Enis Batur:
Ufkun ardından gelen ufuk
Enis Batur, ilgi alanları oldukça geniş
ve üretken bir yazar. Kitaplarının
sayısı otuzaltıya ulaştı geçtiğimiz
günlerde. “Yazılar ve Tuğralar’ ı
İtalya’da, İtalyanca-Türkçe olarak,
sanat üzerine yazıları ise
“Başkalaşımlar” adıyla Türkiye’de
yayımlandı. İtalya’da bir ikinci kitabı
ise mayıs ayında yayımlanacak.
dermek ve bunu 70’li yılların Türki ye’sinde ‘biz’ diye söz alan kültür ve ay dın çevrelerinin karşısına ‘ben’ adına diklenerek yapmak, özünde uzlaşmayı reddederek yaşamını ve yazısını ödün süz, ağırlıklı ve özgür bir odakta deriş tirmek: “ben’i istiyorlar” diyördu: “Ben i arıyorum çünkü. Yorulmaz sürdürürsem: beni isteyecekler dur madan. Yok bulursam Ben’i, öyle sa nırsam, üstelik susmazsam; gözlerini başka bir yöne çevirecekler. Uzlaşma yok işte, sessiz bir anlaşma var demek k i.” f Otuz Kuş Birden Olmak).
anlatmalıyım artık. (:..) Ve oyun, şiirin kendisiyle ötesi arasında kurduğu son simya, sustuğu anda bile susturamaya- cağı kayıtsız koşulsuz dogmasıyla do- ğanın/bir gün ben de giderim, kendim gibi.”
Enis Batur’a göre, şiirin simyasında, söz ve yazının bir eriyiğe dönüşerek yaratıcılığı açığa çıkardıkları o altın noktaya ulaşmak için belki de en önemli element yıkım’dır. “Büyük bir yıkım gücüyle donanmamış duyarlı bir yaratıcılığın varlığı”ndan söz edileme yeceğini vurgularken Vladimir Maya- kovski’den söz açması bir raslantı de ğildir. Ancak şair yıkma ve kurma gü dülerinin beraberce taşıyabileceği o al tın dengenin önemini de sık sık vurgu lar: “İki kişiyim ben. Biri savurgan, korkak ve acımasız, duvar ustası bütün yıkımlarda, oysa göçmen ve barınak - s ı z (Kandil).
Enis Batur IŞIL SAATÇİOĞLU
1
985’de, Sarnıç’m yayımlandığıgünlerde, Melih Cevdet Anday şunları yazdı: Enis Batur’da her zaman bir evliya sesi oldu; bütün büyük şairlerde olduğu gibi. Gerçek ten de Batur’un şiirini kuran bu ses, /¿>-
lise G öre İncil’den sonra gitgide güçle
nerek, K anditde (1981) “messianic”
ton içinden kendisini iyiden iyiye du yurarak Enis Batur şiirini neredeyse tanımlayan bir kimlik mührü oldu.
Şairin ilk kitaplarında; Eros ve Hgan- des. Bir Ortaçağ Yalnızlığı (1973) ve
N ifde (1975) özellikle Pound- Cummings-Eliot üçgeninin koyu etki sinin iblise G öre Incil’d e kaybolmaya yüz tuttuğu, Montale'nin Ossi di Sep- pia’sına yakın bir poetikanın ağırlığını duyurduğu göze çarptı. Bütün bunlar, genç Türkiye Cum huriyetinde kültü rün, tüm kuramlarıyla tek ve şaşmaz model olarak B atiya yönelmiş olması göz önüne alındığında hiç de şaşırtıcı değildir. Nitekim Batur, 80’li yıllarda “Villon’u Kani’den, Weininger’i Beşir Fuad’dan, Koyre’yi Mektupçu Osman Nuri’den kimbilir kaç zaman önce okumuş” olmak durumundan söz ede
cektir. (Otuz Kuş Birden Olmak,
1986). Bu noktada Cemal Süreya’nın günlüğünde yer alan Enis Batur’la ilgili saptamalardan birini anmak gereki yor. (Üstü Kalsın,798. Gün)
Gelgeldim, Batur’da yerel dokunun payını görmemek, işin kolayına kaç mak olur: Şair için köklere uzanmak, Ortadoğu mit ve söylencelerini gizle yen bir bölgenin de keşfi demektir ve gerek şiiri gerekse düzyazısı için yeni bir kaynak anlamını taşımıştır.Bu kay nak, eski ve yeni dünyaların Doğu ve Batı kültürlerinin büyülü alaşımım ha zırlayacaktır.
Octavio Paz’m “şiir okurlarının yer
yüzünün dört bir yanında garip ve ten ha bir kabile oluşturdukları” sözün
den hareketle Enis Batur’un
‘topos’unu belirleyen şey onun, ilk günden beri, gerek mesih-aydın ge rekse keşiş-şair olarak “uç ufukta” ya şamayı ve yazmayı seçmiş olmasıdır. Aydın olarak yaptığı seçimler onu Valery’nin, yazarların toposunu belir lemek üzere kurduğu kategorilerden birincisine yani “kendi kamusal kimli ğini yaratanlar” araşma yerleştirir. Şai rin seçimleri kesin ve açıktır: “evcilleş memiş, dolayısıyla da tehlikeli söze ça lışmak”, bir bakıma aristokratik bir tenhaya çekilerek sözünü oradan gön
Batur hep bu sessiz anlaşmaya sadık kaldı. İlk kitaplarından başlayarak Türk şiirini yeni ifade olanaklarına ve sessiz düzenlemelere açtı ve de son iki şair kuşağı üzerinde köklü etkileri ol du. Eleştiriyi yokuşa süren yeni, farklı ve zorlu bir yazı üretti. Kandil’de şiirin
labirentlerinde Ben’i ararken şöyle di yordu: “Bir gün gelir ben de giderim. Aynanın dibine. Şiir çünkü, bir sancı nın ve bunu neredeyse destekleyen bir tür sözyitimi korkusunun kaynağıdır. O uç noktada solgun bir yanılsama mı yım, yoksa bu yankıdan yola çıkıp, umarsızca ama dirençle bir kimlik mührünü mü mürekkebe basıyorum,
Bu Ben’lik parçalanmasına, “özenli bir ayrışma” ve gelenekten güç alan mıtik, antik bir söz dizimini bünyesin de barındıran çağdaş söz aracılığı ile ulaşılabilir ancak: “Eski ustalar” diyor Batur, “Alighieri ve Baki (...) onların titiz ve keskin, bütünlüklü ama param parça dünyaları.” Ve risk taşıyan bir dili talep ediyor: “Sonuna kadar, rus ruleti üslubuyla yazmak istiyorum, is teyeceğim . ” (Otuz Kuş Birden Olmak).
Paris yıllarına (1973-77) rastlayan, hatta o yılları önceleyen ilk kitapların dan başlayarak Enis Batur’un şiirinde ve dilinde o “iki kişi” ve onlarda yaşa yan iki boyut egemen oldu; şair sessel
düzlemde, dipten dipten Ortado ğu’nun efsane deposundan beslenir ken, vurucu kristal sözü ve fragman müziğini aradı. Ancak bu arayış Cap- roni’nin “acıtan neşe”si (bu neşe tüm XX. yüzyıl Avrupa şiirine egemendir) içinde, yaşanmışlığın önüne yerleşe cek ve som bir moderncilik bilinciyle simgesel büyüyü bozmaya soyunan bir sözün peşine düşecektir. Bizi Batur’un sık ve keyifle alıntıladığı Tristan Cor- bière’in sözlerin götüren, gene aynı ne şedir: “Gülüyorum" der Corbière, çünkü canımı yakıyor bu. Ve Batur: “Benim sorunum ancak gülerken canı acıyabilenierle paylaşılabilecek tür dendir.”
Batur’un bir söyleşide Sarnıç’tan söz
ederken dizenin, Dante-Bakî-Pound ideal zincirin doğal bir sonucu olarak kurulduğuna değinmesi önemlidir ve şiirini doğru okutacak bir anahtar nite liğini taşır: Osmanlı edebiyatının Di- van’ına, Batı edebiyatının Canzonie- re’lerine hazırlayan bu uzun şiirler Po- und’un imbiğinden süzülmüş Dante şiirinin ürünüdür sonuçta: Enis Ba- tur’da “©pera’ ya varana cfek frag manlardan oluşan bu uzun şiir yalnız ca metnin bütünü içinde değil, konu nun geliştiği ana yatağı oluşturan çok özel dilsel/sessel bir oyun içinde kav- ranmalıdır. Şairin “döndüm ki döndü ğüm yerde değildim” dizesi Dante’nin “ölü bir gövdenin düştüğü gibi düş tüm” diyen dizesi ile aynı ses kalıbın dan çıkmış gibidir.
Şairin Bu Kalem Bukalemun ( 1988)
adlı güzelim metinler kitabı gene nes neyi başkalaşıma sokan, onu, farklı bi çimlerde durmadan üreterek konu içinde dinamik kılan bir dil tasarısı üzerine kuruludur ve şairin kendi söz leriyle Munari’nin tasarımlarının ya zınsal karşılığı olarak da düşünülebilir. Kitabın adı, dili başkalaşıma sokarken aynı dil içinde orijinal veriyi tüm doku- nulmamışlığı ile muhafaza eden bir ya zının özelliğini vurgulamaktadır.
1987’de Batur, Opus Magnum’u, yani 1973-1987 arası şiir yazısını içe ren Yazılar ve Tuğralarile gelir. Kitap OULIPO çalışmalarını çağrıştıran ve şairin dille kıran kırana bir mücadele ye girerek hece ve harf düzleminde çarpıtmalara yöneldiği bir seri deney
sel metinle sona erer. Tuğralarda Ba
tur gündelik dile yaslanan (ki bu şiirde karmaşık imgeler örgüsünün yüceltil diği bir dönemde büyük bir farklılık anlamı taşımaktadır), ivedilikleriyle Haiku’nun saydamlığına yaklaşan ve Ungaretti’nin ilk şiirlerini anımsatan kısa lirikler üzerine çalışır. Zanzot- to’ya kulak verirsek, Haiku bu ivedilik ve saydamlığa “maksimum düzeye va ran bir öz duygusunu yaratacak söz
ekonomisi ve fragmanın çekiciliği ile ulaşır, ancak Haiku XIX. yüzyıl sonla rı ve XX. yüzyıl başlarında Avrupa kültür ve şiirine egemen bazı mitler ve ilkeler ile kesin bir ilişki içindedir. ”
Batur’un ilgileri bir mozaik içinde eriyerek Kutsal Yazı’nın ve erime nok tasına şairin “yeni ve eski” sesinde ula şan Doğu ve Batı sentezi bir uygarlığın özgün metinlerinin yankılarını ulaştı rır bize. İşte bu bağlamda alaşım liman kenti, rahim kent İstanbul simgesel bir anlam yüklenir. O ufuk bakışı hemen her zaman ufkun karşı noktasına yö neltir ve şairin yazısında ve yaşamında o “iki kişi’ yi birlikte ve sürekli olarak yaşatır. Şöyle der şair: “İki kişiyim ben - Biri kilitli, ermiş ama külden, (...) İki kişiyim ben ki durmadan ayrıldım kendimden / Nasıl geçti gün geceye bir an olsun bilemeden doğdum ve ka sıldım burada / Nabzım uzlaşmasın
dünya ile.” (Kandil) Enis Ba tur’un yazısın da çökelen öz, orada duyul ması gereken ses bu ret çığlı ğına ve şairin söylenmiş söz ile söylenme
miş olanı birlik te yaşattığı bir dilin tüm kat manlarına sin miş durumda dır: “Ben ki Enis, gururlu cani, ürkek yü zümün uzak av- cısıyım / Akde niz, Eylem ve
Boylam ateş
alırken uç ufuk ta” (Kandil).
Batur’un şii rinde havada süzülen, uçsuz
bucaksız bir
alanı gözleyen yırtıcı bir kuşa rastlarız sık sık. Bu alan o kadar sınırsızdır ki Doğu ve Batı’yi, y a da Tarih ve Coğraf- ya’nın, şeylerin ve metnin potasında eriyen bir dilin ikiliğini içerir şaire gö re. Konunun üreteceği sözün içinde, söylenmemiş sözü saklı tutar ve sınırda bir yerde, sözün büyüsünde, henüz oluşmamış bir madde gibi barındırın onu. Mario Luzi’nin son şiirlerinden birinde dediği gibi: “birileri susuyor / ve de susmamak / henüz söylemeyen bu dilde.”
Enis Batur’un Rimbaud ile birlikte “sözün simyası” dediği şey, şairin yırtı cı bir kuşun gözünden bakarak bu ara bölgede bize bir ikilik gibi görünen şe
yin sürekliliğinde doğar. Böylece söz kutsallaşmış, “messianic” kimliğini gi yinir; “messianic”tir zira iyiliği ve kö tülüğü, birbirinin karşıtı olarak değil, birbirinin tamamlayıcısı olarak insan lığa haber verir. Metnin bütününde yayılan sessiz düzenleme sözü güçlen direrek dizeyi kurar ve bu karmaşık ol guyu okura duyururken Enis Batur’un mitik ve modern ses’in öyküsünü anla tır.
Batur’un baştan beri taşıdığı, 30’lu ve 40’lı yıllarda Ermetik’lerin yaşadığı kaygıya benzeyen ana kaygı gerek dışa gerekse içe karşı oluşan soyutlanmayı- kırmak, şiir ile dünya arasındaki farklı bir ilişki kurabilmek kaygısı oldu. “Fil dişi kulesine” çekilmiş görünmesine karşın, aslında şairin soyunduğu bü yük kavga tarihin sunduğu kesinliği al lak bullak edecek karmaşık bir imge lem geliştirerek, lineer / sığ bir şiir dili ne diklenmek, günlük yaşamla iç içe, yoğun ve çetrefil bir şiir
dilini kurmak
anlamını taşı
yordu.
Bu, bir anlam
da Batur’un Gri
Divanda dediği gibi “soyutlama dozu yüksek bir şiir anlayışından öyküleme dozu yüksek bir şiir
anlayışına ge
çiş” sürecini ya
şamasına yol
açacaktı. Süreç, Batur’un şiiri nin yaklaşık 20 yıldır içinde ge liştiği ana yatak olarak tanımla nabilir: bir yol
culuktan söy
lemsel dissimet- ri’ye kadar. Son söyleşilerinden birinde, kendi kuşağının geçirdiği ev rimden söz ederken, bu kuşağın kariz- matik Avrupa Sembolizmi’nin biriki mini bilinçli ve köktenci bir biçimde altüst ettiğini belirtirken, değişen za man içinde kuşakların üzerinde dur dukları nesnel zeminlerin de değiştiği ni vurguluyor ve birkaç “hülyalı ör nek” getiriyordu: Batur şiirini bir ret mührü ile kilitleyen Rimbaud (şair sa hip olduğu her şeyi ardında bırakarak çeker gider) sanrı dünyasına ‘evet’ di yen Baudelaire, dünya ile ilişkisini as gariye indirerek “mutlak”ın peşine ta kılan Mallarmé, Kendisinin bu bağ lamdaki konumu ile ilgili olarak şöyle sürdürüyor sözünü: “Oldukça erken
bir saatte, ’73 de Paris’te, hayli debe lenmeyle geçen altı aym arkasından şu nu fark ettim: Ben cinnetimi organize etmek durumundaydım. Eğer cinneti mi organize edemezsem, cinnetim be ni boğar.”
Aynı organizasyon zorunluluğunu
Sembolist Düşünce adıyla düzenlediği antoloji için yazdığı önsözde Mario Luzi de öncelernemiş miydi? “Şair, - diyordu Luzi- düzeni fantezinin ate şinde eritir, ilişkilerin özgürlüğünü ye niden keşfeder. Maddenin dağınık, düzensiz enerjisi ilç bütünleşir. Şiirin mutlak gücü elementlere öz varlıkları nı ve güçlerini yeniden kazandırma ye tisinde yatar”.
Luzi’nin yorumundan hareketle ba kıldığında Batur’un, şiirin bu “dağınık enerjisinden de taştığı söylenebilir, çünkü şair “bir yandan parçalanmış bir dünya içinde” yaşadığını bilir, bir yandan “bu paramparça dünyayı bü tün totalliği içinde kucaklamak” ister. Bu arzu, anlamını tüketmiş, kutsallaş mış Batı sözüne yeniden hayat verecek bir aorta dönüşerek, tüm gücüyle Do ğu imgeleminin kaynağına uzanır. Ba tur’un imge dünyasında “göğün iki ya rısının” bir araya gelmesi bir raslantı olmaktan çok, yokuşun sonunda varıl mış bir duraktır. Batur’un şiirindeki profetik ses, yolculuk imgesi, tarih ve fantazmalarla tıkabaSa doldurduğu çı kını sırtında yollara düşen bir benin bitmek tükenmez arayışı bu konumu kuran puzzle’ın parçalarıdır. 20 yıllık taşkının gelip boşaldığı Gri Divanise bu parçaların kurduğu yeni resim olur.
Nitekim Batur kendisi de, Gri D ivanı
bugüne dek yazdığı en iyi kitap say mıştır. Burada gönderme, Batı’da Go- ethe’yi de büyüleyen, Doğu nun lirik
canzonieresi olarak tanımlanabilecek eski divan şiirine’dir: Enis Batur kendi
ben ırim yolculuğu ile kendisinin o
b eri e.yaptığı yolculukları, kendi haya tına ve öteki hayatlara varmaları ve ay rılmalarla örülen bir öyküleme ile üst üste yazar ve okur burada. Gri Di van’m imge ve figürleri sürekli çakışır lar; yer-zaman, geçmiş-şimdi-gelecek arasında bir heyelan yaşarlar; birbirle rine karışır, akarlar (rüyalarda kişi ve
yüzlerin karışması gibi. Gri Divansü
rekli yer değiştirerek parçalanan ayrı şan ve paramparçalığmda çoğalan bir
ben i öyküleyen bir poeme-roman’dır.
Burada, ‘itirafı, etimolojik yükü ile iman ile söylenmiş sözü” olası kılan ki- şibu binbir kim likberi d ır.
K im e yönelir şairin itirafı? İtiraf ın öznesi ile otobiyografi mi kuruyor, yoksa bir otoportre mi?
1970-1980 arasında Batur sessel im geyi, Saussure’ün deyişiyle gösterge ya da “image acustique”i evok atifve etore- feren z iel bir işlev içinde öne çıkarır.
Battır, ilk kitaplarından başlayarak Türk şiirini yeni ifade olanaklarına ve sessiz düzenlemelere açtı ve desonikisairkusağıüzerindeköklüetkilerloldu.
**î 980-1990 arasında ise imge ve kişileri çakıştırarak / üst üste düşürerek alter- neatma tekniğini iyiden iyiye geliştirir. Bu iç içe geçen imgeler ben i genişletir ve çoğaltırken aynı zamanda örter, giz lerler. Her iki dönemde de Batur’un şiiri söylemini kurarken asintedotekni ğine yaslanır; ancak ana fiile mümkün olduğunca geç ulaşmak amacıyla, art arda dizilen dizeler, ilk dönemde eyle me, ikinci dönemde ise daha çok adla ra, kişilere, şeylere ve yerlere öncelik tanır. Batur’un şiir yazısının bu iki önemli eğrisinin altında da narsist bir ben’in güçlü varlığı okunur.
Batur, şiirini kurduğu ilk yıllardan başlayarak ilgisini Tevrat ve diğer kut sal metinler üzerinde giderek yoğun laştırmıştır. Bu yoğun ilgi benin sah nelenmesi anlamını taşıyan bir narsis- me, Petrarca’vari bir bilince karşılık gelir gene. Ancak Petrarca gibi bir şa irde ‘boşluk’un doldurulmaz gibi gö rünmesine ve Laura’nın figürünün ben’in sahneye inmesini, dolayısıyla da ‘söz’ü o yolda olası kılmasına kar şın, XXI. yüzyılın eşiğini geçmeye ha zırlanan çağcıl bir şairde aynı narsist ben hem fokalize edilir hem de bir fi gürler kalabalığı tarafından saklanır ve örtülür: Şairin kendi varlığını yansıttı ğı peygamberler, kadınlar, hayvanlar, şeyler bu işlevi yüklenirler. Oysa iti rafı olası kılanlar, onun adına söz alan lar gene bu figürlerdir.
Bu çoğul kimlik Batur’un şiirini Bor- ges’i anımsatan bir ansiklopedizme yöneltmiştir, doğal olarak. Aynı ansik- lopedizm Batur’un düzyazısına da
egemendir ve okuru “özel” bir ansik lopedi dünyasına gönderir durmadan.
"Gönderen: Enis Batur”boyunca mek tup imgesi etrafında dönerek, ‘alıcı okur’ ile ‘gönderen yazar’ konumlan arasındaki okuma-yazma sorununu ir deleyen yazar, kitabın sonunda okur’a gönderdiği mektupta şöyle der: "Gön deren, benim 30. kitabım. Şahıs zamir leriyle 18 yıldır kurduğum ilişkiler iyi den iyiye çetrefilleşmiş durumda: on- larıbir yoksayarım yazarken, çünkü kendim için, kendime yazarım; bir varsayarım: Saklanır, pusuya yatar, av cı kesilirim; açığa çıkar, çıkarır, av olu rum.’’Şahıs zamirleri ya da ‘ötekilerle ilgili olarak da okurun tavrı’nı eleştiri yor: “Biz de okurun genellikle özel isimler dünyasına tepki verdiği göz lemlenir: Ne yapalım ki dünya biraz da özel isimler, şahıs zamirleri dünyası dır, bizim dünyayı tanımayacak biçim de yetiştirilmiş olmamız onun varol masını, öyle varolmasını engellemez. ”
Batur’un şahıs zamirleriyle kurduğu koyu ilişki, dahası ben’in ‘öteki’ne yö nelen sürek avı, onun şiirinin kökleri ne dek iner. “Soyutlama alıştırmala- rı”nda yoğunlaştığı döneme bakacak olursak <’70’Ii yıllar), şairin, moment/ Topos arasında, başka bir deyişle, ula şıldığı anda tükenmeye yazgılı bir ens- tantanelik ile uygarlığın özellikle dil düzleminde koruduğu mutlak (topik) bellek arasında bir ilişki arayışı içinde, dili müthiş bir ekonomiye, bir damıt maya zorladığını görürüz. Bu yakla şım, 1985’de, ‘kısa söz’ü hedefleyen
bir söylem üzerine kurulu Tuğralara
açılır: Haiku gibi görülebilir, belki de genel etkileşim düzleminde bakıldı ğında gerçekten de öyledir, ancak en çarpıcı örneklerini Apollinaire’in Cal- ligramme’larında, Ungaretti’nin ilk dö
nem şiirinin kısacık dizelerinde bulan bir Akdeniz duyarlığının yakınında durduğu da kolaylıkla söylenebilir.
Enis Batur’un otoportre’sini oku maya çalışırken, Yazılar ve Tuğralar’m
son bölümünde şairin harf ve hece ba zında dile karşı açtığı amansız kavga dan da söz edilmeli. Ancak harf ve he- ce’nin çağrıştırdığı Apollinaire ve Un- garetti ile farkını hemen belirterek: onlar için harf ve hecenin, arkhetipik bir “batık liman”a dönüşü olası kılacak yapıcı bir değeri olmasına karşın, Ba- tur’da harf ve hece dile yönelik bir şid det ve yıkım harekatının en etkin silah larıdır. Şiir, çünkü, dünyanın parçala nışını, olası merkezlerini yitirerek git gide karmaşıklaşmasını yansıtır.
Peki nereye dönmeli, diye sorabilir şair. Karşısında diklendiği sessizliğin günahını duymaksızın konuşan ve ya zan bir ben e mi olmalıdır yolculuk?
İletişimin gürültüsüne, uygarlığın
uğultusuna sokulmuş, baskıcı bir tan rının sesinden çok uzaklarda, mi- tos’un gölgesinden ırakta büyüttüğü kendi “şeytansı” sesinin ayrışmasını yeğleyen bir ben e, yani bir labirente mi olmalı? Çağcıl şiirin gerçek’le uzlaş tığı tek yer olabilecek bir labirente mi? Batur’un yolculuğu oraya ayarlı gibi dir. Vardığı son duraklardan birinde şöyle diyecektir nitekim: “Şiirin konu su olan kişi(ler) ben leriyle ayrı bir eğri getiriyorlardı önüme, şiirin öznesi de
her zaman ben-ben değildim üstelik,
oysa kendimi hangi odağa -biriki ör nekte ö tey ede- koyarsam koyayım, şii
ri eninde sonunda ben yazıyordum:
Kendi fantazmalarımla ötekilere yük lediklerim, bazen de süzdüklerim, k i tabın bütününde aynı labirentin geçe nekleri olma durumundaydılar. ”
Labirent, kitap, portre: böylece ta mamlanıyor otoportre. Modeline sa dık olmayan, kompozit, dissimetrik, üst üste, ayrışık çizgilerin bütünlediği bir otoportre bu. Braque vari bir port re denilebilir mi?
Geçmişin mitik (ama anonim) sey yahlarından, yatışmaz (ve anonim) bir keşişliğin fantazmalarından büyüle nen Enis Batur gibi bir şair için ‘öte’ bir imgelemin gelişeceği uygun yatak mıdır Türkiye, sorusu geliyor akla. Özellikle de, şairin kendisini “ait olma ma” sınırında, bütünsel bir “yaban- cı”lıkta gördüğü unutulmazsa? Tüm karşıtlıkları, karamsarlığı ve umuduyla evet, olabilir diyorum ben. Kandil'in, Sarnıçm, Gri Divan mDoğu-Batı ara sında salınan söylemleri bunun bir ka nıtıdır. Batur’un hemen her kitabında S A Y F A 1 0
söylem ve diyalog aynı altın noktada buluşur, hepsinin temelinde bu iki dünyayı birleştiren bir düşünsel irdele me, evrensel bir imgelem okunur, an cak şiirin en büyüleyici yanı, şairin s-ö- zünün yüklendiği çağrışım gücünün bu karmaşık örgünün labirentlerinde özgürlüğünü ve dokunulmamışlığını koruyarak dolaşmasıdır. Başka bir de yişle Batur’un yazısı, Borges’in sözleri ni anımsatacak bir biçimde şeytanla iş birliğine hazır bir tanrı üretir: Tan rı’nın altında yerini alan yeni bir tanrı dır bu. Gri Divanşairin, kendisine dö nerek portresine vurduğu nihai bir fır ça darbesiyle kapanır: “bıraktım bü tün bindiğim gemileri bir bir açık de nizin dibinde, kovaladım hayatımı, onu tuı rr tutmaz kaçtım: Korkak ve gizli, kupesiz bir korsanım ben, gece den geı. -ye kazandığım tek şey: içine gömüld iğüm şeytansı definedir. ” ■
Şiir
Eros v I lg a d e s (1973) - Bir Or açağ Yalnızlığı (1973) Nil (1975)
Ara-Ki:ab (1976) iblise Göre İncil (1979) Kandil (1981)
Tuğralar (1985) Sarnıç (1985)
Yazılar ve Tuğralar/Toplu Şiirler (1987) Gri Divan (1990) Koma Provaları (1990) Perişey (1992) Şeritti e Sigilli (1992) Deneme A yn a( 1977) Şiir ve İdeoloji (1979) Tahta ' roya (1981) Alternatif: Aydın (1985) Babil Y ¡zıları (1986)
Otuz Kuş Birden Olmak (1986) Viyana için Siyah Vals (1987) Estetik Ütopya (1987) İki/z( 1988)
= Sonsuz(1988)
Bu Kalem Bukalemun (1988) Kediler Krallara Bakabilir (1990) Sıçrayan Fasulye (1990) Yüzyüze (1990) Almanak (1990) İskelet Dansı (1991) Bî-Iinç (1991) Ses-Harf-İmge (199!)
Gönderen: Enis Batur (1991) Hatay’da Bir Rolls-Royce (1992) Küçük Kıpırtı Tarihi (1992) Sözlük (1992)
Başkalaşımlar (1992)
C U M H U R İ Y E T K İ T A P S A Y I 1 4 9
İstanbul Şehir Üniversitesi Kütüphanesi Taha Toros Arşivi