• Sonuç bulunamadı

Neo-liberalization, non-governmental organizations and 'project fetishism': A critical perspective [Neo-liberalleşme, Sivil Toplum Kuruluşları ve 'Projecilik': Eleştirel Bir Bakış]

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Neo-liberalization, non-governmental organizations and 'project fetishism': A critical perspective [Neo-liberalleşme, Sivil Toplum Kuruluşları ve 'Projecilik': Eleştirel Bir Bakış]"

Copied!
39
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Neo-liberalleşme, Sivil Toplum Kuruluşları ve ‘Projecilik’: Eleştirel Bir Bakış

[Neo-liberalization, non-governmental organizations and 'project

fetishism': A critical perspective]

Article  in  Amme idaresi dergisi · June 2017

CITATION 1 READS 307 1 author: Fesih Bayraktar Ardahan Üniversitesi 2PUBLICATIONS   3CITATIONS    SEE PROFILE

All content following this page was uploaded by Fesih Bayraktar on 12 January 2018.

(2)

Makale gönderim tarihi: 08.02.2017 Makale kabul tarihi : 22.05.2017

Amme İdaresi Dergisi, Cilt 50, Sayı 2,Haziran 2017, s.105-142.

Neo-liberalleşme, Sivil Toplum Kuruluşları

ve ‘Projecilik’: Eleştirel Bir Bakış

Fesih BAYRAKTAR

*

Öz:‘Refah devleti’ ya da ‘kalkınmacı devlet’ model ve pratiklerinin neo-liberal bir anlayış çerçevesinde yeniden yapılanmaya konu olduğu son otuz yılı aşkın süreç, refah, kalkınma ve yoksulluk gibi makro meselelerin önceki döneme özgü daha makro kurum ve politikalar yerine ‘projeler’ gibi daha mikro müdahaleler ve ‘sivil toplum kuruluşları’ (STK) gibi daha mikro araçlar yoluyla çözülebileceğine ilişkin bir yaklaşımı ön plana çıkarmış ve bu dönemde projeler ya da projecilik, yalnızca fon sağlayan ulusal ya da uluslararası kalkınma ve kredi kuruluşlarının değil bunların yeni dönemde söz konusu alanlardaki öncelikli ‘ortakları’ olarak STK’ların da modus operandisi haline gelmiştir. Bu çalışma, projeler ve projecilik üzerinden, bu yeni dönem ve anlayışın gerek donör-STK ilişkilerinde gerekse de örgütsel kültür, form ve işlevleri açısından STK’lar üzerinde ortaya çıkardığı kapsamlı dönüşümlere odaklanmakta ve tüm bu dönüşümlerin söz konusu örgütleri bir ‘varoluşsal kriz’le yüzyüze bıraktığını iddia etmektedir.

Anahtar Kelimeler: Neo-liberalleşme, sivil toplum kuruluşları, projecilik.

Neo-liberalization, Non-Governmental Organizations and ‘Project Fetishism’: A Critical Perspective

Abstract: Over the past three decades, the world has witnessed the reconstruction of the models and practices of ‘welfare state’ or ‘developmentalist state’ in accordance with the neo-liberal principles. This has been resulted in an increasing trust in the micro tools and interventions such as ‘non-governmental organizations’ (NGOs) or ‘(development) projects’ instead of traditional macro institutions and policies for welfare and development or against poverty. Throughout this period of time, projects and projectization have become the modus operandi not only of national or international development and credit institutions but also of their preferred ‘partners’ that is the NGOs. Drawing upon the project and projectization approach, this article focuses on the comprehensive transformations that this new era and approach have emerged in the face of the donor-NGO relationship and NGOs in terms of their organizational form, culture and functions, and claims that all these transformations have dragged NGOs into ‘existential crisis’.

Keywords: Neo-liberalization, non-governmental organizations, project fetishism.

* Yrd.Doç.Dr., Ardahan Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü, Yenisey Kampüsü, Çamlıçatak Mevkii 75000 Merkez/Ardahan/Türkiye.

(3)

Giriş

‘Sivil toplum’ ve onun çağımızdaki en gelişkin örneği olarak kabul edilen özellikle uluslararası alanda faaliyet gösteren ‘Sivil Toplum Kuruluşları’ (STK)1, hiç şüphesiz ki son otuz yılın yükselen değeri olmuş, çağımızın demokrasi ve kalkınma problemlerinin çözümünde üstlenecekleri öncelikli roller açısından gerek akademik gerekse siyasi cenahta ciddi bir teveccühle karşılanmışlardır. Bu dönem, (neo-)liberal, komüniter ya da Habermasçı formda olsun hâkim ‘sivil toplum’ ve STK anlatılarının (Nielsen, 2008), devlet-sivil toplum ‘karşıtlığına’ dayalı liberal bir gündem çerçevesinde ve modern dünyada özgürlüğün ve demokrasinin temel koşul ve araçlarını sağladığı ön kabulünden hareketle söz konusu alan ve örgütleri, yalnızca devlet karşısında değil, dahası yaşamın diğer tüm alan ve momentleri üzerinde ayrıcalıklandırmasına tanıklık etmiştir (Fine, 1997: 9). Claire Mercer’in (2002: 9) işaret ettiği gibi, aralarındaki nüanslara karşın söz konusu yaklaşımların ortak noktaları, “sivil toplum ve STK’ların özsel olarak ‘iyi şeyler’ olduklarına, (liberal) demokratik sürecin küçük dünyalarını (microcosmos) oluşturduklarına, sıradan/tabandaki insanları (grassroots) kapsadıklarına, devletten hem ayrı hem de özerk ve ona karşı bir ‘siper’ olarak hareket ettiklerine yönelik normatif liberal ideallere bağlılıkları” olmuştur. Her ne kadar daha uzun bir geçmişe sahip olsalar da bu dönemde STK’lar, Sangeeta Kamat’ın (2004: 159) ifadesiyle, “meşru devlet faaliyetleri hilafına kamusal yararın yeni koruyucuları” şeklinde lanse edilmişler ve dahası geleneksel olarak toplumun çeşitli unsurlarının çıkarlarını temsil eden

1 Literatürde bu tip örgütlerin nasıl adlandırılacağı ve tanımlanacağı meselesi oldukça tartışmalıdır. Bu

örgütler onlara atfedilen belirli niteliklerden hareketle ‘devlet dışı’, ‘kâr amacı gütmeyen’, ‘gönüllü’, ‘hayırsever’, ‘üçüncü sektör’ ve daha başka pek çok (‘bağımsız’, ‘gelişmekte olan’ vb.) sıfatla anılır. İktisatçılar, kârlarını maksimize etmeme ve kâr dağıtmama niteliklerinden hareketle bunları ‘kâr amacı gütmeyen örgütler’ (non-profit organizations) olarak adlandırırken; sosyologlar, bu kuruluşların temelindeki sosyal entegrasyon ve işbirliğine dayalı ahlak sistemlerini ve çalışanlarının çoğunu nitelemesinden dolayı ‘gönüllü örgütler’ (voluntary organizations) tabirini kullanmayı tercih ederler. Siyaset bilimcilerin ise bunları, bilhassa yürüttükleri hizmet sunumu faaliyetleri açısından kamu ve piyasa sektörü örgütlerden farklı, ayırt edici nitelikleri olduğundan hareketle “üçüncü sektör örgütler” (third sector organizations) olarak adlandırdıkları görülür (Evans ve Shields, 1998: 2; Jenei ve Kuti, 2008: 12-13). Bununla birlikte, bu tip örgütlerin önemli bir kısmının özellikle son otuz yıllık süreçte ‘ulusaşırı’ karakterlerindeki görünür artış ‘devlet dışı örgütler’ (non-governmental organizations) tabirinin kullanımını da özellikle bu türde örgütler açısından oldukça yaygınlaştırmıştır. Bu örgütlere ilişkin en yaygın olarak kullanılan tanımsa Salamon ve Anheir’e aittir: Onlara göre bu örgütler, “resmi olarak kurulmuş; örgütsel olarak devlet kurumlarından ayrı; kâr amacı gütmeyen; kendi kendini yöneten; önemli bir düzeye kadar gönüllü” kuruluşlardır (1996: xvii). Bununla birlikte, her ne kadar örgütsel düzeyde ‘özel’ olsalar da, önemli düzeyde gönüllü yurttaş katılımı içerdikleri ve daha geniş bir ‘kamusal çıkar’ anlayışı doğrultusunda hareket ettikleri için aynı zamanda ‘kamusal’ örgütler oldukları; ayrıca bu sektöre rehberlik eden ve onu özel kâr amacı güden işletmelerden ve kamu sektöründen ayıran fedakârlık, işbirliği, karşılıklılık ve eşitlik gibi değerler manzumesine sahip oldukları ifade edilir (Hirshhorn, 1997’den aktaran Evans ve Shields, 1998: 3). Diğer taraftan söz konusu nitelikleriyle, yalnızca kamu ve özel sektör örgütlerden değil, aynı zamanda belirli bir grubun kazanılmış çıkarlarını savunmalarının yanı sıra hiyerarşik ve bürokratik olmakla da nitelenen sendikalar ya da meslek örgütlerinden de tanımsal düzeyde farklılıklarının altının çizildiği görülür (Demirovic, 2003: 219).

(4)

sendikalar, refah kurumları, mesleki ve dinsel örgütlerin daha üstünde bir sivil toplum formu olarak hiç olmadığı kadar ön plana çıkarılmışlardır.

Bununla birlikte bu tür bir sivil toplum yaklaşımının ve onun kurucu blokları olarak addedilen STK’ların bilhassa yıldızının parladığı 1990’larda görmüş olduğu bu itibarın, özellikle 2000’li yıllarla birlikte STK’lara ve STK pratiklerine ilişkin yapılan saha araştırmaları ve gözlemler neticesinde ciddi bir erozyona uğradığını söylemek mümkündür. Bu süreçte STK’lar, demokrasi ve/veya kalkınma açısından mevcut ve olası olanaklarıyla değil, söz konusu saha araştırmalarında iyiden iyiye belirginleşen sınırlılıkları ve dahası yol açtıkları sorunlar çerçevesinde tartışıldıkları yeni bir döneme evrilmişlerdir. Başlangıçta özellikle de uluslararası düzeyde faaliyet gösteren STK’lar büyük bir iyimserlikle, “modern özgürlük hareketinin öğrenme sürecinde –ilki sendikal hareket, ikincisi eski tarz yurttaş hareketleri, üçüncüsü yeni toplumsal hareketler olan- dördüncü bir evrimsel adım” olarak görülmüş (Demirovic, 1998: 84), bunların sayılarındaki artış küresel düzeyde bir “örgütsel devrim” (associational revolution) olarak nitelenmiş (Salamon, 1993) ve nihayetinde bunlar “90’ların en aşırı değer biçilmiş aktörleri” haline gelmiş olsa da (Wahl, 1997’den aktaran Hirsch, 2003: 237), yaklaşık yirmi yıllık bir tecrübenin ardından ve söz konusu araştırma ve gözlemlerin de katkısıyla bu iyimser havanın ve buna mukabil STK’ların etrafında oluşturulan hâlenin büyük oranda dağıldığına şahit olunmuştur.2

STK’lara ve STK pratiklerine dönük günümüzdeki bu daha karamsar tespit ve eleştirilerin kapsamı bir hayli geniştir: Fon veren kuruluş ya da daha yaygın adıyla ‘donör’ ajandalarının, örgütlerin ele aldığı konular ve tercih ettikleri örgütsel yapı tipleri üzerindeki etkisi; kısa dönemli bir ‘proje kültürünün’ ya da ‘projecilik’ denen şeyin yükselişi ve çok dar anlamda ‘proje başarısı’ üzerine odaklanma gayreti; daha geniş toplumsal hedefler pahasına profesyonelleşme ve teknik becerilere yapılan vurgu; genç, şehirli, iyi eğitimli, İngilizce konuşan bir seçkin sınıfın örgütler bünyesinde güçlenmesi; ‘seçkin’ STK’lar ile taban aktivizmi arasındaki mesafenin artması; ‘hizmet sağlayıcı’ STK’lar ile ‘hak savunusu’ (advocacy) ya da ‘adalet’ yönelimli STK’lar arasında çoğunlukla birinciler lehine bir ayrımın ortaya çıkması (Stubbs, 2007a: 221). Bu sürecin daha esaslı sonuçları ise, isimleri itibarıyla bile hükümet dışılıklarıyla (non-governmental) ya da kâr amacı gütmemeleriyle (non-profit) tanımlanan bu örgütlerin, gerek devlet ya da piyasa aktörleriyle çok daha yakın bir ilişki

2 Örneğin Neera Chandhoke (2007: 608-609), STK’ların yükselişiyle birlikte ‘sivil toplum’ savunucularının

karşı karşıya kaldıkları “trajediden” söz eder: “[O]toriter rejimlere karşı mücadele eden insanlar sivil toplum talep etmişlerdi, bunun yerine elde ettikleri şeyse STK’lar oldu (…) Şayet sendikalardan toplumsal hareketlere, BM, IMF, yardım ajanslarından şovenist ve demokratik devletlere kadar herkes çağımızın hastalıklarına en geçerli iksir olarak [bu tür bir] sivil toplumu selamlıyorsa yanlış giden bir şeyler var demektir”.

(5)

yürütmeye yönelmesi, gerekse de ticari değer ve pratiklerin örgüt kültürüne hâkim olmaya başlaması ve nihayetinde depolitizasyon ve özellikle taban siyasetinin ortadan kalkması olarak tanımlanmıştır (O’Reilly, 2010: 182). Dolayısıyla, söz konusu örgütlerin kendilerinden beklenen toplumsal dönüşümü uzun vadeli ve kalıcı değişimler yerine, fon veren kuruluşlarla daha yakın bir ilişki içerisinde ve çoğunlukla bunların ajandalarının çizdiği sınırlar dâhilinde kısa vadeli ve çoğunlukla geçici ‘çıktılar’ elde etme çerçevesinde düşünmeye ve bu doğrultuda toplumsal dönüşüm için gerekli aktivizmi profesyonel etkinliğe indirgemeye ya da kanalize etmeye yönelmesi, pek çok aktivist ve yorumcunun günümüzde neredeyse STK’larla eş anlama gelen ‘sivil toplum’ kavramının oluşturduğu hayal âleminden çıkmasını ve dahası, Mahmoud Mamdani’nin çarpıcı ifadesiyle, “STK’ların sivil toplumu katlettiği” yolunda bir düşüncesinin eş zamanlı olarak yaygınlaşmasını beraberinde getirmiştir (Mamdani, 2002’den aktaran Kaldor, 2003: 589).

Gerçekte söz konusu dönüşümlerin izlerini 1970’lerle başlayan ve 1980’lerle birlikte hız kazanan neo-liberalleşme süreçlerine kadar sürmek mümkündür. Refah, kalkınma, yoksulluk gibi temel toplumsal meselelerin çözümünde devleti birincil düzeyde sorumlu gören ve İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden 1970’lere kadar ilki merkez ve diğeri çevre ülkelerde olmak üzere hâkim paradigmalar haline gelen ‘(Keynesçi) refah devleti’ ve ‘(ulusal) kalkınmacı devlet’ model ve pratiklerinin 1980’li yıllarla birlikte terk edilerek yerini devletin söz konusu alanlardan piyasalar lehine çekilmesini esas alan neo-liberal politikalara bırakması, 1990’lara gelindiğinde özellikle bahsi geçen alanlarda ciddi bir krizle sonuçlanmış ve bu da özellikle Dünya Bankası başta olmak üzere pek çok ulusal ya da uluslararası kalkınma ve kredi kuruluşunun söz konusu meselelerin çözümünde STK’ları öncelikli ‘ortaklar’ ya da ‘paydaşlar’ olarak tanımlamalarının3

ve bu tip örgütlerle daha fazla işbirliği arayışına girerek fonlarını öncelikli olarak bu tip örgütlere yönlendirmeye başlamalarının yolunu açmıştır. Sonuç, bazı yorumcuların ‘STK-laşma’ ya da ‘STK patlaması’ dediği şey olmuş (Alvarez, 1999; Choudry, 2010; Jad, 2007; Kamat, 2005; Lang, 1997; Özuğurlu, 2001; Riddell, 2007) ve bazılarınca bu yönelim dönemin ruhuna uygun bir ‘yumuşak yüzlü özelleştirme’ süreci olarak adlandırılmıştır (Lavalette ve Ferguson, 2007: 456). Bu genel yönelimin yanı sıra, STK

3 ‘Özel sektör’ başta olmak üzere ‘üçüncü sektör’ olarak da STK’ların kamu sektörünün ‘ortakları’ ya da

‘paydaşları’ olarak nitelendirilmeleri Dünya Bankası’nın 1990’ların başında dolaşıma soktuğu ‘(iyi) yönetişim’ kavramıyla doğrudan alakalıdır. Kavram, her üç sektörün de kalkınma süreçlerindeki işbirliğinin altını çizmiş ve kalkınmanın ‘üçüncü sektör’ örgütleri de içerecek şekilde hem resmi hem de akademik düzeyde yeniden formüle edilmesinin önünü açmıştır. Dünya Bankası eski başkanı James D. Wolfensohn’un 1997 tarihli bir konuşmasında belirttiği gibi: “Ortaklıklarımız, iki taraflı ve çok taraflı kalkınma ajanslarını, BM’yi, AB’yi, bölgesel örgütleri, DTÖ’yü, emek örgütlerini, STK’ları, vakıfları ve özel sektörü de içerecek şekilde kapsayıcı olmak zorundadır. Her birimiz ayrı ayrı güçlerimizi işe koşarak bütün kalkınma çabalarını gerçekleştirebiliriz” (aktaran Kamat, 2004: 166).

(6)

sektöründe yukarıda işaret edilen dönüşümlere kaynaklık eden en temel unsurdan biri de söz konusu kalkınma ve kredi kuruluşlarının geçmişte olduğu gibi bunlara ‘çekirdek fonlama’ yoluyla değil, ağırlıklı olarak projeler ve ‘proje bazlı fonlama’ yoluyla kaynak sağlamaya yönelmesi olmuştur. Judith Tendler’in (2004: 119) işaret ettiği gibi, projeler oluşturma ve bunların fonlanması söz konusu donörlerin yeni dönemdeki modus operandisi haline gelmiş ve aynı dönemde refah, kalkınma ve yoksulluk gibi alanlarda bunların öncelikli ‘ortakları’ olarak STK’ların da yaygın olarak bu yolla fonlanması bu tip örgütlerde de projeleri ve projeciliği temel bir faaliyet biçimi haline getirmiştir. Dahası söz konusu yönelim, her ne kadar başlangıçta ‘Kalkınma STK’ları’ (Non-Governmental Development Organizations) denilen örgütleri etkisi altına almış olsa da günümüze gelene kadar Kuzeyli ya da Güneyli, uluslararası ya da yerel, kalkınma ya da hak savunusu (advocacy) odaklı olsun neredeyse bütün sivil örgütlenme ve hareketleri içine alan küresel bir sürece evrilmiştir.

Bu makale, projeler ve projecilik üzerinden, neo-liberal dönem ve bu döneme özgü yaklaşımların gerek donör-STK ilişkilerinde gerekse de örgütsel kültür, form ve işlevleri açısından STK’lar üzerinde ortaya çıkardığı dönüşümlere odaklanmakta ve bu alana ilişkin eleştirel literatür üzerinden bu yönelimin bir kritiğine girişmektedir. Çalışmanın iddiası, söz konusu ilişkinin çoğunlukla addedildiği şekliyle belirli bir eşitlik ilişkisini ima eden bir tür ‘ortaklık’ ya da ‘paydaşlık’ olmadığı; genel çerçevesini fon sağlayan kuruluşların çizdiği projelerin öncülüğünde, çoğunlukla piyasadan ve özellikle ‘işletmecilik’ (managerialism) yaklaşımından mülhem belirli kavram, değer, usul, prensip ve örgütsel yapıların yukarıdan aşağıya empoze edilmesiyle malul olduğudur. Gösterilmeye çalışılacağı üzere bu durum söz konusu örgütlerde, başta ‘projecilik kültürünü’ yerleşik hale getirmesinin yanı sıra, çalışanlar açısından profesyonelleşme, örgütsel düzeyde şirketleşme ve bürokratikleşme, faaliyetler açısından ticarileşme ve nihayetinde geniş ölçekli bir depolitizasyona yol açmış ve tüm bu yönelimler, temelde devlet ve piyasa dışılıkları çerçevesinde tanımlanan bu örgütleri derin bir ‘varoluşsal kriz’le yüz yüze bırakmıştır. Bu çerçevede, öncelikle projecilik konusuna tarihsel bir arka plan sunulacak ve askeri alandan başlayarak hızla özel ve ardından kamu sektörüne doğru yaygınlaşan projeciliğin, nasıl çok kısa zamanda ‘evrensel’ düzeyde uygulanabilirliği olan bir yöntem haline geldiği ve bunun hız kazanmasında son otuz yılın neo-liberalleşme sürecinin baskın rolü tartışılacak; ardından projeciliğin özellikle günümüzün fon veren kuruluşlarının STK’larla ilişkisinde nasıl belirleyici bir yöntem ve enstrümana dönüştüğü ve dahası neo-liberal yöneti(şi)m mantığının bir parçası haline geldiği anlatılacak ve son olarak söz konusu yöntem ve ilişki biçiminin STK sektöründe ortaya çıkardığı dönüşümlere odaklanılacaktır.

(7)

‘Projecilik’: Askeri Teçhizat Üretiminden İnsani Kalkınma

Yöneti(şi)mine

Geçtiğimiz birkaç on yıl, bazılarının ‘proje toplumu’ olarak adlandırdığı, yalnızca çalışma yaşamının değil sosyal yaşamın da faaliyet, zaman, mekân ve ilişkiler yönünden ‘projeler’ üzerinden yeniden şekillendiği ve insani faaliyetlerin bir koordinasyon yöntemi olarak projelerin yaşamın her alanını kuşattığı bir olguya tanıklık etmiştir (Jensen vd., 2016). Johann Packendorff’un (1995: 320) “bir takım tümleşik ve/veya birbiriyle bağlantılı faaliyetlerden oluşan, önceden belirlenmiş bir bitiş tarihine ve (kaynak kullanımı ve kalite gibi) bir ya da birkaç performans hedefine sahip kendine özgü, bir kerelik bir iş”4

olarak tanımladığı projelerin günümüzdeki bu yaygınlığı, en çok da ekonominin bütün sektörlerinde ortak bir iş organizasyonu formu haline gelmesinde ve özellikle de sırf projeler üzerinden faaliyet yürüten ‘proje bazlı firma’ sayısının artışında kendisini gösterir (Packendorff ve Lindgren, 2014: 7). Projelerin özel sektördeki bu yaygın kullanımının sebepleri ve günümüzün post-Fordist üretim yapıları ve örgüt modelleriyle bağlantıları oldukça açıktır: Tam zamanında üretim, takım çalışması, daha basık örgütsel yapılar, daha az bürokrasi, inovasyon, görev ve sonuç odaklılık ve nihayetinde hem örgüt hem de faaliyet düzeyinde esneklik ve verimlilik proje yaklaşımının da merkezinde yer alır. Bununla birlikte, belirli bir görevin, mümkün olan en kısa sürede, beşeri ve diğer kaynakların en etkin kullanımıyla planlanmasına ve gerçekleştirilmesine dayalı bu yaklaşım, neredeyse her şeyin etkinlik ve verimlilik çerçevesinde düşünüldüğü günümüzün neo-liberal çağında, yalnızca özel sektörde değil, kamu sektöründe, sosyal ve kültürel alanda ve hatta kişisel yaşamda da oldukça geniş bir uygulama alanına kavuşmuş; ulusal ve uluslararası meslek kuruluşlarıyla, akademik ve özel eğitim programlarıyla, kitap ya da süreli yayın formatında çok geniş bir literatürle kendi kurumlarına, uzmanlarına, jargonuna, çalışma yöntemlerine sahip çok geniş bir sektöre dönüşmüştür.

Tarihsel olarak İkinci Dünya Savaşı sırasında askeri silah ve teçhizat üretimi için “zaman, para, materyal ve insanların bir organizasyon yöntemi” olarak ortaya çıkmış olan proje yaklaşımı, sonrasında Soğuk Savaş ve beraberinde getirdiği silahlanma yarışının ortaya çıkardığı askeri üretim alanındaki karmaşıklığa ve daha kısa süreli askeri üretim baskısına bir yanıt olarak hayli yaygınlaşmıştır (Kerr, 2008: 96). Proje yaklaşımında temel vurgu etkinlik ve verimlilik olduğundan, özel sektöre geçişi de neredeyse eş zamanlı olmuş;

4

1969 yılında ABD merkezli olarak kurulmuş ve özellikle son on yılda üye sayısında patlama yaparak yaklaşık yarım milyon bireysel üyeye ulaşmış olan Project Management Institute’ün oldukça yaygın olarak kullanılan daha kısa bir tanımına göre ise proje, “kendine mahsus bir ürün, hizmet ya da sonucun ortaya çıkarılması için gerçekleştirilen sınırlı zamanlı bir uğraştır” (Project Management Institute, 2013: 3).

(8)

zaman ve ölçek olarak sınırlı, somut projeler dâhilinde olayların akışını organize etmeye dayalı bu yöntem, firmalar açısından birbiriyle alakalı pek çok faktörün aynı anda değiştiği ve etkileşime girdiği günümüz toplumlarının artan karmaşa ve değişim hızına en uygun çözüm olarak görülmüştür. Ayrıca, sınırlı zamanlı bir çalışma formu ve iş organizasyonu olarak bu yöntemin, ‘aşırı görev odaklılık’, ‘daha iyi öğrenme koşulları’, ‘yenilik ve esneklik’, ‘kontrol açısından daha az bürokratik formlar’ gibi avantajlarıyla, pek çok ‘normal’ örgütün mücadele ettiği bürokrasi, atalet ve rijitlik gibi klasik problemleri ortadan kaldıracağı düşünülmüş ve tüm bunların sonucu olarak pek çok endüstri ve firmada projeler günümüzün normal çalışma biçimi haline gelmiştir (Hodgson ve Cicmil, 2006: 3-4; Packendorff, 2002: 39-40). Bununla birlikte, askeri/bilimsel/teknolojik alandan sivil yönetim alanına taşındıkça proje yaklaşımı, daha özellikli ve detaylı anlamlar kazanmış ve kendi kavramlarına sahip (proje yönetimi, proje yöneticisi, proje yönetim döngüsü, proje çerçevesi vb.) yepyeni bir literatüre ve çok geniş bir uygulama alanına kavuşmuştur. 1950’lerde ‘proje yönetimi’ ifadesi tümüyle mühendislik ve inşaat endüstrileriyle sınırlı iken, günümüze gelene kadar neredeyse evrensel düzeyde uygulanabilirliğe sahip bir ‘bilim’ olarak görülmeye başlanmış ve bu doğrultuda, projelerin bütçeler, hedefler ve iş programları doğrultusunda rasyonel olarak yürütülmesini sağlayan çeşitli teknokratik planlama, uygulama ve raporlama araçlarına bağlandığı pek çok standart proje yönetim modeli oluşturulmuştur (Räisänen ve Linde, 2004: 103’den aktaran Kerr, 2008: 97).

