tr-ı
O
N U görür görmez tanıdım:Ağustos sıcağı içinde, Be bek bahçesinden geçiyordu. Arkasında sadakor bir elbise, e- linde ona benzer ipekten saman sarısı bir şemsiye vardı. Arkasın dan, ayak seslerimi toprağa gö- me göme yürüdüm. Bir uyurge zer böyle yürürdü ancak. Bir in sanın değil, bir ilâhın arkasından gidiyordum...
içimde, kırk bir Rübab, bir Rü- bab-ı Şikeste, 178 telinden sesler veriyordu: Yağmur sesleri, bom ba sesleri, hicran sesleri...
Kıyı bitti ve aşı boyalı Haşim Paşa yalısından sonra Hisar ya macı başladı. Durdum. O, arkada
bıraktığı gölgeden habersiz, ye
şillikler içinde kayboldu.
1914 yılında ilk ve son defa gör düğüm bu dev-insan Tevfik Fik ret’ti.
Dev dedim, daha büyük bir ke
lime kullanmamak için. Sahiden
devdir: Sanatta dev, hayatta dev, ıhlâkta dev.
Eğer ilkokulda Karabaş tecvit okumadmızsa, eğer lise değil, î- dad! tahsili görmedinizse, eğer ku
lağınız arûzun musikisine alışık
değilse, Fikret’i bütün çaplariyle
Son yıllarında : Küskün Fikret
tanımak, daha doğrusu tatmak güçtür. «B ir lâhza-i teahhur» u düşünüyorum:
Bir bomba.., Bir duman... Türk edebiyatında böyle başla yan şiir yoktur. Bu «bir bomba* Abdülhamit’e atılan bombadan da müthiş: Divan edebiyatının oütiin köhne gelenekleri ou bomba ile yıkıldı!
Fikret olmasaydı neler olmazdı,
biliyor musunuz?... Bir tanesini
9Öyliyeyim: Yahya Kemal olmaz dı!
O, yalnız şair olarak değil, her cephesiyle büyük adımdır, örnek adamdır: Baba olarak, insan ola. rak, vatandaş olarak...
4
mıştı. Kara kuvvet, nerede ışık varsa üstüne yürüyordu. Galata, sarayı, doğunun batıya açılmış bu
ilk penceresini unuturlar mıydı
hiç ... Fikret’i unuturlar mıydı
hiç?...
Ben böyle isterim seni hep leyle ecnebi, Hep şûie, hep seher dolu bir
cephe-i sefid! Doğruydu:
Kıran da olsa kırıl sen, fakat bükülme sakın! diyecek kadar doğru...
Korkusuzdu:
Hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin! diyecek kadar korkusuz...
Bu doğruluk, bu korkusuzluk, onu inatçı, huysuz, hoyrat bile ya pıyordu. En yakın dostu Hüseyin Cahit Vefa İdadisi müdür muavini
ve Türkçe hocası olunca, günün
resmî geleneğine uyularak tahlif edilmişti:
— Vatanıma, milletime, padişa hıma sadakatle hizmet edeceğim, diye...
Tevfik Fikret, ertesi gün bunu gazetede okuyunca çıldırdı. Sahi den çıldırdı: Postaya verdiği açık bir kartta Cahit’e «Abdülhamit’e
sadakat temini ettiği için» ağız
dolusu sövecek kadar!
Selânikte 1908 ihtilâlini hazır layanlar, gizlice ondan bir «Millet Şarkısı» istemişlerdi. Üç gün son ra, Fikret, bir akşam üştü, Ru meli hisarının gölgesinde bu şar. kıyı yakın dostlarına okudu: Zulmün topu var, güllesi var,
kal’ası varsa. Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır. Göz yumma güneşten, ne katlar
nûru kararsa Sönmez ebedi, her gecenin
gündüzü vardır. Millet yoludur, hak yoludur
tuttuğumuz yol. Ey hak, yaşa... Ey sevgili millet, yaşa, varol!
Dünya nimetlerinden hiç biri
yoktu gözünde. Hüseyin Cahit,
Hüseygj Kâzım Beylerle Tanin ga zetesini çıkarırken, İttihat ve T e rakki ona Maarif Nazırlığını tek lif etmişti. Acı acı gülümsedi:
— Recaizftdesi olan bir memle
kette o makama geçmek hana
düşmez!
Ama, Nazırlık koltuğunu redde den Fikret, okuduğu, yetiştiği, bi
rincilikle bitirdiği Galatasaray
Sultanisi Müdürlüğü teklif edilin ce sevindi. Verdiği cevapta:
«Milletime ne suretle olursa ol sun hizmetten çekinmem» diyordu. «Hele menşe-i feyzim olan Sul taniye hizmetten!»
Aradan elli yıl geçti. O, hâlâ eğitim ve öğretim dünyamızın e-
şini bulamadığı adamdır. Zorun
yenemediği sınıf kabadayıları, o. nun sevgisine baş eğmişlerdi. O.
nun zamanında yardımcı öğret
men olan eşsiz dost, eşsiz insan Sakallı Celâl anlattı:
— Koridor duvarına bir genç
imzasını atmıştı. Fikret bunu gör dü. Çocuk, suratında çakacak to kadı bekliyordu. Ama o, suçluya değil, duvara yürüdü ve cebinden
çıkardığı küçük lâstikle imzayı
sildi. O kadar...
E, ne mi olmuş sonra?... Sonra, müdür odasının kanısı vurulmuş ve yaramaz öğrenci ağ laya ağlaya Fikret’in ellerine ka panmış!
Yine buna benzer bir olay: Mektebin sayılı azılılarından bi
ri yemekhanede sürahiyi kırar.
Mubassırla hırlaşırlar, fş büyür, ikisi birden müdürün karşısına çı karlar, Fikret sorar:
— Siz mi kırdınız sürahiyi? — Hayır efendim, ben kırma dım...
Bu dört kelimelik yeminsiz, şa hitsiz cevap onun için yeter. Mu bassıra döner:
— Bir talebe yalan söylemez,
der, yanlış görmüşsünüz...
Ama, daha odadan çıkmadan o dik başlı, o haşarı genç, sesi hıç kırıklarla boğularak geri döner:
— Affedin efendim, suçum bir., ken iki oldu: Hem kırdım, hem yalan söyledim!
Ama, yaşadığı çağı çok aşan böyle bir adamı hangi Nazır, han gi devir, hangi etraf ister?... Fik ret de başarısını çekemiyenlerle,
öfkesine çarpanlarla boğuşmaya
başlamıştı. Çekilecekti artık... Çe kilecekti. Ama, tam o günlerde 31 Mart isyanı patladı. Tanin ve Şu
rayı Ümmet matbaaları taşlan
diyordu Fikret... Oğlu Halûk’un arkasından:
Bize bol bol ziya kucakla, getir, Düşmek, etrafı görmemektendir! diyordu O...
Ama Fikret, korkacak adam
mı idi?... isyanın en azgın gü nünde, mektebin demir kapısı ö- nüne çıktı, saplandı, içeri girme si, hiç olmazsa bahçeye, parmak
lıkların arkasına çekilmesi için
yalvardılar.
— «Sultaniyi yıkmak için önce beni yıkmak lâzım» diyordu. O ka dar...
Ama Fikret, açık adamdı, oyun-
suz adamdı, maskesiz adamdı.
Tam düşmanlarının tersine... Bu
yumuşamaz karakterden, inanış
fedakârlığı isteyemezdiniz.
Çekil-Kendi fırçasiyle : Hasta Fikret
di. Sonra yine geldi, yine çekil di... Hem de arkasından, altı yüz öğrenciyi sürükliyerek... Galata saraylIlar:
— «O dönmedikçe biz de dön meyiz» diyorlardı!
Bunların arasında Veliaht Ab. dülmecit Efendinin oğlu Şehzade Faruk Efendi bile vardı!
Ondan sonra', içi küskünlük do
lu, ama yine güzel umutlarını
kaybetmeden yuvasına «Âşiyan» ma kapandı. Oradan, zaman za
man çığlıklarını işitiyorduk. Bu
çığlıklar, ağızdan ağıza, kulaktan
kulağa, geniş yankılarla bütün
Millet yaşamaz, Meclisi müstahkar solurken, Sussun diye vicdanına yumruklar
inerse! Millet yaşamaz, Meclisi miistahkar olurken tğfal ile, tehdit ile titrer ve
sinerse! Hele hırsızlıklar, vurgunlar kar şısmdaki isyanı, yarım yüzyıl son ra, sanki bugün yazılmış kadar canlı, yeni, taze değil mi? Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın
gider ayak, Yarın bakarsınız söner bugiin
çıtırdayan ocak! Bııgiin ki miydeler kavi, bugün ki çorbalar sıcak, Atıştırın, tıkıştırın kapış kapış,
çanak çanak! Yiyin efendiler, yiyin! bu hftn.ı iştihâ sizin, Doyunca, tiksinince, patlayıncaya kadar yiyin!
Ne demiştik: «iç i güzel ümit
lerle dolu» değil mi ?... Onun ü.
mitleri yarınlardaydı. Her şeyi,
her şeyi gençlerden bekliyordu
Fikret:
Ümidimiz bu: ölürsek de biz yaşar mutlak Vatan sizinle şu zindan karanlı ğından uzak!
Mehmet A k if’le kavgasından
bahsetmiyeceğim. İkisinin de ruhu acı duyar. Akif, bu acıyı sağlığın da bile duymuştur: Yazdığı uzun hicviyeyi Safahatın ikinci baskı sına koymadı. Onun bu güzel piş manlığına biz de saygı gösterme liyiz. Susalım!
Fikret, genç öldü, çok genç:
Kırk sekiz yaşında...
O çelik yapılı, çelik ruhlu a_ dam, neş’eli bir akşam yemeğin den sonra, gece, buhranlar içinde çırpınarak, şeker hastalığından öl müştür.
1867 de İstanbul'da doğmuştu. Toprağa gömüldüğü gün... Aman Yârabbi, ne acı, ne yaman tesa düf, tam kırk dört yıl önce bugün dür: 19 Ağustos 1915!
Yusuf Ziya ORTAÇ
«v
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi