• Sonuç bulunamadı

Ernest Hemingway İstanbul'da

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Ernest Hemingway İstanbul'da"

Copied!
8
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

DİZİ

MÍLLÍYET8 EKİM992 PERŞEMBE

17

İşgal altındaki

İstanbul

İstanbul, film le r d e k i k e n te hiç b enzem iyo rdu

® STANBUL, filmlerden

anımsadı-I

ğımız bir karmaşa ve gizem kenti

değildi kuşkusuz. Fotoğraflardan ve tablolardan anımsadığımız kent de değildi. Yaklaşan tren penceresinden uzanan kıvrımlı bir doğrultuda, güneşin kavurduğu ağaçsız bölümlere yayılmış bir evrendi İstanbul. Dört bir yanı denize çıkan bu kentte, deni­ ze giren küçük çocukların kıvancını izli­ yordum. Mavi suların hemen ötesinde kahverengi görünümlü Asya'yla birleşen bir kentti İstanbul. Dev duvarların arasın­ da gürüldeyen bölümlerde, ahşap, der- me-çatma yapılarla örgülü

boyutsal bir tabloydu İstan­ bul.

Yanımda, pencereden

dışarıyı izleyen Fransız, “ İşte Stambul" diye tanımlımıyordu görüntüyü. Benim bildiğim adıyla bu “ Konstantinopl” , filmler­ den anımsadığım kadarı- nca, beyaz, ışıltılı ve günah­ larla örgülü o düşsel kente benzemiyordu. Küçücük pencerelerin belirlediği binlerce evin hemen hepsi, ünlü bir Amerikalı res­ samın yapıtlarını andırıyor; kupkuru, kararmış ve rüzgârın bitimsizce dövdür ğü çizgide minareler yük­ seliyordu. Topraktan

fışkıran, gri renkli şamdanları andırıyordu minareler.

Bizans duvarlarının yanıbaşından ge­

çen trenimiz, gecekonduların üst bölüm­ lerinde, dört yüz yıldır beyazdan griye yö­ nelen bir renk kümesi içinde İstanbul'un gerçek yüzüne tanık oluyordu. Beyazını çoktan yitirmiş bir kentti bu. Yük taşıyıcı­ larının, otel çığırtkanlarının bekleştiği Sir­ keci istasyonunda levanten görünüşlü adamlar karşıladı bizi. Yaka ve pantolon­ ları fena halde lekeli giysileri, sarmısak kokan nefesleri ve son derece nazik te­ bessümleriyle, "çevirmen" olarak, kuş­ kusuz ücret karşılığı bize yardıma hazırdı­ lar. Pasaportlarında pek belli olmayan bir

engelden ötürü, İstanbul'dan bir türlü ka­

çamayan, beyaz pabuçlu, kolalı gömlekli

bu adamlar çok az para karşılığı tercü­

manımız olmaya can atıyordu.

Trendeki Fransız'ın önerisini anım­ sayarak "Londra Oteli-Hotel de Londres” diye tekrarladım taksi şoförüne. Tıkanmış bir trafiği zorla geçtiğimiz Galata Köprü- sü’nde, buruşuk giysili Türk jandarma­ larının hemen yanında, denizi kesinlikle örten mavnalar beliriyordu. Türklerin "Ha­ liç" dediği "Altın Boynuz” a göz attım

son-Resmi yetkililerin tüm

açıklamalarına karşın,

Mustafa Kemal in İstan­

bul'a girmek üzere oldu­

ğunu, bu sonucun er-

geç

gerçekleşeceğini

düşünen saray yanlıları

panik içindeydiler

Türkiye'ye gelen Yunan

ordusunun, işgal bölge­

lerinde inanılmaz bir zu­

lüm ve dehşete giriştiği,

yadsınmaz bir gerçek

olarak ortadaydı

çaldığı caddede, işadamı giysili ve fesli adamlar görünüyordu.

Bir kitaplığı andıran Amerikan Büyü­

kelçiliği binasını geride bırakarak, işgal güçlerinin merkezi olan bir yapıya ulaştık. Sarı renkli Ingiliz Büyükelçiliği’nin de yer aldığı bu bölüm, Pera ya da Beyoğlu deni­ len bir bölümüydü İstanbul'un. Kaldırım taşlarıyla kaplı Pera, İstanbul’un Avrupa kesimiydi. Resmi yapıların hemen hepsi, küçük Amerikan kentlerindeki postane bi­ nalarının kesin bir benzeriydi. Romanya ve Ermenistan konsoloslukları önünde,

B a ş la r k e n

ra. Taksi şoförüne "Altın Boynuz" denilen yer bu mudur?” diye sorunca "Evet” yanıtı aldım. "Altın Boynuz", göründüğü kadarıyla, tümüyle o kirli renkli Şikago Ir- mağı’nın tıpatıp benzeriydi.

Türk şoför "soldakiler” diye devam

etti. "Soldaki vapurlar Boğaziçi’ne, sağ­ dakiler ise Adalar'a gider.” Yokuş ben­ zeri bir caddenin üst bölümüne doğru, mağazaları, bankaları ve lokantaları ge­ çerek ilerliyorduk. Dört yabancı dilde ya­ zılı bar ve gazino tabelalarına adeta do­ kunur gibi yol alan tramvaylar vardı önü­ müzde. Askeri otoları dolduran İngiliz ve Fransız askerlerinin durmadan klakson

AMERİKALI ünlü romancı Ernest Hemingway, ya­

zarlık yaşamına gazeteci olarak başladı. 1920’de şubat or­ tasında Toronto’ya gelen yazar, Toronto Star’da muhabir olarak görev almıştı. Toronto ve Paris’te 1924 yılma kadar görevini sürdüren Hemingway, Türk İstiklal Savaşı’nı izle­ mek üzere İstanbul’a gönderildi. 1922-1923 dönemlerinde T oronto Star gazetesi adına T ürk İstiklal Sa vaşı’m izleyen yazar, o yıllarda 23 yaşındaydı. Türkiye yazılarının ço­ ğunluğunu İstanbul’dan yollayan Hemingway, savaş yıl­ larının dramını belirgin bir greçekçilikle ortaya koydu.

1899’da doğmuş olan yazar, daha sonralan Amerikan edebiyatının doruk sanatçılarından biri olmuştu. 1954 yılında Nobel Edebiyat ö d ülü’nü kazanan Hemingway,

1961 yılında intihar ederek yaşamına son verdi.

E.A.

pasaportlarına vize almaya girişenler, uzun kuyruklar oluşturmuştu. Ermeniler, Yahudiler, RomanyalIlar, İstanbul’dan kaçmaya hazırdılar. M. Kemal ordularının kente çok yaklaştığı rivayetleri, her yerde duyulan korkulu bir söylentiydi.

Resmi yetkililerin tüm uyarılarına

karşın, kenti saran korku besbelliydi. "G it­ meyin” diyordu resmi makamlar. “ Her şey yolunda” , “ Kimsenin canı tehlikede değil” diye ısrarla güven veriyorlardı hal­ ka. İzmir’i unutamayan Rumların korkusu büyüktü. Mustafa Kemal’in İstanbul'a gir­ mek üzere olduğunu, bu sonucun er-geç gerçekleşeceğini düşünenler, panik için­ deydiler. Binlerce yıllık geçmişi olan kıyımları anımsayan yığınlar, İstanbul'­ daki resmi yetkililerin tüm açıklamalarına karşın, Mustafa Kemal ordusunun geli­

şinden çok korkuyordu. Yunanlıların ya da Rumların durumu apayrıydı. Hemen hepsi, vicdanlarında suçluluk duyusu olan insanlardı. Türkiye’ye gelen Yunan ordusunun, işgal bölgelerinde inanılmaz bir zulüm ve dehşete giriştiği, yadsınmaz bir gerçek olarak ortadaydı. Türk köyleri­ ni yerle bir eden Yunan ordusu, tarlaları ateşe vermişti. Yenilgiye uğrayan Yu­ nanlıların saçtığı zulüm ve dehşet, bölge­ deki Amerikalı ve başka uluslardan görgü tanıklarınca doğrulanıyordu. Truva sa­ vaşından bu yana, her savaş sonrası, ta­ rafların birbirlerine giriştiği kanlı zulüm, tarihsel bir olgu olarak ken- dini yine tekrarlıyordu Tür­ kiye'de. Daima masumun acı çektiği bir yazgıydı bu. İntikam duyusu,, hiçbir za­ man gerçek hedefini bul­ madığı için, bir yığın suç­ suz insan, boşu boşuna can veriyordu. İstanbul Rum­ larının kaygısı bu olasılıkla bağlantılıydı kuşkusuz.

Beyoğlu’nun denize ba­

kan bir tepesinden, aşağı­ larda uzanan çamur renkli görüntüye baktım. Tozlu kümelerin, buğulu cam­ ların örgülediği görünüm­ de, minareler, bacalar ve deniz fenerleri uzanıyordu. _________ Masmavi denizin bir ucun­ da Italyan bayraklı bir yük gemisi, uzak limanlara doğru yola çıkmak üzereydi. Güvertede Rum olduğunu öğ­ rendiğim bir yığın insanı izledim. İmkânsız ve gerçeküstü bir tabloydu bu. Kimbilir kaç kuşak İstanbul’da ömür sü­ ren yığınsal bir kaçış dramının tanığıydım. Evini, işyerini, servet ve mül­ künü bırakıp, bilinmeze doğru kaçan in­ sanlardı bunlar. Gözleri gemi güvertesin­ den, bıraktıkları İstanbul'a dönük, kaygılı ve korku dolu insanlar, “ Keşke beklesey- dik” der gibiydiler belki. Başları kalpaklı, kahverengi yüzlü devrim ordusunun,

Mustafa Kemal’in askerlerinin, küçümen

ayaklı atları üstünde, Üsküdar’dan karşı kıyıya yönelen görüntüsü, neredeyse be­ lirmek üzereydi.

YA R IN : M USTAFA KEM AL’İN

T E K D EN İZA LTISI

L I •i À k & j, t Si Jl ,V

Prof.Dr.

Toktamış

ATEŞ

D Ü Ş Ü N E N L E R İ N D Ü Ş Ü N C E S İ

Federe devlet kavramı üzerine...

I

RAK’ta 36. paralelin kuzeyinde yaşa­ makta olan Kürtlerin tek taraflı olarak kurulduğunu ilan ettikleri “ Federe Kürt Devleti” , Türkçemizde çok karıştırılan ve kimi zaman da yanlış kullanılan bir dizi kavramı yeniden gündeme getirdi. Bu kavramlar "fede­ re devlet” , “ federal devlet” , “ federasyon” ve “ konfederasyondur” . Şimdi önce bunların ne olduklarını anahatlarıyla ele alalım. Daha sonra bu devlet türlerini ortaya çıkartan tarih­ sel ve siyasal gelişmeler üzerinde biraz dura­ biliriz. Federal devlet; federe devletlerin bir­ leşmesinden oluşan bir devlet türüdür. Günü­ müzde ABD, Kanada, Almanya, İsviçre vb. il­ ginç örnekleri vardır. Ve farklı federal devlet­ lerdeki farklı uygulamalar ve düzenlemeler bir yana, tümünde ortak olan husus; federe devletlerin dış politika ve ulusal savunma ko­ nularında yetkiyi federal devlete terk etmiş ol­ malarıdır.

Federe devlet; federal devleti oluşturan devletlerden biridir. Antlaşmalara taraf ol­ mak, uluslararası örgütlere katılmak ve yü­ kümlülük üstlenmek, savaş açmak vb. gibi uluslararası konularda ve milli savunma alan­ larında yetkiyi federal devlete bırakmasının yanı sıra, farklı ülkelerdeki farklı örgütlenme biçimleri: federe devletlerin yetkileri ve fede­ ral devletle ilişkileri açısından farklılıklar orta­ ya çıkartmaktadır. Gerçekten "m illi eğitim” , “ kültür” vb. gibi konularda federal devletler dünya üzerindeki tüm örneklerde tam yetkili

görünürken; mali konular, ulaşım vb. gibi ko­ nularda farklı uygulamalar görülebilmektedir.

Aslında tüm örneklerde federe devletlerin kendi "yasama meclisleri” vardır. Ancak bu meclislerin yapabilecekleri yasaların sınırları ve türleri çoğu kez tartışma konusu olmak­ tadır. Federal anayasa ve yetkisini bu anaya­ sadan alan federal meclis, federe devletlerin yasama faaliyetlerini çoğu zaman engellemek eğiliminde olmaktadır.

Federe devletin tümünün kendi hükümet­ leri ve (çoğu zaman yürütme yetkisine de sa­ hip) devlet başkanları vardır. Ancak bu yetkiler kimi federal devletlerde çok kısıtlı olmaktadır. Hatta aynı federal yapı içindeki farklı federe devletlerin yetkilerini kullanabilmeleri bile farklı oranlarda olmaktadır. Şimdi biraz da “ fe­ derasyon” ve “ konfederasyon” kavramları üzerinde duralım. Federasyon biranlamda “ fe­ deratif devlet” demektir. Yani federasyon üye­ si devletler (federatif devletler), belli bir ölçüde bağımsızlıklarını korumakla birlikte, savunma ve dış politika alanlarındaki kararları federas­ yona bırakmışlardır. Konfederasyonda ise, konfederasyon üyesi devletler (konfedere dev­ letler) federasyon üyesi devletlere oranla daha bağımsız ve egemenlik haklarına sahip­ tirler. Askeri alanda ve dış politika alanında da kararlar alabilir ve uygulayabilirler. Günümüz­ de sıkça rastlanan ve ekonomik, askeri ve böl­ gesel amaçlı olarak karşımıza çıkan “ uluslara­ rası örgüt üyeliği” ile, yukardan beri

saydığımız ve anahatlarıyla açıklamaya çaba­ ladığımız kavramları karıştırmamak gerekir. Bu tür örgütlere "tek merkezli-üniter” devlet­ ler üye olabilecekleri gibi, federal devletlerde üye olabilirler ve uygulamada gördüğümüz üzere, olmaktadırlar. Doğal olarak federe devletlerin bu tür üyelikleri söz konusu değil­ dir.

Yukardan beri yazdıklarımızın ışığı altında düşündüğümüz zaman, 36. paralelin kuzeyin­ de oluşan örgütsel yapıyı (artık her ne kadar örgütse), federe bir devlet olarak isimlendir­ memiz mümkün değildir. Bağdat buna razı ve hazır değildir, federal bir yapıyı reddetmekte­ dir. Ve kendince haklı olarak bu bölgeye ver­ miş olduğu "özerklikten” ötesini düşünme­ mektedir. Ancak ne yazık ki; Ortadoğu’nun po­ litikaları, Ortadoğu devletlerinin başkentlerin­ de değil, çoğunlukla VVashington’da belirlen­ mektedir. Ve ABD bölgede bir Kürt devletinin olmasını istemektedir. Irak Kürtlerinin yaptı­ kları, sırtlarını ABD’ye dayayarak belli bir böl­ gede bağımsızlıklarını ilan etmektir. Türkiye’­ nin çok zararına olan bu gelişmenin, solculuk adına Kürt hareketini ve şovenizmini destek­ leyen kimi “ fildişi kule solcularına" ders ola­ cağını ve akıllarını başlarına getireceğine inanmak istiyorum.

Zaten bu durumun bize başka hiçbir yararı da olmayacaktır. Hele bir de Türkiye’den top­ rak isterlerse... Eh işte o zaman kıyamet kopa­ caktır.

S Ö Z O K U R U N

Üçüncü cumhuriyet ne zam an?..

Ne siyasal, ne biçimsel

hiçbir ihtiyaca merhem olmayacağı belli olduğu halde, bazı kimseler dilleri­ nin altındaki baklayı gizle­ yerek, bu defa da ikinci cumhuriyet tartışmalarını başlatmış oldular.

Gerekçe olarak da bula

bula “Fransa bunu yaptı ya” diyerek, içlerine sinme­ diği halde Fransız taklitçili­ ğine bile razı oldular. Cum­ huriyetimize numara koy­ maya kalkışanlar, numara yapıp peşinden hilafeti ge­ tirmek mi istiyorlar?

Fransızların tarihi nu­

maralarını benimseyip, biz de tarihimizi numaralandı­ rmaya kalkışsak, işin altı­ ndan çıkamayız. Sadece Cumhuriyet tarihimizi nu­ maralandırmaya kalkışsak bile, tek parti dönemine bi­ rinci, 50-60 yıllan arasına ikinci, 60-80 yıllan arasına

üçüncü, şimdikine de dör­ düncü cumhuriyet dememiz gerekir.

Tarihin akışına bağlı

olarak, insan nesilleri ile bir­ likte insanlann duygu ve düşünceleri, yeryüzündeki yapılanmalarla birlikte de­ ğişiyor. Ama aynı adı taşı­ yan siyasal rejimleri numa­ ralandırmanın kime ne fay­ dası olur ki?

’Cumhuriyetimize, artık

ikinci cumhuriyet diyelim” diyen lafzadeler, Atatürk’ü unuttarmanın, Atatürk

inkılaplannın üzerine sün­ ger çekmenin rüyasını mı görüyorlar? Neden ol­ masın? Lozan Anlaşması’nı karalayıp Sevr’i, methetme­ ye kaşkılan, “Yalan söyle­ yen tarih utansın” diyerek,

I. İnönü’ye asker kaçağı ol­

duğunun iftirasını atanlar Cumhuriyet’i kötüleyip,

Rıza Nur’u parlatanlar çıkmıyor mu? “Cumhuri- yet’e ikinci cumhuriyet adını verelim” diyenlerin bi­ rinci cumhuriyete acaba ne gibi katkıları oldu? Bunu da söyleseler ya.

Ali Dönmcz- Gölcük/Kocaeli

Özürlüler destek bekliyor

Renkli ve dem okratik dediğimiz

genel seçim propagandalarında lider­ lerin ve partilerin özürlü vatandaşlara yaklaşımları samimi ve gerçekçi değil­ di. Hele Ecevit’in engelliler bakanlığı tasarısı oy avcılığından başka bir şey olamazdı. Merkez yoklaması ile tespit ettiği milletvekili adaylarından acaba hangisi özürlü idi?..

Yaşamda sorunlar kişilere göre zik­

zaklar çizmekte, birinin sorunu bir başkasına göre sorun olm aktan çıkı­ yor, hatta eğlence oluyor. Örneğin, tretuvarlar ortopedik ve görmeyen özürlüler için sorun, çocuklar ve genç­ ler için eğlence...

Nüfusumuzun yüzde 10’u özürlü,

buna rağmen gösterilen ilgi ve alaka bu oranın çok altında. Özürlüleri yalnız Özürlüler Haftası’nda değil, de­ vamlı hatırlatacak, güncelleştirecek

çareler geliştirmeliyiz. Bir ortopedik özürlü olarak bu eksikliği devamlı his­ setmekteyim.

Bir müddet önce haftalık bir dergi­ de Görmeyenler Derneği’nin yönetici­ lerinin; üyelerine karşı cinsel tecavüz­ lerini ve yaptıkları yolsuzlukları üzüle­ rek okudum. Diğer taraftan; m alum u­ nuz 1980 diktası geldiğinde kıyıma önce özürlülerden başladı. 1981 Ni- san’ında çıkartılan yasa ile özürlülerin vergi muafiyetini kaldırdı.

Gösterdiğim örnekleri çoğaltmak

her zaman mümkün. Buna karşıt çare­ ler ise kısıtlı. Bana göre bu çarelerin en belirgini basın. Özürlü derneklerini harekete geçirecek, icabında onları de­ netleyecek, özürlüler yararına bir or­ ganizasyon oluşturmak.

İsmail Karakış-İzmir

A V U K A T I N I Z

Bu gelişmeler tehlikeli

Mesleğimizin güçlüğü, sadece ih­ tilaf içinde yaşamaktan ve günleri stres içinde geçirmekten gelmiyor. Özellikle İstanbul’da yaşayan bizleri her gün törpüleyen önemli sorun­ larımız var. Bizler, bunların zaman içinde halledilmesini beklerken, tam tersine yenileri ile karşılaşıyoruz. Ben sık sık her mahallede bir adliye açı­ lmasından yakınmışımdır, bu önemli bir problem, bundan tüm adli çevre rahatsız, keza mahkeme kapılarında beklemekten, dosyaların yığılması-

---ndan, adi iyelerin bina olarak elveriş­

sizliğinden vs. Bunlar saymakla bitmez, ama son zamanlar­ da daha tehlikeli gelişmeler görülmeye başladı, örnek mi? Avukat olarak gidin Sultanahmet AdUyesi’ndeki asliye ceza mahkemelerinden bazılarına tetkik etmek için dosya isteyin, sizden vekâletname isterler. Oysa Avukatlık Kanu­ nu 46. mad. "Avukat, dava ve takip dosyalarını, vekâletname ibraz etmeden inceleyebilir" demektedir. Ka­ nunu hatırlattığınızda, hâkimin emrinin olduğunu söylerler. Yine yasal hakkınız dosyadan örnek alabilmek hakkıdır. Dosyada vekâletnameniz var, fotokopi istiyorsunuz, size fo­ tokopi çekilecek sayfayı verip örnek almanız için hüviyetiniz emanet olarak istenir. Son derece onur kırıcı, kabul edile­ mez bir hareket. Gidin yeni açılan Sirkeci Adiyesi'ne dış duvarında otopark yazısı, bir tarafta "Savcılara ait otopark " diğer tarafta "hâkimlere ait otopark" ya avukatlara.

Bu gösteriyor ki, çok tehlikeli bir gelişme başlatılmıştır, adalet mekanizması içinde iki grup, hâkimlerve savcılar bir

grup, avukatlar ikinci grup olarak ayrılmıştır. Nitekim adli yılın açılış törenlerini avukatların ayrı yapmasına sebep ola­ cak davranışlar, bunun bir başlangıcı olmuştur ve bu teh­ likeli gelişme endişe ile izlenmektedir. Oysa mahkeme de­ diğiniz şey; hâkimi, iddia makamı (yani savcısı veya da­ vacısı) ve savunma makamı (yani avukatı) ile bir bütündür, bir tarafı eksik ise o, mahkeme olmaktan çıkar.

Tamer

Heper

Türk milleti enayi mi, aptal mı

A

ZİZ Nesin!. Çocuğu, büyüğü

biklikte güldüren usta!.. Ağızla­ rı tavanına kadar açtıran bir ko­ nuşma patlattı, Hürriyet gazetesinde:

“Türkler aptaldır, enâyidir, tembel­ dir. Atatürk de bunun böyle olduğunu biliyordu ama..”

Sevgili basınımızda hafta boyun­ ca sayın dost Oktay Ekşi’den başka eleştiri ya da hayret görü­

nümlü hiçbir yazıya rast- layamadık. Kimsenin gıkı çıkmaması düşündürücü. Yazarı hafife mi aldılar? Onayladılar mı yoksa? Sanmam. Geriye son yılların İki modası kalıyor:

Atatürk’ü bir ucundan di­

diklemeye yeltenmek.

Türk ulusunu, “köylü, göç­ men” gibi horlamalarla

küçültmeye çalışmak. Bir moda konusu daha var: Türk Silahlı Kuvvetleri iki askeri darbeden yana zâti rahatsız, ezikliyken iki eski Genelkurmay Baş­ kanı, “Sivil yönetimin em-

rindeyiz” derken ve Gü­ reş Paşa, “Türkiye’de darbe yapmak isteyenler benim cesedimi çiğneme­

den bu işe ulaşamaz” diye, en içten­

likle duygularını, üstüne bastıra bastıra belirtirken artık rahat ol­ malıyız.

Atatürk için, din sömürücüleriyle bazı çiğ kalemlerin bir şeyler kusaca­ ğı aklıma gelirdi de O’nu, yüzlerce kez övmüş bir insanın, bu çarpık ve pis modada yerini alacağı hayal bile edilmezdi.

HER NEYSE EFENDİM

AZİZ Nesin’in, Türk ulusunu “ena­

yi, aptal ve tembel” olarak nitelemesi

daha da ilginç. Bir paradoksalizmin içine mi batmış yoksa? Türk ulusu akıllı, zeki ve çalışkan olmasaydı, yeni bir Türk devleti nasıl kurulabilir­ di? Yedi düvel, kıçına tekme yemişçe- sine, İstanbul’dan ay-yıldızlı bay­ rağımızı selamlayarak nasıl kovulup giderdi? Bu asker, ona cephane taşı­ yan ve hazırlayanlar, Atatürk’ten önce başlamış yöresel halk savunma ve başkaldırıları olmasaydı, o dehâ, sonuca nasıl ulaşırdı?

Mustafa Kemal ve Türk milleti de­

nen bu iki aziz varlıktan bir çendik ko­ parabileceğini sananların elleri, bir- gün dersini alacaktır; şimdilik bunu geçiyoruz.

KENDİME TAKTIM

ON kez adını değiştirerek, küçük­ lerle büyükleri, aynı zamanda büyü­ leyerek kalem kullanan yazar, akıllı olmayacak da ben mi olacağım? Yok­ sa ben de mi aptalım? Kursağına ha­ ramın lokmasını sokmadan bugünle­ re gel, hemen her büyük gazetede yaz, yıllarca liselerde, üniversitede hocalık yap. İzmir kentinde Belediye Başkan yardımcılığında bulun. Türki­

ye dışından, içinden elliye yakın ni­ şan ve plaket al. Ve eşinin babasın­ dan kalan hisse olmasa, içinde barı­ nabildiğin bugünkü evine de sahip olama..

Yoksa usta haklı mı? Bencileyin binlerce insan, ters doğrultularda yön tutmuşlar karşısında enayiliği mi oynuyoruz? Elinde kalem var ya! ön ­ ce Demirel’e gözdelik et. Sonra özal’a dön, daha sonra yeniden Demirel’in eteğine yapış. Derken, genç Mesut Yılmaz’dan yana saf tut. Sonracığıma efendim, iki sol partide de başkanlık için kisvet bürü­ nüp kaidesi üstüne otu­ ran, rakipsiz bir CHP’de başkan olunca Demirel’e,

“size engel olmayacağız"

diyen, üç gün sonra “sert

muhalefete geçeceğim”

diye bayrak açan bir genel başkanın yağcılığına baş­ la.. Eee! Çoğunluk hemen bu yoldayken, bizim gibi­ lerin enâyiliğine, aptallığı­ na mı işaret ediyor acaba

Aziz Nesin?

ULUS’A YAYAMAYIZ

SAYIN Nesin’in, aptallığı, Türku- lusuna yaymasıdır çirkin olan. Yoksa toplumuzda enayiler çok. Nesrin Si­

pahi, Serap Mutlu, Meral Uğurlu gibi

musikimizin birçok yıldız sanatçısı soyunsalar, kıvırsalar, Türk müziğin­ den başka her şeye benzeyen o mü­ zik bulamaçlarını, televizyonlarda satışa çıkarsalar, enayiliklerden kur­ tulmuş olmazlar mı? Kültür Bakanlığı korolarının altın sesli solistleri, ha­ nım hanımcık giysilerini fırlatsalar, Dede'lerden Hacı Arif beylerden fa­ lan vazgeçseler daha az enâyi ol­ mazlar mı? Bir Avni Anıl, Salahattin

İçli o pırıl pırıl sanat kokan yıldız bes­

telerinin televizyonda geçmezliğini görüp pestenkerânî laflara aşıre- mento melodiler ekleseler de kendi­ lerine enâyi dedirtmeseler olmaz mı?

Sen Şardağ, birazcık da besteci geçiniyorsun. “Aşkından yandım -

Kendimi deli sandım” gibi zırtapoz

besteler döktürsen ya!

Ey yüz binlerce, milyonlarca ena­ yi! Ey Şardağ gibi aptal sürüsü! Yuh olsun size! Bir Atatürk tutturmuşsu­ nuz! Baksanıza, beş kez ad ve soyadı değiştiren, Atatürkçülüğü kimseye bırakmazken, yüz seksen derece kı­ vırtarak Atatürk düşmanlığı, asker düşmanlığı modasına katılan Zübük’- çü ustaya!

Anadolu’nun dört bucağından ge­

lerek İstanbul’da yeni İstanbul kent­ leri kuran Aziz Nesin aptalı (!) köylü kardeşlerimiz! Bu akılsızlığımız için size de, size de yazıklar olsun!

Geçmişin Tanrı delisi olan abdâl’- lara bulaşamadık. Değerli yazarın gözünde de aptallıktan kurtulamadık.

Ne talihsizlik!.

R ü ştü

ŞARDAĞ

(2)

f

• ■ —»

dizi

MİLLİYET 9 EKİM 1992 CUMA

17

Mustafa Kemal'in

denizaltısı

İstanbul a demir atan İngiliz deniz filosunun baş ağrısı bir denizaltıydı

Tam bir

korsan

gemi

görevini

üstlenen

denizaltı,

Boğaziçi'n­

de ve

Karadeniz'

de dalıp,

çıkıp

dolaşıyor,

arada ticaret gemilerini vuruyordu

Dört İngiliz savaş gemisi, Mustafa

Kemal'in bir görünüp bir kaybolan

denizaltısım aramaya koyuldu ama

bir türlü ele geçiremedi

Ernest Hemingway, Toronto Star adlı Kanada gazetesi için hazırladığı röportajda. Türklerin cesaretinden övgü ile söz ediyor

İ

NGİLİZ filosunun, Marmara’dan İstanbul Limam’na demir atma­ sından az önce, İstanbul’u yo­ ğun bir panik duyusu kap­ lamıştı. Türk parası, değeri bir süre roket hızıyla yükselen, bir- süre ise tepetaklak olan bir pa­ raydı. AvrupalI ve Hıristiyan yığınların sözcüklere sığamayan korkusu, kıyım olasılığıyla bağlantılı bir korkuydu. Her yerde "Kıyım var” , "Kıyım kaçınılmaz" söylentisi çalkalanıyordu. Birdenbire, ori renkli savaş gemileri, dalgalanan Ingiliz bayraklarıyla tüm denizi çem­ berlediği zaman, İstanbul sakinleşiver­ di. İstanbul’da, Mustafa Kemal’in tem­ silcisi olan Hamld Bey’in, dolaşan kı­ yım söylentilerinden kuşkusuz haberi olmalıydı. Ingilizler, "Eğer kıyım olur­ sa, İstanbul’u yakıp-yıkarız” tehdidini savurdukları için, bir blöf bile olsa, bu tehdidin Türklere çekingenlik verdiği besbelliydi.

İşgal güçlerinin, biz savaş muhabir­

lerine olan davranışı, ayrıcalıklarla ve özel tercihlerle iç içe bir davranıştı, ö r­ neğin, Ingiliz Amirali Jelllcoe, kendisi­ nin filo başkomutanlığına karşı çıkan Daily Mail muhabirinden hazetmediği için, bu gazeteciye sürekli engeller çı­ karıyordu. Amiralin kızgınlığını önce­ den kestiren ve bu tepkinin güçlüklerini sınırlamak isteyen Daily Mail muhabiri, Deniz Gücü Kurmay Başkani’ndan “ Bu

ERNEST HEMINGWAY

İSTANBUL’DA

gazeteciye her kolaylığı gösterin” emri çıkarttığı için, hiçbir kaygı duy­ muyordu. Gazeteciye verilen özel emri, can sıkıntısı içinde okuyan Ami­ ral, "Bu adamı gitmek istediği her yere götürün” dedikten sonra, gazete­ ciye şunları anımsattı: “ Bu emirde, sana sadece ulaşım kolaylığından söz ediliyor. Konfor ve yiyecekten bahse­ dilmediğine göre, kıyıya gidip, bir bak­ kal dükkânı bul, ya da kendi oltanla balık avla.”

İstanbul’a demir atan Ingiliz deniz

filosunun en büyük kaygısı, Mustafa

Kemal’in tek denizaltısıydı. Lenln’in, Mustafa Kemal’e armağanı olan bu

denizaltının Rus kaptanı, Mustafa Ke­

mal’in buyruğunda savaşmayı pek uy­

gun bulmayınca, kaptanın Bolşevik komutanı "Odesa’ya geri döndüğünü duyarsam, seni ipe çekerim" diye de­ nizaltı kaptanını hizaya getirecekti.

Mustafa Kemal’in denlzaltısına büyük

tepki gösteren Ingiliz filosu, "deni­ zaltının, görüldüğü yerde hemen batırılması” emrini aldı. Karadeniz’e açılan dört Ingiliz savaş gemisi, Mus­

tafa Kemal’in denizaltısım aramaya

koyuldu, ama bir görünüp bir kaybolan denizaltı, izini kaybettirmeyi başardı.

Daha sonraları, Mustafa Kemal’in

denizaltısının, Trabzon açıklarına gel­ diği duyulmuştu. Tam bir korsan gemi görevini üstlenen denizaltı, geçen

yol-PerleyenîEngm Aşkın

m

cu ve ticaret gemilerini durduruyor, özellikle Rus kaptan ve mürettebat, refah içinde bir emeklilik için, deni- zaltıyı ganimetle dolduruyordu. Ingi- lizler, bu ele avuca sığmaz deni- zaltıyı yok etmek için altı büyük dest­ royere görev verdiler. Mudanya Kon­ feransının sürdüğü o sıralarda, Mus­

tafa Kemal’in denizaltısının Boğaz’a

geldiği haberini değerlendiren bir Ingiliz savaş gemisi, denizin Asya kıyısını denetlerken, içi silahlı Türk­ lerle dolu ve İstanbul’a yol alan bir­ çok motoru ele geçirdi.

Savaş gemisi komutanı, daha

sonra gece karanlığında kıyıya yana­ şan büyük bir motora ateş açacaktı. Ortalık sessizliğe kavuşunca, kıyıya bir komando ekibi yollayan Ingilizler, kumlara çıkış yapan büyük motorun içinden, karaya çıkan bir atlı gördü­ ler. Projektörlerini motora yönelten Ingilizler, Fransızca konuşan birTürk subayından şu sözleri duydu: "Bey­ ler, biz Kemalist güçlerden bir süvari kıtasıyız ve buraya, size, Mustafa Ke­

mal ordusunun gücünü göstermek için geldik.” Mustafa Kemal’in asker­

leri “ tarafsız bölge” içinde olduk­ larını hatırlattıkları için, Ingilizlerin yapacakları başka bir şey kal­ mamıştı. O sıralar, tüm Ingiliz or­ dusu, Mustafa Kemal’i kışkırtmamak ve savaşı uzatmamak için özel bir çaba gösteriyordu.

Mustafa Kemal'in denizaltısı,

yakalanmadan, Boğaziçi’nde ve Ka­ radeniz'de dolaşadursun, bir gece yarısı, Bebek önünde, içinde kadın kılığına girmiş bir yığın Kemalist sa­ vaşçı ele geçirildi. Bebek önünde de­ netlenen motorda, İstanbul'un kurtu­ luşu ardından Türk halkını örgütleme amacıyla yollanan Türk subayları bu­ lunuyordu. Tüm basına uygulanan sansür kaldırıldığı için, gazeteciler sevinçten dans ediyorlardı. Kema- listler, her bölümde İstanbul’a sızmayı korkusuzca sürdürdüler.

YA R IN I

---İŞGALCİLER E DİRENİŞ

(3)

dizi

MİLLİYET 10 EKİM1992 CUMARTESİ

17

t - ■

Türk-Ingiliz subay lan

çatışm ası

İstanbul yakınlarına kadar sokulan

,

Türk

kuvvetlerine gözdağı vermek isteyen İngiliz

kom utana

,

Türk subayı sert çıktı

A

VRUPA’dayken, marck’ın şu sözlerini sık Bis- sık duyardım: “ Balkanlar ve çevresinde gömleğini pantolonun içine sokan her kişi hırsızdır.” Bu sözlerdeki yargının dışında kalan kesim köylüler olduğuna göre, bölgede 'beyefendi’ kılığındakile- rin nasıl yozlaştığını simgeliyordu. İstan­ bul’a gelir gelmez, Bismarck’ın sözleri­ ne hiç uygun olmayan ve Mustafa Ke­ mal’in güç simgesi sayılan Hamid Bey’le tanışacaktım. O dö­

nemlerde, Ankara hü­ kümetinin belki de en güçlü adamlarından biri olan Hamid Bey, Topkapı Sarayı’nın arka bölümlerine dü­ şen bir semtte, Kızılay binası içinde görev yapıyordu. Fransız sermayeli Osmanlı Bankası’nın bol maaşlı yöneticilerinden biri olan Hamid Bey'e, "Ka­ nada hükümeti, Musta­ fa Kemal'in İstanbul’a girmesi ardından, Hı­ ristiyanların kıyıma uğ­ raması olasılığına ilgi duyuyor” dediğim za­ man, “ Size tabloyu an­ latmam yararlı olacak” diye yanıt verdi.

"Kentteki Türk halkının elinde tek bir silah yok. Evlerini cep­ haneliğe dönüştüren­ lerin hepsi, bizim söz­ de yurttaşımız olan Hı- ristiyanlardır. Mustafa Kemal ordusunun asla kıyım yapmayacağını belirtmek istiyorum size. Kıyımı yapanYu­

nan ordusu ve Rumtardır. özellikte Trak­ ya'da kıyıma uğrayan Türkler, bu bölgeyi

hemen ele geçirmemizin ana nedeni ol­ muştur." İri yapılı ve gri bıyıklı Hamid Bey, kolalı gömleği ve kirpi biçimi kısa

İstanbul “Mustafa

Kemal geliyor”

sözleriyle çalkala­

nıyor. Bu da Rum,

İngiliz ve Fransız

azınlığı tedirgin

ediyordu

Türk askerinin

tarafsız bölgeye

girdiği duyulunca

İngiliz işgal

kom utanı

H arington, İsm et

P aşa'ya hemen

uyarı telgrafı çekti.

İsm et Paşa

duym azlıktan

geldi...

£

saçlarıyla etkileyici br görünüme sahipti. Pürüzsüz Fransızcasıyla ve kendinden çok güvenli sesiyle “ Mösyö Hemingway, durum budur ve uyduruk haberlerden lütfen kaçınınız” diye tamamladı sözleri­ ni.

İşgal güçlerinin kentte oluşturduğu yetenekli güvenlik güçlerine karşın, Kı­ rım’dan, Mısır’dan İstanbul’a yerleşmiş bazı kabadayıların, Kemalist coşkuyu bahane edip olay çıkarması, yaygın bir korkuyu belirliyor. Mustafa Kemal’in İs­ tanbul’daki bir başka görevlisi, İstanbul'­ da tıpkı Anadolu'daki gibi içki yasağı uygulana­ cağını söyledi. Nitekim, Bursa ve dolaylarında ak­ şam saat 20.00’den sonra, Mustafa Kemal’in iskam­ bil ve tavla oyununu sakladığı biliniyor, yandan, İzmir’deki ünlü bir Amerikalı tütün fabri­ katörünün, Mustafa Ke­ mal'e 8 şişe konyak hedi­ ye ettiğini söylediler bana. Artık İstanbul’da 'Mustafa Kemal geliyor’ sözleri yankılanıyor. Boğaziçi’nin Asya yakasına 1 günlük uzaklıkta olan Kemalist güçler, İsmet Paşa'nın Mudanya Konferansı’nda alacağı sonucu bekliyor. Her yerden yıldırım hızıyla geçen Türk süvarileri, Bo­ ğaziçi yakınlarındaki "ta­ rafsız bölge” nin hemen yakınına geldiler. Bazı Türk birliklerinin Beykoz sırtlarında izlenmeye baş­ ladığını duyuyoruz. Bu olasılığı ciddiye alan Ingi- lizler de asker yığıyor Beykoz’a.

Taşköprü, Tavşancık, Ömerli ve Armudlu gibi küçük köylere ulaştığı bilinen Kemalist- ler, Ingilizleri yeni önlemlere zorladı. Köprüleri ve büyük yol kavşaklarını ha­ vaya uçuruyordu Ingiliz askerleri. Kara­ deniz kıyısında Şile açıklarına demir

atan büyük bir Ingiliz savaş gemisinin Mustafa Kemal'in subaylarını korku­ tacağı sanıldıysa da, sonuç beklenenin tersi oldu. Karaya çıkan ve Türk askerle­ rinin yöreden çekilip gitmesini isteyen Ingiliz komutana, Kemalist subayın şu yanıtı erdiği duyuldu: “ Burası bizim top­ rağımız, siz çekilin isterseniz." Ingiliz ko­ mutan gemisine döndükten sonra, her iki taraf birbirlerine yönelik silahlarıyla bek­ lemeye başlamıştı.

Daha sonra Türk askerlerin “ tarafsız bölge"ye girdiği duyuldu. Ingiliz işgal ko­ mutanı general Harrington, İsmet

Paşa’-ya hemen bir uPaşa’-yarı telgrafı çekti ama, İs­ met Paşa'nın bu tehdide kulak asacağı beklenmiyordu. Adalar çevresindeki va­ pur seferlerini yasaklayan Ingilizler, bir bölümü kendi işgal sınırları içindeki Hı- ristiyanlarla birlikte, kendi denetim alan­ ları dışındaki Hıristiyanları Moda semtin­ deki bir kampa yerleştirdiler. Ortalıkta yaygınlaşan bir başka söylenti, Çanak­ kale dolaylarında kümelenmeye başla­ yan binlerce Kemalist piyadenin, büyük bir cephe açtığıydı.

YARIN: İŞGALCİLER PANİK İÇİNDE

İşgal altındaki İstanbul'da kurşuna dizilenlerden birisi..( solda 9) Emest Hemingway gazeteciliğinde de daima savaş gibi hareketli ve heyecanlı olayları izlemekten hoşlanırdı(üstte)

D Ü Ş Ü N E N L E R İ N D U S U N C E S I

Türk kızları yeniden Harbiye’de

Şenay GUNAY

Hava Pilot Albay (E)

T

AM 37 yıl sonra, Harbiye’nin, kızları­mız için bir daha açılmamak üzere ka­ pandığı söylenen kapıları yeniden ara­ lanıyor. Son günlerde yasalaşan ve Türk kız­ larının harp okullarına kabulünü sağlayan karar, koalisyon hükümetinin, demokratik­ leşme yönünde attığı adımlara paralel ola­ rak, temel hak ve özgürlükler konusundaki kararlı tavrını yansıtmaktadır.

Türk kadınına muvazzaf subaylık hakkını 1955’te tanıyan, ancak, bu hakkı, 1960 ihtilali sonrasında hiçbir neden göstermeksizin Türk kızının elinden alan anlayış, darbelerin, demokrasiyi ne denli kesintiye uğrattığının, en somut ve çarpıcı örneklerinden birini teş­ kil etmektedir.

GEÇMİŞTEKİ UYGULAMA

1955’li yıllardı, ilk kez, bir avuç genç Türk kızının yasalarımızdaki bir boşluktan yarar­ lanarak, harp okullarına girmeyi başardığı yıllar. Yüce Ata'nın ruhunun, üzerimizde hâlâ buram buram tüttüğü o yıllar, harp okullarına kabul edilen ve Harbiye’deki eği­ timleri sırasında, cinslerine özgü hiçbir ayrı­ calık tanınmadan, kendilerine, erkeklerle birlikte aynı program uygulanan kızlarımız, aynen erkek arkadaşları gibi fişeklik takarak, postal giyerek ve de silah kuşanarak, piyade ve atış talimlerine katılmışlar, yine hep bir­ likte, kardeşçe, aynı karavanaya kaşık salla­

manın mutluluğunu yaşamışlardır.

1956-61 yılları arasında, Silahlı Kuvvetlen­ in çeşitli kademelerine, 7 devre mezun veren bu uygulamanın, 1960 yılında yasaklanmasıy­ la, tarih önünde, hem Atatürk ilkeleri, hem de, insan hak ve özgürlükleri açısından, geri bir adım atılmıştır.

OLAYIN TARİHİ ÖN EM İ

1- Bu atılım içerisinde, Türk Silahlı Kuvvet- leri’nin, o yıllar dünyada, hiçbir ülkeye nasip olmayacak bir olayı gündemine alması ve ilk kez 2 kadın harp pilotunu ordusunda yetiştire- bilmesi o dönem için gözardı edilemeyecek bir gerçektir.

2- Bugün bile, bazı çevrelerce, “ Baruta kıvılcım atılıyor” veya, “ Al kızları askere...” bi­ çiminde yanlış algılanan konu, bundan 37 yıl öncesinde başarıyla gerçekleştirilmiş, bağ­ nazlığın, irticaın, dinsel baskının, daha da bü­ yük boyutlarda olması gereken bir dönemde, yalnız kadınlar için değil, tüm Türk toplumu için tabu kabul edilen bir ocakta ve de tüm dün­ yanın gözleri önünde, gelişmekte olan bir ül­ kenin, peçe altında kabul edilen kızlarıyla er­ kekleri, yan yana, omuz omuza, dirsek dirse­ ğe, silahlı piyade eğitimi görmüşlerdir.

3- O günleri aktif biçimde yaşayan biri ol­ mak sıfatıyla, şurada vurgulamayı borç bildi­ ğimiz önemli bir nokta da, neredeyse yarım asra yakın bir zaman öncesindeki bu uygula­

manın, Türk toplumu ve Türk askeri tarafın­ dan yadırganmak şöyle dursun, ordusuyla adeta bütünleşmiş ve özdeşleşmiş bir, "ka­ dın asker” olgusuna, saygıyla baktıkları ve onu, bağırlarına bastıklarıdır.

SONUÇ

1- Türkiye'de askerliği erkek mesleği olarak görmek isteyen birtakım kökleşmiş inançlar dolayısıyla, kadından subaylık hak­ kını esirgeyen görüşlere, çağımızda artık yer kalmadığının anlaşılmış olması, sevindirici­ dir.

2- 1985'te, Türkiye’nin de imzaladığı, "Kadınlara karşı her tür ayrımcılığın önlen­ mesi uluslararası sözleşmesi” ne uygun dü­ şen bu yasayla, Türk kadınına yapılan tarihi birhaksızlıkancak, iki binli yıllara çeyrek ka­ la düzeltilmiş olmaktadır.

3- Bu yasayla getirilecek uygulamada, bir önceki dönemin talihsizliğinin yaşanma­ ması için, olayın boyutları en ince ayrıntıla­ rıyla etüd edilerek işe başlanmalı ve konu, “ Türk gibi başla” sözünü haklı kılmayacak biçimde programlanmalıdır.

4- Başarısına, tarihin de tanıklık edebile­ ceği bu uygulamayı, terkedildiği zaman tü­ nelinden kurtararak yeniden canlandıran ve Türk kızlarına Harbiye’nin kapısını ikinci k e z . aralayan bu yasanın, ülke savunmasında "Ben de varım” diyen tüm Türk kadınlarına hayırlı olmasını diliyoruz.

S O Z O K U R U N

A V U K A T I N I Z

Fındık üreticisi, vaatleri bekliyor

Fındık üreticisi en az di- bağışıklık kazanmadı mı? ğer gruplar kadar perişan, Varsın bir daha, bir daha şaşkın ve umutsuzdur. Zaten kandınlsın ne çıkar? Gel gör hep umut dağıtılıp kandı- ki, her yıl olduğu gibi yine Imadı mı? Bunda da Fiskobirlik muntazam

öde-Saglık Personeli Önlisans ’

programına ilişkin açıklama

Gazetemizin 24.9.1992 tarihli sayısında yaymla- | ııan “Sağlık Personeli önlisans Eğitimi” program ı­ na ait okuyucu m ektubuna karşılık Sağlık Ba­ kanlığı Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirliği’nin açı­ klaması şöyle:

“ 1992-1993 eğitim-öğretim döneminde Ba­ kanlığımız ile Anadolu Üniversitesi Açık öğretim Fakültesi arasında işbirliğiyle uygulanan ‘Sağlık Personeli önlisans Eğitimi’ programına ‘Yüksek öğretim Yürütme Kurulu’nun 17.8.1992 tarihli ka­ rarı uyarınca öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi

(ÖSYM) tarafından yapılacak giriş sınavı ile öğrenci

alınacağı;

Sınava sadece sağlık meslek lisesi veya muadili sayılan okullardan mezun olup, başvuru tarihinde sağlıkla ilgili bir kurumda fiilen çalışmakta olanların başvurabilecekleri; başvuruların 19.10.1992 - 30.10. 1992 tarihleri arasında İl Sağlık Müdürlükleri’ne yapılacağı bildirilmiştir.”

Sağlık Bakanlığı Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirliği

me yapmıyor. Fındık taban fiyatı 9.000.- TL. Fonlar geç de olsa göstermelik düşürül­ dü. Taban fiyatlar hep TL olarak ilan edilir. Fonlar ise dolar olarak söylenir, açı­ klanır. Her ne hikmet ise bu­ rada da halk aldatılır, yanıltılır.

Devlet sözüne sahip çıka­

rak, Fiskobirlik zamanında para ödemeyince, üretici, ça­ resiz tüccarın insafına terke­ dilmiştir. Bu ne menem iştir? Nerede o sözler ve gerçekler, nerede o sözlerin sahipleri? Varsa bilen, gören beri gelsin. Aranıyor, sorumlular aranı­ yor. Aranıyor sözünü tuta­ cak devlet adamı aranıyor. Aranıyor, aranıyor...

Olayların gerisinde kalmış yetkili, sorumlu, neyi, nasıl çözecek? Halk ve sömü­ rülenler kime, neye güvene­ cektir? Daha üç-dört gün önce icranın başı Sayın Başbakan, grubunun millet­ vekillerine veya Meclis’in tüm vekillerine vaatlerinin çoğunun gerçekleştiğini ve özellikle de peşin ödemelerin gerçekleştirildiğini kürsüden ifade etmiyormu idi? Öyleyse birimiz gerçeği söylemiyoruz. Hangisi doğru?

Adü Ateş-Ordu

Florya, su

sesine

hasret

Florya Polis Eği­

tim Merkezi önünde bulunan Hakan Apartmanı’nda 8 yıldır oturmaktayım. Oturduğum günden beri devamlı su sıkıntısı çekeriz. Yaz ve kış gündüz, katiy- yen sular akmaz. Gece 01.00-02.00’de gelir, sabah 06.00’da gider. Ancak iki aydır mus­ luklarımızdan bir damla su akmamıştır. Şimdi yetkililere soruyorum: Hani İstanbul’da 3 yıl su sıkıntısı çekilme­ yecekti. Herkes şakır şakır bahçe sulayıp, araba yıkarken, bizler daha ne kadar bekle­ yeceğiz? Çektiğimiz çile ne zaman sona ere­ cek?

Makbule Sözen-Flor- ya/İST.

Biraz uzun sürebilir

. Eşim Mersin 'deki bir gayri menkulü­

nü benim adıma tescil ettirdi ve 10 ay kadar sonra veiat etti. Bu yeri bana veri­ şinin sebebi vardı. Kendisinin dışarı ha­ yatı vardı çok para harcardı. İşte bu sıra­ larda bana ait babamdan kalan birkaç gayri menkulü vo bileziklerimi satıp aldığım daireyi de satıp parasını ken­ dine harcamıştı. Ama bütün bunlar gö- rülmedi de ilk eşinden olan çocukları

Tamer

tapu iptal davası açtılar. Dava iki celse-

_ _ dir sürüyor, önce davacı tanıkları

din-tleper

lendi, şimdi bizimkiler dinlenecek.

Da-... ■■ — ■vacı tanıklarından biri, bana sattığı bu

gayri menkulden para aldığını söylemiş. Bu konu hakkında bana yardımcı olur musunuz?

A.K.-Mersin Sizin durumunuzda olan biri aleyhine iki tür davadan biri açılmıştır. Birincisi tenkis davasıdır kİ, aile tablonuzdan gördüğüm mirasçıların oldukça kalabalık olduğu. Bu du­ rumda dava açan ilk hanımından olan çocuklara mahfuz his­ se olarak büyük bir pay düşmeyeceği. Ayrıca böyle bir dava­ da sizin para olarak ödeme yapmayı tercih hakkınız var. An­ cak açılan dava büyük bir ihtimalle tenkis davası değil İptal davası, yani satış İşleminin iptali talep olunuyor.

Bu durumda yapılan devir işleminin muvazaa olduğunu ispat gerekiyor. Yani devir işlemi tapuda satış gibi gösterilip gerçekte para almadan adınıza tescil yapıldığı İddiası var. Ama davacı tanığının sözleri sizin lehinize, yani satıştan eşi­ nizin eline para geçtiği söyleniyor, bu şekilde sizin tanı­ klarınız da beyanda bulunacak öyle görüyorum. Dolayısı ile böyle bir davada muvazaa iddiasını ispat biraz zor gibi görünüyor. Ancak davayı kaybetmeniz halinde davacılar miras paylarına sahip olacak, bu da sizin dörtte birlik hisse­ niz çıktıktan sonra geri kalan dörtte üçün yarısı.

Sizin davanız daha ikinci celsesinde ama öyle kolay ko­ lay biteceğini de sanmıyorum, benzer bir davam tam on üç sene sürmüştü aklınızda bulunsun.

ENFLASYON ÜZERİNE

E

YLÜL/1992 ayında fiyat artış oranının yüksek çıkması, şaşırtıcı olmadı. Türk ekonomi­ sinin özelliklerini bilenler, güz ayları­ nda fiyat artış oranının yaz ayları­ ndan daha yüksek gerçekleşeceğini öngörüyorlardı. Türkiye’de ciddi eko­ nomistler zaten 1992

yılında enflasyonun dene­ tim altına alınabileceğini, fiyat artış hızının belirgin bir şekilde düşeceğini beklemiyorlardı. Politik havaya göre yorum ya­ panlar ise, kamuoyunda enflasyon bir önceki yıla göre düşecek gibi bir hava yaratmaya çalışıyor­ lardı.

Enflasyonun düşmesi, kontrol altına alı­ nabilmesi için ciddi ön­ lemlerin alınması, politi­ kaların izlenmesi gerekir. Ciddi hiçbir önlem alı­ nmadığı, etkili politikalar izlenmediği halde enflas­ yon düşseydi, işte o za­ man gerçekten mucize olurdu. Bilimde mucizeye

yer yoktur. İktisat bir bilim ise, bura­ da da mucize beklenmemelidir.

Türkiye, son yıllarda ekonomi alanında da sürekli yanılmıştır veya yanıltılmıştır. Enflasyon konusunda da iki yanılgıdan söz edelim:

(i) “ Türkiye'de enflasyonun temel nedeni kamu kesimi finansman açı­ klarıdır. Bu açıklar kapatıldığında Türkiye'de enflasyon tek sayılı düze­ ye iner.

(¡i) Türkiye, 20-25 yıl önceleri dü­ şük enflasyonla yüksek büyüme hızları sağlamıştır. Aynı şekilde bunu 1990'lı yıllarda da gerçekleştirebilir.” Türkiye’de kuşkusuz kamu kesi­ mi finansman açıklarının enflasyon üzerinde önemli bir etkisi vardır ama, enflasyonun tek nedeni de kamu ke­ simi finansman açıklan değildir. Ge­ rek dünyanın, gerek Türkiye’nin ko­ şulları 20-25 yıl öncesinden çok farklıdır. Günümüzde ülkemizde enf­ lasyonla savaşım çok daha zordur. Geçmişte sabit kur, idari kararlarla saptanan hatta negatif olan faiz had­ di, sınırlı bir dış borç yükü, gelir çe­ kişmesinin ılımlı olması, enflasyonun denetim altına alınmasını kolay­ laştırıyordu. Günümüzde ise esnek kur; esnek faiz; 50 milyar doları aşkın dış borç; 100 trilyon TL’yl aşkın ve sü­ rekli kabaran iç borç, çöken KİT’ler, hızlı şehirleşme, yatırımlardaki çarpıklık, yatırım dağılımının üretken yatırımlar aleyhine değişmesi, gelir çekişmesinin keskinleşmesi, ücretli­ lerin, sermayedarların, işadam­ larının ulusal gelirden daha fazla pay

T

alma kavgaları, tüm bunlar enflas­ yonla savaşımı zorlaştıran etkenler­ dir.

Türkiye’de ciddi bir şekilde enf­ lasyonla savaşım düşünülüyorsa şu önlemlerin ve/veya politikaların bir­ likte düşünülmesi gerekir:

• Türkiye’de yurt dışına mal ve hizmet satı­ şları ile yurt dışından mal ve hizmet alımları arası­ nda denge sağlan­ malıdır. Daha teknik b ir deyişle Türkiye cari iş­ lemlerde açık vermekten kurtulmalıdır. Cari işlem­ lerde açık, kur üzerinde baskı doğurarak mini de­ valüasyonlarla maliyet artışlarına da yol açtığı gibi, Türkiye’yi yüksek fa­ izli dış borçlanmaya zor­ lamaktadır. Dış açıkları kapatmak ve rezerv tut­ mak için yüksek faiz öde­ mek, ekonomiye ilave bir yük getirmektedir.

• T.C. Merkez Ban­ kası bilançosu düzeltil­ meli, TCMB’nin döviz varlıkları ve döviz yükümlülükleri dengeli hale getirilmeli, bankanın kur riski oranı sıfırlanarak bankanın akti­ finde bir ur gibi büyüyen parasal ge­ nişlemeye yol açan değerleme farkı veya devalüasyon zararları dondu­ rulmalıdır.

• Türkiye’ye tasarrufların ulusal gelire oranı yükseltilmelidir. Türkiye tasarruflarını artırıp bunları verimli yatırımlara dönüştüremediğl sürece sorunlarını sürekli bir çözüme kavuş- turamaz.

• Yatırımların dağılımı değiştiril­ meli, üretken yatırımların (imalat sa­ nayii, enerji, tarım) toplam yatırımlar içindeki payı yükseltilmelidir.

• Vergi gelirleri artırılarak İç borçlanma sınırlandırılmalı veya dondurulmalıdır.

• Gelir çekişmesi hafifletilmeli, ücret-flyat veya kâr-fiyat artışı sar­ malına yol aşılmamalıdır. Amaç, ulu­ sal geliri hızla büyüterek, verimliliği artırarak, kaynakları daha İyi kulla­ narak, ücret ve kârları yükseltmek ol­ malıdır. Üretimi ve verimliliği artı­ rmadan ücret ve kârları artırmaya çalışmak, ekonomide fiyat baskısına yol açmaktadır.

Enflasyonla savaşım çok yönlü olarak, maliye politikası, para politi­ kası, kur politikası, yatırımların dağılımı, gelirler politikası ile birlikte ele alınmalı, sorun, 'Enflasyonun ne­ deni kamu kesimi finansman açığıdır’ gibi çok basite indirgenme­ melidir.

(4)

DİZİ

MİLLİYET 11 EKİM 1992 PAZAR

ERNEST HEMINGWAY

İSTANBUL'DA

V *

Trakya bölgesinde yaşayan

Rumlar korkudan evlerini

terk edip Yunanistan'a göç

ediyorlardı

* %

Derleyem Engin Aşkın

İşgalciler panik içinde

T

ARAFSIZ anılan yörede, Ingiliz ve bölge" diye Türk askerlerini savaşa zorlayacak gerilimin art­ tığını izliyoruz. Mustafa

Kemal’e, "Askerini çek”

diye mesaj yollayan Ingiliz başkomutan, çok sert bir yanıt aldı. Çanakkale’den ay­ rılmasını isteyen Ingiliz komutana, sert dille yazılmış bir ültimatom yollayan

Mustafa Kemal, "Asya kesimindeki tüm

Ingiliz askerlerinin hemen geri çekilme­ sini” istiyordu. Ortalıkta savaş olasılığı­

nın arttığını söyleyenler çoğalıyordu.

İstanbul’a taze güç olarak getirtilen

Ingiliz alayı, kentteki Ermeni ve Rumları heyecana boğdu. Başlarındaki fesleri atıp, şapka giymeye başlayan bu kesim yurttaşlardan bazıları "Ne olur ne ol­ maz” tedbirliliği içinde, fesleri dolapları­ na saklamayı seçtiler. Artık sık sık İstan­ bul üstünde uçmaya başlayan Ingiliz uçakları, büyük heyecan yaratacaktı kentte. İstanbullu Türklerln isyana kal­ kışması olasılığı, gelen yeni Ingiliz as­ kerlerinin varlığıyla azalırken, Hıristi­

yanların kaçış paniğinden kurtulduğu iz­ leniyordu.

G E R İL İM KENTİ

Mudanya Konferansının savaş ve

barış arasında hangi seçeneği doğura­ cağı bilinmemekle birlikte, Trakya soru­ nu taraflar için pürüz olmaya devam edi­ yor. Avrupa’ya yönelen bölümde, Edirne kentini isteyen Mustafa Kemal, ödün ver­ mez İsmet Paşa’yla ısrarlarını sürdürü­

yor. Trakya’dan tüm Rumların çıkması seçeneğini gündeme getiren İsmet Paşa, General Harlngton’la sert tartışmalar ya­ pıyordu. Trakya’daki durumun belirsizli­ ği, oralarda yaşayan Rum halkın yığınsal olarak evlerini terk ettiğini gösteriyordu. Bir daha dönmemecesine, Yunanistan’a akıp giden göç yığını yanı sıra, bölgeden binlerce Yunan askerinin de çıktığı İzle­ niyor. Trenlerin hemen hepsi Yunan or­ dusunca teslim alındığı için, sivil halkın yaya ya da arabalarla yola çıkması zo­ runluydu.

İstanbul, tanımsız bir geri

lim kenti oldu artık. Toronto’da sık sık uğradığım VVoodbine semtindeki at yarışlarında, bu tür bir heyecan duyduğumu anımsıyorum. Bir hastane ko­ ridorunda, yoğun bakıma alınmış bir sevdiğinin akıbetini bekleyenler gibi, ürperti ve kaygı içindeydi İstanbul.

Bağdat’tan Batum’a uza­

nan çizgide, İstanbul kavşağı­ nda, Levantenlerin, açıkgözle­ rin, hırsız ve haydutların çem­ berlediği bir evrenden geliyor­ dum. Toronto, Singapur, Paris ve Chicago’dan algıladığım bir serüven duyusu içinde, İstan­ bul’u dinliyordum gecede.

Mustafa KemaL’in ordusunu

bekleyen kentte, patlamaya hazır bîr şenlik, patlamaya hazır bir acımasızlık köşeler­ de pusu kurmuştu.

R

umlarin

KO RKU SU

Mustafa Kemal’in İstan­

bul’a girişi, tarihin en görkemli şölenlerine başlangıç olacaktı. Tanımı zor bir başarıydı bu. Ama bu onurlu sonun bir bölü­ münde aç gözlerle bekleyenler de vardı. Aslanın son pençesini

Kurtuluş Savaşı’nın isimsiz kahramanlarından bir grup zanaatkâr süngü ve kılıç imal ediyor.

Trakya bölgesinde, Ingilizlerin tehditlerine aldırmadan Kurtuluş Savaşı veren milis kuvvetleri.(üstte)

Mustafa

Kemal'in

İstanbul'a

girişi,

tarihin en

görkemli şö­

lenlerine

başlangıç

olacaktı. Bu

arada

savaşa

hazırız diyen

Hıristiyanlar

davardı

attığı anda, payını bekleyen sömürgen ve sürüngenlerin de beklentisiydi bu. Rum­ ları, Ermeniieri ve MakedonyalIları sa­ ran ürpertiyi yüzlerden okuyorduk. Kaldığım Londra Oteli’nln Rum sahibi, yaşamı boyunca biriktirdiği paralarla aldığı otelde, tek müşterisinin ben oldu­ ğumu fısıldadı bana.

Otel sahibi Rum, kaderci gözlerle,

“ Buradan benim ölüm çıkacak” diyordu. "Tepeden tırnağa silahlandık, tüm Hıris- tiyanlar savaşa hazırız” diyordu. Siyatr gözlerini, gözlerime diken otelci, şöyle devam etti sonra: "Fransa, İstanbul’u

Mustafa Kemal’e vermeye karar verdiği

için mi buraları terk etmeye zorlanaca­ ğız? Yunanlılar ve Rumlar daima Mütte­ fikler yanında savaştık, ödülümüz terk edilmek mi olacaktı?”

Böyle kızgın konuşan bir yığın Rum’a

rastladım İstanbul’da. Karmaşa ve kıyım

tehlikesi her yanı sarmıştı. Mustafa Ke­ mal’ ini kutlamaya girişen bir Türk'ün uğ­ rayacağı saldırı, tüm kenti kana boğacak ilk belirti olabilirdi. Lenln’in devriminden kaçan Ruslar, Mustafa Kemal’in gelişini kaygıyla bekleyenler arasındaydı. Birço­ ğu gıyaplarında komünistlerce ölüme mahkûm edilen bu Rus mültecilerinin ba­ zıları, Çarlık üniformalarıyla dolaşıyordu kentte. Sovyet gizli polisi Çeka’nın bu mülteciler için Mustafa Kemal’e neler önereceğini kestirmek çok zordu kuşku­ suz. Tüm mazlum ülkeler, tüm Doğu,

"Mustafa Kemal çok büyük adam” diyor­

du. Başarılı önderin İstanbul’a girişi, ala­ cağı olumlu tavırla, kazandığı tüm zafer­ leri çok daha değerli kılabilecekti.

YARIN:

MUSTAFA KEMAL’İN ASKERLERİ

VATANSEVERLİKTE EŞSİZDİ

Referanslar

Benzer Belgeler

Although the complicated condition of our case which includes abomasal impaction of py- loric antrum and abomasal body concurrent with ruminal trichobezoar and foreign

Bu çalışmada, Biberiye bitkisinin üç farklı nem düzeyinde [% 8.2, %10.8 ve %15.3 (k.b)], boyutları, projeksiyon alanı, yapraklarının saptan kopma kuvveti, yaprak/sap

The pink wall of the house opposite had fallen out from the roof, and an iron bedstead hung twisted toward the street.. Two Austrian dead lay in the rubble in the shade of

Sözleşmeye taraf olurken Kayseri’deki Sultan Sazl ığını, Kırşehir’deki Seyfe Gölü’nü, Göksu Deltasını, Kuş (Manyas) Gölü’nü ve Burdur Gölü’nü, 1998

İşi daha ciddi- ye alan ve elektriğe akademik bir hevesle yak- laşan kimileri, elektrik denilen şeyin su gibi akışkan bir varlık olduğuna hükmetti.. Bun- lardan birisi

Geçerli modellere göre ön yıldızı çevreleyen diskteki tozun, bir milyon yıl içinde ya ışınım basıncıyla uzaya saçılarak dağılması, ya da yıldı- za yaklaşıp

B ir yandan 'gazeteci­ lik hayatına devam ederken yabancı liselerde 32 yıl ede­ biyat öğretmenliği yapmış, di lim ize de Fransızca’dan bir çok eser

Objective: We aimed to compare the effects of axillary nerve block and IVRA (Intravenous Regional Anesthesia) techniques used in patients planned to undergo hand