Packendorff’un (2002) “toplumun projelendirilmesi” (projecticised society) olarak adlandırdığı sürecin bir sonraki aşamasında bu yöntem, özel sektör çalışma usul ve prensiplerinin ‘Yeni Kamu İşletmeciliği’ (New Public Management) yaklaşımı doğrultusunda kamusal faaliyet alanına geniş ölçekli girişiyle birlikte, devlet ve uluslararası aktörlerce de çok kısa sürede sahiplenilmiş ve özellikle kalkınma alanında çok sık kullanılan bir yöntem haline gelmiştir. Yeni Kamu İşletmeciliği yaklaşımının temelde iki varsayım üzerine oturduğu görülür: (a) serbest piyasa rekabetinin örgütsel performansın artırılması için yegâne strateji olduğu ve (b) özel sektör teknoloji ve pratiklerinin daha üstün ve ‘işletmeciliğin’, bütün örgütsel formlara uygulanabilecek, genel bir pratik olduğu (Drechsler, 2005; Hood, 1991; Kaboolian, 1998). Başlangıçta askeri silah ve teçhizat üretimi için tasarlanmış ve sonrasında temel bir özel sektör çalışma prensibi ya da tekniği haline gelmiş projeler ya da projeciliğin nihayetinde özellikle kalkınma alanında ‘insani ürün üretmenin’ bir yöntemi haline gelmiş olmasında kuşkusuz ki gerek son otuz yıllık neo-liberal dönüşümün gerekse de bu dönüşümün kamu yönetimi alanındaki en temel yansıması olan Yeni Kamu İşletmeciliği yaklaşımının etkisi büyük olmuştur. Günümüzde kamusal aktörler açısından bu yaklaşım, kamusal problemlerin çözümünde işletmecilik yöntem ve prensiplerinin ‘kamu yararı’

(9)

düşüncesinin büyük oranda önüne geçtiği köklü bir dönüşümün önünü açmış ve bu araç ve tekniklerin en önemlilerinden biri olan projelerin de kamu yönetimi alanına girmesinin en temel belirleyicisi olmuştur.

Bir yandan ‘işlevsel farklılaşma’ya, diğer taraftan ‘hesap verebilirlik’ ve ‘denetim’e ve en çok da ‘parasal karşılık’, ‘verimlilik’, ‘etkinlik’ nosyonlarına olan neo-liberal ilgi bu dönemde projelerin kamu kesiminde yaygınlaşmasına yol açan faktörlerin başında gelir (Kerr, 2008: 98): İlk olarak, neo-liberal yönetişim ve onun Yeni Kamu İşletmeciliği gibi kamu yönetimi alanındaki hâkim formlarının ‘düşünme’ (ya da politika oluşturma) ile ‘icra’ (ya da uygulama) arasında koyduğu işlevsel farklılaşmaya uygun biçimde, politika oluşturan fon veren kuruluşlar ile ‘dış kaynak kullanımı’ (outsourcing) ya da ‘dış hizmet alımı’ (contracting-out) gibi nosyonlar çerçevesinde bunları uygulayan kontrata bağlanmış örgütler arasındaki ayrımın burada da ön planda olduğu görülür. Bu şekilde politika oluşturma ya da hedef ve strateji belirleme görevi fon sağlayan kuruluşlar düzeyinde merkezileştirilirken, bunların uygulanması görevi projeler yoluyla özel ya da üçüncü sektör kuruluşlara devir ya da ihale edilir. Diğer taraftan, proje ve projelendirme yaklaşımı, söz konusu ayrımın diğer bir ikizi olan ‘dümen tutma’ (steering) ve ‘kürek çekme’ (rowing) metaforuna uygun şekilde (Osborne ve Gaebler, 1992), kalkınma açısından ikincisini söz konusu örgütlere devrederken ilki dâhilinde kalkınma sürecinin – doğrudan ya da belirli bir mesafeden- kontrol ve denetimini mümkün kılar. Ancak burada kontrol, çoğunlukla hiyerarşik ve baskıcı bir tarzda değil, projeler ve projelerin aracılık ettiği ‘mantıksal çerçeve’ (logical framework), ‘proje döngüsü’ (project cycle), ‘standart değerlendirme teknikleri’ (standard appraisal techniques) gibi “kontrol merkezlerinin isteklerine aracılık eden ve onları dışsallaştıran” bir dizi dolaylı kontrol ve hesap verebilirlik modeli çerçevesinde gerçekleştirilir (Kerr, 2008: 100). Son olarak, tanımı itibarıyla insanların, zamanın, mekânın ve paranın koordinasyonu ve organize edilmesi olarak projeler, neo-liberal verimlilik ve etkinlik nosyonlarına en uygun model olarak görülmüşlerdir. En çok da “belirlenmiş hedeflerin gerçekleştirilmesi için kaynakların organize edilmesinde varsayılan bu etkinlik ya da verimlilik” nedeniyle projeler, özellikle Soğuk Savaş sonrası süreçte uluslararası kalkınma alanında önemli bir rol oynamaya başlamışlardır (Kerr, 2008: 99).

STK’lar ve ‘Projecilik’: Makro Kalkınmadan Mikro Araç

ve Müdahalelere

Refah ve kalkınma alanlarında ‘projelendirme’ ya da ‘projecilik’, sosyal kalkınma ya da değişim hedefinin, kapsamı fon veren kuruluşların ajandaları çerçevesinde belirlenmiş, kısa vadeli, çoğunlukla birbirinden kopuk yürütülen, planlı, programlı ve sabit bütçeli bir projeye dönüştürülmesi anlamına gelir. Söz konusu alanlarda projelerin giderek daha fazla yaygınlaşması piyasa ya da

(10)

işletmecilik mekanizmalarının bu alana girmesinin en spesifik örneklerinden biri ve belki de en yaygın olanıdır. Bununla birlikte neo-liberal dönem söz konusu alanlarda yalnızca projeler gibi mikro müdahalelerin değil, STK’lar gibi mikro araçların da ön plana çıkışını beraberinde getirmiştir. Bu tür bir yönelimde, kuşkusuz ki, refah devleti ya da kalkınmacı devlet modellerinin aksine günümüzün hâkim neo-liberal yaklaşımının refah ve kalkınma meselelerinde devlet müdahaleciliğini reddetmesinin ve neredeyse bunları serbest piyasa koşullarında kendiliğinden çözülecek meseleler olarak görmesinin rolü büyüktür. Kamusal aktörler açısından bu yaklaşımın doğrudan sonucu, bir taraftan eskiden devletin sorumluluğunda olan belirli işlevlerin mümkün olduğunca piyasa alanına terk edilerek doğrudan özelleştirilmesi, özelleştirilemediği durumlarda ise projeler gibi ‘piyasa benzeri’ (quasi-market) mekanizmalar yaratılmak suretiyle bu alanlarda daha dolaylı piyasalaştırma yöntemlerine başvurulması olmuştur (Armstrong vd., 1997; Clarke, 2004).

Yerine getirilmemesi halinde ciddi toplumsal sonuçlar doğurabilecek ve dolayısıyla hükümetler açısından maliyetli ikinci grupta sayılabilecek kalkınma ve sosyal hizmet alanlarında, gerek özel gerekse üçüncü sektör kuruluşlara ihale yöntemine (contracting-out) başvurulması başı çekmiştir. Bununla beraber, yeni dönemde kâr arayışlarını hükümetlerin mal ve hizmet sunumu yönünde genişletmeye çalışan büyük özel girişimlerin bu tür hizmetleri diğer piyasalaştırma tiplerinin aksine yeterince kazançlı görmemesi, çoğunlukla bu alanların küçük firmalara ya da ‘üçüncü sektör’ örgütlere kalması sonucunu doğurmuştur (Van Gramberg ve Bassett, 2005: 9). Bu geri kalanlar içerisinde ise, özellikle kalkınma uzmanları, donörler ve devletler tarafından ‘üçüncü sektör’ kuruluşlar ya da STK’lar, kâr amacı güden firmalara göre karşılaştırmalı avantaja sahip, devletin uzanamadığı toplumsal kesimlere ulaşabilen ve daha da önemlisi ucuza ve daha fazla çalışan ‘bağımsız’ sosyal hizmet örgütleri olarak görüldüklerinden bilhassa tercih edilmişlerdir (Escobar, 1992; Feldman, 1997; Townsend vd., 2002). Dahası, kendilerini kâr dürtüsüyle değil söz konusu hizmet ve faaliyetlerin devamlılığı açısından daha geniş bir toplumsal sorumluluk bilinciyle tanımlıyor olmaları, hem ‘verimlilik’ hem de hizmetlerin sürdürülebilirliği açısından, devlet ya da uluslararası aktörler nazarında bu tür örgütleri en uygun ‘ortaklar’ haline getirmiş ve ulusal ya da uluslararası kalkınma ve kredi kuruluşlarının projelerinde bunlar öncelikli aktörler olarak yerlerini almışlardır.

Söz konusu yönelimi, uluslararası resmi kalkınma yardımlarındaki dönüşüm bağlamında takip etmek mümkündür. Her şeyden önce, özellikle 1990’lı yıllarla birlikte uluslararası kalkınma ve kredi kuruluşlarının kalkınma yardımlarını geçmişte olduğu gibi devletlerden ziyade doğrudan STK’lara yönlendirmeleri yönünde güçlü bir trendin oluştuğu görülür (Townsend vd., 2004: 872). ‘İki

(11)

taraflı’ (bilateral) ya da ‘çok taraflı’ (multilateral) uluslararası resmi yardım kuruluşlarının STK’ların yürüttüğü proje ve programlara doğrudan destek sağlamaya başlaması ile birlikte bu fonları kullanan STK’ların sayısında ciddi bir artış yaşanmış ve 2004 yılı itibarıyla STK’lar, başta ABD ve Avrupa Birliği ülkeleri olmak üzere OECD (Organisation for Economic Co-operation and Development) ülkelerince az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere yapılan ve dünya çapında toplam kalkınma ve acil durum yardımlarının % 70’inden fazlasını oluşturan ‘Resmi Kalkınma Yardımları’nın (Official Development Assistance) yaklaşık üçte birini (24 milyar dolar) kontrol eder hale gelmişlerdir. Bu durum, özellikle azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde 600 milyon kişiye ulaştığı tahmin edilen bir milyonun üzerinde program ve projenin sırf STK’lar aracılığıyla yürütüldüğü kapsamlı bir sürecin önünü açmıştır (Riddell, 2007: 48, 54, 259 ve 269). Söz konusu dönemde resmi kalkınma yardımlarının dörtte birini karşılayan ABD başta olmak üzere Japonya, İngiltere, Fransa, Almanya gibi belli başlı ‘iki taraflı’ donörlerin yanı sıra, bu ülkelerin gerek siyasi gerekse ekonomik olarak etkin olduğu başta Dünya Bankası olmak üzere Uluslararası Para Fonu, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği gibi ‘çok taraflı’ donörler de bir yandan yapısal uyum ve finansal istikrar gibi neo-liberal politikalar doğrultusunda kalkınma ve sosyal refah alanlarından devlet desteğinin çekilmesini dikte ederken, diğer taraftan tam da aynı alanlarda yardımlarını STK’lara yönlendirme yoluna gitmişler ve bu da söz konusu yardımların en yoğun olduğu Güney ülkelerinde faaliyet gösteren yerel ya da uluslararası kalkınma STK’larının sayısında ciddi bir patlamayı beraberinde getirmiştir.5

5 Edwards’ın belirttiği gibi, 1990’lı yılların başından itibaren on yılı aşkın bir sürede çevre ülkelerde kayıtlı

kâr amacı gütmeyen örgütlerin sayısı tarihte görülmediği kadar artmış; Nepal’de 220’den 1210’a, Bolivya’da 100’den 530’a, Tunus’ta 1886’dan 5186’ya çıkmıştır. Brezilya’da 210,000; Mısır’da 17,000 ve Tayland’da 15,000 ve Hindistan’da bir milyonun üzerinde bu tür örgütün olduğu ifade edilmektedir (2004: 21). Refah ve kalkınma hizmetlerinde bu örgütlerin rolü, bazı ülkelerde devletin bu alanlardaki geri çekilişiyle doğru orantılı olarak muazzam düzeylere ulaşmıştır. Özellikle Sahraaltı Afrikası bu sürecin çok çarpıcı örnekleriyle doludur. Örneğin 1990’lı yılların ortalarında Kenya’da eğitim hizmetlerinin % 50’ye yakınının ve sağlık hizmetlerinin % 35’inin STK’larca karşılandığı görülür. Sağlık hizmetleri açısından Gana’da bu oran % 40 ve Malavi’de % 30’dur (Hulme ve Edwards, 1997). Ya da örneğin Benin gibi bir Afrika ülkesinde STK’ların sayıları on binleri bulabilmektedir ve pek çoğu yerel olan bu STK’lar eğitimden mikro-krediye, yerleşimden kamusal alanların idaresine kadar pek çok alanda faaliyet gösterirler (Ryfman, 2006: 72). Asya’dan bir başka çarpıcı örnek ise Bangladeş’tir. Sırf okuryazarlık programıyla uğraşan 5000 STK’nın var olduğu Bangladeş’te, bir çocuğun devlet kurumlarından çok bir STK’nın yardımıyla okuryazar olması olasılığının çok daha yüksek olduğu söylenir (Demirovic, 1998: 87). Phinney’in (2002) ifadesiyle Bangladeş’in çoğu köyünde “çocuğunu bir STK okuluna gönderebilir, vasektomi ameliyatını bir STK sağlık çalışanına yaptırabilir, sütünü günlük olarak bir STK’ya satabilir ve bir STK telefonuyla konuşabilirsin. Ve genellikle birkaç STK bankasından hatta STK eğlencesinden/gösterisinden birini seçme şansın vardır”. Bir ülkenin neredeyse bütün altyapısına sirayet eden büyük STK’lara belki de en çarpıcı örnek de gene aynı ülkedeki BRAC (Bangladesh Rural Advancement Committee) adlı örgüttür ve uluslararası kalkınma camiasının desteğinde bazı STK’ların ne denli büyüdüğünün belki de en çarpıcı örneğini sunar. Bangladeş’in bu en büyük STK’sının, projelerinde istihdam ettiği 200,788 çalışana ek olarak yaklaşık 28,000 çekirdek personeli vardır. Yaklaşık 240 milyon dolarlık yüzlerce projesi arasında bir üniversite, bir banka, bir internet servis sağlayıcı ve çeşitli finans örgütleri yer

(12)

Dahası STK’ların öncülük ettiği bu yeni kalkınma anlayışı, geçmişte murat edildiği gibi merkezi ve uzun vadeli bir vizyonla değil, çoğunlukla ‘sosyal sermaye’, ‘güçlendirme’ (empowerment), ‘kapasite inşası’ (capacity building), ‘kendine yetme’ (self-help) ya da mikro-kredi gibi neo-liberal nosyonlar çerçevesinde fonların (emek ya da girişimci olarak yoksulların piyasaya dâhil edilmesi başta olmak üzere) sıkı koşul ve çıktılara bağlandığı, tabanın kendi refahlarından sorumlu hale getirilmesine ve dolayısıyla bu alanlarda devlet müdahaleciliğini asgariye indirmeye dayalı kısa vadeli sınırsız sayıda parçalı program ve proje çerçevesinde anlaşılmaya başlanmıştır (Kamat, 2003: 90; O’Reilly, 2010; Riddell, 2007: 274; Wood, 1997).

STK’lara Fon Akışı: ‘Çekirdek’ Fonlamadan ‘Proje’

Fonlamasına

Refah ve kalkınma meselelerinin STK’lar gibi mikro araçlar yoluyla ve projeler gibi mikro yöntemlerle çözülmesine dönük günümüzdeki bu kapsamlı yönelim, Keynesçi dönemin ‘çekirdek’, ‘blok’ ya da ‘ana’ fon olarak adlandırılan fonlama rejiminin yerini büyük oranda ‘proje’ ya da ‘kontrat’ bazlı fonlama rejimine bırakmasına yol açmış ve bu da geleneksel olarak yıllık devlet hibeleri (ya da ‘çekirdek fon’) alan pek çok örgütü, belirli öncelikli alanları hedef alan proje bazlı fon başvurusu yapmaya ya da hükümet bakanlıkları ya da departmanlarıyla belirli programların gerçekleştirilmesi için hizmet alımı kontratlarına girmeye zorlamıştır (Scott, 2003). Bu yeni fonlama rejimi, yalnızca metropol ülkelerde yerli halka hizmet sunan irili ufaklı pek çok STK açısından değil (Baines, 2006; Baines, 2010; Eakin, 2001; Hudson, 2002; Scott, 2003), ‘iki taraflı’ ya da ‘çok taraflı’ uluslararası donörlerin 1990’lı yıllarla birlikte giderek daha fazla doğrudan ya da uluslararası STK’lar aracılığıyla fon sağladıkları çevre ülkelerdeki yerli STK’lar için de çok yaygın olarak kullanılan bir yöntem halini almıştır (Agg, 2006; Cooley ve Ron, 2002; Haque, 2004; Jenei ve Kuti, 2008; Pfeiffer, 2003; Roberts vd., 2005; Stoddard, 2003; Warren, 2005). Bunun belki de tek istisnası, çoğunlukla ulusal ya da uluslararası kalkınma ve finans kuruluşlarının çevre ülkelerdeki STK’lara fon dağıtımına aracılık eden ve hala daha ‘blok’ ya da ‘çekirdek’ fon alabilen OXFAM, Action Aid, World Vision, CARE ve Save the Children gibi Batı orijinli bir avuç büyük ‘ulusaşırı’ STK’dır (Pratt vd., 2006).6

alır. Bu STK’nın 115,840 köy organizasyonunun dört milyona yakın üyesi vardır (Agg, 2006; Riddell, 2007: 54).

6 Bu uluslararası STK’lar, hem kaynak sağlamada uluslararası donörler tarafından öncelikli olarak tercih

edilmeleri hem de fonlara ulaşmada daha gelişkin bir kurumsal kapasiteye sahip olmaları nedeniyle STK’lara aktarılan fonun büyük bir kısmını kontrol ederler. Örneğin Donini (1996: 91), 1990’lı yıllarda STK sektöründeki sekiz büyük uluslararası STK aile ya da federasyonunun 8 milyar dolarlık bir pazarın neredeyse yarısını kontrol ettiği bir ‘oligopolleşmeden’ söz eder. Riddell da (2007: 54-55) benzer bir tespitle, görece küçük sayıdaki büyük STK’nın yardım fonlarından yararlanmadaki ayrıcalıklı konumunun ve en büyük 500

(13)

Baines’in (2010: 12) belirttiği gibi ‘blok’ ya da ‘çekirdek’ fonlamadan ‘proje’ fonlamasına bu geçiş, neo-liberal dönemin en büyük ‘başarılarından’ biri olmuştur. Hem fon veren kuruluşların hem de STK’lar gibi ‘kâr amacı gütmeyen’ sektörün kendilerini ‘ticari birimler’ olarak düşünmesini ve performans hedefleri, kalite testleri (benchmarks) ve aralıksız değerlendirmeler yoluyla çoğunluğu sayısal nitelikli kriterleri yerine getirmesini teşvik eden işletmecilik yaklaşımının ve yeni kontrol biçimlerinin etkisinde daha fazla rekabete, kontratlara, eksik fonlamaya, proje harcama ve çıktılarının sıkı kontrolüne dayalı bu rejim, üçüncü sektör örgütlere ya da STK’lara sağlanan ve yıllık düzenli hibelere dayanan daha önceki ‘çekirdek’, ‘ana’ ya da ‘blok’ fonlamaya dayalı rejimin büyük oranda yerini almıştır (Baines, 2006; Scott, 2003). Her iki fonlama biçimi arasında teknik düzeyde üç temel farklılık söz konusudur: İlk olarak çekirdek fonlama, program masraflarını karşılamanın yanı sıra temel idari ve örgütsel masrafların da karşılanmasına izin verirken, proje fonlaması çoğunlukla bu tür masrafları karşılamaz. İkincisi, çekirdek fonlama örgütlerde esneklik ve özerkliğe imkân veren bir yapıya sahipken, proje fonlaması projelerin içeriği üzerinde fon veren kuruluşlara çok geniş bir kontrol olanağı sağlar. Son olarak, çekirdek fonlama üçüncü sektör kuruluşların toplumsal açıdan daha yerleşik kurumlar inşa etmesini mümkün kılan görece uzun vadeli ve istikrarlı bir yapıya sahipken, proje fonlaması kısa vadeli ve çoğunlukla istikrarsız bir yapı arz eder (Gibson vd., 2007).

Bununla birlikte her iki fonlama yöntemi arasında bu teknik boyutları aşan çok daha esaslı bir zihniyet farkından söz etmek mümkündür. Her şeyden öte bu yeni fonlama rejimi, Scott’un da (2003: 3-4) işaret ettiği üzere, piyasayla ilişkili -rekabet, çeşitlilik, girişimcilik, inovasyon, sonuç odaklılık gibi- değer ve beklentileri, daha geleneksel –hesap verebilirlik, istikrar, hizmetten yararlananlara ve halka karşı sorumluluk, kamusal yarar gibi- değerler karşısında ön plana çıkaran çok daha etraflı bir anlayışı yansıtır. Donörler açısından buradaki temel kaygı, bu tür örgütlere verilen paranın en efektif şekilde kullanımını sağlayacak mekanizmaların mümkün olduğunca devreye sokulmasıdır: Donörlerin önceliklerine dayanan ve gerçekleştirilecek sonuçlara odaklı program ve projelere fonların yönlendirilmesi; program ve hizmetlere ayrılan fon oranını artırmak için idari masraflara desteğin azaltılması; kontratların yakından denetimi ve fonların belirlenen amaçlar için kullanılmış ve beklenen sonuçları gerçekleştirmiş olduğunun kanıtlanması yönünde örgütlerin zorlanması; farklı biçimlerde iş yapabilme ve daha azla daha fazlasını ve daha iyisini nasıl yapabileceğini gösterme yönünde örgütlerin teşvik edilmesi; hizmetlerde gereksiz tekrar ve boşlukların en aza indirilmesi;

ulusal ve uluslararası STK’nın toplam STK yardım harcamalarının yaklaşık % 90’ını kontrol ettiğinin altını çizer.

(14)

örgütlerin ortaklıklar yoluyla işbirliğine zorlanarak karmaşık problemlere daha entegre ve bütünsel çözümler getirmeleri yönünde baskılanması ve nihayetinde fon dağıtımında uzun vadeli finansal taahhütlerden kaçınarak değişen önceliklere ayak uyduracak bir esneklik yakalanması gibi söz konusu fonlama rejimine özgü tüm nitelikler temelde bu zihniyetin doğrudan birer yansıması olarak görülebilir.

Yeni fonlama eğilimleriyle ilgili çoğunlukla birbirinden kopuk pek çok araştırma yan yana getirildiğinde, proje ya da kontrat bazlı fonlama rejiminin günümüzde küresel bir nitelik kazanmaya başladığını, sadece ulusal değil uluslararası fonlama trendlerini de hâkimiyeti altına aldığını gösterir. Pratt vd. (2006: 25) günümüzde STK’lara yapılan fonlama trendleriyle ilgili yaptıkları araştırmada, hem Kuzeyli hem de Güneyli STK’lar açısından yeni fonlama rejimin beraberinde getirdiği ‘kontrat kültürüne’ doğru devam eden kapsamlı yönelimin ve bunun beraberinde getirdiği ‘hibe kültüründe’ oluşan erozyonun yaygınlığından söz ederler. Yazarlara göre söz konusu ‘sözleşmecilik’ (contractualism), STK’ların resmi ajans ve ulusal hükümetlerin ‘öncelikler’ olarak tanımladıkları ana süreçlerle meşgul olmasını sağlayan mekanizmaların başında gelir. Başka araştırmaların da gösterdiği gibi çok uzun süredir uluslararası kalkınma ajansları ve uluslararası STK’lar, çevre ülkelerin yerel STK’larına fon aktarımında dikkatlerini uzun vadeli faydalara sahip olmayan spesifik çıktılara ve buna dayalı proje bazlı fonlamaya yoğunlaştırmışlardır. Hayatta kalmak için bu örgütlerin uluslararası donörlerin fonlarına son derece bağımlı hale gelmesi ise, bunların uzun vadeli stratejik planlama ve yönetimden çok ‘hayatta kalma stratejilerini’ daha bir ön plana çıkarmalarına yol açmıştır (Lacey ve Ilcan, 2006: 41-42). Dahası, fon sağlayan ulusal ve uluslararası kalkınma ajanslarının eylem planları ve pratikleri, fonları güvence altına almaya çalışan STK’lara da çok hızlı bir biçimde nüfuz etmiş; bu durum bir yandan STK’ların verimlilik, maliyetler ve ölçülebilir faydalar gibi piyasa prensiplerinin rehberlik ettiği projelerde daha yoğunluklu olarak faaliyet yürütmesine, diğer taraftan daha acil, somut ya da daha görünür sonuçlar yoluyla verilen fonların çıktılarını kanıtlama çabasına girmesine sebep olmuş ve nihayetinde söz konusu örgütler olmazsa olmazları olarak kabul edilen karşılıklılık, yükümlülük ve toplumsal dayanışma prensiplerine bağlılıklarını büyük oranda yitirmeye başlamışlardır (Feldman, 1997: 50).

STK’lar, Projecilik ve Kalkınmanın Depolitizasyonu

Yeni dönemde STK’ların refah ve kalkınma alanlarında ulusal ya da uluslararası kuruluşların “saygın ortakları” (Kaldor, 2003: 589) haline gelmiş olmasının ve aynı zamanda bunların ağırlıklı olarak projeler gibi soruna özel, teknik, kısa vadeli ve ‘piyasa benzeri’ mekanizmalar yoluyla fonlanma yoluna gidilmesinin özellikle bunların yoğun olarak kendine yer bulduğu azgelişmiş ülkelerin

(15)

kalkınma süreçleri açısından sonuçları bir hayli kapsamlıdır. Bu sonuçlardan en önemlisi de temelde otuz yılı aşkın bir süredir söz konusu alanların depolitizasyonunu hedef alan neo-liberal politikalara sundukları olağanüstü katkı olmuştur. Bu yönelim, bir yandan, toplumsal refah ve kalkınma meselelerinin çözümünde sorumluluk eksenini ve dolayısıyla hesap verebilirlik odağını devletten bu tür örgütlere kaydırarak; diğer taraftan, altında daha yapısal sebep ve süreçlerin yattığı kuşkusuz olan söz konusu meselelerin çözümünde daha kapsamlı politikalar yerine çözümü projeler gibi kısa vadeli ve ‘teknik’ yöntemlere havale ederek; ve nihayetinde, tam da söz konusu alanları daha esaslı talepler çerçevesinde politize etmesi beklenen STK’ları ve ‘sivil toplumu’ mevcut neo-liberal projenin bir parçasına dönüştürerek hem devletler, hem STK’lar, hem de bu alanlara ilişkin çözüm yöntemleri açısından refah ve kalkınma meselelerinin siyasetin dışına taşınmasında büyük rol oynamıştır.

Her şeyden önce, refah ve kalkınma meselelerinde STK’lara bu bel bağlama, anaakım ‘kalkınma’ yaklaşımında esaslı bir dönüşümü yansıtır. Bilindiği gibi 1980’li yıllar, refah ve kalkınmanın ancak piyasalara daha fazla alan açarak gerçekleştirilebileceği ve hatta piyasaların sunduklarının ötesinde bir ‘kalkınma’ fikrinin yararsız olmak bir yana tehlikeli olduğu fikrini ön plana çıkaran ‘salt piyasacı’ Yeni Sağ iktidarların gölgesinde neo-liberalizmin ‘altın çağı’na tanıklık etmiştir. Ancak 1990’lara gelindiğinde bu ‘salt piyasacı’ politikaların hem ekonomik hem de toplumsal alanda ortaya çıkardığı sorunlar, söz konusu yaklaşımın özellikle Dünya Bankası öncülüğünde yeniden revize edilmesine neden olmuş ve bu da, özel sektöre güven devam etmekle birlikte, ‘(iyi) yönetişim’ adı altında kalkınmada bir kere daha devletin ve yanı sıra sivil toplumun da öneminin teslim edildiği bir yaklaşımı beraberinde getirmiştir. Bununla birlikte bu yeni yaklaşımda devletin, geçmişte olduğu gibi refah ya da kalkınma sorumluluğunu bizzat üstlenmekten ziyade özel ve üçüncü sektör örgütlerle işbirliği ve ‘ortaklık’ içerisinde ve daha çok da ‘yönlendirici’ ya da ‘kolaylaştırıcı’ bir işlevle tanımlandığı görülür (Bayraktar, 2015). Hiç de şaşırtıcı olmayan bir biçimde refah ve kalkınma, devletin bu alanlarda kurum ve politikalarıyla ana aktör olduğu ‘yukarıdan aşağı’ bir çerçevede değil, STK’lar eliyle ve topluluk (community) temelinde gerçekleştirilecek ‘aşağıdan yukarı’ (bottom-up), ‘demokratik’ ya da ‘katılımcı’ bir kalkınma jargonu çerçevesinde yeniden tanımlanmıştır (Kamat, 2004). Bu yeni yaklaşım, örneğin Dünya Bankası’nın aynı dönemde hem proje yürütücüsü hem de bilgi kaynağı olarak STK’larla daha ileri düzeyde işbirliği arayışına girmesiyle daha bir somutluk kazanmış; gerek Banka’nın bu yeni dönemde piyasacı politikalarının bazılarından vazgeçip yeniden yoksulluğu azaltma ve sağlık, eğitim ve altyapı konularına odaklanması, gerekse de kurumun bu yeni ‘katılımcı kalkınma’ jargonunun STK’ların uzun zamandır vurguladıkları ‘taban’ katılımına ve bunun kalkınma sürecinin bir parçası haline getirilmesine dönük talepleriyle

(16)

örtüşmesi, 1980’li yıllarda Banka’nın yapısal uyum politikalarına ve bu politikaların yoksullar üzerindeki olumsuz etkilerine karşı fazlasıyla eleştirel olan STK sektörünü yeni dönemde bu kurumla daha fazla işbirliğine sevk etmiştir (Williams ve Young, 1994: 98; World Bank, 1998: 7-9; Zabcı, 2009: 81-82).7

Diğer taraftan söz konusu alanlarda hem fon veren kuruluşlar hem de STK’lar açısından projeler ve projeciliğin temel bir faaliyet ve ilişki biçimi haline gelmesi de bu alanların depolitizasyonunda önemli bir rol oynamıştır. Örneğin Biggs ve Smith’e göre (2003: 1748) günümüzde projeler, “güçlü kalkınma ajanslarının kalkınmayı depolitize etme ve onu teknik ve mekanik bir soruna dönüştürmesinin” en önemli yollarından biri haline gelmiştir. Daha kapsamlı toplumsal kalkınma yaklaşımları yerine spesifik projelere vurgularıyla fon veren kuruluşlar bu tür bir dar perspektifi doğrudan teşvik etmişler ve bu da söz konusu kuruluşların bu alanlardaki öncelikli ‘ortakları’ olarak STK’ların uzun vadeli yapısal değişimler yerine çoğunlukla kısa vadeli projelere odaklanmasının büyük oranda önünü açmıştır (Dolhinow, 2005: 574; Taylor, 2007: 312). Dolayısıyla, refah, kalkınma ya da yoksulluk gibi makro meselelerin çözümünde, bunlara uygun bütüncül yaklaşım ve politikalar yerine, giderek artan oranda projeler gibi birbirinden kopuk, süreklilik arz etmeyen, teknik müdahalelerin ön plana çıkarılması, söz konusu meselelere hem zaman ve ölçek olarak sınırlı bakılabileceğine hem de projeler gibi sınırlı araçlarla müdahale edilebileceğine ilişkin bir kültürün fon veren kuruluşların yanı sıra STK’larda da yaygınlaşmasını beraberinde getirmiştir (Peirce ve Stubbs, 2000: 174).

Kaldı ki, pek çok yorumcunun işaret ettiği gibi STK projeleri, onlardan yararlananların yaşamları üzerinde anlamlı bir farklılık yaratmaktan uzaktır (Fowler, 2005: 16; Lewis, 2001: 137; Zaidi, 1999). Örneğin, Donais’e göre, “somut, ölçülebilir (ve raporlanabilir) sonuçların ortaya çıkarılmasına dayalı birbirinden kopuk, kısa vadeli müdahaleler” olarak projeler, pek çoğunun tek seferlik yapısı nedeniyle, ortaya çıkardığı faydaların çoğunun gelip geçici olmasına yol açar ve dolayısıyla uzun vadeli sonuçlara izin vermez (2012: 68). Keza, Lewis ve Wallace’a göre de, örneğin toplumsal cinsiyet meselelerine ilişkin STK proje ve pratikleri, STK’lar açısından “sahte bir başarı duygusu” yaratması bir tarafa, kadınların statü ve koşullarında gerçek bir değişim yaratmakta yetersiz kalmışlardır (2000: xii). Dolayısıyla burada, devlet güdümlü makro kurum ve politikalar yoluyla gerek refahın gerekse de kalkınmanın tabana yayılmasını esas alan refah devleti ya da kalkınmacı devlet modellerine

7

Dünya Bankası’nın bizzat finanse ettiği projelere STK katılımının artırılması amacıyla 1982 yılında kurduğu ‘STK-Dünya Bankası Komitesi’nin (NGO-World Bank Committee) 1990’larda daha aktif bir şekilde STK’larla işbirliği arayışına girmesiyle birlikte, 1990’lar boyunca Banka’nın aktif projelerine STK’ların katılım oranı Banka’nın kendi rakamlarıyla % 12’den % 38’e yükselmiştir (World Bank, 1998: 4).

(17)

özgü bir ‘yeniden bölüşüm’ meselesinden bahsetmek mümkün görünmemektedir (Karyeija ve Basheka, 2012: 222). Tendler’in (2004: 119-120) işaret ettiği gibi, tarihsel olarak yoksulluk konusunda en yaygın kanıtlanmış etkiye sahip -sosyal güvenlik ve diğer sosyal sigorta mekanizmaları gibi- sosyal politika alanındaki reformların pek çoğu, ‘projelendirmeye’ (projectizing) ya da diğer bir deyişle ‘mikrolaştırmaya’ (micro-izing) dayalı yaklaşımların mütevazı girişimlerinden ziyade, hem devlet ve siyaset hem de örgütlü grupların talepleri açısından çok daha geniş bir kapsamda yol almıştır. Dolayısıyla, çoğunlukla sorun odaklı ve gelip geçici yapısıyla projelerin, kendinden önceki uzun vadeli, kapsamlı ve çok daha önemlisi ‘hak temelli’ devlet müdahalelerinin tam zıddında yer aldığı rahatlıkla iddia edilebilir.

Diğer taraftan, azgelişmiş ülkeler bağlamında projeler ve projecilik, Belloni’ye (2007: 106) göre, yurt içi kurumsal ve yerel kapasiteyi artırmak bir yana, aksine tahrip etme riski taşır. Örneğin, Mozambik örneğinden hareketle Doyle ve Patel (2008: 1935), birinci basamak sağlık hizmetlerini desteklemek üzere STK’lar yoluyla fon dağıtımının bu ülkede zaten kırılgan olan sağlık altyapısını istikrarsızlaştırdığından ve sağlık programlarının yerel kontrolünün altını oyduğundan bahseder. 1990’lı yıllarda ihale işlerini yerine getirmek ve kapasite inşası süreçlerine katılmak üzere büyük kaynaklara sahip STK’ların Mozambik’e geniş ölçekli akını, sağlık çalışanlarının daha cazip kazançlar sağlayan bu örgütler lehine resmi sağlık sisteminden çekilmesine neden olmuş, dahası bu durum devletin bu alanı neredeyse söz konusu örgütlere terk ederek daha kalıcı yeni yatırımlar yapmasının önüne geçmiştir. Dolayısıyla bu örgütlerin kısa vadeli proje başarıları lehine ülkenin zaten zayıf olan mevcut sağlık kapasitesinin ve daha uzun vadeli yatırım planlarının baltalanması, STK’ların işi bırakmasının ardından kısa dönemli bu başarıların da ortadan kaybolabilme ihtimalinin sorgulanmasını beraberinde getirmiştir.

Son olarak, “kolektif sorun alanlarının, onları etkileyen ekonomik, sosyal ve politik faktörler göz önüne alınmaksızın, genel bağlamından soyutlanmış projelere dönüştürülmesi” olarak projelendirme ya da projecilik (Jad, 2007: 623), pek çoğunun ‘yukarıdan aşağı’ ve ‘tek tip’ yapısı nedeniyle bir yandan sorunların altında yatan sosyal, etik, moral ve siyasi pek çok faktörün karartılmasına, diğer yandan da kısa dönemli etkinlik adına yerel bilgi, yetenek ve isteklerin görmezden gelinmesine yol açmaktadır (Belloni, 2007: 106). Dolayısıyla burada, yalnızca soruna kaynaklık eden yerel ve sistemik nedenlerin değil, aynı zamanda bu ‘her bedene uyan’ projelerin ortaya çıkarabileceği doğrudan ya da dolaylı olumsuz etkilerin de çoğunlukla hesaba katılmadığı görülür (Grugel, 2003).

