar
hastalanmaya başlayan yaşlı şehir
bugün artık can çekişiyor. Şehrin
göbeğindeki okullarda
öğretmensizlikten dersler
yapılamıyor; musluklardan su
akmıyor, aksa da zaten
kullanılamayacak kadar pis
kokuyor; yoksulluk bir kangren
gibi evlerden evlere, sokaklardan
sokaklara yayılıyor...
Rumelihisarı sırtlarından bakıldığında Boğaziçi’ndeki betonlaşma insanın içini karartıyor.
İstanbul’a. Ama gene de doyamadık. Bıraksalar aylarca kuytularını karıştırır, ara sokaklarını arşınlar, insanlarıyla sohbet ederdik. İstanbul, 26 yıl önce Çetin Altan ve Ara G üler’in gördüğünden çok farklı artık. O zamanlar hastalanmaya başlayan yaşlı şehir bugün artık can çekişiyor. Şehrin göbeğindeki okullarda
öğretmensizlikten dersler yapılamıyor; musluklardan su akmıyor, aksa da zaten kullanılamayacak kadar pis kokuyor; yoksulluk bir kangren gibi evlerden evlere, sokaklardan sokaklara yayılıyor; her gün en az bir kişi geçim sıkıntısından bunalıp kendini
öldürmeye kalkışıyor; anneler cinnet geçirip çocuklarını, kocalar cinnet geçirip karılarını boğazlıyor; sokaklar dilensin diye kaldırımlara bırakılmış bebeklerden geçilmiyor... Bir yandan da birbiri ardına alışveriş merkezleri ve barlar açılıyor. Tüketim deli hızıyla kasıp kavuruyor yaşamları. En yoksul aileler bile, asla satın alamasalar da vitrinlerde lüks tüketim mallarını görmekten memnun olduğundan, sınıf, farkı artık kimsenin gözüne* ~
batmadığından ve “ parası olan yaşar, olmayan sü rü n ü r” düşüncesi yüreklerde bile legallik kazandığından olsa gerek, artık İstanbul’da yaşananlar
kimsenin gözüne batmıyor. Politikacılar da, yerel yöneticiler de şehrin çürümesine göz yumuyor, kişisel çıkarların gerektirdiği yatırımlar dışında kıllarını bile kıpırdatmıyorlar. İstanbul’da yaşayanlarsa, paraları varsa eğer kendi sınırları içinde şehrin keyfini çıkarıyor, paraları olmayanlar her gün tarifsiz acıkır içinde kıvranarak ölüyorlar. Ama ne olursa olsun yaşam .devanı ediyor vg şairlerin vedi tepeli ' şehri, üzerinde olan bitenleri, asırlardır
yaptığı gibi sessizce izlemekle yetiniyor. İyice azalan yeşilliklerinde âşıklara yer açıyor, pislense bile güneş ışıklarıyla her daim parıldayan
Boğaz’ın sularını sanki sevinçle akıtıyor içinden, gün batanlarında eşsiz siluetini tüm cömertliğiyle sergilemeye devam ediyor... Bir kaldırım kenarına oturup gözümü yere dikiyorum; yüzyıllar boyunca yaşanmış hayatlar tütüyor usulca-topraktan...
“Yaşarken yazdığımız İstanbul elbette burada bitmedi... Yaşadığımız ve yazdığımız sürece de bitmeyecek. Sonunda biz biteceğiz, o bitmeyecek. Hiç, hiç, hiç bitmeyecek..."
Alıntılar, ' 'Al İşte İstanbul ’' kitabından.
BİTTİ
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi