• Sonuç bulunamadı

Esir Olmak mı, Esirden Doğmak mı Zor? Türk Edebiyatı’nda Esir Annelerin Edebiyatçı Çocukları

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Esir Olmak mı, Esirden Doğmak mı Zor? Türk Edebiyatı’nda Esir Annelerin Edebiyatçı Çocukları"

Copied!
18
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

EDEBİYATÇI ÇOCUKLARI

Fatih Alper Taşbaş

*

IS IT DIFFICULT TO BE A SLAVE OR TO BE BORN OUT OF A SLAVE? LITERARY CHILDREN OF SLAVERY

MOTHERS IN TURKISH LITERATURE

ÖZ: Osmanlı İmparatorluğu, on dokuzuncu asırda esaretin ilga edilmesi için çalışır. Esaret teması ise, Tanzimat döneminden itibaren, yazar ve şairlerin çok sık ele aldığı bir konu olmuştur. Dönemin yazarları ve şairleri esaret temasını, daha çok esaretin gayriinsani bir düzen olduğu gerçeği üzerinden ele alırlar. Romanlarda, şiirlerde, piyeslerde ve hikâyelerde cariyelerin, odalıkların, kalfaların ve harem ağalarının dramları ve trajedileri anlatılır. Bazı edebiyatçılar aile fertlerinden dolayı, esareti daha yakından tanırlar. Abdülhak Hâmid Tarhan, Sami Paşazade Sezai ve Hamdullah Suphi Tanrıöver gibi isimler, zengin ve nüfuzlu ailelere mensupturlar. Bu üç ismin ortak noktası, esir annelerin çocukları olmalarıdır. Üç anne de Kafkasya’dan İstanbul’a getirilmiş cariyelerdir. Tarhan, Sami Paşazade Sezai ve Hamdullah Suphi’nin esaret temalı eserleri, annelerinin ve birlikte ya-şadıkları esir sınıfından insanların hayatlarından izler taşır. Bu makalede, bahsi geçen üç edebiyatçının eserleri, annelerinin esaretleri bağlamında değerlendiril-meye çalışılmıştır.

Anahtar Kelimeler: Edebiyat, esaret, esir, cariye, anne, çocuk, aşk, şiir, roman, Abdülhak Hâmid Tarhan, Sami Paşazade Sezai, Hamdullah Suphi Tanrıöver.

* Arş. Gör., Düzce Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, (falpertasbas@

(2)

ABSTRACT: The Ottoman Empire tried to abolish slavery in the nineteenth century. The theme of slavery has been a subject that writers and poets have very often dealt with since the Tanzimat Period. The authors and poets of the era handle the theme of slavery as a matter of an inhuman system. In the novels, poems, plays and stories, the drama and tragedy of female slaves, concubines, forewomen and harem aga’s are presented. Some authors know a lot about sla-very because of their family members. Some of them, such as Abdülhak Hâmid Tarhan, Sami Paşazade Sezai and Hamdullah Suphi Tanrıöver are members of rich and infl uential families. The common thread among these three names is that they are the children of enslaved mothers. All three mothers are female slaves who were brought from the Caucasus to Istanbul. The slavery themed works of Tarhan, Sami Paşazade Sezai and Hamdullah Suphi have traces of their mothers’ lives and other enslaved people that they lived with. In this article, the works of the aforementioned three authors will be investigated in the context of their mothers’ slavery.

Keywords: Literature, slavery, slave, female slave, mother, child, love, poem, novel, Abdülhak Hâmid Tarhan, Sami Paşazade Sezai, Hamdullah Suphi Tanrıöver.

...

Esaret, insanlık tarihi kadar eski ve bir o kadar girift bir meseledir. İnsanların hürriyetlerinin ve iradelerinin ellerinden alınması, metalaştırılan insanların alınıp satılmaları ve onları satın alan efendilerinin arzularını ve isteklerini yerine getirmek zorunda olmaları, esareti ilga edilmesi gereken bir düzen hâline getirmektedir. Hâliyle, bu derece eski bir kavramın tanımları üzerinde de durmak gerekir. Esaret, bir varlığı ip gibi birtakım gereçlerle bağlamak manasına gelen Arapça “esr (isâre)” kökünden türetilmiştir ve “savaş tutsağı” anlamına gelir.1 Türk Dil Kurumu’nun güncel

sözlü-ğünde ise, “kölelik, tutsaklık, esirlik, boyunduruk, hâkimiyet altında bulunma”2 olarak

tanımlanır ve kölelikle eş anlamlıdır.3 Kölelik, bir tarih terimi olarak şöyle tanımlanır:

Kavinin zebuna hükmetmesinden doğmuştur. (...) Kendi zevkini tatmin için başkalarının bedenî kuvvetlerinden istifade etmek, hiç şüphesiz, köleliğin esasıdır. Kölelik beşer fıtratı kadar eskidir.4

Esaretin köleliği kapsadığını söylemek mümkündür. Esaret altında olan kişi hukuki olarak dört farklı durumla karşı karşıyadır: Öldürülme, serbest bırakılma, mübadele

1 Ahmet Özel, “Esir”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C:11, İstanbul, 1995, s. 382.

2 http://tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.576a7205ec3200.77581180 3 http://tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.576a726db17d90.87998554 4 Mehmet Zeki Pakalın, “Kölelik”, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü II (İkinci Basılış),

(3)

edilme ve köleleştirilme.5 Esaret bir çatı kavramdır. Esir olan kişi, hukuki olarak hüküm

verilmedikçe köle değildir. Tanımlardan anlaşılacağı üzere, esaret ve kölelik kavramları anlam bakımından birbirlerini tamamlar. Osmanlı’da, özellikle edebiyat eserleri söz konusu olduğunda, esir ile köle kelimeleri arasında belirleyici bir ayrım yoktur. İradesini kaybetmiş hür olamayan kişiler için esir ve köle kelimeleri aynı anlamda kullanılır.6

Antik Yunan, Mısır, Mezopotamya ve Anadolu’daki farklı uygarlıklarda esarete dair izler bulmak mümkündür. Burada Platon’un Devlet ve Aristo’nun Politika adlı eserlerine değinmek, esaretin mazisi hakkında bizlere fi kir verebilir. Platon’un Devlet adlı eserinde köleler, kötü ve aşağı kabul edilirler. Bu yüzden hür bir kişi, tragedya ve komedyalarda köleleri taklit etmemelidir.7 Aristo ise, Politika adlı eserinde köleleri,

doğası itibariyle kendisine ait olmayıp bir başkasına ait olan, diye tanımlar. Bir insanın başkasının yaşama amacına yararlı bir araç haline dönüşmesi durumunda, o insanın artık bir köle olduğunu söyler.8 Antik Yunan’dan yirminci asra kadar olan dönemde

pek çok düşünür, hem somut bir gerçek olarak hem de bir kavram olarak esareti sorgu-lamışlardır. Nitekim on altıncı asırda J. Locke, on sekizinci ve on dokuzuncu asırlarda Hegel, Nietzsche ve Marx, yirminci asırda ise, Althausser gibi isimler iktisat, felsefe, tarih, sosyoloji, psikoloji ve edebiyat gibi beynelmilel pek çok alanda müstakil bir konu hâline gelen esaret üzerine yazmak ihtiyacı duymuşlardır.9

5 Mahmut Kaya, “Esir”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C:11, İstanbul, 1995, s. 386-388.

6 Nihat Engin, “Osmanlılarda Kölelik”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C: 26, Ankara, 2002, s. 246. 7 Platon’un Devlet adlı eserinin “Beşinci Kitap”ında, Yunanlıların birbirlerini esaret altına almaması öğüdü

verilir. Yunanlıların, Yunan soyuna saygı gösterip soylarını korumaları istenir. “Sekizinci Kitap”ta, zorba ola-rak nitelendirilen hükümdara bekçilik edenleri “kötü” olaola-rak tanımlayan Platon, Zorba’nın bekçilerinin azatlı esirler olmasının daha kötü bir durum olduğunu söyler. “Dokuzuncu Kitap”ta ise, Zorba’nın yönetimi altında yaşayan insanların zamanla esaret altına gireceği anlatılır. Antik Yunan’da köleler, hür yurttaşlarla aynı statüde değillerdir. Kölelerin insanlıkları bile sorgulanır. Onlar sadece beden kuvveti gerektiren işler için potansiyel iş gücüdür. (Detaylı bilgi için bkz. Platon, Devlet (Hasan Âli Yücel Klasikler Dizisi) (XXXVIII. Basım), (Çev. Sabahattin Eyüboğlu-M. Ali Cimcöz), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, Ocak, 2019, ss. 86-311).

8 Aristo, ihtiyaç duyulan şeyleri zekâsı sayesinde fark edebilen insanın yöneten, yani efendi olduğunu söyler.

Bunu beden gücüyle becerebilen ise yönetilendir, yani köledir. Efendi ile köleyi bir araya getiren sebep ya da ortak çıkar, güvenliklerini sağlayabilme arzusudur. Aileyi bütünden parçaya doğru inceleyen Aristo, ailenin üç parçadan oluştuğunu söyler: Aile reisi ve köleler, karı ve koca, baba ve çocuklar. Aristo, köleyi bir araç ve mal olarak nitelendirir. Köle, canlı bir araçtır. Araçlar üretim yapmaya, mülkiyet ise eylemde bulunmaya yarar. İnsan yaşamı üretim üzerine değil, eylemek üzerine kuruludur. Bu yüzden kendisi de mülkiyetin bir parçası olan köle, eylemde bulunmaya yarayan bir şeydir. Aristo’ya göre, kölelerin düşünme yeteneği yoktur. Köleler, efendileri sayesinde erdem kazanabilir çünkü tamamen akılsız değillerdir. (Daha detaylı bilgi için bkz. Aristoteles, Politika (4. Baskı) (Eski Yunancadan Çev. Furkan Akderin), Say Yayınları, İstanbul, 2018, ss. 28-48.)

(4)

On dokuzuncu asır, dünyada esaret düzeninin ilga edilmesi için uluslararası ça-lışmaların yoğunlaştığı bir dönemdir. Osmanlı İmparatorluğu, esaret düzeninin ilga edilmesi için en önemli adımları bu asırda atar. Bernard Lewis, ilk kez 1830 yılında çıkarılan bir fermanla Hıristiyan dinini muhafaza eden yabancı esirlerin azat edilmesinin emredildiğini söyler.10 3 Kasım 1839’da Tanzimat Fermanı’nın ilanıyla beraber, Osmanlı

İmparatorluğu yönetim bakımından mutlakıyetten meşrutiyete doğru evrilmeye başlar. Bu ferman ayrıca, uzun vadede kulluktan yurttaşlığa ve birey olmaya giden yoldaki mihenk taşlarından biridir. Padişah bu fermanla tebaasına güvenlik vaat etmektedir. Bu fermanla beraber esaretin lağvıyla ilgili ilk adımlar atılır.11 28 Aralık 1846 tarihinde

Sultan Abdülmecit’in emriyle İstanbul’daki esir pazarı kapatılır.12 Osmanlı

İmparator-luğu, İngilizlerin siyasi baskısıyla, 20 Ocak 1847 tarihinde Basra Körfezi’ndeki esir ticaretinin ortadan kaldırılmasına yönelik bir ferman çıkarır. 1854-1855 yıllarında Gürcü ve Çerkez esir ticareti, aynı yıl Girit ve Yanya’ya yapılan Afrikalı esirlerin ticareti yasaklanır. 27 Ocak 1857’deki fermanla Afrikalı esir ticareti genel olarak yasaklanır. 1889 yılında esaretin ilgası için yeni kanunlar çıkar. Yine bu dönemde, İngiltere ve Osmanlı’nın da katıldığı kölelik karşıtı Brüksel Konferansı toplanır. Brüksel’de alınan kararların onanması, Osmanlı’nın siyahi esir ticaretinin engellenmesi için aldığı son önlemler olur.13 On dokuzuncu asrın sonunda, esir ticaretinin ciddi bir darbe aldığını

söylemek mümkündür. II. Abdülhamit’ten sonra yönetimi devralan İttihat ve Terakki de esaret karşıtı tavrı sürdürür. Bu dönemde, daha çok Çerkez esirlerin azat edilmesi hususunda faaliyetler yürütülmüştür.14 Nihayetinde, yirminci asrın ilk çeyreği bitmeden

Osmanlı’daki esaret düzeni büyük oranda ilga edilir.15

On dokuzuncu asırda Osmanlı İmparatorluğu’nun devlet bürokrasisi, hukuku, sosyal ve iktisadi yapısı dönüşürken, Türk edebiyatı da bir değişim geçirir. Yazarlar roman, tiyatro ve hikâye gibi Batılı türlerde ilk eserlerini vermeye başlarlar. Tanzimat dönemi yazarlarının ve şairlerinin eserlerinde en sık işlediği temalar ise, görücü usulü

başlığı altında konuyu irdelerken, Nietzsche ahlâk kavramını, “efendi ahlâkı” ve “köle ahlâkı” olmak üzere iki başlıkta inceler. Karl Marx, Kapital adlı eserinde Avrupa’nın Afrika’daki kölecilik faaliyetlerini ele alır. Althausser ise, Marksizm’i yapısalcı açıdan değerlendirirken kölelik kavramı üzerinde durur.

10 Bernard Lewis, Ortadoğu’da Irk Kavramı ve Kölelik (1. Baskı), Truva Yayınları, İstanbul, Nisan, 2006,

s. 173.

11 İlber Ortaylı, Türkiye Teşkilatı ve İdare Tarihi (3 Baskı), Cedit Neşriyat, İstanbul, Ankara, 2008, ss.

401-526.

12 Y. Hakan Erdem, Osmanlı’da Köleliğin Sonu (1800-1909) (2. Basım), Çev. Bahar Tırnakçı, Kitap

Yayınevi, İstanbul, 2013, s. 124.

13 Osmanlı’da Köleliğin Sonu (1800-1909), s. 184. 14 Osmanlı’da Köleliğin Sonu (1800-1909), ss. 185-190.

15 Ehud R. Toledano, Osmanlı Köle Ticareti(1840-1890) (Çev. R. Hakan Erdem), Tarih Yurt Vakfı Yayınları,

(5)

evlenmenin yol açtığı facialar, kadın ve çocuk eğitimi, yanlış Batılılaşma (alafranga züppelik), köy hayatı ve esarettir.16 Ahmet Hamdi Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı

Tarihi adlı eserinde bu dönemin ikinci büyük teminin esaret olduğunu söyler.17

Tan-zimat dönemi edebiyatçıları ve onların takipçileri olan isimler, esaret düzeni üzerine düşünmüşlerdir. Ahmet Midhat Efendi, Nâmık Kemal, Recaizade Mahmut Ekrem, Emin Nihat, Abdülhak Hâmid, Sami Paşazade Sezai, Nabizade Nazım, Şemsettin Sami, Fatma Aliye, Mehmet Celal, Selma Rıza, Halit Ziya, Mehmet Rauf, Nuri Bey, Ömer Seyfettin ve Refi k Halit gibi isimlerin eserlerinde cariyelerle, odalıklarla, ha-layıklarla ve harem ağalarıyla sık sık karşılaşmak mümkündür. Söz gelimi Ahmet Midhat Efendi, Osmanlı esaret düzeninin en önemli insan kaynaklarından olan Kaf-kasya halklarından, özellikle de Çerkezlerden, eserlerinde sık sık bahseder. Ahmet Midhat Efendi’nin Çerkezlere büyük bir sevgi beslemesinin muhtemel sebebi, annesi Nefi se Hanım’ın Çerkez olmasıdır. Nefi se Hanım, Osmanlı Rus Savaşı (1829-1830) sebebiyle İstanbul’a gelen bir Kafkas muhaciridir. Ahmet Midhat Efendi’nin babası Hacı Süleyman Ağa, Nefi se Hanım’ın ikinci eşidir. Nefi se Hanım’ın ilk eşi Hüseyin, savaş çıktığında eşi Nefi se’yi ve çocukları Hafız ile Fatma’yı, kâhyası Süleyman’a emanet ederek İstanbul’a gönderir. Aile, Tophane’ye yerleşir. Nefi se Hanım hayatını kocası olmadan sürdürmeye başlar. İlerleyen yıllarda Nefi se Hanım, mahallelinin de telkinleriyle Süleyman Ağa ile evlenir. Ahmet Midhat Efendi, bu evlilikten dünyaya gelir.18 Yazarın esaret temasını işlediği eserlerindeki Çerkezlik vurgusunu bu bağlamda

değerlendirebiliriz. Yazar, Letaif-i Rivayat adlı eserinde yer alan “Esaret” (1870) ve “Firkat” (1870) hikâyelerinde, Felâtun Bey ve Râkım Efendi (1876), Kafkas (1877) ve

Çerkez Özdenler (1885) gibi romanlarında Çerkezlere, Çerkez âdetlerine ve Çerkezliğe

methiyeler düzer. Örneğin, Felâtun Bey ile Rakım Efendi (1876) romanında, Rakım Efendi’nin cariyesi Çerkez Canan’ın güzelliğini ve zekâsını över. Bu övgü aslında Canan’ın şahsında, Çerkez milletinedir: “Çerkez kısmı okumaya pek haris olduğundan

bir Çerkez’e okutmak kadar ibraz-ı muhabbet olamaz.”19

Fatma Aliye ise, esaret meselesini kadınların temel hak ve hürriyetleri bağlamında ele alır. Muhadarat (1892), Refet (1897), Udî (1897) ve Enîn (1910) adlı romanlarında ve

Nisvan-ı İslâm (1892) ve Tezâkir-i Hâkikat (1910?) gibi eserlerinde, esaret meselesi

üze-rinde sıkça durur. Nisvan-ı İslâm’da (1892) Fatma Aliye, Türk ailesini yakından tanımak

16 Sabahattin Çağın, “Tanzimat Dönemi Türk Romanında Kafkasyalı Köleler”, Yeni Türk Edebiyatı, Ekim,

2013, S. 8, s. 118.

17 Ahmet Hamdi Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi, İstanbul, 1997, s. 291. 18 Harika Durgun, Ahmet Midhat Efendi ve Edebiyat (1. Baskı), Dergâh Yayınları, İstanbul, Mayıs, 2015,

ss.18- 19.

(6)

isteyen ve bu sebeple kendisini ziyarete gelen Fransız Madam F. ile ona eşlik eden rahibeye Osmanlı aile hayatı, kadınların durumu ve esaret hakkında bilgiler verir. Madam F.,

“Cari-yeleri para ile satın almıyor musunuz?”, diye sorduğunda Fatma Aliye şöyle cevap verir:

Evet! Lâkin verdiğimiz parayı onu satana veriyoruz. Ondan cariyeye bir fayda yok. Satan akrabasına veyahut efendisine bir fayda var. İslâmiyet’te ise cariyelerin haklarını üzerimizde bırakmamazlığımız emrolunmuştur. Onun için her cariyenin emeğine mukabil hediye ve para ve çeyiz verilir. Bir cariyenin hoşnut olmadığı kapıdan gitmesi için “beni satınız” demesi kâfi dir.20

Türk edebiyatının en önemli yazarlarından olan Halit Ziya Uşaklıgil’in eserlerinde, esarete ve esirlere yer vermesinin en önemli nedeni, yazarın küçük yaşlardan beri esir-lerle birlikte yaşamasıdır. Uşaklıgil, zengin bir aile olan Uşaklı Helvacızadeler ailesine mensuptur. Ailenin bir kolu İzmir’e yerleşir ve Uşakîzadeler adıyla anılır.21 Uşaklıgil,

İstanbul’da ve İzmir’de yaşadığı kalabalık konaklarda cariyeler, dadılar, lalalar ve ha-layıklarla iç içedir. Uşaklıgil, hâtıralarında Gülfi dan, Dilhoş, Mecbur ve Şirin dadıları, dedesinin hizmetini gören Lala Refi k Ağa’yı, Habeşi esir Server’i, Ziver’i, Müferrih’i, Çerkez cariye Gülter’i, konağın kalfaları Nevber’i, Nazmıdil’i, Melekper’i ve onlarla yaşadığı hadiseleri uzun uzun anlatır.22 Nitekim hâtıratında, baba evinden ayrıldıktan

sonra ev ahalisinin, özellikle esir sınıfından olanların, küçük hikâyelerine ilham verdiğini söyler.23 İstanbul Saraçhanebaşı’ndaki konakta henüz küçük bir çocukken onunla ilgilenen

ve hizmetini gören Gülfi dan Dadı, Dilhoş Dadı ve ölümüne şahit olduğu Nazmidil Dadı, Uşaklıgil’e ilham veren esirlerdendir. Uşaklıgil, Dilhoş ve Nazmıdil dadılar için müstakil birer hikâye yazar. Yazarın çocukluk yıllarında, İzmir’de yaşadığı konakta hizmetlerini gören ve dedesinin sağ kolu olan Lala Refi k Ağa, Habeşi esir “güzel” Server ile “küçük” Ziver, yazarın İzmir Hikâyeleri’nde24 (1950) kendilerine yer bulurlar. Uşaklıgil, Lala

Refi k Ağa hariç, bahsi geçen esirlerin hepsini sever. Refi k Ağa’yı ise, ürkütücü bulur.25

Halit Ziya Uşaklıgil, esaret meselesini belli bir teze bağlı kalarak ele alan Tanzimat yazarlarından farklı olarak, daha hisli ve sanatkârane bir anlatımla ele almıştır.26

Osmanlı münevverlerinin esaret teması üzerinde durmasının sebeplerinden biri, hür kadınlarla yabancı erkekler arasındaki kaç-göçün tesiridir.27 Diğer sebebi ise, 20 Fatma Aliye, Nisvan-ı İslâm (Haz. Hülya Argunşah), Kesit Yayınları, İstanbul, Eylül, 2012, s. 40-42. 21 Ömer Faruk Huyugüzel, Halit Ziya Uşaklıgil (Hayatı, Eserleri, Eserlerinde Seçmeler), MEB Yayınları,

İstanbul, 2004, s. 9.

22 Halid Ziya Uşaklıgil, Kırk Yıl (Yay. Haz. Dr. Nur Özmel Akın), Özgür Yayınları, İstanbul, Ocak, 2008. 23 Kırk Yıl, s. 380.

24 Halid Ziya Uşaklıgil, İzmir Hikâyeleri (Düz. Şemsettin Kutlu), İnkılap Yayınları, İstanbul, 2016. 25 Kırk Yıl, s. 73-76.

26 Şerife Çağın, “Halit Ziya Uşaklıgil’in Eserlerinde Esaret”, Yeni Türk Edebiyatı, Ekim, 2016, S. 14, s. 41. 27 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, s. 291.

(7)

bu tema vasıtasıyla II. Abdülhamit’in istibdat yönetimine karşı hürriyet fi krinin öne çıkarılmaya çalışılmasıdır. Üçüncü sebebi ise, bazı yazarların ve şairlerin annelerinin ya da eşlerinin Kafkasya’dan getirilip cariye yapılan kadınlar olmalarıdır.28 Nitekim

Abdülhak Hâmid Tarhan, Sami Paşazade Sezai ve Hamdullah Suphi Tanrıöver, esir annelerin çocuklarıdır. Bu yüzden esaret düzenine karşı çıkmışlar ve eserlerinde esaret temasını çok sık işlemişlerdir.

Konuyla ilgili olarak ele alacağımız ilk isim Abdülhak Hâmid Tarhan’dır. Annesi Münteha Hanım dolayısıyla, Tarhan’ın yaşamında esir sınıfından insanların mühim bir yeri vardır. Tarhan’ın babası, İstanbul’un eski ve köklü ailelerinden Hekimbaşı ailesine mensuptur. Dedesi Abdülhak Molla bir hekim olup, II. Mahmut’un sevdiği kişiler arasında-dır. Babası Müverrih Hayrullah Efendi (1820-1867), Hasenetullah Hanım’dan doğmuştur. Hayrullah Efendi, Mekteb-i Tıbbiye’de başhekimlik ve nâzırlık yapmış, ardından Tahran Büyük Elçiliği görevinde bulunmuştur.29 Tarhan’ın annesi Münteha Nasib Hanım ise,

Çerkezistan’da doğmuş ve beş yaşına kadar hayatını burada sürdürmüştür. Münteha beş yaşındayken, Habeşi esirciler tarafından kaçırılır ve satılmak üzere İstanbul’a getirilir. Münteha’yı, zengin bir kişi olan Kadıasker Ferid Efendi satın alır. Ferid Efendi’nin ko-nağında yetişen Münteha, komşu konağın beyzadesi Hayrullah Bey ile evlendirilir. Bu evlilikten sırasıyla Fatma Fahrünnisa Hanım, Abdulhâlik Nasuhi Bey, Abdülhak Hâmid ve Mihrinnisâ Hanım dünyaya gelir.30 Abdülhak Hâmid Tarhan hâtıratında, bir cariye olan

annesi Münteha Hanım’ın babası Hayrullah Bey ile evlendirilmesiyle ilgili şunları anlatır: (...) Ferit Efendi’nin ahretliği olan bu yetim çocuk öteden beri pederimin gözdesi olduğundan ikisi de sinn-i müsaidi ihrâz ettikten sonra, ihsan-u irade-i seniyye ile velîmeleri icra edilmişti. Vâlidem nâmındaki eserde tezkîr edildiği veçhile, pederimin bu refi ka-ı müşfi kasının büyü-düğü, gelin olduğu ve sonra da gömüldüğü yerler hep bir arada olmağla sabavatle izdivacının ölümle komşuluğu görülmüştür. Ve denilebilir ki Müntehâ ismi ile âkıbeti yek-meâl olmuştur.31 Annesinin hayat hikâyesi, Tarhan’ın ilgisini çekmiştir. Tarhan, Münteha Hanım’ın biyografi sinden esinlenerek Validem (1913) şiirini kaleme alır. Şair, elli iki bentten olu-şan bu uzun manzumede Münteha Hanım’ın hayat hikâyesini, annesinin çocukluğundan ve Kafkasya günlerinden başlayarak anlatır. Şiirin ilk dokuz bendinde Çerkezistan’ın ve Çerkez kızlarının güzelliklerinden bahsedilir:32

28 “Tanzimat Dönemi Türk Romanında Kafkasyalı Köleler”, s. 120-121.

29 Gündüz Akıncı, Abdülhak Hâmid Tarhan (Hayatı, Sanatı ve Eserleri), Türk Tarih Kurumu Basımevi,

Ank., 1954, s. 7.

30 Abdülhak Hâmid Tarhan (Hayatı, Sanatı ve Eserleri), s. 7.

31 Abdülhak Hâmid Tarhan, Abdülhak Hâmid’in Hatıraları (Haz. İnci Enginün), Dergâh Yayınları, İstanbul

Aralık, 1994, s. 18.

(8)

Çerkesistan, ilahe-i hüsnün Maskatı-ı evvelinidir orası. Ufka doğru itilâ etmiş, Bu memalik bütün güzelliktir. Âşiyanlar, kabileler, sürüler, Raglar, bağlar, vuhûş u tuyûr, Reng-reng-i mehâsin-i Kudret: Görünür dağda bir çoban kızının saçının tellerinde o ziya. (...)

Ekseri al giyen o kızlar –ki Denilir Zühra’nın hüsârlarıdır Yayılırken şafak gibi ovaya: Daima müstaidd-i sûziş olan aşk için, hakk-ı şairâne için Rûh için bir harîk-i ruhânî!

Şiirin on dokuzuncu bendinde ise, “–Leyl-i zenciye müntehi olacak, Habeşî bir

takım hayaletler.–”33 diye tarif edilen Habeşi esircilerin Münteha’yı kaçırdıklarını

söyleyen şair, devam eden bentlerde esircilerin Müntehâ’yı ilk önce Sohum’a, oradan sırasıyla Trabzon, Sinop, Samsun’a taşıdıklarını ve daha sonra İstanbul’a getirip sat-tıklarını söyler. Münteha’yı Ferit Efendi’nin satın alıp büyüttüğünü anlatır.

Şiirin en çarpıcı dizeleri, yirmi yedi ve yirmi sekizinci bentlerde yer alır. Şair, Çerkezistan’da esir ticareti var olmasaydı, cariye Müntehâ’yı Ferit Efendi’nin satın alamayacağını, dolayısıyla Münteha ile Hayrullah Efendi’nin evlenemeyeceğini ve kendisini dünyaya getiremeyeceklerini ifade eder. Şiirin bu bölümünde Tarhan’ın, bir cariyenin çocuğu olduğunu vurgulaması da mühimdir:34

(...)

Sahibi bir Ferid Efendi olan, dediğim köşkün ittisâlinde olmasa başka bir ikametgâh; olmasa onda bir küçük molla, sahib-i dârın oğlu bir çelebi; olmasa komşular miyânında âşıkî bir mukârenet mevcud, olmasa hâsılı bu râbıtalar, bu hatalar, bu hoş tesadüfl er, ben de olmazdım olmaya cesbân

33 Bütün Şiirleri, s. 325-328. 34 Bütün Şiirleri, s. 328-329.

(9)

Şiirin yirmi sekizinci bendinde şair, cariyelikten gelen Münteha Hanım ile nüfuzlu, eğitimli ve zengin bir adam olan Hayrullah Bey’i mukayese eder. Bu mukayesede, Münteha Hanım’ın şahsında, esirlerin yalnızlığını ve kimsesizliğini anlatır:35

Birinin nâm u şânı bir târih birinin hânedânı efsâne Kızın ecdadı hâk ü hakiste, karlar altında bir şeb-i medfûn O oğul vâlidim, o kız da ninem. Birinin aslı bir geniş mâzi; Birinin aslı bir büyük nisyân!

Abdülhak Hâmid Tarhan’ın eserlerinde yer alan esirler, genelde iyi ve olumlu tipler olarak kurgulanmışlardır. Bu esirlerin çoğu mazlum, iyi yürekli, yardımsever, sadık ve fedakâr insanlardır. Bu noktada, Tarhan’ın Zeynep (1908) adlı piyesine değinmek gerekir. Piyesin başkişilerinden olan Zeynep, henüz küçük bir çocukken zalim ve kötü hükümdar A’lâ’nın adamları tarafından, annesinin yanından kaçırılır.36 A’lâ, Zeynep’i

evlat edinir. Zeynep gelişen olaylar neticesinde doğaüstü güçlere sahip olur ve zalim hükümdar A’lâ ile mücadeleye girişir. Bu piyes, Münteha Hanım’ın hayatından izler taşır. Münteha Hanım da Zeynep gibi henüz beş yaşındayken esirciler tarafından ka-çırılır, Kafkasya’dan İstanbul’a getirilir ve esir pazarında satılır.37 Münteha Hanım’ın

hikâyesini dinleyen Tarhan’ın hafızasında yer etmiş olan bu hadiseler, Zeynep piyesinde gün yüzüne çıkar.38 Tarhan’ın üzerinde durduğu bir diğer husus, annesinin ve kendisinin

Çerkezliğidir. Kafkasya’daki ecdadını tanımadığını söyleyen Tarhan, hâtıratında bu konuyla ilgili olarak şunları anlatır:39

Validem Çerkez olduğundan benim Çerkezistan’da bir sürü ecdadım olacak ki hiç birisini bilmiyorum. Onlar da elbette benden haberdar değillerdir. Şu hâlde asalet bir asılsız efsane ve ecdâd ve ahfâd birer hayal-i adem nişâne oluyor. Ancak hayat haline gelmeden evvel ölümden müsaade gördüğü derecede insanın kendisi adam olmalıdır.

Tarhan’ın mensur ve manzum eserlerinde en yoğun biçimde işlediği temalardan biri esarettir. Zengin bir ailede ve kalabalık bir konakta büyüyen Tarhan, esir sınıfın-dan insanları gayet iyi tanır. Tarhan’ın çocukluğunun geçtiği konağın cariyeleri ve hizmetkârları, onun hafızasında geniş bir yer tutar. Tarhan için babasının konağı, aile

35 Bütün Şiirleri, s. 329.

36 Abdülhak Hâmid Tarhan, Tiyatroları 7 (Macera-yı Aşk, Nesteren, Zeynep, Hakan) (Haz. İnci Enginün),

Dergâh Yayınları, İstanbul, Temmuz, 2002, s. 281.

37 Abdülhak Hâmid Tarhan (Hayatı, Sanatı ve Eserleri), s. 7. 38 Abdülhak Hâmid Tarhan (Hayatı, Sanatı ve Eserleri), s. 177. 39

(10)

fertleri ve ailenin hizmetlerini gören cariyelerle bütünleşen ve onlarla nefes alan, eski bir mekândır. Gençlik dönemini anlattığı hâtıralarında Varna’dan İstanbul’a, babasının yalısına geldiğinde dadılardan, cariyelerden ve hizmetkârlardan oluşan yalı sakinlerini şöyle tasvir eder:40

(...) Büyük penbe yalı, muazzam divanhâneler, salonlar, odalar, bahçedeki sedirler, havuzlar hep küçülmüş, validemden başlayarak evde her kim varsa boyları kısalmış, dadımın vesair cariyelerin yüzleri buruşmuş görünüyor.

Abdülhak Hâmid Tarhan, eski bir cariye olan annesinin hikâyesinin yanı sıra, esir sınıfından olan ve hayatında izler bırakan iki kişiye hâtıratında ayrıca yer verir: Mânende Kalfa ve Nezir (Daha sonra Behram Ağa adını alacaktır). Tarhan’ın “Mavi

gözlerini çok severdim.”41, diyerek andığı Mânende Kalfa, esir pazarından satın alınmış

bir Çerkez’dir. Mânende Kalfa, Abdülhak Hâmid’in ve Hâmid’in oğlu Hüseyin’in da-dılığını yapmıştır. Mânende Kalfa’nın gençlik yıllarından bahseden Tarhan, Kalfa’nın memleketinden bir adam ile evlendiğini, daha sonra eşinden ayrılmak zorunda kaldığını anlatır. Mânende Kalfa’nın evliliğini ve eşini, uzak bir hâtıra olarak, “Ay idi, eşek idi,

erim idi ya!/ Çalı idi, çöplük idi, yârim idi ya!”,42 dizeleriyle yâd ettiğini söyler. Bu

emektar Kalfa, Rumeli Hisarı’ndaki kayalara defnedilmiştir.

Tarhan, diplomatlık yıllarında içine düştüğü müşkül durumlarda kendisine yardım eden Behram adındaki harem ağasını çok sever. Abdülhak Hâmid’in hâtıratında, uzun uzun kendisinden bahsettiği ve “insan-ı kâmil” olarak nitelendirdiği Behram, küçük yaşta Tarhan’ın ailesi tarafından satın alınır. Bu siyahi çocuğa, Nezir adını verirler. Nezir, bir enfi ye kutusu hırsızlığından sorumlu tutulur. İftiraya uğrayan Nezir, esirciye satılır fakat Nezir’in talihi yaver gider. Esirci, onu saraya satar. Talihi gibi adı da değişen Nezir’e burada Behram adını verirler. Behram, ilerleyen yıllarda II. Abdülhamit’in Darüssade Ağalığı’na kadar yükselir. Saray içinde ve devlet bürokrasisi içerisinde “Hafız Behram Ağa” olarak anılır. II. Abdülhamit’in çok değer verdiği bir zat olan Behram Ağa, vüzeradan müşirâna, şeyhlerden kazaskerlere kadar devletin üst düzey bürokratlarının sevgisini ve saygısını kazanır. Tarhan, Behram Ağa’yı şöyle tasvir eder:43

Kübera ve fukaraya siyyân muamele eder, kızlarla çiçekleri bir tutar, çocukları, kuşları sever, cahil fakat malik-i fezail, ümmi fakat hâfız-ı Kur’an zenci, fakat insan-ı kâmil idi. Din ve mezhep tefrik etmiyerek herkese imdat etmek ister, fakat hafi yelerden nefret ederdi. Hafız Behram Ağa, Hekimbaşı yalısında uğradığı iftiraya rağmen, aileye kin bes-lememiştir. Bilâkis başta Abdülhak Hâmid olmak üzere, Tarhan’ın ağabeyi Nasuhi Bey

40 Abdülhak Hâmid’in Hatıraları, s. 53-54. 41 Abdülhak Hâmid’in Hatıraları, s. 28. 42 Abdülhak Hâmid’in Hatıraları, s. 28. 43 Abdülhak Hâmid’in Hatıraları, s.129.

(11)

gibi aile fertlerinin muvaffak olmaları için önlerini açmıştır. Behram Ağa, Tarhan’ın her bir aile ferdini ayrı ayrı taltif eder. Abdülhak Hâmid’in Berlin Sefareti’ne kâtip olarak gönderilmesi için aracı olur. Hâmid’in oğlu Hüseyin’in meccani/bedelsiz olarak Mektebi Sultani’ye alınmasını sağlar.44 Abdülhak Hâmid Tarhan’ın esaret karşıtlığının

altındaki en önemli neden, annesi Münteha Hanım’ın cariyelikten gelmesidir. Ayrıca Behram Ağa gibi esir sınıfından insanların kendisine yaptığı iyilikleri unutmayan Tarhan, bu insanlara karşı sevgi ve merhamet beslemiştir.

Mehmet Sezayi’nin ya da bilinen ismiyle Sami Paşazade Sezai’nin annesi, Sami Paşa’nın ikinci eşi olan Gülârâyiş Hanım’dır. Yazarın annesi hakkında pek az bilgi bulunmakla beraber kendisinin Kafkaslardan gelen bir Gürcü cariye olduğu bilinmek-tedir. Gülârayiş Hanım, Sezai’nin Londra’dan döndüğü yıllarda (1886-1887?) vefat eder. Sezai’nin esaret karşıtlığının nedenini, annesinin esaretinde aramak gerekir. Sezai, annesi Gülârâyiş Hanım’ın bir esir olmasını hayatı boyunca hazmedememiştir. Nitekim Sezai, Gülârâyiş Hanım’a bu durumdan bahsettiğinde annesi, “esir olmasaydım sizin

gibi çocuklarım olmazdı”,45 diyerek Sezai’yi teselli eder. Henüz dokuz yaşında küçük

bir çocukken Sezai’nin konaktaki cariyeleri ve halayıkları topladığı, onlara kafesleri kaldırmaktan, güneşe çıkmaktan ve hür olmaktan bahsettiği rivayet edilir.46

Esir bir annenin çocuğu olan Sami Paşazade Sezai’nin ilk sevgilisi ise, konaktaki cariyelerden biridir. Sezai, Vuslat adlı bu cariyeyi Küçük Şeyler (1891) kitabında yer alan “Bir Kitabe-i Seng-i Mezar” adlı eserinde, “Bu taşın altında, bir ciğerden rakîk,

bir kalpten hassas, bir ruhtan ulvî, bir bahar sabahında taze olan Vuslat yatıyor”,47

cümleleriyle anar. Sezai, Avrupa’ya gider ve ardından Latîfe Hanım ile evlenir. Bu hadiselerin ardından Vuslat vereme yakalanır ve ölür (1888).48 Sezai de ilk sevgilisinin

hâtırasını yaşatmak için “Bir Kitabe-i Seng-i Mezar”ı (1891) kaleme alır: Derledi ona bütün melekler

Hâkinde senin Sezai bekler Bekler gibi bir yetimi mâder Bekler gibi bir mezarı ahter Bekler gibi Zü’l- celâli mahşer49 44 Abdülhak Hâmid’in Hatıraları, s. 128-129.

45 Güler Güven, Sami Paşazade Sezayi ve Eserleri, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2009, s. 38.

46 Güler Güven, Sami Paşazade Sezai’nin küçük bir çocukken sarf ettiği esaret karşıtı sözleri, yazarın

yeğeni Samiye Bilhan’dan dinlediğini belirtmiştir. (Daha geniş bilgi için bkz. Güler Güven, Sami

Paşazade Sezayi ve Eserleri, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2009, s. 38.)

47 Sami Paşazade Sezai, Bütün Eserleri I (Haz. Prof. Dr. Zeynep Kerman), Atatürk Kültür, Dil ve Tarih

Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 2003, s. 131.

48 Sami Paşazade Sezayi ve Eserleri, s. 92. 49

(12)

Sezai, Vuslat’ın ölümüne üzülmüştür. Bu mensur hikâyenin son kısmında Sezai, “Kafkasya’nın bu kerime-i asaleti” olarak nitelendirdiği Vuslat’ın soylu yaratılışına ve parlak şanına lâyık surette hürmetler ve muhabbetler içinde yetiştirildiğini söyler.50 Bu

minvalde, Sami Paşazade Sezai’nin en önemli eserlerinden biri olan Sergüzeşt (1888) romanına da değinmek gerekir. Romanda, cariye Dilber’e âşık olan ressam Celâl, Sami Paşazade Sezai’nin kendinden büyük yeğeni Âyetullah’tan ve bizzat kendisinden izler taşır. Celâl’in ressamlığı Âyetullah’ı, romandaki Celâl ile Dilber aşkı da Sezai ile cariyesi Vuslat’ın aşkını akla getirmektedir.51

Güler Güven’e göre, Sami Paşazade Sezai’nin eserlerinde esaret temini seçmesinin üç sebebi vardır: Sezai’nin annesinin bir esir oluşu ve Taşkasap’taki konaklarında çok sayıda cariyenin bulunması sebebiyle Sezayi’nin onlarla empati kurabilmesi, ikincisi yazarın yaşadığı dönemde esaretin insan hürriyetini tehdit eden bir düzen olarak varlığını sürdürmesi, üçüncüsü ise dönemin edebiyat eserlerinde esaret konusuna sıkça değinilmesi ve istibdat döneminde fi kir hürriyeti hususunda yaşanan sıkıntılara ve mevcut baskıya karşı, esaret temini eserlerine taşıyarak fi kir hürriyetini savunmaya çalışması.52 Sami

Paşazade Sezai’nin eserlerindeki esaret karşıtı net tavır, Güler Güven’i doğrulamaktadır. Sami Paşazade Sezai, Türk edebiyatçıları içerisinde esaret karşıtlığını en sık dile getiren isimlerden biridir. Bizce bu karşıtlığın temel sebebi ise, esir bir annenin çocuğu olmasıdır.

Abdülhak Hâmit Tarhan ve Sami Paşazade Sezai gibi Kafkasyalı bir cariye-nin oğlu olan bir diğer isim, Hamdullah Suphi Tanrıöver’dir. Tanrıöver, Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk Maarif Nâzırı Abdurrahman Sami Paşa’nın torunu, altıncı Maarif Nâzırı Kocamemi oğlu Abdullâtif Subhi Paşa’nın oğludur. Tanrıöver’in annesi Ülfet Hanım ise, Abdullâtif Subhi Paşa’nın üçüncü eşidir.53 Ülfet Hanım, Kafkasya’dan

getirilip İstanbul’da satılan bir Çerkez esirdir.54

Tanrıöver, kalabalık ve zengin bir konakta büyüdüğü için esir sınıfından insanları ve onların hayatlarını tanıma fırsatı bulmuştur. Annesi Ülfet Hanım’ın esirlik hikâyesinden ve esaret dolayısıyla yaşadığı travmatik hadiselerden etkilenerek, “Annemin Derdi”55

(1910) şiirini yazar. “La Chagrin De Ma Mére” adıyla Fransızca’ya da çevirdiği bu şiirde Tanrıöver, Ülfet Hanım’ın esaretle örülü hayatında yaşadığı sarsıcı hadiseleri, bu

50 Bütün Eserleri I, s. 132.

51 Sami Paşazade Sezayi ve Eserleri, s. 103. 52 Sami Paşazade Sezayi ve Eserleri, s. 90-91.

53 Dr. Fethi Tevetoğlu, Hamdullah Subhi Tanrıöver, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, Ağustos,

1986, s. 12.

54 Mustafa Baydar, Hamdullah Suphi Tanrıöver ve Anıları, Menteş Kitabevi, İstanbul, 1968, s. 32. 55 Tanrıöver bu şiirini, Hamdullah Subhi imzasıyla ilk önce Serveti Fünûn Dergisi’nde yayımlar.(Bkz.

Servet-i Fünûn Mecmuası, 14 Kânûn-ı Sâni 1325- 16 Muharrem 1328 Perşembe, 19. Yıl, C:38, Nu:

(13)

hadiseler sebebiyle son çocuğu Hamdullah Suphi’yi dünyaya getirmekten vazgeçecek duruma gelmesini ve yaşadığı pişmanlığı anlatır. Manzum bir hikâye hüviyetindeki bu şiirde şair annesiyle sohbet etmektedir ve annesine sorar:56

Hani sen anne her zaman derdin Bir küçük derd içimde saklıyorum Büyü, âtide söylerim oğlum Neydin ketmettiğin küçük derdin?..

Annesi, Kafkasya’daki çocukluk yıllarından başlayarak, başına gelen hadiseleri ve o büyük derdini anlatmaya başlar. Ülfet Hanım’ın çocukluğuna dair anlattığı ilk hadise, esirciler tarafından esir alınması ve satılmasıdır. Esaret yüzünden ailesini kaybeden Ülfet Hanım, çok acı çekmiştir:57

Bir çocuktum, küçük sâbi ancak, Bizi hep sattılar esîr olarak. Ağabeyim kaldı bir uzak yerde, Öldü kız kardeşim denizlerde Zaten annem zavallı sorma, hele Şimdi yok bende hayali bile, Yaşım on bir ya var ya yoktu henüz Öyle kaldımdı kimsesiz, öksüz.

Şiirin ilerleyen bölümlerinde Ülfet’in, cariyesi olduğu Abdüllatif Subhi Paşa’nın konağındaki hayatından bahsedilir. Konakta başka Çerkez esirler de bulunmaktadır. Bu esirler birbirlerini aile olarak kabul etmişlerdir. Ülfet, konakta iyi insanlar bulunmasına rağmen, zaman zaman ailesini ve annesini özler:58

Yazık olmuş çocukcağız dediler Acıyıp baktılar, temizlediler... Akrabadan oldu bir zaman herkes, “Bak diyorlardı cümlemiz Çerkes, Cümlemiz aynı ruh ve aynı beden Bu senin ablan, işte ben annen!” (...)

Yalnız evvel yatakta ba’zı gece Düşünürdüm bu hâli kendimce; Yoktu annem, babam hatırlardım, Örtünür yorganımla, ağlardım...

56 Hamdullah Suphi Tanrıöver, Bütün Şiirleri (Haz. Halim Seraslan), Tablet Kitabevi, Konya, Aralık,

2017, s. 61.

57 Bütün Şiirleri, s. 61. 58

(14)

Cariye Ülfet, Abdullatif Subhi Paşa’nın kendisini eş olarak almak istediğini öğ-rendiğinde, çok mutlu olur. Paşa’nın iki eşi daha vardır. Paşa, Ülfet’in kendisini diğer eşlerinden kıskanmamasını ister. Cariye Ülfet, Abdullatif Subhi Paşa’nın üçüncü eşi olur.59 Kıskanmak hissine yabancı olan Ülfet, evlilikle beraber bu hissi de öğrenir.

Ülfet Hanım, ilerleyen yıllarda evlat acısını da tadar. Dünyaya getirdiği ilk iki çocuğu hayatını kaybeder. Abdullatif Subhi Paşa’nın diğer eşleriyle de anlaşamaz:60

Onu dört beş yaşında kaybettim, Tâliim gitti sonra hep meş’um Arkadan öldü bir diğer çocuğum. İçim artık sefîl, fakîr oldu.”(...) Evde zâten huzur-ı vicdan yok Kimi bir söz atar, zehirli bir ok Gibi hâin, deler deşer kalbi.

Ülfet Hanım, bir süre sonra Hamdullah Suphi’nin ağabeyini dünyaya getirir. Hanenin diğer fertleri Ülfet Hanım’ın oğlunu hırpalar. Ülfet Hanım, bu duruma dayanamaz ve ağlar. Şiirin son bölümünde, Ülfet Hanım’ın Hamdullah Suphi’ye hamile kaldığını okuruz. Ülfet Hanım, bu çocuğu dünyaya getirmek istemez. İlaç içerek çocuğunu düşürmeye karar verir. Bir gece yarısı, ilacı içmek üzere hamle yapar. Fakat çocuğuna kıyamaz ve ilaç şişesini fırlatıp atar. Ülfet Hanım, Hamdullah Suphi’ye bu hadiseyi anlatarak af diler. Şairin annesinin derdi, Hamdullah Suphi’yi dünyaya getirmek istememesi nedeniyle yaşadığı pişmanlıktır. Oğul, annesine sarılır ve şiir şu dizelerle sona erer:

Seni afv eylemek mi? Âh annem, Yetişir tuttuğun uzun mâtem. Onu gel kollarımda şimdi unut, Seni afv eyledim, senin bu vücûd... Bir günâhın son tecellisi:

Benim afvım, onun tesellisi.61

Muzaffer İrdem, “Türk Ulusu’nun Seçkin Hatibi Hamdullah Suphi Tanrıöver” başlıklı yazısında bu konudan da bahseder. İrdem, “Annemin Derdi” şiirinin yazılma-sına neden olan hikâyeyi şöyle anlatır:62

59 Abdüllâtif Subhi Paşa’nın ilk eşi Lütfi Seher Hanım, ikinci eşi ise Rengi Gül Hanım’dır. (Daha geniş

bilgi için bkz. Dr. Fethi Tevetoğlu, Hamdullah Subhi Tanrıöver, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, Ağustos, 1986, s. 12.

60 Bütün Şiirleri, s. 64. 61 Bütün Şiirleri, s. 68.

62 Yazının tamamına Taha Toros Arşivi’nin dijital kataloglarından ulaşılabilir. (Bkz. Taha Toros Arşivi,

Dosya No:42- Hamdullah Suphi Tanrıöver, E-arşiv için bkz. http://earsiv.sehir.edu.tr:8080/xmlui/ handle/11498/26922).

(15)

1886 yılı içinde bir gece vakti, İstanbul’un Fatih Semtindeki Horhor caddesi üzerinde, Nâzırlar, Paşalar, Edebiyatçılar, Şairler yetiştiren bir konaktı. Suphi Paşa’nın kırka yaklaşan müteaddit hanımları içinde birisi kollarını havaya açmış Cenabı Hakk’a yalvarıyordu: “–Yarabbi biliyorum; Büyük günah işliyorum, doğuramayacağım beni affet.” Genç kadı-nın daha evvelki müteaddit çocuklarıkadı-nın ölümü, çektiği sıkıntılar, üzüntüler, kendisinde gebeliğin zorluklarına, daha sonra çekilecek ve üzerinde durulması icap eden gayretlerine tahammül imkân ve kudretini kendisinde göremeyişi onu böyle bir yola sürüklemiş, bu korku ve telâş içerisinde eline aldığı ilâç şişesini içmek üzere dudağına götürürken ani bir titreme ile elinden şişe yere düşmüştür. Mutekit anne bu hali Allah’ın bir ihtarı saymış ve ilâcı içmekten vazgeçmiştir. Böylece Türk Hitabet hayatının en mühim simalarından biri, Millî mücadelemizin dağınık ve karanlık günlerinde ateşli konuşmaları ile karanlıkları aydınlatıcı, Türk Milletini birliğe davet edici ve toplayıcı ses, Türk Milletinin tarihinde senelerce duyulacak ölmez bir sada ana rahminde bir cenin olarak hayata veda etmekten kurtulur.

Tanrıöver ile annesi birbirlerini çok severler. Tanrıöver, Millî Mücadele’ye ka-tılmak üzere Ankara’ya gittiğinde, Ülfet Hanım da oğlunun peşinden gider ve oğlunu yalnız bırakmaz.63 Tanrıöver, öldükten sona annesinin yanına defnedilmeyi vasiyet

etmiştir. Fakat annesinin mezarının yanı boş olmadığı için bu vasiyeti yerine geti-rilemez.64 Hamdullah Suphi Tanrıöver bu şiiriyle, esaret düzeninin bir kurbanı olan

annesinin şahsında esirlerin, özellikle esir kadınların yaşadığı acılara dikkat çeker. Aynı zamanda, esaret düzenini de tenkit eder. Annesinin üzüntülerine, yalnızlığına ve çaresizliğine şahit olması, Hamdullah Suphi’nin esirlerin dramlarını ve acılarını daha iyi anlamasını sağlamış olmalıdır.

Esaret, beynelmilel bir meseledir. Böylesine eski, girift ve gayriinsani bir meseleyi anlatmak için illâ ki esaret altında bulunmak veya bir esirin yakını olmak gerekmez. Nitekim esaret temasını eserlerine taşıyan Türk edebiyatçılarının pek çoğu ve onların aileleri, esir sınıfından değillerdir. Fakat esaret düzenini eleştiren eserler yazmaktan da geri durmazlar. Tanzimat dönemi edebiyatının en önemli temalarından biri olan esaret, yirminci asrın ilk çeyreğine kadar yazar ve şairlerin üzerinde durdukları önemli bir konu olmuştur. Edebiyatçılar kaleme aldıkları eserler vasıtasıyla, esaretin insanlara zarar veren bir düzen olduğunu, esirlerin türlü eziyetler gördüklerini ve felaketlere uğradıklarını anlatırlar. Hepsinin ortak fi kri ise, esaret düzeninin ilga edilmesi ge-rektiğidir. Bu yazar ve şairlerden bazıları, esaret meselesine daha hassas yaklaşırlar. Abdülhak Hâmid Tarhan, Sami Paşazade Sezai ve Hamdullah Suphi Tanrıöver, bu

63 Halim Seraslan, Hamdullah Subhi Tanrıöver, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara,

1995, s. 17-18.

(16)

hassasiyete sahip münevverlerdir. Bu üç ismin ortak noktası ise, esir annelerin çocukları olmalarıdır. Bir zamanlar annelerinin esaret prangasına vurulmuş olmaları, kuvvetle muhtemel onları esaret meselesi üzerine daha yoğun biçimde düşünmeye sevk etmiştir. Annelerinin hayat hikâyelerini ve esaret maceralarını, yine bizzat annelerinden dinle-mişlerdir. Bu esir annelerin, Kafkasya’da bıraktıkları ailelerine ve çocukluk yıllarına duydukları özlemi eserlerine taşırlarken, anneleriyle empati kurmayı başarmışlardır. Tarhan’ın “Validem” şiiri ile Tanrıöver’in “Annemin Derdi” şiiri, aslında bu iki şairin annelerinin esaretle örülü hayatının manzum hikâyeleridir. Sami Paşazade Sezai’nin

Sergüzeşt romanı ile “Bir Kitabe-i Seng-i Mezar” başlıklı mensur şiiri ise, müellifi n,

annesinin ve konaklarındaki diğer esirlerin hayatlarından izler taşır. Tarhan, Sami Pa-şazade Sezai ve Tanrıöver, esir annelerin edebiyatçı çocukları hüviyetiyle annelerinin dertlerini okurlarıyla paylaşırlarken, insanlık dışı ve gayri medeni buldukları esaret düzenini de eleştirirler.

KAYNAKLAR

Ahmet Midhat Efendi (2014), Felatun Bey ile Rakım Efendi (Haz. Ahmet Aydemir), Dergâh Yayınları, İstanbul.

Akıncı, Gündüz (1954), Abdülhak Hâmid Tarhan (Hayatı, Eserleri ve Sanatı) –Doktora

Ça-lışması, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara.

Aristoteles, Politika (4. Baskı) (Eski Yunanca’dan Çev. Furkan Akderin) (2018), Say Yayınları, İstanbul.

Baydar, Mustafa (1968), Hamdullah Suphi Tanrıöver ve Anıları, Menteş Kitabevi, İstanbul. Çağın, Sabahattin (2013), “Tanzimat Dönemi Türk Romanında Kafkasyalı Köleler”, Yeni Türk

Edebiyatı, S. 8, Ekim.

Çağın, Şerife (2016), “Halit Ziya Uşaklıgil’in Eserlerinde Esaret”, Yeni Türk Edebiyatı, S. 14, Ekim.

Durgun, Harika (2015), Ahmet Midhat Efendi ve Edebiyat (1. Baskı), Dergâh Yayınları, İstan-bul, Mayıs.

Engin, Nihat (2002), “Osmanlılar’da Kölelik”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C. 26, İstanbul. Erdem, Y. Hakan (2013), Osmanlı’da Köleliğin Sonu (1800-1909) (2. Basım) (Çev. Bahar

Tırnakçı), Kitap Yayınevi, İstanbul.

Fatma Aliye (2012), Nisvan-ı İslâm (Haz. Hülya Argunşah), Kesit Yayınları, İstanbul, Eylül. Güven, Güler (2009), Sami Paşazade Sezayi ve Eserleri, Dergâh Yayınları, İstanbul.

Hamdullah Subhi, “Annemin Derdi”, Servet-i Fünûn Mecmuası, 14 Kânûn-ı Sâni 1325- 16 Muharrem 1328 Perşembe, 19. Yıl, C:38, Nu: 973, ss. 166-167.

Huyugüzel, Ömer Faruk (2004), Halit Ziya Uşaklıgil (Hayatı, Sanat, Eserlerinde Seçmeler), MEB Yayınları, İstanbul.

(17)

Kılıçkaya, Derya (2011), “Hamdullah Suphi Tanrıöver’in Annemin Derdi Şiirinde Esaret ve Kadın Meselesi”, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, S. 713, Mayıs.

Lewis, Bernard (2006), Ortadoğu’da Irk Kavramı ve Kölelik (1. Baskı), Truva Yayınları, İstanbul, Nisan.

Ortaylı, İlber (2008), Türkiye Teşkilatı ve İdare Tarihi (3 Baskı), Cedit Neşriyat, İstanbul, Ankara. Özel, Ahmet (1995), “Esir”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C. 11, İstanbul.

Pakalın, Mehmet Zeki (1971), Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü II (İkinci Basılış), Milli Eğitim Basımevi, İstanbul.

Platon, Devlet (Hasan Âli Yücel Klasikler Dizisi) (XXXVIII. Basım) (2019), Çev. Sabahattin Eyüboğlu- M. Ali Cimcöz, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ocak, İstanbul. Sami Paşazade Sezai (2003), Bütün Eserleri I (Haz. Prof. Dr. Zeynep Kerman), Atatürk Kültür,

Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara.

Seraslan, Halim (1995), Hamdullah Subhi Tanrıöver, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara.

Tanpınar, Ahmet Hamdi (1997), 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi, İstanbul. Tanrıöver, Hamdullah Subhi (2017), Bütün Şiirleri (Haz. Halim Seraslan), Tablet Kitabevi,

Aralık, Konya.

Tarhan, Abdülhak Hâmid (1994), Abdülhak Hâmid’in Hatıraları (Haz. İnci Enginün), Dergâh Yayınları, İstanbul Aralık.

, Abdülhak Hâmid (2013), Bütün Şiirleri (Haz. İnci Enginün), Dergâh Yayınları, İstanbul, Aralık, 2013.

, Abdülhak Hâmid (2002), Tiyatroları 7 (Macera-yı Aşk, Nesteren, Zeynep, Hakan) (Haz. İnci Enginün), Dergâh Yayınları, İstanbul, Temmuz.

Tevetoğlu, Dr. Fethi (1986), Hamdullah Subhi Tanrıöver, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, Ağustos.

Toledano, Ehud, R. (2000), Osmanlı Köle Ticareti (1840-1890) (Çev. Y. Hakan Erdem), Tarih Yurt Vakfı Yayınları, İstanbul.

Uşaklıgil, Halid Ziya (2008), Kırk Yıl Kırk Yıl Kırk Yıl (Yay. Haz. Nur Özmel Akın), Özgür Yayınları, İstanbul, Ocak.

, Halid Ziya (2016), İzmir Hikâyeleri (Düz. Şemsettin Kutlu), İnkılap Yayınları, İstanbul. http://tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.576a7205ec

3200.77581180

http://tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.576a726db 17d90.87998554

(18)

Referanslar

Benzer Belgeler

Bana kattığı- nız her şey için TÜBİTAK ve Bilim ve Teknik ailesine çok teşekkür ediyor başarılarınızın devamını diliyorum.. İyi ki varsın Bilim

Otomobilin hızı arttıkça hava molekülleri ile olan sürtünme de artar ve sürtünmeyi yenmek için daha çok yakıt tüketmek gerekir.. Yüksek hızlarda yakıt

Askerliğini Ellise Sarayfnda Cumhurbaşkanı François Mitterand'a yemek hazırlayarak yapan Cyrill Laugier ve Gilles Grillot'in aşçı olarak görev yaptığı bistroda Fransız

Bunun için yine hava koşullarının çok iyi olması ve yüksek bir gözlem yeri şart.. Mars geçtiğimiz ay sabah gökyüzü-

Ve onlar Arif beyin âdetini çok iyi bildikleri için hayvanını da alırlar, ilerlerler, uzaklaşırlar, sa­ natkârı kendi kendine bırakır­ lardı. Arif bey

V/hen Suavi was appointed director of the Imperial School (Galata Saray) he3. settled th r with his wife and returned the set of furniture

Bilişim ve perakende alanında tüketiciye yakın bir kuruluş olarak yeni çalışmalar içersinde olduklarını belirten Özaydınlı, “ Tanı adlı şirketimiz Paro

Onlara şunları söyledi: "Bu Saîd, Sevâd'ın Kureyşlilerin malı olduğunu iddia ederek size geldi; oysa Sevâd sizin, babalarınızın ve dedelerinizin arazisidir,