/
H
.
İ
- STA N B U L oynak havalı bir kadına benzer, suratı asık ol du mu tahammül edilmez, bir de keyifli, ııeş’eli olursa, o zaman da zevkine, canlar dayanmaz.
Evvelki Pazar, Doktor Sedad Pınar beni ve Unıid Yaşarı, B oğazda bir balık ziyafetine davet etti.
Arnavutköyü’ne uğradık, Faruk N afiz Çamlıbel’i de ala- çaktık. Akıntıburnunun, oldukça dik yokuşunun tepesinde Bo- ğaz’a hâkim bir m evki’deki evine haber vermek üzere, çıktı- : lar, ben bir hanıal’m küfesiyle dahi o yokuşu çıkacak olsam, Kroner Spazm ’ı ile dalla başlangıçda sıfırı tüketeceğim mu hakkak olduğu için, deniz kenarında arabada bekledim.
Faruk Nâfiz'ın haremi rahatsızdı, onun biraz elemini unut turmak istiyorduk.
Bir şâir, gam-ı-dünyâ’yı nasıl ferâmuş eder? Ancak şiir’den bahsedilirse, o zaman her şey’i unutur.
Deniz kenarında bir lokantanın leb-i-deryâ’daki taraça- suıda bir masa işgal ettik, içkiler ısmarlandı, m ezeler geldi:
— Şerefinize...
— Şeıefde dâim olun efendim.
Ben de rahatsızlığıma rağmen, bira ile kervan'a katılı yorum.
Mezeler de nefis hani, midye tavası puf gibi kabarmış, üzerine de tarator, yemek meraklılarının ta’biri veçhile, yeme de yanında yat, derken efendim, küçücük muska börekleri gel di, bana kalsa hepsini silip süpüreceğim, amma, arslan sütü içenlerin de haklarını düşünmek lâzım.
Bir yandan, çakıyoruz, bir yandan laflıyoruz, lâkırdı raev- zuunuıı da ne olacağını tahmin edebilirsiniz, üç şâir, bir de edebiyyat meraklısı bir araya gelirse ne konuşur? Tabii şiir.
Emid Yaşar’a sordum:
— Bugünlerde ilhâm peri’sinden haber yok mu? Suâlime şu rubâi ile cevap verdi:
B ir damla dedim, sen bana derya verdin, H er ânıma renk, ömrüme m â’nâ verdin. Yıllarca o pek mutluluğun girm ediği. Dünyâmı yıkıp, bir yeni dünyâ verdin. Sordu:
— Nasıl buldunuz hocam?
— Ben de sana bir sual sorayım, sen, bu rubaiyi duyarak, anlayarak m â’nâ’sıııdaki ulaşılmaz derinliği, bilerek mi yaz dın? Yoksa İlâhi bir nefha, bir elektrik ceryânı gibi senden geçip, bir iz mi bırakıyor, azizim Emid Yaşar, biliyor musuıı ki, bu rubai, yüzde yüz tasavvurdur. Sana ve hepimize bir damla i yerine derya veren, benliğimize renk, ömrümüze mâ’ııâ veren saadet’in girm ediği düııya’yı yıkıp, bir yeni dünyâ veren, Mcv- lâııâ'dır. Sen bilerek, bilmeyerek, bütün Mcvlânâ aşıklarına tercüman olmuşsun. .
Bu sözüm, şâiri çoşturdu, şu rubâi’yi okudu: Son ver, Ulu Tan rı’m bana küskünlüğüne, Ben çokdan İnandım, senin üstünlüğüne. Bambaşka bir âlem yaratırdım yine de
Versen o büyük kudret’i bir günlüğüne. — Bunu nasıl buldunuz?
— Bunda şâlıâne bir isyan var, fakat unutma ki, Hazret-i Ali «E ğer Allah, bu mükcvvenat’ı mahvedip, yeniden bir dünyâ yaratmak isteseydi, yine böyle bir âlem yaratırdı».
— Bir rubâi daha var o biraz rindanedir. Okudu:
B ir gün daha çalmak, şu felek'den kâr mı? Çal, yoksa, ölümden öte, bir yol var mı? K im âlem ’i, günden güne berbad ediyor? Maznun kim aceb Tanrı mıdır, kullar mı?
Yanıbaşımızda Boğaz’ın ııûr mozayıklarıyla pırıldayan do- nlz’i gözlerim izi kamaştırıyordu, ııc güzel bir gündü Ya Rab!
Faruk Nafiz:
— Emid Yaşar, dedi, tebrik ederim, üç rubain de güzel, fakat...
Ben tamamladım:
— .... fakat, birinci rubâi «Şâh beyit»dir. Faruk N âfiz’e döndüm:
— Ya sizin «Han Duvarları»? tasavvuf değil midir? O du- ; varlardaki yazılar? değişmeyen «Kadersin yazılarıdır.
Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı Üstünde yazılarla hat’lar karışmışlardı
Fâni bir iz bırakmış, burada yatmışsa kimler, insanlığı tasvir etm iyor mu?
Sıra doktor’a geldi, yumuşak edasıyla şu şiiri okudu: ANADOLU K A D IN I
Ey saçları karanfil kokulu kadın! Unut şarkıların dediklerini
Seneler aldı götürdü, seneler... Saklayamadm Allahın hesapsız verdiklerini
Bahar artık uzaklarda ve yorgun, B ir fırtına esmede yer yer...
Çaldı, bütün güzelliğini bu yolculuğun H ırsız gibi günler...
Kıskanç avuçlarda ezildi bahtın, Feryadını duyup gülümsediler istediğin gibi yaşayamadın:
Yasak dediler!
Ayıplardan kafes ördüler sana, demirden sert, tunçtan kalın. M avilikler özlemine içerlediler.
Esir pazarlarında artsın diye fiatm Kalbini doğar doğmaz hançerlediler... B ir kez olsun öpülmedi dudağın, Koklanmadı saçların, yüzün yanağın.
B ir defacık sevmedin, ölümden beter! Kirlenir korkusuyla kızlık duvağın, Kötüye çıkar diye adın,
Yanından geçerken birer birer Başım kaldırıp da bakmadın Yelkenleri aşktan sedef gemiler... Şafağında gül açan geceleri
B ir çıban zannettin sıktın, kanattın Sonunda sihirden köpük benzeri Yazık ki, senin de yıkıldı tahtın! Söndü yavaş yavaş,
Söndü bir mum gibi Aynalardaki saltanatın!
Dökülmüş kuru yapraklar misâli eridi zaman Elbette saatler durmayacaktı
Pazarlıkta kazansın diye satan Sana sormadan,
Göğsünün ortasına saplanmış olan günâh adlı bıçaktı... Şim di saçlarında ak demet demet
Şerefler içinde dertli bir alın
Mağrur bir kaç kemik ve kırışmış deri ve biraz da et Ruh değil taşıdığın!
B ir taş ki yosunlaşmış, bir taş ki kayadan sert Eski bir mezar gibi yıkık ve darmadağın... işte güzelim, tatlım, bir tanem!
Gümüş başlım,
Çatık kaşlım, hor bakışlım, divanem! Canım benim
Damarlarımdaki kanım Karalar yazılı kadınım... Bütün mükâfatı bundan ibaret, «Amanın dostlar, amanın!»
B ir ömür boyunca aşksız kalmanın...
Dr, Sedat Pınar
i faıfr'ıfr’f r? *fr' iv?' •''*SV -th:~ hv nvö n"iTti1w r'ıPt'Vm
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi