¡Sanatkâr mütekaidi:
i
Çallı İbrahim!
Cihangirde, > ir yandan Boğazı, di ğer taraftan Marmarayı ve Adaları gören şirin bir apartıman dairesinde bir «Sanatkâr mütekaidi» eserleri a-
rasında vakit geçiriyor. «Sanatkâr
mütekaidi de ne tâbir?» diye kaş larınızı çatmayınız. Lisanımızda böy
le bir tâbir yoksa da, İstanbulda
kendisine bu sıfat lâyık görülen bir insan yaşamakta ve Çallı İbrahim a- dım taşımaktadır.
Güzel sanatlardan pek fazla anla- mıyabilirsiniz, resimden yana bilgi niz de öyle ahım şahım olmıyabilir. Fakat Çallının resimlerini seyreder
ken, zevk almamanız imkânsızdır.
Onun, denize bakan küçük odası,
şimdi, sayısını kendisinin de bilme diği tablolarile doludur ve üstad, yal nız büyük sanatkârlara hâs o «çocuk heyecanı» ile eserlerini, misafirlerine göstermektedir.
İşte, meşhur Çınaraltı. Bir tane de ğil, iki tane, üç tane Çınaraltı. Zira ressam, Emirgânın bu meşhur kah vesini günün muhtelif saatlerindeki renkleri içinde canlandırmıştır. Ya şu manolyalar! Çallı, bir köşede solmuş
duran hakikî çiçekleri göstererek
esefle basını sallıyor: «— Yazık, diyor, öldüler »
I Onlara, bir büyük ressamın fırça- j sı hayat verdikten sonra, ölmeleri
i kabil mi?
Karlı bir kış günü, Boğaziçini Ci hangirden seyretmek ne kadaı zevk lidir. Çallı onu, kendisine hâs renk lerde tesbit etmiştir. Ya güneşli bir yaz günü, Tarabya rıhtımına yana şan mavnalar? Sanatkârın fırçasın dan o da kaçmamıştır.
Bir genç kadının, balo dönüşünü düşününüz. Yorgunluktan, uykusuz
luktan ve içkiden bîtabdır Göksü
nar çiçeği rengi tuvaletinden dışarıya
fırlamış, yüzünü kolları içine al
mış, kendisini bir koltuğa bitkin
terketmiştir. Zannetmem ki yerli
sanatkârlarımızın pek çok tablosu bu kadar^ canlı olabilsin.
Bin? Mevlevi şeyhinin azimkar ve enerjik çehresi, Yahya Kemalin se
vimli hali, haşhaş çiçeklerinin göz
alıcı rengi, etüdler, natürmortlar... ve bunların yanında henüz tamam
lanmamış, başlanıp yarım bırakıl
mış eserler. Çallı iki büyük tabloya
çalışıyor. Bunlardan birine başla
mış, fakat beğenmemiştir. Bu. Yıldı rım ile Tımurlengi yanyana göstere cektir.
Diğeri henüz tasavvur halindedir ve bizzat Çallının ifadesile. kendisi nin en büyük eseri olacaktır. Sanat kâr düşünmüştür, mademki Devlet İstanbulun 500 üncü fetih yıldönü münü lâyık olduğu veçhile kutlaya- mıyacaktır, bari bu tarihte bir bü yük tablo hazırlansın. Bu tablo, Fa tih Sultan Mehmedi, İstanbulun fet hinden sonra, önünde diz çökmüş
papazlara, din serbestliği verir
ken gösterecektir. Mevzu muhteşem, sanatkâr mahirdir. Yaratılacak eserin muvaffak olacağına dair bu iki un surdan mükemmel garanti buluna
bilir mi? I
Çallının atelyesindeki eserlerin
den hangisi tamamlanmıştır, hangisi henüz bitmemiştir, bunu tahmin et mek kolay değildir. Aynı mevzudan, bir kaç tane etüd görüyorsunuz. Çallıya soruyorsunuz, başını sallı yor:
«— Bir tablo, diyor, hiç bir za-r j man bitmez ki...»
Asırların ötesindeki Tityenin ku lakları nasıl çınlamaz?
Şimdi diyeceksiniz ki, «Peki, Çallı bu kadar güzel eser hazırlamıştır da, niçin bir sergi açmaz? Neden tablo larını sadece eşe dosta göstereceği ne, umumî bir yerde teşhir etmez?» Çünkü efendim, kendisini tekaüd e- denler onu her ne kadar bir büyük ; sihirbaz telâkki etmişlerse de, sihi- rin bu derecesi elinden gelmez.
Çallı, vaktile tutulmuş bir apartı- man dairesinde oturur, oranın kira sını verir; karısı, kızı ve torunundan müteşekkil ailesini geçindirir; tab loları için tual parası, boya parası, çerçeve parası öder; kendi «şahsi ih tiyaç» ı için bir miktar ceb harçlığı ayırır. Bütün bunlara mukabil, ay da eline geçen tekaüdiye 147 lira dır.
Türkiyede bir Gallub Enstitüsü bulunsa ve bu enstitü Türk efkârı umumiyesine «resim deyince hatırı nıza kim gelir?» diye bir sual sor sa idi, cevab verenlerin yüzde dok sanı mutlaka «Çallı» derlerdi. Zira Çallı, yalnız bir büyük ressam değil, aynı zamanda resim denilen sanatı, Türk milletine tanıtan, onu halka sevdiren adamdır. İşte böyle bir in sanı, ayda 147 lira ile geçinmeye j mecbur tutmak, onda sihirbazlık, ta- I biatüstü kuvvetler tevehhüm etmek
değil de nedir? Bu şerait altında
Çallı nasıl olur da cebinden masraf edebilir ve bir sergi hazırlıyabilir?
Hani hep biliriz, Milâttan evvel
birinci asırda Komada Maecenas
(Masen) adında bir adam yaşarmış. İmparator Oğüst’ün gözdesi olan bu zat Virjil, Horas, Varyus gibi şair- ;
leri ve diğer sanatkârları himaye1
ettiği için ismini, güzel sanat hâ- j
milerine yadigâr bırakmış. Amma o zamandan bu yana geçen 21 asır i- !
çinde, köprülerin altından da pek
çok su akmış olduğunu kim inkâr e- debilir? Yirminci asırda bir Meşen bulmak, «Uçan Holandalı» mn ka
sırgalar arasından kurtulmak için
aradığı «ölüme kadar sadık» kadını ele geçirmekten sanki daha mı ko laydır?
Devrimizde sanatkârları himaye
etmek, daha ziyade Devlete veya bu j
iş için kurulmuş cemiyetlere düşer, j
Bizde ise bu neviden teşekküllerin ; mevcud olmadığı cümlece malûmdur. ! «Mütekaid sanatkâr», hele memle ketin en büyük sanatkârlarından bi ri olursa, onun sergi açmasını temin ve yeni eserler vermesini teşvik et mek, başta Devlet, hepimize düşen bir vazifedir gibi geliyor bana!