• Sonuç bulunamadı

367 tartışmaları bağlamında siyasi krizler: Aktörler, sebepler, boyutlar

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "367 tartışmaları bağlamında siyasi krizler: Aktörler, sebepler, boyutlar"

Copied!
93
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

T.C.

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ SOSYAL BİLİMLER

KAMU YÖNETİMİ ANABİLİM DALI

367 TARTIŞMALARI BAĞLAMINDA SİYASİ

KRİZLER: AKTÖRLER, SEBEPLER, BOYUTLAR

Abdullah ÖZÇELİK

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Danışman

Prof. Dr. Önder KUTLU

(2)

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

BİLİMSEL ETİK SAYFASI

Bu tezin proje safhasından sonuçlanmasına kadarki bütün süreçlerde bilimsel etiğe ve akademik kurallara özenle riayet edildiğini, tez içindeki bütün bilgilerin etik davranış ve akademik kurallar çerçevesinde elde edilerek sunulduğunu, ayrıca tez yazım kurallarına uygun olarak hazırlanan bu çalışmada başkalarının eserlerinden yararlanılması durumunda bilimsel kurallara uygun olarak atıf yapıldığını bildiririm.

Abdullah Özçelik Ö ğr enc inin

Adı Soyadı: Abdullah Özçelik Numarası: 104228002003 Ana Bilim /

Bilim Dalı: Kamu Yönetimi Ana Bilim Dalı Programı: Tezli Yüksek Lisans

(3)

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

YÜKSEK LİSANS TEZİ KABUL FORMU

Yukarıda adı geçen öğrenci tarafından hazırlanan 367 Tartışmaları Bağlamında Siyasi Krizler: Aktörler, Sebepler, Boyutlar başlıklı bu çalışma 08/08/2012 tarihinde yapılan savunma sınavı sonucunda oybirliği/oyçokluğu ile başarılı bulunarak, jürimiz tarafından yüksek lisans tezi olarak kabul edilmiştir.

Ünvanı, Adı Soyadı Danışman ve Üyeler İmza Prof. Dr. Önder Kutlu Danışman

Prof. Dr. Abdulkadir Buluş Üye Doç. Dr. Ali Şahin Üye

Ö

ğr

enc

inin

Adı Soyadı: Abdullah Özçelik Numarası: 104228002003 Ana Bilim /

Bilim Dalı: Kamu Yönetimi Ana Bilim Dalı Programı: Tezli Yüksek Lisans Tez

Danışmanı: Prof. Dr. Önder Kutlu

(4)

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

ÖZET

Bu çalışmanın amacı 2007 Cumhurbaşkanı Seçiminin aktörlerini, nedenlerini ve boyutlarını belirlemektir.

Araştırma kapsamında, cumhurbaşkanı seçiminde aktörlerin ordu, siyasi lider ve siyasi partiler olduğu tespit edilmiştir. Seçim sürecinde yaşanan gerginliklerin siyasal partilerden kaynaklanan stratejik ve taktiksel nedenlerden olabildiği görülmektedir. İnanç sistemleri üzerinde de yoğunlaşan krizin nedeni, din ve laiklik eksenlerinde yaşanan gerilim olarak ta tespit edilmiştir. Din ve laiklik çatışması siyasi krizlerinin kutuplaşma boyutunu da göstermiştir

Anahtar Kelimeler: Siyasi Kriz, Siyasi Partiler, Siyasi Lider

Ö

ğr

enc

inin

Adı Soyadı: Abdullah Özçelik Numarası: 104228002003 Ana Bilim /

Bilim Dalı: Kamu Yönetimi Ana Bilim Dalı Programı: Tezli Yüksek Lisans Tez

Danışmanı: Prof. Dr. Önder Kutlu

(5)

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

SUMMARY

The aim of this study is to determine the actors, reasons, and dimensions of 2007 Presidency Elections.

In the scope of study, in the election of presidency, it was determined that the actors were army, political leaders, and political parties. It seems that the stresses experienced in the election process can be resulted from strategic and tactical reasons. The reason for the crisis concentrated on belief system was identified as stress experienced in the axis of religion and laicism. Confliction between religion and laicism also showed the polarization dimension of political crises.

Keywords: Political Crisis, Political Parties, Political Leader

Ö

ğre

nci

ni

n

Adı Soyadı: Abdullah Özçelik Numarası: 104228002003 Ana Bilim /

Bilim Dalı: Kamu Yönetimi Ana Bilim Dalı Programı: Tezli Yüksek Lisans

Tez

Danışmanı: Prof.Dr. Önder Kutlu Tezin

İngilizce Adı:

The Context of Discussions in 367 Political Crisis: Actors, Reasons, Dimensions

(6)

KISALTMALAR

CKMP Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi

YTP Yeni Türkiye Partisi

AP Adalet Partisi

CHP Cumhuriyet Halk Partisi

AKP Adalet ve Kalkınma Partisi

MHP Milliyetçi Hareket Partisi

DP Demokrat Parti

MBK Milli Birlik Komitesi

MP Millet Partisi

MKYK Merkez Karar Yönetim Kurulu

TSK Türk Silahlı Kuvveti

SHP Sosyaldemokrat Halkçı Parti

ANAP Anavatan Partisi

DYP Doğru Yol Partisi

MÇP Milliyetçi Çalışma Partisi

DSP Demokratik Sol Parti

IDP Islahatçı Demokrasi Partisi

(7)

İÇİNDEKİLER

BİLİMSEL ETİK SAYFASI ... i

ÖZET ... iii

SUMMARY ... iv

İÇİNDEKİLER ... vi

GİRİŞ ...1

BİRİNCİ BÖLÜM KRİZ, SİYASİ KRİZ, SİYASİ KRİZ SINIFLAMALARI, AKTÖRLER, NEDENLER VE BOYUTLARINA İLİŞKİN KAVRAMSAL ÇERÇEVE 1.1. Kriz ... 3

1.2. Siyasi Kriz Tanım ve Kapsamı ... 5

1.2.1. Siyasi Krizlerin Tasnifi ... 6

1.2.1.1. Meşruiyet Krizi ... 6

1.2.1.2. Devlet Krizi ... 9

1.2.1.3. Katılma Krizi ... 9

1.2.1.4. Demokrasi Krizi ... 11

1.3. Siyasi Krizin Aktörleri ... 13

1.3.1. Ordu ... 13

1.3.2. Siyasi Lider ... 14

1.3.3. Siyasi Partiler ... 16

1.4. Siyasi Krizlerin Nedenleri ... 17

1.4.1. Egemenlik Algısı ... 17

1.4.2. Devlet Anlayışı ... 18

1.4.3. Seçim Sistemleri ... 19

1.5. Siyasi Krizlerin Boyutları ... 20

(8)

1.5.2. Kutuplaşma Boyutu ... 22

İKİNCİ BÖLÜM 1923’DEN GÜNÜMÜZE CUMHURBAŞKANI SEÇİMLERİ 2.1 Cumhuriyet’in İlanı ve Atatürk’ün Cumhurbaşkanı Seçilmesi ... 23

2.2 İsmet İnönü ve Cumhurbaşkanı Seçilmesi ... 25

2.3 Celal Bayar ve Cumhurbaşkanı Seçilmesi ... 27

2.4 Cemal Gürsel ve Cumhurbaşkanı Seçilmesi ... 30

2.5 Cevdet Sunay ve Cumhurbaşkanı Seçilmesi ... 31

2.6 Fahri Korutürk’ün Cumhurbaşkanlığı Seçimi ... 33

2.7 Kenan Evren’in Cumhurbaşkanı Seçilmesi ... 35

2.8 Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı Seçilmesi ... 38

2.9 Süleyman Demirel ve Cumhurbaşkanı Seçilmesi ... 39

2.10 Ahmet Necdet Sezer’in Cumhurbaşkanı Seçilmesi ... 40

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 11. CUMHURBAŞKANI SEÇİM SÜRECİ, AKTÖRLER, SEBEPLER, BOYUTLAR 3.1. Abdullah Gül ve Cumhurbaşkanı Seçilmesi ... 42

3.1.1. Krizin Aktörleri ... 46 3.1.1.1. Ordu ... 46 3.1.1.2. Siyasi Partiler ... 51 3.1.1.2.1. CHP ve DSP ... 51 3.1.1.2.2. ANAP ve DYP... 57 3.1.1.2.3. MHP... 61 3.1.1.3. Siyasi Lider ... 62 3.1.2. Krizinin Nedenleri ... 65 3.1.3. Krizinin Boyutları ... 70

(9)

3.1.2.1. Kutuplaşma ... 70

SONUÇ ...73

KAYNAKÇA ...76

(10)

GİRİŞ

Parlamenter sistemle yönetilen devletlerde cumhurbaşkanlığı sembolik bir makam olmasına rağmen Türkiye’de cumhurbaşkanı seçimleri siyasi krizlere neden olabilmektedir. Seçim süreci siyasal oyunlara, taktiklere ve güç kavgalarına dönüşebilmektedir. 21 Ekim 2007 tarihinde gerçekleşen referandumla birlikte halk tarafından seçilecek olan Cumhurbaşkanı parlamento kararlarını tıkayan, erken seçime giden yolu açan süreçleri doğurmaktadır. Adayın mecliste oylanmasıyla gerçekleşen seçimler sadece meclis içerisinde gerçekleşmemekte bu sürece parlamento dışı aktörlerde dahil olabilmektedir. Ordu’nun cumhurbaşkanı seçimlerinde önemli bir ağırlığı bulunmaktadır. Bu durum, 11 cumhurbaşkanının 5’inin asker kökenli olmasından anlaşılmaktadır. Ordu’nun da seçimlerde bir aktör olarak bulunması demokrasi tartışmalarını da tetiklemektedir.

Siyaseti “mümkün olanın sanatı” olarak tasvir eden yaklaşımda siyaset, çatışmayı zor ve çıplak güç kullanmadan uzlaşma, uyuşma ve müzakere yoluyla çözmenin yolu olarak görülmektedir. Uzlaşma ve uyuşma demokratik yönetimlerde çok sık rastlanan bir durum olarak görülebilir. Demokratik yönetimlerde birden çok parti meclis içerisinde vatandaşların temsilini gerçekleştirir. Her parti diğer partilerden ideolojik açılımlardan dolayı farklılaşır. Partiler arasındaki görüş farklılıkları cumhurbaşkanı seçim sürecinde belirleyici olabilmektedir.

Anayasa’ya göre cumhurbaşkanı seçilebilmek için meclis içerisine adayın oyların belirli bir kısmını alması gerekmektedir. Bu durum cumhurbaşkanı seçtirecek çoğunluğa sahip olmayan siyasi partilerin diğer partiler ile uzlaşma içerisine girmelerini gerektirmektedir. Uzlaşma süreci cumhurbaşkanı seçimlerini etkileyebilmektedir. Siyasi partiler aday konusunda uzlaşma içerisine girmeyerek sürecin sancılı geçmesine neden olabilmektedir. Bu durum siyasi partilerin stratejik bir yok izlemelerinden kaynaklanabilmektedir.

Uzlaşmanın sağlanamadığı bir seçim olarak değerlendirilebilen 11. Cumhurbaşkanı seçiminde de siyasi partiler aday konusunda uzlaşma sağlayamamışlardır.

(11)

Bu doğrultuda çalışmanın amacı, 11. Cumhurbaşkanı seçiminde yaşanan krizlerin aktörlerini, nedenlerini ve boyutlarını ele almaktır. Türkiye’de ilk defa bir cumhurbaşkanı seçimi mahkemelik olmuştur. İlk oturumda “367” şartını Ak Parti sağlayamadığı için CHP Anayasa mahkemesine iptal davası açmıştır. Anayasa mahkemesinin iptal davasını kabul etmesiyle birlikte erken seçime gidilmiştir. 16 Nisan 2007’de adaylık başvurusuyla başlayan bu süreç Abdullah Gül’ün 28 Ağustos 2007 tarihinde cumhurbaşkanı seçilmesiyle sonuçlanmıştır.

Krizin bir nedeni olarak gösterilen Anayasa Hukukçularının dahi anlaşamadığı ve ayrı düştüğü bir konu olan “367 şartı” 21 Ekim 2007’de gerçekleştirilen referandumla değiştirilmiş “toplantı yetersayısı” 184 olarak kabul edilmiştir. Anayasa’nın 96. maddesinde görülen yorum farklılıkları siyasi krizin derinleşmesinin bir faktörü olarak görülmektedir. Siyasi partilerin uzlaşma içerisinde olmalarıyla çözülebilecek bir sorun olan 367 meselesi, partilerin stratejik ve taktiksel hareket etmelerinden dolayı çözümsüz kalmış ve siyasi bir krize neden olmuştur.

Siyasal krizler ile ilgili bilimsel çalışma yapanların yokluğu siyasi kriz tanımının da eksikliğini beraberinde getirmiştir. Bu bakımdan, siyasi kriz tanımı oluşturabilmek için literatür de en çok karşılaştığım siyasi konular olan meşruiyet, demokrasi, katılım ve devlet (yada meclis) krizlerinin tasnifini yaparak kavramın tanımını oluşturmaya çalıştım.

İkinci Bölümde, 1923’den günümüze cumhurbaşkanı seçimlerini ele aldım. Seçilme zamanına kadar seçimi etkileyen aktörlerin, nedenlerin neler olabileceği ile ilgili kanıtlar bulmaya çalıştım.

Son bölümde tezimizin odak noktasını oluşturan “367” krizinde siyasal partilerin, siyasi liderin ve ordu’nun sürece olan etkisini ele aldım. Bu bakımdan cumhurbaşkanı seçimlerinin yasal olarak başladığı 16 Nisan 2007 tarihinden 28 Ağustos 2007 Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesine kadar olan sürede yayınlanmış gazeteleri ve köşe yazarlarının yorumlarını inceledim. Tek bir gazeteye bağlı kalmadan farklı görüşteki gazetelerinde ele alınmasıyla tarafsız davranmaya çalıştım.

(12)

BİRİNCİ

BÖLÜM

KRİZ, SİYASİ KRİZ, SİYASİ KRİZ SINIFLAMALARI,

AKTÖRLER, NEDENLER VE BOYUTLARINA İLİŞKİN

KAVRAMSAL ÇERÇEVE

1.1.Kriz

“Kriz” kelimesinin kökeni Yunanca ve “ayırmak ya da bölmek” anlamına gelmektedir. Oxford Dictionary’e göre kelime, tarihsel kriz anlamında, ilk kez 17. yüzyıl başlarında, “bir şeyin gelişmesinde yaşamsal önemdeki ya da kesin aşama, dönüm noktası, daha iyi ya da daha kötü bir değişmenin yakın olduğu durum”u belirtmek için kullanılmıştır (Üşür, 1998: 39-42). Eco, krizin herkes tarafından kabul edilmiş iki temel anlamından bahseder. İlki, yıkıma götüren bir dönüşüm süreci; ikincisi ise yetişkinliğe geçiş sürecidir (Eco’dan aktaran Yılmaz, 2001: 10). Yukarıdaki tanımlar ve yorumlar dikkate alındığında, vurgu yapılan ana konunun süreç olduğu görülmektedir. Önceki durumdan farklılaşan bu süreç krizin oluşumunun, gelişiminin ve sonucunun anlaşılabilmesini kolaylaştırabilmektedir.

Kriz, çeşitli bilim dallarında aynı zamanda günlük konuşma dilinde yaygın olarak kullanılan kavramlardan biridir. Bu derece yaygın kullanımı ona farklı bilim alanlarında da meşruluk ve anlam kazandırmıştır (Roux ve Dutort, 2007: 105). Örneğin tıp biliminde “aniden ortaya çıkan bir hastalık belirtisi” ya da “bir hastalığın çok ileri bir safhaya ulaşmasını” (Aktan ve Şen, 2002: 1), işletmelerde örgütlerin karşılaşmış olduğu ciddi sorunları, iktisadi açıdan ise ekonomik dengenin aniden bozulması anlamlarına gelmektedir (Çelik, 2010: 21).

Kavramın sosyal bilimlerde yaygın kullanımı genel bir tanımını yapmayı da zorlaştırmaktadır. Genel olarak kavramdan önceden beklenmeyen ve seçilemeyen, örgüt tarafından acele cevap verilmesi gereken ve çoğunlukla örgütlerin devamlılığını tehdit eden gerilimli durum anlaşılmaktadır (Schneider, 2009: 586). Ancak krizler her zaman kötü sonuçlara yol açmamakta, aynı zamanda fırsatlarda

(13)

sunmaktadır. Çince de “kriz” kelimesini ifade eden “wei–ji” sembolü fırsat ve tehlike kelimelerinin birleşmesinden oluşmaktadır (Gürdal ve Ceyda, 2009: 566). Krize bu şekilde bakıldığı zaman örgütün, bireyin ve ya toplumun karşı karşıya kaldığı zor bir durum ve bu zor durumun sunmuş olduğu fırsatlar anlaşılmaktadır. Fink de krizin istikrarsız bir dönemi anlatmasının yanında şans olarak da algılanabileceğini belirtir. Kesin olanın krizin mutlak bir olumsuzluk içermediği yalnızca belirsizliğin ve riskin belli derecesi olarak nitelendirilebileceğidir (Fink, 1986: 15).

Bütün bu açıklamalardan sonra kriz ile ilgili tanımları verecek olursak kriz, örgütün iç ve dış yapılanmasına zarar veren, plansız bir durumdur (King,2002: 237). Bir başka tanımda kriz, örgüt organlarını tehdit eden büyük tahribatlara, belirsizliklere yol açan ve süratle karar verilmesi gereken durumdur (Pearson ve Clair, 1998: 60). Daha genel anlamda kriz, krize kaynaklık eden faktörler karşısında organizasyonların örgütsel ve yönetsel süreçlerinde işleyiş bozukluklarına ve örgütsel düzenin büyük ölçüde sarsılmasına neden olan ve plansız bir biçimde ortaya çıkan sorunların giderilmesi için, mevcut çözüm yollarının yetersiz kalması sonucu, çaresizlikle iç içe gelişen gerilim durumudur (Tutar, 2000: 15).

Krizin tanımı ve kapsamı kişiden kişiye ve zamandan zamana değişebilmektedir. O yüzden krizin asli unsurlarını bilmek ve meydana gelen bir durumu bu unsurlar çerçevesinde değerlendirmek daha doğrudur. Tüz’ün de belirtmiş olduğu gibi örgütün hayatını tehlikeye sokmayan ve denge durumunu bozmayan her çatışma ve sıkıntıya kriz adını vermek doğru değildir (Tüz, 2004: 12). Bu bakımdan sadece ani ve beklenmedik bir anda ortaya çıkan ve üstesinden gelmek amacıyla, atılacak adımlar için yeterince zaman, bilgi ve malzemenin bulunmadığı ve karar organlarında gerilim yaratan durumları (Tutar, 2000: 17) kriz olarak adlandırmak doğrudur.

İlk kullanılmaya başlandığı zamanda doğru karar vermek için beklenen en uygun dönemi ifade eden bu terim, bugün bizim ona yüklediğimiz tehlike dolu anlamlara daha yakındır. Uğradığı yerlerde derin tahribatlar bırakan, tekrar toparlanılması için uzun uğraşlar verilmesi gereken anlamı bu zamanda daha çok kabul görür olmuştur.

(14)

Kriz, belirsizliğin katlanarak arttığı, olayların denetimden çıktığı durumu ifade etmektedir. Kriz yaşanmadan önce her yer alışılmış ve rutin bir seyirde izlemektedir. Habermas’ a göre de belli bir durumun kriz olarak algılanabilmesi için normal, sorunsuz bir duruma dair imgeye ihtiyaç vardır. Kriz bu normal, alışılmış ve bildik durum çöktüğünde, düzen eski hâkimiyetini kaybedip, olaylar artık rutin ve öngörülebilir olmadığında gelir. (Habermas’dan aktaran Bauman,2000: 150) Heidegger ise bu görüşe karşı çıkar. Kriz ve normallik arasında krize öncelik verir. Normallikten bahsedebilmek için anormalliğe ihtiyaç vardır. Ona göre, kriz algısı olmadan normalliğin ne olduğu düşünülemez (Heideger’den aktaran Bauman, 2000: 150). Bauman’da, Heidegger’in görüşüne benzer bir yorum getirir. Ona göre de normallik arayışını teşvik eden şey kriz algısıdır. Kriz algısı olmazsa, normalliği düşünmeden alışkanlıklarımıza devam ederiz (Bauman, 2000: 150-151).

1.2. Siyasi Kriz Tanım ve Kapsamı

Ülke meselelerini ilgilendiren konularda siyasi partilerin anlaşamadığı, parlamento dışı aktörlerin müdahil olmasının kolaylaştığı, partilerin stratejik ve taktiksel hareket edebildiği, ülkenin yönetim sisteminden, seçim sistemlerinden anayasal ve hukuki faktörlerden, kaynaklanabilen gerginlikleri siyasi kriz olarak tanımlayabiliriz.

Devlet yönetiminde yaşanan gerginliklerin toplumu olumsuz yönde etkilemesinden dolayı, siyasi krizlerin devlet ve toplum ilişkileri açısından değerlendirilmesi gerekmektedir. Siyasi kriz sürecinde toplumun devlete olan bağlılığı ve güveni de zedelenebilir. Bu durum toplumun yönetimi reddetmesine kadar giden süreçleri doğurabilir. Çatışma ve şiddete varan gelişmeler devlet ve toplum arasındaki ilişkiyi negatif yönde etkileyebilir. Meşruiyetin sarsılmasında ve yitirilmesiyle sonuçlanan durumları doğurabilir. Devlet yönetimi içerisinde meydana gelen ama siyasal sistem içerisinde ki örgütleri, grupları kapsayan siyasi krizlerin kendi içerisinde sınıflara ayrılması, açıklanabilirliğini ve anlaşılabilirliğini kolaylaştırabilecektir.

Devlet yönetiminde yaşanan gerginliklerde siyasi krizleri ele alırken siyasi partilerin birbirleriyle ve diğer kurumlar arasındaki ilişkileri öncelik kazanmaktadır.

(15)

Meclis içerisinde yasama ve yürütme fonksiyonlarını kullanan siyasi partiler, ülkenin yönetimi ile ilgili kararlar almak için görüşmeler yapmaktadırlar. Bu görüşmeler sonucunda bazı kararlar alınabilirken bazıları ise karara bağlanamamaktadır. Bu süreçlerde yaşanan bazı gerginlikler meclisin karara alma sürecini tıkarken bazıları kısa süreli görüşmeler neticesinde çözüme kavuşabilmektedir. Bu nedenle meclis içerisinde yaşanan her gerginliğin siyasi kriz olarak değerlendirmek siyasi krizlerin nedenlerinin, oluşumunun ve sonuçlarının açıklanması konusunda derin bir kriz yaratacaktır.

Siyasi partiler kriz dönemlerinden kurtulmak için uzlaşma arayışı içerisine girebilmektedirler. Bazen tersi gerçekleşebilmekte, partiler diyalogu kapatabilmektedirler. Bu bakımdan siyasi kriz zamanlarının, siyasi partilerin en faal dönemleri olduğu söylenebilir.

Devlet ve toplum ilişkileri açısından krizlere yaklaşıldığı zaman, devletin toplumun değer ve inanç sistemleriyle olan uyumu ve toplumun yönetime katılma durumu ile değerlendirilmesi gerekmektedir. Devlet ve Toplum ilişkilerinin zayıflığı ve güçlülüğü siyasi krizlerin oluşumu bakımından belirleyicidir. Toplumla uyum, bütünleşme, denetim ve iletişim gibi faktörleri geliştirememiş devlet yönetimlerinin siyasi krizleri yaşaması kaçınılmaz olmaktadır. Demokratik yönetime sahip fakat demokrasiyi içselleştirememiş ülkelerin siyasi krizleri yaşaması daha sık olabilecektir.

Yapılan bu açıklamalardan sonra siyasi krizlerin kaynağını kültürel değerler, sosyal yapı, siyasi hedefler, siyasi liderler, siyasi partiler, iktidarın ve muhalefetin yönetim tarzı, politikalar ve ideolojiler arasındaki yaşanan gerginlikler ve çatışmalarda aramak gerekir.

1.2.1. Siyasi Krizlerin Tasnifi 1.2.1.1. Meşruiyet Krizi

Siyasal iktidarın niçinliğini belirleyen meşruiyet aynı zamanda siyasal iktidarın varlık sebebi ve devam etmesinin tek güvencesidir. Siyasal iktidarın, yasa ve eylemlerinin toplum nezdinde kabul görmesinin tek dayanağıdır (Çetin,2011: 33).

(16)

Kabul görmek için yönetilenlerin iktidarın meşruluğuna inanmaları esastır. Bir siyasal sistemde, yönetilenler iktidarın meşruluğuna inandıkları ölçüde onun kararlarına kendiliklerinden uyma eğimli gösterirler; bu kararlara uymayı tamamen olağan, hatta gerekli sayarlar. Bu durumda iktidar zora başvurma gereğini duymaksızın itaati sağlamış olur (Kapani, 2010: 92). Meşruluk, yönetimi kolaylaştıran, sağlamlaştıran, onu daha istikrarlı ve etkili kılan bir faktördür.

Easton’a göre (1965) siyasal sistemin meşruiyeti, siyasal iktidardan toplumun talepleri (girdi) ve bu taleplere yönelik cevaplar (çıktı) arasındaki denge üzerine kuruludur. Bu dengede meydana gelebilecek sorun meşruiyet krizinin oluşumuna da zemin hazırlayacaktır. Siyasal iktidarın sisteminin üyelerinin istemleri için doyurucu çıktılar sağlama konusunda sürekli olarak başarısız olması rejim değişikliğine ya da siyasal toplumun dağılmasına yönelik istemlere de yol açabilir. İşte bu nedenle girdi-çıktı dengesi bir siyasal sistemin yaşaması için büyük yaşamsal önemi bulunan bir mekanizma niteliğindedir.

Kışlalı’ya göre meşruiyet krizinin kaynağında siyasal iktidarın toplumdaki güç dengesinin iyi yansıtamaması yatmaktadır. Eğer en büyük toplumsal güçlerin temsilcileri iktidarda değilse, devlet otoritesinde bir boşluk ve rejimde ciddi bir zayıflık olması beklenir. Bu durum, iktidarın kendisi dışında bulunan büyük gücün, kendi otoritesini kabul ettirmeye çalışmasına da zemin hazırlamaktadır (Kışlalı, 2006: 27).

Sarıbay’a göre meşruiyet krizinin kaynağını siyasal inanç sistemini oluşturan değerlerlerle, toplumda ki bireylerin değerleri arasındaki uyumda aramak gerekir. Eğer birey, duygusal ve bilişsel olarak ”siyasal inanç sistemi” içselleştirir ve meşruluğunu kendi inanç sistemiyle uyumlu kılabilirse, “siyasal inanç sistemi” içerisinde yer alacaktır. Tersine eğer, bireyin inanç sistemi ile “ siyasal inanç sistemi” birbiriyle çelişiyorsa, birey uyumsuz bir tutum içine girecek ve kendi inanç sistemini ideoloji haline getirerek, karşıt ideoloji olan “siyasal inanç sistemini” reddedecektir. Bu reddedişin, toplumun geneline yaygınlaşmasıyla da meşruiyet krizi siyasal sisteme hâkim olacaktır (Sarıbay, 1998).

(17)

Sivil yönetimin meşruiyetinin yitirmesinin çeşitli nedenleri olabilir. İktidardaki yönetim kadroları toplumdaki sınıfların çıkarlarını yeterince temsil etmiyor olabilir ve bu nedenle de bu sınıfların desteğinden yoksun kalabilir. Hatta düşmanlığını kazanabilir. İkinci olarak, iktidarda bulunanların meşruluğunu sağlayan unsurlar önlemlerini yitirmiş olabilir. Örneğin, bağımsızlık savaşında öncü rolü oynayan bir grubun, bağımsızlık sonrası yıllarda bu mücadeledeki başarılarından dolayı yönetmekte haklı olduğuna inanılabilir. Ancak ülkenin iktisadi, sosyal ve siyasal koşulları değiştikçe, bu yöneticilerin yeni ihtiyaçlara cevap verebilecek yeni siyasalar üretmemesi halinde, halkın gözünde meşruluğunu yitirebilir. Üçüncü bir sebep, ülkede iç güvenliği sağlamada hükümetin başarısız olması olabilir. Ayrıca siyasallaşma, kutuplaşma ülke içi hayati önemi haiz konularda siyasal partilerin oydaşmaya yanaşmaması, ekonomik durumun bozulması gibi birçok sebep meşruiyetin yitirmesinde önemli faktör olabilir (Örs, 1997: 58).

Bazı yeni kurulmuş devletlerdeki meşruiyet problemi daha yaygın olup, hükümetin birincil amaçlarının neler olması gerektiği konusunda ortak görüş birliği bulunmamaktadır. Fakat hepsinden önemlisi geçiş toplumlarında derin bir otorite krizi bulunmaktadır. Farklı kişiler farklı nedenlerle yönetime girişimlerde bulunmaktadır ve hiçbir lider tam bir meşru otorite hâkimiyetine sahip olabilecek durumda değildir. Sivil siyasal yöneticilerin yönetme hakkına sahip olduğu inancının aşınması veya yok olması uygulanan siyasaların yanlış olduğu ve bunun sorumlularının da sivil yöneticiler olduğu inancının yaygınlaşması, mevcut yönetime popüler desteğin giderek azalmasına sebep olmaktadır. (Örs, 1997: 57)

Yeni devletin kuruluşuna yön veren ilkeler çoğu zaman ulusçuluk ve halk egemenliğidir. “Ancak bu yeni devletin bir ulus devlet ya da demokrasi olduğu anlamına gelmemektedir. Bunlar prensipler, normlar ve sloganladır, gerçekler değil. (Finer: 204’den aktaran Örs, 1997: 58-59) Bunlar batılılaşma taraftarları seçkinler grubu tarafından kitlelere benimsetilmeye çalışılmış ancak genellikle geleneksel olan kitlelerce benimsenmemiştir. Batılılaşma taraftarı olanlar bu ülkede azınlıktadır. Nüfusun çoğunluğunu ise geçiş döneminde olan ve hala geleneksel özelliklerini kaybetmiş olan sınıflardır. Bağımsızlık kazanılınca ulusçuluk ve halk egemenliğinin

(18)

yeterli olmadığı anlaşılır. Sonuç meşruiyet konusunda gerilimdir. Yani hangi değerlere sahip olunmalıdır ve nasıl bir yönetim benimsenmelidir soruları sorulmaya başlar. (Örs, 1997: 59)

1.2.1.2.Devlet Krizi

Devlet yönetiminde iktidar ve muhalif partiler arasında, ülke meseleleri konusunda alınacak kararların görüşülmesi, tartışılması ve karara bağlanması ile ilgili konularda ortaya çıkan ve siyasal kutuplaşmaları artıran, parlamentoyu işlemez hale getiren süreçleri kapsayan durumları devlet krizi olarak tanımlayabiliriz. Devlet krizlerinin, yönetiminde consensusun bozulmasına ve meclisin karar sürecini tıkamasına neden olması, düzeni tekrardan sağlamak için yeni yapılanmalara giden süreci gerektirmektedir.

Az gelişmiş ve gelişmekte olan bazı ülkelerde yönetim sorunu olarak oluşan devlet krizlerinin şiddetlenmesi sonucunda ülkedeki diğer kurumların siyasete müdahalesi de kaçınılmaz olmaktadır. Ülkenin bu durumdan kurtarılması gerektiği vurgulanarak kimi zaman bu müdahale haklılaştırılabilmektedir. Örgütlenme yönüyle güç kaynağı olarak görülen ordunun siyasi kriz zamanların yönetime müdahalesi bu şekilde açıklanabilir. Ordu, devlet yönetiminde söz sahibi olmak istemekte bunun için sivil yönetime bazı dayatmalarda bulunarak meclisteki karar sürecini tıkayabilmektedir.

Devlet krizini meclis içerisinde ülke yönetimi için öncelikte olan ve çözüme kavuşturulması hayati önem taşıyan, kamuoyu ve medyanın ilgisini çeken, siyasi partiler ve ülkedeki diğer kurumlar arasında yaşanan gerginlikler olarak sınırlandırmak gerekmektedir.

1.2.1.3.Katılma Krizi

Siyasal katılım dar anlamda, yurttaşların siyasal sistem karşısındaki durumunu, tutumunu ve davranışlarını gösteren bir kavramdır (Daver,1993: 203). Daha geniş bir ifadeyle siyasal katılım, gerek yerel gerekse genel siyaset etkinliklerle yurttaşların farklı biçimlerde hükümet ve siyasi iktidarlar üzerinde baskı oluşturması

(19)

ve de doğrudan siyasal sürece katılarak etki yaratmaya çalışmaları olarak tanımlanabilir. (Güldiken, 1996: 31)

Siyasal katılma denilince akla ilk oy verme edimi gelmektedir. Oysa çağdaş demokrasilerin seçimlere indirgenemeyeceği unutulmamalıdır. Seçim, politik katılmanın hukuki boyutudur. Çünkü, seçim yoluyla politik katılma evrensel oya dayanan politik topluluğun yasal üyeliğini icap ettirir. Seçimlerin her demokraside dönemsel olarak yapıldığını göz önüne aldığımızda, seçimlerin yapılmadığı zamanlar yurttaşların politik kontrolü sağlamaya ne şekilde ve nasıl katılacaklarına karar vermemiz zorlaşacaktır (Sarıbay, 2000: 87). Bu bakımdan siyasal katılma, her seviyede siyasal gelişmelerin yakından izlenmesi, çeşitli konularda siyasal tavırların takınılması, derneklere ve siyasal partilere üye olma ve seçim çalışmalarında görev alma gibi siyasal eylemlere girişilmesini gerektirmektedir (Baykal, 1970: 27-29). Bu doğrultuda siyasal katılma sistemin barışçı yollardan zaman içinde değişmesine olanak tanırken, aynı zamanda karşı güçleri sistemle bütünleştirmiş ve bir anlamda sistemi de güçlendirmiş olur. Siyasal sistemin ve toplumsal düzenin değişen koşullarına göre kendilerini yenilemelerine olanak verir (Kışlalı,2006: 221).

Siyasal katılma, çeşitli toplum kesimlerine temsil olanağı sağlayarak, toplumda belirli bir dengenin ve uzlaşmanın oluşumunu kolaylaştırır. Katılım olanakları değişik bir biçimde arttıkça, toplumdaki güçler dengesinin siyasete barışçı yollardan yansıması ve siyasal istikrarın artması doğaldır. Eğer toplumdaki bazı kesimler yeterli katılma olanaklarına sahip değilseler bir “katılma bunalımı” doğar. O toplum kesimleri, kendilerine güçleri oranında katılma fırsatı tanımayan sisteme karşı çıkarlar (Kışlalı, 2006: 220-221). Weiner’e göre katılma krizi, yönetici elit, siyasal sisteme katılma çabasındaki birey veya grupların bu istek ya da davranışlarını gayrimeşru gördüğü zaman ortaya çıkan bir çatışma olarak tanımlanabilir (Weiner, 1971: 187’den aktaran Özbudun, 1974: 26). Bu doğrultu da siyasal katılmanın önemli ayağını oluşturan sivil ve siyasal örgütlenmelerin yok edilmeye çalışılması katılma krizlerinin oluşmasını kaçınılmaz kılar.

Sendikalar, sivil toplum kuruluşları, üniversiteler, basın ve medya demokratik toplumun araçlarıdır. Birey bu araçları kullanarak siyasi arenada söz sahibi olma

(20)

hakkını yakalayacaktır. Aynı şekilde devletin faaliyetlerini de kontrol edebilme ve sorgulayabilme hakkını elde edecektir. Siyasal katılmada bireyin aktif rol almasını sağlayan seçimler belirli zamanlarda yapılmaktadır. Seçim zamanı birey iktidarda görmek isteği siyasi partilere oy vererek katılma hakkını gerçekleştirmiş olur.

Bireyin seçimlerde önem verdiği konulardan biri adil şekilde seçimlerin gerçekleştirilmesidir. Seçimlerde hile vb. gibi durumların yaşanıyor olması, halkın devlete duyduğu güven bunalımın artışına neden olabilmektedir. Bu bakımdan devlet yetkililerin bu sorunları yaşaması için bir takım önlemler almaları gerekir. Siyasi katılma krizinde ana unsur bireyin, devlet tarafından pasifleştirilmemesi aktif hale getirilmesinde yatar. Katılma krizinin oluşmasında devletin olduğu kadar bireyinde rolü büyüktür. Sarıbay’a göre katılımcı demokrasinin gelişmesi için gerekli olan yurttaşların bilincinde bir değişimin gerçekleşmesi; kendilerini aktif olarak görmeleri, bunun için de kapasitelerini artırmaya gayret etmeleri gerektiğini belirtir (2000: 89).

Katılmayı ve aktif olmayı teşvik eden demokrasinin siyasal katılmadan bağımsız düşünülemeyeceği söylenebilir. Bunun için katılımcı demokrasi kavramının açıklık kazanması gerekir. Katılımcı demokrasi: yurttaşların kendilerini etkileyen tüm kararların alınmasına etkin olarak çeşitli şekillerde katılmaları ve bu katılmanın toplumun tüm sektörlerinde oldukça yüksek bir adem-i merkeziyetçilik aracılığıyla gerçekleşmesidir (Olsen, 1982: 26’dan aktaran Sarıbay: 89).

1.2.1.4.Demokrasi Krizi

Demokrasi, yöneticileri değiştirmek için anayasaya uygun düzenli olanaklar sağlayan bir siyaset sistemi ve nüfusun geniş kesiminin, siyasal iktidar için yarışanlar arasında seçim yaparak önemli kararları etkilemesine izin veren bir sosyal mekanizma olarak tanımlanabilir (Lipset, 1986: 25). Alain Touraine’e göre demokrasi için, insan hakları, azınlıkların korunması, devletin ve ekonomik iktidar merkezlerinin iktidarlarının sınırlandırılması gerekir. Siyasal kurumlar bağlamında demokrasi de üç ilke önem arzeder: İktidarın saygı duyması gerektiği temel hakların

(21)

kabulü, yöneticiler ve siyasetlerinin toplumsal temsiliyeti ve yurttaşlık, yani hukuk üstüne kurulu bir topluluğa aidiyet bilinci (Touraine, 1994: 358-360). Demokrasi, yurttaş halkın egemenliğinin yasalara itaat ile kendiliğinden sınırlandırılmasını ve egemenliğin seçilmişlere aktarılmasını içerir. Aynı zamanda, demokrasi, güçler ayrılığını, bireysel hakların güvence altına alınmasını ve özel yaşamın korunmasını sağlar. Bu bağlamda, demokrasi, fikirlerin ve çıkarların çeşitliliğini varsayar. Çeşitliliğe saygı, demokrasinin çoğunluğun, azınlıklar üzerindeki diktatörlüğüyle bir tutulamayacağını dile getirir. Dolayısıyla, demokrasi azınlıkların ve muhaliflerin var olma ve kendilerini anlatma hakkını kapsamalı ve aykırı fikirlerin anlatımına izin vermelidir (Morin, 2000: 197-198).

Demokrasinin en önemli değerlerinden biri muhalefet olgusudur. Demokraside şiddete başvurmadığı sürece alternatif görüşler, düşünceler, öneriler, değerler, yaşam biçimleri, inançlar ve felsefeler serbestçe kendilerini ifade edebilirler. Demokratik sistem, alternatif düşünceleri ve yaşam biçimlerini toplumsal yaşam alanıyla sınırlı tutmakla kalmaz, aynı zamanda iktidarı meşru yollardan devirmeyi amaçlayan siyasal muhalefeti de meşru olarak kabul eder (Çaha, 2011: 224). Demokrasinin değerlerinden olan muhalefet olgusu, toplumsal kaosun önlenmesinde hayati derecede önemlidir Halk iktidara olan tepkisini muhalefeti iktidara taşıma isteğiyle gösterecektir. Bu bakımdan toplumsal şiddet oy verme edimiyle azalma gösterebilecektir.

Demokrasinin açık toplum, eşitlik, özgürlük, sivil toplum, insan hakları, denetim ve barış gibi değerleri de bulunmaktadır. Bu değerler hem iktidarın hem de muhalefetin halkın yönetimde etkili bir şekilde bulunması için bir çeşit uyarı ve ikaz olarak da algılanabilir. Gücün kötüye kullanılmaması, önüne set kurulabilmesi, bireyin içinde yaşadığı toplumun yaşamsal değerlerini özgürce kullanabilmesi için bu değerlere devlet yönetiminde söz sahibi olan kişilerin dikkat etmesi gerekmektedir.

(22)

1.3. Siyasi Krizin Aktörleri

Siyasi krizin şiddetlenmesi ve çözüme kavuşmasında siyasi aktörlerin önemli etkileri bulunmaktadır. Meclis içerisinde yaşanan gerginliklere parlamento dışı aktörlerinde müdahil olması kriz sürecini etkileyebilmektedir. Bu bakımdan siyasi krizin aktörleri siyasi partiler ve siyasi liderler olabileceği gibi ordunun da sürecin gelişmesinde belirleyici bir aktör olduğu görülmektedir.

1.3.1. Ordu

Tarihin her döneminde olduğu gibi, günümüzde de hemen her ülkenin değişen çapta, güçte ve etkinlikte bir ordusu veya ordunun işlevlerini gören askeri yapıda bir gücü bulunmaktadır. Ülkeyi dış tehditlere karşı koruma, ulusal prestiji sağlama, gerektiğinde ülke içinde kamusal düzeni sağlama gibi görevleri olan silahlı kuvvetler siyasete ilgisiz değildirler (Örs, 1996: 7). Elbette bu durum orduyu siyasetin içinde aktif rol oynamaya itmez. Ordunun siyasete karışmasında bir çok faktör rol oynar. Silahlı kuvvetlerin sivil siyaset üzerindeki etkisi, o ülkenin siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel özellikleri tarafından olduğu kadar, askerlerin kendi örgütsel yapısına has özelliklerince de belirlenebilmektedir. Ancak, açıkça gözlenen şudur ki, hangi sebeple olursa olsun, sivil siyaset yönetimin idari etkisini ve meşruiyetini yitirdiği dönemlerde, askerlerin siyasal sahneye çıkma eğilimi ve bunu fiilen gerçekleştirme olasılığı artmaktadır (Örs, 1997: 8). Ordunun müdahalesinde sivil yönetimde yaşanan gerginliklerin, çatışmaların, bunalımların, genel kritik durumların etkili olduğu konusunda siyaset bilimcilerin ortak görüşleri bulunmaktadır. Örneğin, Huntington’a göre siyasete askeri müdahalelerin önemli nedeni askeri değil siyasal sebeplerdir. Ona göre askeri müdahaleler azgelişmiş ülkelerde sosyal güçlerin ve kurumların siyasallaşmasının sonucudur. Bu tür toplumlarda siyaset özerk, karmaşık, uyumlu ve esnek değildir (Huntington, 2007: 194). Bu yapısal özelliklerde yaşanan derin bunalım ordunun sivil yönetime müdahalesini de kolaylaştırabilmektedir. Nordlinger’e göre askerlerin müdahalesinin nedenleri, sivil hükümetlerin başarısızlıkları ve bunun sonucunda meşruiyetlerini kaybetmeleridir. Yazara göre, kamusal düzeni koruyamama, siyasal çatışmaların artışını önleyememe, aşırı kutuplaşma, siyasal şiddet ve terörün tırmanması gibi

(23)

başarısızlıkları askerlerin müdahaleci dürtülerini harekete geçirebilmektedir (Nordlinger, 1970: 1138-1142’den aktaran Örs: 64).

Perlmutter’e göre de merkez ve çevre arasındaki kopukluk, siyasal kurumlaşma düzeyinin düşüklüğü, zayıf ve etkisiz siyasal partilerin varlığı, sivil yöneticilerin orduya müdahalesini kolaylaştırmaktadır. Siyasal kurumlaşma düzeylerinin düşüklüğü siyasal partilerin bölünme eğilimini kolaylaştıracaktır. Siyasal partiler zayıf ve içsellikten yoksundur bu yüzden askeri müdahaleler kolaylaşmakta ve haklılaşabilmektedir (Perlmutter’den aktaran Örs: 38).

Gerek yeni kurulmuş devletlerde gerek modernleşmeye doğru hızla yol alan devletlerde, yukarıda sayılan nedenlerle, sivil yöneticilerin meşruiyetinin azalması veya tamamen yitirilmesi diğer faktörlerle bir araya geldiğinde ordunun müdahalesini haklı gösterebileceği bir zemin hazırlaşmış olur. Askeri müdahale geleneğinin olduğu ülkelerde meşruiyet krizi hem darbenin gerçekleşmesini hem de darbenin halka kabul ettirilmesini daha da kolaylaştırmaktadır (Örs, 1997: 59).

Sivil siyasal yöneticilerin yönetme hakkına sahip olduğu inancının aşınması veya yok olması uygulanan siyasaların yanlış olduğu ve bunu sorumluluklarının da sivil yöneticiler olduğu inancının yaygınlaşması, mevcut yönetime popüler desteğin giderek azalmasına sebep olmaktadır. Sivil yönetiminin meşruiyetinin azalmasının önemi, halkın yeni arayışlar içine girmesinden ve bu yeni arayışların da askerler tarafından karşılanma ihtimali bulunmasından kaynaklanmaktadır (Örs : 57).

1.3.2. Siyasi Lider

Bir rejimin meşru sayılabilmesi için onun altında yaşayan halkın o rejimi benimsemesi, meşru addetmesi gerekmektedir. Bu doğrultu da meşruluk belirli bir rejimle o rejimle muhatap olan bireyler arasındaki ilişkiye ve bu ilişkinin algılanışına ya da değerlendirilmesine bağlı bir husustur (Vergin, 2008: 48). Yani bir tarafın (bireylerin, toplumsal grupların, halkın) diğer tarafa (lidere, rejime, uygulamalara, politikalara) atfettiği bir niteliktir. Burada meşruluğun ilişkisel boyutu önem kazanmaktadır. Siyasal sistem ve onun meşru olduğuna inanan ve bu doğrultuda ona meşruluğu atfeden ve desteğini veren tarafın arasındaki ilişkidir. Siyasal sisteme

(24)

onun meşru olduğunu atfeden taraf, sistemin meşru olduğuna inandığı ölçüde rejimi benimseyecek, içselleştirecektir. Bu tarafların ilişkisinde belirleyici olan unsurlardan biri de güven olabilmektedir. Siyasi liderler taraflar arasındaki ilişkinin kopmaması ve uygun bir şekilde gerçekleşebilmesi için aracı durumundadırlar. Liderini benimsemeyen, içselleştirmeyen, iktidarını kabul etmeyen bir halk o devletin, yönetiminde iktidarını kabul etmekte zorlanabilmektedir.

Meşruiyet devlet yönetiminin sürekliliği için ön koşuldur. Meşruiyeti pekiştirecek ve haklılaştıracak unsurlardan biride siyasi liderlerdir. Siyasi liderler devlet yönetiminde en görünür aktörlerdir. Halk siyasi liderin davranışlarını içselleştirdiği ölçüde, kendi tutumları etrafında özümsediği takdirde ona destek verecektir. Weber, “Karizmatik Otorite”nin halkın, siyasal iktidarın meşruiyetini kabul etmedeki önemi açıklar. Karizmatik temellere dayanan otorite, yöneticinin istisnai, olağandışı, adeta doğaüstü yetenekler taşıdığı ve onun kutsal bir kişiliğe sahip olan bir kahraman olduğu inancına dayanıyor. Karizmatik önderin telkin ettiği güven insanların gönüllerinde ve dolayısıyla, us-dışı yönlerinde yankılandığı içindir ki, toplum onun uğruna kendini değiştirmek dahil olmak üzere, her şeyi göze alabilir (Vergin,2008: 64-65).

Meşruiyetin vazgeçilmez amacı olan toplumsal birlik ve bütünlüğün en iyi temsil edildiği alan karizmatik liderliğin olduğu alandır. Liderlik, toplumun bir insanla içselleşmesi, dinin, geleneksel iktidarın kısaca bir meşruiyetin bir kişide toplanması, eşsiz bir tarihsel misyonun bir kişiyle örtüşmesi, korkunun ve ödüllendirmenin bir kişinin eliyle tüm topluma dağıtılmasıdır. Liderlik; topluma eşsiz, tek ve kimlikli bir kişi sunar ve toplumsal bir dil bunu erişilmez ve anlatılmaz bir kutsallık olarak ifade eder. Lider, toplumun birlik ve beraberliğin, toplumsal dayanışmanın temsilcisi/özü olarak kabul edilir (Çetin,2011: 54).

Meşruiyetin kaynağı olarak liderin kişisel niteliklerini vurgulayan bir diğer kişi siyasal bilimci David Easton’dır. Bir siyasal sistemde iktidar sahibi ve sahipleri kişisel nitelikleri sayesinde kendilerine geniş bir taraftar kitlesi bulurlar. Easton’a göre hangi yoldan olursa olsun destek kazanmada etkili ve başarılı olmak esastır. Toplumda sağlanan destek, iktidarı “meşrulaştırıcı” bir potansiyel taşır. Liderler

(25)

kadrosu gerçekten kaliteli ve yetenekli ise, onların yürüteceği yönetim kitle içinde rejime bağlılığı artıran ve meşruluk duygusunu pekiştiren önemli bir faktördür. (Kapani,2010: 103).

Karizmatik liderle kurulan bu gönül bağına ilişkin örnekler yakın geçmişte mevcuttur. Gandhi, Mao, Hitler, De Gaulle gibi karizma sahibi liderle halkı etkilemiştir. Tarihimizde aynı etkiyi Mustafa Kemal Atatürk’ün de bıraktığını söyleyebiliriz.

Heper, Atatürk’ün karizmasının oluşmasında onun kişisel yeteneklerinin yanında, dış şartlarında etkili olduğunu belirtir. Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş savaşı bir kahramana duyulan özlemi pekiştirmiş, kuvvetlendirmiştir. Siyasi alanda Atatürk’ün hedefleri, “halk egemenliği” ve “Türkiye Devleti” fikri, İslami bir imparatorluktan laik ve ulusal bir devlete dönüştürülecekti (Heper, 2011:62). Atatürk’ün bu eylemlerini gerçekleştirmesinde karizmasının etkili olduğu söylenebilir. Joseph S. Szyliowicz, “Atatürk’ün, yeni rejime meşruiyet kazandıran ve çağdaş ulus hayalini gerçeğe dönüştürebilen güçlü bir karizmaya sahip olduğunu” ifade etmiştir (Szyliowicz, 1975: 29’dan aktaran Heper, 2011: 65).

1.3.3. Siyasi Partiler

Halkın desteğini sağlamak suretiyle devlet mekanizmasını kontrolünü ele geçirmeye veya sürdürmeye çalışan, sürekli ve istikrarlı bir örgüte sahip siyasal topluluklar olarak tanımlanan (Özbudun, 1974: 4-5) siyasi partiler, demokrasi ve katılım kavramlarıyla birlikte ele alınmaktadır. Halkın siyasi yönetime katılımında önem olan partiler, meclis içerisinde, desteğini aldıkları toplulukların temsilini de gerçekleştireceklerdir.

Toplumdaki çeşitli çıkarların ve istemlerin birleştirilmesini ve kanalize edilmesini sağlamak olan partiler bölücü ve ayrıcı değil fakat toparlayıcı ve birleştirici bir rol oynarlar. Ülkenin bir ucundan öbür ucuna bölgeler ve sosyal gruplar arasındaki mesafeleri, daraltmaya, aslında birbirine yakın olan çıkarları, eğilimleri bir araya toplayarak bağdaştırmaya ve bunların birkaç büyük grup halinde “kümelendirmeye” çalışırlar (Kapani, 2010: 182). Bu şekilde siyasal temsili mümkün

(26)

hale getiren siyasi partiler halk ile iktidar arasında köprü vazifesi görürler. Ahmad, Türkiye’de demokrasi tartışmalarında ciddi bir değerlendirmeyi hak eden faktörlerden birinin çoğunluk partisinin genel olarak muhalefetin ve özel olarak muhalefet partilerinin düşüncelerine yönelik tutumu olduğunu belirtir (Ahmad, 2007: 59).

Türk siyasi krizlerinin ana sebeplerinden bir diğeri siyasi partilerin demokrasiyi içselleştirememiş olmasıdır. Muhalif seslerin yok edilmeye ve susturulmaya çalışılması olarak keskinlik kazanan siyasi kriz, muhalefet olgusunu yok etmeye giden yasal düzenlemelere kadar gidebilmektedir. Bunun yanında iktidarın demokratik olmayan bir tutum içerisinde olmasından şikayetçi olan ve yönetimin eylemlerine karşı çıkan muhalif seslerin, iktidara geldikleri zaman aynı baskıcı tavrı muhalefete uyguladıklarını görülmektedir. Bu bakımdan demokrasi krizinin kaynağını iktidardaki partilerde değil, siyasi partilerin kendilerinde aranması gerekir.

1.4. Siyasi Krizlerin Nedenleri

Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze değin yönetime kimin ortak olduğu sorunu siyasi krizlerin bir nedeni olagelmiştir. Bununla birlikte devletin üstünlüğü prensibi ve seçim sistemleri de krizlerde belirleyici etkiye sahiptir.

1.4.1. Egemenlik Algısı

Siyasal sistem içerisinde yer alan kurumların ilişkilerinin belirlenmesinde, yürütülmesinde, bozulmasında egemenlik algısı önemli olabilmektedir. Kurumların egemenliği algılama biçimleri aynı zamanda diğer kurumları algılama biçimini de belirleyebilmektedir.

1921’de egemenliğini tek kaynağının TBMM olduğu ve TBMM’nin üstünde başka hiçbir merciin olamayacağı ilkesinin Anayasa hükmü olması ile gerçekte egemenlik halka verilmiştir. Atatürk, Osmanlı devlet hayatında tüm çabaların

(27)

padişahın kişisel çıkarlarını korumaya odaklanmasının halkın hükümet işlerine kayıtsız kalmasına neden olduğunu ve giderek yönetime karşı olumsuz bir tutum takındığını belirtmiştir. Bu yüzden padişahın kişiliğinden ayrı bir devlete ihtiyaç vardı. Atatürk bu düşüncesi ile egemenliğin kayıtsız şartsız halka ait olması formülüne ulaştı. Bu formüle göre, egemenliğin bir zerresinin dahi Sultan’a ait olmaması icap ediyordu. Yeni devletin de bu şekilde şekillenmesi gerekliydi (Heper, 2010: 95-96). Ama egemenlik algısı halkın eline hemen verilmeyecekti. Bunun için halk çağdaş medeniyet seviyesine çıkartılmalıydı. Halk ise bu temel hedefe kendi başına ulaşamazdı. Bunun için reformların yukarıdan aşağıya yapılması gerektiği sonucuna varmıştır. Seçkinlerin görevi ise bu gelişimin niteliğini belirlemek ve bu süreci hızlandırmaktı. TBMM’nin bütün mensuplarının ve diğer bütün diğer seçkinlerin halkı aydınlatmak ve onların gelişmesine yardım etmek sorumluluğunu taşıdığı düşünülmekteydi. Diğer bir ifadeyle “söz konusu ilke egemenliğin kim ait olduğunu değil kime ait olmadığını belirtiyordu (Heper, 2010: 97-100).

1.4.2. Devlet Anlayışı

Devletin üstünlüğü prensibi hem tarihsel hem sosyolojik hem de siyasal sistemimizde egemendir. Resmi ideoloji açısından devlet, merkezi bir öneme sahiptir. Bireylerden ve toplumdan bağımsız varlık olarak tasavvur edilen devlet kutsaldır (Atar, 2005: 38). Asıl misyonu topluma nizam vermek ve ona doğru yolu göstermek olduğu içindir ki kamu siyasetinin asıl belirleyicileri sivil siyasiler değil resmi ideoloji çerçevesinde hareket eden devlet yetkilileridir (Erdoğan, 1998: 213).

Türk modernleşme projesinin kendine özgü yapısının doğal ve kaçınılmaz sonucu olarak “devlet iktidarı” ve “siyasal iktidar” iki siyasal sınıfı ortaya çıkarmıştır. Erdoğan Teziç’in vurguladığı gibi oluşan bu sınıfsal ayrılıklar neticesinde devlet iktidarı ile parti iktidarı farklı tutulmuştur. Bu şekilde parti iktidarlarının halktan aldıkları desteği devlet iktidarının değerlerini sarsmadan kullanabilecektir (Erdem, 2005: 52-57). Siyasal sistem içinde cumhurbaşkanının verilen görev de bu ayrımla anlamını bulaktadır. Sistem bu şekilde cumhurbaşkanına “ideolojik devletin bekçisi” olması görevini vermektedir (Erdoğan: 215).

(28)

1.4.3. Seçim Sistemleri

Seçimler, en geniş tanımıyla siyasal kararları alacak kişileri yahut yöneticileri belirleme işidir. Başka bir deyişle seçimler, yönetilenlerin kendilerini temsil etmek ve yönetmek üzere temsilcilerini yönetim organına gönderme işidir (Tosun, ve Tepeciklioğlu, 2011: 252). Ülkeyi yönetecek kimlerdir?. Seçim, ilk olarak bu sorunun cevabını arar.

Kamu siyasetini yürütecek olan kamu iktidarlarının seçimi (Karamustafaoğlu, 1970: 15) teknik bir konu olması bakımından bazı kurallar içerir. Hiçbir seçim sistemi seçmenlerin tamamının iradesini parlamentoya gerçek ölçüde yansıtamayacağı için oyların değerlendirilmesine, verilen oyların, seçime giren partilere dağılımı ve parlamentoda kazanacakları sandalye sayılarının belirlenmesine ilişkin yöntemlerin neler olacağı hususunda farklı görüşler bulunmaktadır (Unat: 50-53).

Genel olarak seçim sistemi, halkın temsilcilerinin belirlenmesinde kullanılan teknik, ilke ve kurallar bütünü olarak tanımlanabilir. Kabaca bir ayrım ile temelde iki tip seçim sistemi vardır; çoğunluk ve nisbi temsil sistemi. Bunlara ilaveten, bu iki sistemin de bir takım özellikleri alınarak oluşturulmuş karma seçim sistemlerinden ve bir dönem Türkiye’de de uygulanmış bulunan milli bakiye sisteminden söz edebiliriz. Bu üç tip seçim sistemi de bir takım farklılıklar göstermektedir. Hangi seçim sistemi hangi koşullar altında uygulanır sorusu ise; daha çok ülkenin toplumsal koşullarının ve demografik şartlarının, kimi zaman siyasi ve ideolojik tercihlerin seçim sistemini belirlemede etken olduğu şeklinde cevaplanabilir. Ancak genel olarak, nispi temsil sistemlerinin eşitlik ilkesine daha çok hizmet ettiği ve her oyun parlamentoda karşılık bulmasını sağladığı, fakat istikrarsızlığı artırdığı, çoğunluk sistemlerinin ise bunun tam tersi olarak istikrar sağladığı ancak eşitlik ve temsil ilkesine çok önem vermediğini söyleyebiliriz (Tosun ve Tepeciklioğlu, 2011: 255).

Türkiye’de uygulanan seçim sistemlerinin krizlerin oluşmasında önemli bir değişkendir. 1946 ve 1960 dönemlerinde uygulanan çoğunluk sistemi ile siyasal partilerin aldıkları oy ile parlamentoda temsil edilmeleri oranları arasında adaletsizlik oldukça yüksektir. 1960 ve 1970 dönemlerinde nispi temsil sistemi uygulanmıştır.

(29)

1961 seçimleri ile baraj uygulaması başlatılmıştır. Bu dönemde, Türk siyasal hayatı ilk kez koalisyon hükümetleriyle karşılaşmıştır. 1970 ve 1980 döneminde barajsız d’Hondt sistemi ile yapılmıştır. Bu seçimlerin sonucunda koalisyon hükümetleri kurulmuş ve küçük partilerde temsil edilme imkanı bulmuşlardır. 1980’den günümüze kadar olan dönemlerde de seçim sistemlerinde çok değişiklik yapılmıştır. 1987’de gerçekleşen seçim Türk Siyasal Hayatı’nın en adaletsiz seçim sistemlerinden biri olarak yerini almıştır.

1.5. Siyasi Krizlerin Boyutları

Siyasi krizleri sadece meclis içerisinde yaşanan gerginlikler olarak görmemek gerekir. Siyasi gerginliklerin şiddeti halkın yönetime duyduğu güven azalmasına neden olabilmektedir. Krizlerin ideoloji bakımından yaşanıyor olması da kutuplaşmaların oluşmasına neden olabilmektedir.

1.5.1. Güven Bunalımı

Devlet yönetimi ve halk arasında ki önemli bağ olan güven son dönemlerde önem verilen konuların başında gelmektedir. Birçok siyaset bilimci devlete duyulan güven düşüklüğünün nedeni ile ilgili çalışmalar yapmış ve bunu kamuoyu ile paylaşmıştır. Baier’e (1986: 231-232) göre güven, başkalarının bizim çıkarlarımızı koruyacağı, kendilerine fayda sağlamayacakları veya bize zarar vermeyeceklerine olan inanmamızdır. Toplumsal düzende bireyler, başkalarının kalıcı bir etik düzen içinde eylemlerini ve rollerini tam anlamıyla gerçekleştirdiklerini varsayarak onlara güvenirler (Lafollette,1996: 157). Bu durum güvenilen tarafın her zaman için, güvenen tarafın beklediği kriterlere göre hareket etmesi gerektiğini gösterir. Bu doğrultuda güven, güvenmeyi tercih eden kişilerin, güvenmeyi seçtikleri kişi veya kurumlardan görmek istedikleri olumlu beklentilerdir. Güven kesin sonuçlardan daha çok soyut inanışlarla ilgilidir. Güven olandan ziyade olması istenilene karşı duyulan inançtır.

(30)

Solomon ve Flores’e göre insanlar ya güvenir ya da güvenmezler. Bu yüzden güven tercih meselesi ama sınırlı bir tercih meselesidir. Güven insanlarla ve insan kurumlarıyla sınırlıdır. Güven bir tercihi olan, bizim davranışlarımıza ve jestlerimize kendilerine özgü duygu, davranış ve jestlerle karşılık veren aktör ve varlıklarla sınırlıdır (Solomon ve Flores: 88).

Migdal (1998), devlete halka belirli kaynak sunma işlevi yüklemektedir. Devletin gücü de bu işlevleri yerine getirmesiyle paralel değerlendirilmelidir. Toplumsal açıdan devletin güncü gösteren faktörler ise uyum/itaat, katılım ve meşruluktur. Holsti’ye (1996) göre de bir devletin kaderi, temel olarak halkın devletin meşruluğuna olan inancı ile yakından ilgilidir. Meşruiyet ise devletin haklılığına duyulan tam ve kesin inanç anlamında kullanılmaktadır. Devletin eylemlerine ve haklılığına duyulan inancı kuvvetlendiren güven duygusunun kaybolması ise tersi durumların, meşruluğun sorgulanmasını, siyasal katılma olgusunun zarar görmesini doğuracaktır. Devlet ve toplum arasında devletin eylemlerini haklılaştıran ve kabul edilebilir kılan güven olgusunun siyasi krizlerin şiddetlenmesinde ve sonucunda önemli etkisinin olduğu söylenebilir.

Holsti’nin de belirttiği üzere devletin meşruluğunun sorgulanmasında siyasi sistemin işleyiş kurallarına ilişkin uzlaşı yetersizliği önemli bir faktördür (1986: 86-21). Bu bakımdan siyasetin temel kuralları üzerinde oydaşmanın sağlanamadığı bir kültürde, hangi amaca, hangi kanallarla ulaşılacağı yolunda genel kabul görmüş temel normlar yoktur. Siyasal otoriteler ve halk arasında aracı kurumların bulunmadığı veya mevcut kurumların etkili bir biçimde çalışmadığı bir siyasal sistemde, halkın siyasete katılımı zorlaşacaktır. Bu durum devlete duyulan güvenin ve siyasete olan desteğin azalmasını kolaylaştıracaktır.

Üzerinde oydaşılmış kuralların bulunmadığı, parti-içi ve partiler arası fikir ayrılıklarında hoşgörü eksikliği şeklinde kendini göstermektedir. İktidara gelmenin yazılı kuralları bulunsa dahi, bu kuralların doğru ve uygun olduğu yolunda bir görüş birliği bulunmaması halinde, iktidara geçme mücadelesi bu kurallar çerçevesinde değil, seçimle hile yapma, seçim kurallarını ihlal etme, seçim propagandası için yasal

(31)

olmayan yollardan maddi kaynak sağlama gibi birtakım gayrimeşru uygulamalar çerçevesinde geçmektedir (Örs, 1997: 94-95).

1.5.2. Kutuplaşma Boyutu

Siyasi sistem içerisinde karar alma ve uygulama süreçlerinde aktif rol oynayan siyasi partiler, meclis içerisinde görüş ayrılıklarına ve anlaşmazlıklara düşebilmektedir. Bu mücadelenin şiddetlenmesinde siyasi partiler arasında ki kutuplaşma belirleyici olabilmektedir. Atlee,’nin de belirttiği üzre iki karşıt veya çatışan grubun veya gücün, biz ve onlar, doğru olan ve yanlış olan gibi ön kabuller ile kendi aralarında yüksek düzeyde bir araya toplanması durumu yaratabilmektedir (Atlee’den aktaran Kiriş, 2010: 12). Ortaya çıkan bu ayrışmalar siyasi partilerin ilişkilerini olumsuz etkileyecektir.

Partiler arasındaki kutuplaşmaların artması, kamu politikası süreçlerinin aksamasına yol açmaktadır. Kutuplaşmanın etkisiyle yasmanın iş göremez hale gelmesi ve politika süreçlerinde ataletin ortaya çıkması yanında ılımlı vatandaşların siyasete ilgilerini ve bu kitlenin iktidara olan güven düzeylerini de azaltabilmektedir. (Kiriş: 20) Meclis içerisinde görüşülecek kararların tıkanmasında etkili olan kutuplaşmaları dinsel, etnik mezhepsel ve sınıfsal konular üzerinde yaşandığını söyleyebiliriz. Devlet yönetiminde yaşanan kutuplaşmaların ülke genelinde toplumsal kutuplaşmaları şiddetlendirebilmektedir.

Devlet yönetiminde kutuplaşmaların artması demokratik yönetimin etkinliğini kısıtlarsa bu durum anayasal rejimin çöküşüne yol açabilir. (Kiriş: 90)

(32)

İKİNCİ BÖLÜM

1923’DEN GÜNÜMÜZE CUMHURBAŞKANI SEÇİMLERİ

2.1 Cumhuriyet’in İlanı ve Atatürk’ün Cumhurbaşkanı Seçilmesi Milli mücadelenin zaferle sonuçlanmasından sonra T.B.M.M.’ nin içerisinde siyasi tartışma, çatışma ve anlaşmazlıklar başlamıştı. Milli mücadelenin öncü kadrolarını oluşturan asker ve sivil yönetici bürokratlar arasında, zaferin kazanılmasından sonra yapılması gerekenler konusunda esası görüş ayrılıkları vardı (Koçak, 2007: 130). 1921’de egemenliğini tek kaynağının TBMM olduğu ve TBMM’nin üstünde başka hiçbir merciin olamayacağı ilkesi, Anayasa hükmü olması (Sarıbay, 2001: 45) 1 Kasım’da Saltanatın ve Hilafetin ayrılması ve Saltanatın lağvedilmesi, TBMM’nin siyasi iktidar mücadelesini eline almaya başladığını ve dinsel gelenekten kopuşun yaşandığını göstermektedir. Bu uygulamalardan sonra meclis muhafazakârlar ve yenilikçiler olmak üzere iki gruba ayrılmıştır (Karpat, 1996: 54).

Meclis içerisinde Atatürk’ün önderliğinde Müdafaa-i Hukuk Grubu (1. Grup)’a karşı 2. Grup muhalif durumundaydı. Muhalefet grubu, yönetici kadro içerisinde hayli sivrilmiş bir ‘Tek Adam’ın iktidarı bütünüyle kendi elinde toplamasından ve bunun sonucunda da kişisel bir yönetim kurulmasından çekiniyordu (Koçak, 2007: 130).

Muhalif grubun diğer gruba olan açık saldırısı milletvekili seçimine ilişkin yasada bir değişiklik önermesiyle daha da belirginleşmişti. Mustafa Kemal’ın hedef alındığı bu öneri kendisi tarafından reddedilmiştir. Bu gelişmeler ve kendisine yönelik izlenen bu politikalar sonrası Mustafa Kemal meclisin daha homojen bir hale getirilip, rejimin adının konması gerektiğini düşünüyordu.

Cumhuriyetin ilanına kadar olan dönemde meclis hükümeti sisteminin olması, meclisin karar almasını zorlaştırabiliyordu. Meclis sisteminin özelliği yasama, yürütme ve yargı yetkilerinin bir mecliste toplanmasıdır. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi ve uygulamaları da bir konvansiyonel sistem oluşturur. Yasama, yürütme ve istiklal mahkemeleri aracılığıyla da yargı yetkisini elinde

(33)

bulunduran bu meclisin, yürütme görevini de İcra vekilleri heyeti gerçekleştirmekteydi (Özdemir, 1989: 28). Cumhuriyetin ilanına kadar yürütme yetkisini elinde bulunduran icra vekilleri heyetine kimlerin ve nasıl seçileceği devlet yönetiminde aksamalara neden oluyordu. Atatürk’ün tek adam olmasına karşı T.B.M.M. içinde oluşan “ikinci grup”un tek kişi liderliğine engel olan reaksiyon sergilemesi (Cebesoy, 1960: 45) devlet yönetiminde tıkanmalara neden olabiliyordu. Mustafa Kemal’in, Ali Fuat Cebesoy’a, Kurtuluş Savaşı’nın bitmesinden sonra söylediği gibi, Meclis Reisliğini, Başvekilliği ve Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekaletini başkalarına teslim edemeyeceği planını (Cebesoy, 1960: 10) cumhuriyetin ilanından evvel uygulamaya koymuştur.

1920 ve 1923 arası döneminde yaşanan gerginlikler rejimin değişmesi gerektiği sinyallerini de veriyordu. Bu gelişmeler ışığında devletin en büyük makamının sahibinin belirleneceği tüm Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde olduğu kadar olmasa da Mustafa Kemal’in Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturması birçok entrika ve sun’i krizler sonucunda gerçekleşmiştir. Mustafa Kemal iktidarı paylaştığı arkadaşlarını devre dışı bırakarak Cumhurbaşkanlığı koltuğuna ancak oturabilmiştir (Mangırcı, 1999: 25).

Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasından sonra dikkatler iç politikaya çevrildi. Siyasi alanda mücadelenin başladığı bu dönemdeki en önemli gelişme devletin rejiminin adının konmasıdır (Sezer, 2003: 206). Nisan 1923’te T.B.M.M. seçimlerin yenilenmesi kararını almıştır. Mustafa Kemal Atatürk, bir taraftan Halk Fırkasını örgütlerken, diğer taraftan da I. Dönemde muhalefeti oluşturan ikinci grup üyelerinin ve ittihatçıların yeni meclise girmelerini engellemek için çalışmıştır. 12 Ağustos 1923’de T.B.M.M. ikinci dönem çalışmalarına başlamıştır. Fakat Mustafa Kemal’in bütün çabalarına rağmen, Halk Fırkası mebuslarından oluşan meclis homojen bir niteliğe sahip olmadığı gibi, Mustafa Kemal ve yakın çevresine karşı muhalefete de başlamıştır (Özdağ, 1991: 44).

17 Ağustos 1923’de Ali Fethi Bey’in Başvekil olmasından ve muhalefetin belirginleşmesinden sonra meclis içerisinde yaşanan bu bunalımı çözmek için 25 Ekim’de vekilleri Çankaya’ya davet eden Mustafa Kemal Atatürk, kendilerinden

(34)

istifa etmelerini ve yeniden seçilir iseler red etmelerini istemiştir (Özdağ, 1991: 44). Bu gelişmelerden sonraki günlerde 27 Ekim 1923’te istifa eden Fethi Bey’in başında bulunduğu, hükümetin yerine yenisinin kurulamaması sonucunda hükümet bunalımın yaşanması, Meclis Başkanı’nın yetkilerinin ise bu işi çözmekte yetersiz kalması devlet başkanına olan ihtiyacı ortaya çıkarıyordu. Zira, Anayasaya göre vekiller Meclis’te teker teker oylanıp çoğunluğun sağlanmasıyla seçiliyordu. Bu bunalım hiçbir vekilin çoğunluğu sağlayamamasından kaynaklanıyordu (Sezer, 2003: 207). Hükümet bunalımının meclis hükümeti sistemiyle aşılamaması nedeniyle, kabine sistemine geçmek dolayısıyla da Cumhuriyeti ilan etmek için uygun bir siyasal ortam yaratmıştı. Bu durum karşısında 28 Ekim akşamı Mustafa Kemal Çankaya köşkünde yemek esnasında kendi görüşüne yakın arkadaşlarına; “Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz” diyerek fikrini belirttikten sonra, 1921 tarihli Anayasa’da yapılan değişikliklerle 29 Ekim 1923’te Cumhuriyeti ilan edildi.

Bu değişikliklerle rejimin adı konmuş ve Cumhurbaşkanlığı seçimine gidilerek Mustafa Kemal Cumhurbaşkanı seçilmiştir. İsmet Paşa ise hükümet kurmakla görevlendirilerek cumhuriyetin ilk başkanı sıfatını kazanmıştır.

2.2 İsmet İnönü ve Cumhurbaşkanı Seçilmesi

1936 Atatürk’ün hastalığının ilk belirtilerinin ortaya çıktığı, 1937 ise sağlığının tümüyle bozulduğu yıldır. 1937 yılından itibaren de iktidar mücadeleleri en sert biçimde yaşanmaya başlamıştır. İnönü’nün, Atatürk ile arasında da ölümünden bir yıl önce başlayan gerginlikler nedeniyle cumhurbaşkanlığına adaylığı konusunda bazıları tarafından ihtimal verilmeyen kişiler arasında kabul ediliyor olmasına rağmen rakip adaylar tarafından rahatsızlıkla karşılanıyordu. Hem yaşadığı bu gerginlikler ve son bir yıl içerisinde Malatya mebusluğu dışında siyasette aktif olarak bulunmaması adaylık konusunda ismini geri plana itse de, Ertan’a göre İnönü’nün cumhurbaşkanlığına seçilmesi hiç de şaşırtıcı değildir. İnönü, CHP içerisindeki gücünü ve ağırlığını korumuş, orduyla olan temasını da hiç koparmamıştır (Ertan, 2003: 359).

İnönü hatıralarında cumhurbaşkanlığına aday için, Fevzi Çakmak, Fethi Okyar, Celal Bayar’ın aday olacağı haberlerinin çıktığını, Şükrü Kaya ve Dr.

(35)

Aras’tan bahsedilmeye başlandığını söylüyordu. Fethi Okyar’ın ve Fevzi Çakmak’ın adaylığı konusunda hukuki engeller bulunması bu adayların seçilmesini güçleştiriyordu. O dönemin hukuki koşulları, meclis dışından bir kişinin cumhurbaşkanı olmasına engel olsa da, Ordu’nun seçim sürecindeki etkisi yadsınamaz bir gerçektir.

Celal Bayar, Atatürk’ün ölümünden önce Ordu’nun üst kademesindeki kişilerle görüşerek, Meclis’in büyük çoğunluğunun Fevzi Çakmak’ı cumhurbaşkanı olarak görmek istediğini söylemiştir. Bu gelişmeleri Genel Kurmay 2. Başkanı Asım Gündüz şöyle anlatıyor.

“Efendim, dedi. Mecliste çoğunluk Mareşal Hazretlerini istiyor. Memlekete hizmetiniz büyüktür. Lütfen Cumhurbaşkanlığını kabul ediniz.”

Celal Bayar’ın bu konuşmasından sonra, Fevzi Çakmak’ın

“Hayır, Celal Beyefendi, ben politikadan uzak, ordumla sizlere yardımcı olacağım. Asla müdahale veya karışıklığı beklemeyin” diyerek adaylık konusunda olumlu bakmadığını belirtmiştir.

Fevzi Çakmak’ın sözlerinden ordu’nun bu sürece dahil olmayacağı düşünülse de Asım Gündüz, 1. Ordu Komutanı Fahrettin Altay’ın, Tümen Komutanlarıyla görüşmeleri sonucu İnönü isminde karar kıldıklarını açıklamış ve Ordu’nun tavrını belli etmiştir.

11 Kasım 1938’de CHP meclis grubu toplantısında Bayar; “Atatürk ölmüştür, yerine, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı seçilecektir. Söz istemeyin, namzet teklifi yok, usul konusunda fikir alışverişi olmayacak. Herkes elindeki kağıtlara kimin cumhurbaşkanı olmasını istiyorsa onun adını yazsın (…)” 323 oydan 323 oydan 322’sinin İnönü’nün ismini yazılırkenbir oyda Hikmet Bayur tarafından Celal Bayar’a verilmiştir (Çoşkun, 1995: 24).

Ordu’nun açık tavrını gösteren bir diğer gelişmede Cumhurbaşkanlığı seçim gününde yaşanmıştır. İsmet İnönü’nün tek aday olarak girdiği mecliste, Genel Kurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak, kuvvet komutanları da bulunmaktadır.

(36)

İnönü, 470 millet vekilinden 348’inin oyunu alarak cumhurbaşkanı seçilmiş ve görevine başlamıştır. İnönü’nün ordu’nun desteğiyle cumhurbaşkanı seçilmesi, Türk siyasi hayatında önemli bir geleneği de başlatmıştır. İnönü’nün cumhurbaşkanı olması konusunda Atilla İlhan Nokta dergisinde şunları yazmıştır.

“Bab-ı ali baskını neyse İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı’na seçilmesi odur. Ordu ağırlığını koymuş ve iktidardan tamamıyla tasfiye edilmiş olan İnönü’yü Cumhurbaşkanı seçmiştir” (Mangırcı, 1999: 43).

Seçimlerde oy vermeyenlerden biri de İnönü’nün rakiplerinden olan o dönemde İçişleri Bakanlığı görevinde bulunan Şükrü Kaya’dır. Mangır’ın bahsettiğine göre, Şükrü Kaya’nın yakın adamlarından olan Recep Zühtü’nün İnönü’yü öldürmek için planlar yaptığı öğrenilir. Suikasta uğrayabileceği nedeniyle İnönü’nün evi ve kendisi koruma altına alınır (Mangırcı, 1999: 37). İnönü’nün cumhurbaşkanı olmasından sonra, İç İşleri Bakanlığına Şükrü Kaya’nın yerine Refik Saydam’ı getirmesi söylentileri doğrular niteliktedir.

2.3 Celal Bayar ve Cumhurbaşkanı Seçilmesi

Atatürk’ün vefatının ertesi günü, 11 Kasım 1938’de, TBMM’de, Başbakan Celal Bayar’ın teklifi ile, İsmet İnönü, Cumhurbaşkanı seçilmiş, İnönü Bayar’ı hükümet kurmakla görevlendirmiştir. 19 Kasım 1938 tarihli Bugün Gazetesi’ndeki “Celala Bayar Hükümeti’ne İtimat” başlıklı yazısında Falih Rıfkı Atay, Bayar için; “ İsmet İnönü, ilk hükümetini teşkil etmek vazifesini Celal Bayar’a tevdi etti. Bu tevdi, sadece istikrar tezahürü hükmünde olmamıştır…Atatürk’ün hastalığı ciddi endişeler uyandırmaya başladığı zamandan beri, Celal Bayar pek nazik bir vazife ve mesuliyet devrinin ağır yükünü, müstesna bir karakter kuvveti ile taşıdı…Celal Bayar, Atatürk’e evlatlığını, Hükümet’e reisliğini ve kamutay azalarına vefakar dostluğunu, ancak hizmet aşkı ve karakter asaleti ile izah olunabilecek bir nefs feragati içinde ve efendice yapmıştır…Izdıraba teslim olmak bir tesellidir. Vazife ve mesuliyet sahibi bu teselliden mahrumdu” diye yazmıştır. (Kaynak Yok)

Referanslar

Benzer Belgeler

Ağustos 2017’de Camp Lemonnier’e 7 mil mesafede yer alan bir bölgede kendisine ait bir üs kuran Çin, böylece ilk deniz aşırı askeri üssüne sahip olduğu gibi, aynı

Diğer adaylara da inanmayarak, “gerçek aday olmadığı”, Nazarbayev tarafından seçime katıldıkları iddiası üzerinden, adayları ve temelde seçimi olumsuz

Bu çalışmada siyasi portresini incelediğimiz Türkçü, Milliyetçi Ahmet Ağaoğlu’nun oğlu olan Samet Ağaoğlu, DP’nin siyasi atmosferi içinde yetişmiş bir kişi

Bu bağlamda gündem oluşturma kuramı kullanılarak, 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde adayların siyasal reklam içerikleri ile, Twitter paylaşımları ve haber

Rahmetli Ahmet Hamdi Tanpınar’m bitmemiş romanı “ Aydaki Kadın” geçen yıl ekim ayında ba­ sılmıştı Adam Yayınları arasında.. Çok ilgi uyan­ dırdı, öteki

Dolayısıyla, İran seçimlerinde halkın seçimlere katılım oranı ile siyasi ve sosyal değişimlerin arasında çok önemli bir bağlantı vardır.. Cumhurbaşkanlığı

Türkiye’de siyasi partilerin örgütsel yapısı ve parti içi demokrasi Cumhuriyet Halk Partisi örneği tez konumuz incelemesinde çalışmanın birinci bölümde partilerin tanımı,

• Uygulamayı değerlendiren ise ölçüte göre değerlendirme yaparak eleştirel düşünme becerisi kazanır... CEVAP: E Öğretmen adaylarının eğitiminde, hazırladıkları