(18)

Toplumsal Sorumluluktan İdari Hesap Verebilirliğe

Örgütler açısından projecilik ve buna dayalı yeni kontrat rejimlerinin diğer bir esaslı sonucu da öncelikler, harcamalar ve çıktılar açısından örgütleri çok katı ‘hesap verebilirlik’ (accountability) zorunluluklarına hapsetmiş ve bu doğrultuda söz konusu örgütlerin mütemmim cüzü olarak kabul edilen ‘toplumsal’ ya da ‘kamusal’ hesap verebilirliği ötelemiş olmasıdır. ‘Hesap verebilirlik’, en genel düzeyde “devredilmiş bir yetki dâhilinde sorumluluğun nasıl yerine getirilmiş olduğunu açıklama yükümlülüğü” olarak tanımlanır ve kâr amacı gütmeyen örgütler açısından bu yükümlülük odakları “faydalananlara ya da hizmet alanlara, üyelere, gönüllülere, personele, ortaklara ve iştiraklere, donörlere ve fon sağlayıcılara, hükümetlere ve genel kamuya” doğru uzanır (Panel on Accountability and Governance in the Voluntary Sector, 1998’den aktaran Evans vd., 2005: 83). Bununla birlikte, proje ya da kontrat bazlı fonlama sistemleri altında söz konusu örgütlerin fon sağlayanların önceliklerine karşı sorumluluklarının diğer kesimlere, özellikle de hedef kitleleri ve genel olarak topluma karşı olan sorumluluklarının ciddi biçimde önüne geçmiş olduğunu iddia etmek mümkündür. Günümüzün neo-liberal devlet-sivil toplum ilişkisine teorik bir şablon sağlayan ‘yönetişim’ literatürünün dilinden düşürmediği ‘hesap verebilirlik’ prensibinin bu örgütler açısından pratikteki karşılığı, fonların fon sözleşmesinde planlanan kurallara uygun harcanıp harcanmadığının ya da belirli bir proje ya da programın arzu edilen hedef ya da sonuçları üretip üretmediğinin raporlanması anlamında dar bir idari ya da formel hesap verebilirlik ile sınırlı olmaya başlamıştır (Choudry ve Shragge, 2011; Srinivas, 2009: 620). Tıpkı verimlilik gibi değerden bağımsız, idari ya da teknik bir talep olarak algılanan ve tümüyle fon sağlayan kuruluşların taleplerini muhatap alan bu tek boyutlu hesap verebilirlik rejimi, daha geniş bir kamusal hesap verebilirliği gölgede bırakmış ve fon sağlayan kuruluşlar ile STK’lar arasındaki Keynesçi dönemde ön plana çıkmış olan daha enformel güven ilişkileriyle büyük oranda yer değiştirmiştir (Evans vd., 2005: 86).

Her şeyden önce bu fonlama rejimi, devletlerin kendi fonlama önceliklerini devlet kaynaklarına bağımlı söz konusu örgütlere empoze etme eğilimindedir (Scott, 2003: 36; Henderson, 2002: 155; Fink-Hafner, 2015). Neo-liberal politikaların beraberinde getirdiği yoksulluk ve dışlanmışlık gibi alanların ‘sosyal sermaye’, ‘güçlendirme/yetkilendirme’, ‘yerel kapasite inşası’ gibi politikalar çerçevesinde tanzimine dayanan bu neo-liberal ajanda, pek çok gözlemcinin işaret ettiği gibi, fon sağlayanlar ile söz konusu örgütler ve onların hizmet götürdüğü toplumsal grupların hedefleri ve ihtiyaçları arasında büsbütün bir kopukluğu beraberinde getirmiştir (Edwards ve Hulme, 1996; Bebbington, 1997; Dolhinow, 2005). Kuşkusuz fonlama öncelikleri bu toplulukların öncelikleriyle uyuşmadığı durumlarda, söz konusu örgütlerin hayatta

(19)

kalabilirliğini belirleyen ilki çoğunlukla galip çıkmış (Townsend vd., 2002); bunun beraberinde getirdiği ‘özerklik yitimi’, ‘depolitizasyon’ ve ‘profesyonelleşme’ gibi süreçler bu örgütleri söz konusu ajandanın neredeyse ‘pasif aracılarına’ dönüştürmüş ve nihayetinde bu ajandaya karşı koyan ve dolayısıyla ulusal ve uluslararası aktörlerin bu tür dayatmalarını reddederek onlarla siyasi rekabete giren STK’lar ise çoğunlukla bu yardım akışının dışında bırakılmıştır (Doyle ve Patel, 2008: 1932).

Diğer taraftan piyasa/ticaret prensiplerinin, mali kısıtların ve kontratların esasını teşkil ettiği ve örgütler ile fon sağlayan kuruluşların ilişkilerini yöneten “birleşik değer ve düzenlemeler seti” (Scott, 2003: 35) vasıtasıyla devletin ya da fon sağlayanların sıkı kontrolü, açık biçimde bu fonlama rejiminin merkezinde yer alır. Buradaki sıkı kontrol dâhilinde nicel ve her halükarda görünür ve ölçülebilir sonuçlara dayalı daha sıkı hesap verebilirlik ölçütlerinin fon sağlayan kuruluşlarca ön plana çıkarıldığı görülür. Eakin’in (2001: 2) işaret ettiği gibi, ‘tanımlı’ hizmetler için bu fonlama rejimi, yalnızca fon verenlerin harcamaları yakından kontrol etmesini değil aynı zamanda çıktıları doğrudan belirlemesini de sağlar. ‘Sonuç bazlı’ yönetsel sorumluluk yönündeki bu değişimle birlikte söz konusu örgütler, kısa vadede görece daha az ölçülebilir mahiyetteki uzun vadeli niteliksel değişimler yerine kısa vadeli ve nicel ölçüme dayalı sonuçlar elde etme yönünde bir baskı altına sokulmuşlardır (Gibson vd., 2007: 3; Henderson, 2002: 153).8

Yalnızca fon sağlayan kuruluşlara ve onların uygun gördüğü projelere karşı dar bir sorumluluk yaklaşımı tanımlayarak bu ‘hesap verebilirlik’ yaklaşımı, söz konusu örgütler açısından gerek örgüt içi ve gerekse de kamusal hesap verebilirlik mekanizmalarının altını büyük oranda oymuştur. Söz konusu örgütler, hesap verebilirliğin en basit mekanizmalarından, örneğin bu örgütlerin çeşitli toplum kesimlerinin ‘temsilcisi’ olduklarına ilişkin kendi iddialarını onaylayacak bir seçim sisteminden bile yoksundurlar. Bu nedenle ‘iyi bir nedenle’ faaliyetlerini yürüttüklerine ilişkin genel kanı ya da ‘halkı temsil ediyor’ olduklarına ilişkin kendi iddiaları aslında normatif varsayımlardan öteye geçmez (Anderson ve Rieff, 2004). Dahası kendi idareci ve yetkililerinin dahi seçiminin çoğunlukla ihtiyari ve gelişigüzel yöntemlerle gerçekleştirilmesi bir yana (Scholte, 2004: 230), çoğunlukla operasyonları, gelir kaynakları ve

8 STK’ların hesap verme odağını donörler yönünde ‘yukarı’ doğru kaydıran bu ‘sonuç bazlı’ ve ‘bürokratik’

hesap verebilirlik rejimine donör camiasından da itiraz geldiği görülür. Ford Foundation’ın başkanı Darren Walker’a göre donörlerin “ölçülebilir sonuç takıntısı ve çoğunlukla taahhüt edilen kısa vadeli hedef ve sonuçlara yönelik dogmatik düzeyde bağlılıkları, STK’ların daha kapsamlı amaçlarının altını oyar ve heveslerini kursaklarında bırakır (…) Bu sistem, sivil toplumun potansiyelini ortaya çıkarmaktan çok, onu men ve tahrif eden bir donör tiranlığından ve işlemsel kısa vadecilikten kaynaklanır (…) Maalesef bu [donör] kültürü dâhilinde, sivil toplum liderlerinin kendi önceliklerini oluşturma noktasında söz sahibi olması ve hatta çözmeyi arzu ettikleri problemleri açık bir şekilde dile getirmesi bile çok nadirdir. Fon verenlerin çoğunlukla kendilerini ortaklar olarak değil patronlar olarak görmelerine bunların pek azı şaşırır” (Walker, 2015: 373).

(20)

harcamaları hakkında yeterli enformasyon sağlamadıkları yönünde pek çok eleştiriye maruz kalmışlardır (Benner vd., 2004: 201). Hatta bazı gelişmekte olan ülke hükümetleri, kendi yurttaşlarının ‘sesi olma’ iddiasındaki bazı küresel STK’ların, BM gibi uluslararası örgütlerdeki ulusal temsilcilerinin karar alma süreçlerindeki etkisini azalttığını, hatta ortadan kaldırdığını iddia ederler (Keohane ve Nye, 2001). Tüm bunlar, yeni dönemde söz konusu örgütlerin kime karşı, ne için ve hangi mekanizmalarla sorumlu olduklarına ilişkin tartışmaları da elbette beraberinde getirmiştir (Goodin, 2003; Gray vd., 2006).

Örgütsel Yansımalar: Şirketleşme, Bürokratikleşme,

Profesyonelleşme, Pragmatizm Kültürü

Yeni Kamu İşletmeciliği yaklaşımı çerçevesinde neo-liberalizmin kamu sektöründe performans, verimlilik ve dar bir hesap verebilirlik çerçevesinde işletmecilik düşünce ve pratiklerini yaygınlaştırması, aynı kamu sektörüyle projeler üzerinden fon ilişkisine giren üçüncü sektör örgütleri de benzer bir dönüşüme maruz bırakmıştır. Buradaki kritik husus söz konusu yönelimin yalnızca kamu sektörünün değil üçüncü sektör örgütlerin de hizmet üretimi yoluyla gerçekte ‘neyi’ sağladıkları kadar ve hatta ötesinde bu işi ‘nasıl’ yaptıklarını daha bir ön plana çıkarmış olmasıdır (Anheier, 2009; Gray vd., 2006; Kaldor vd., 2003). Her iki sektörün de verdikleri hizmetlerin öznel ve en azından kısa vadede ölçülemez karakterini ‘hesaba katmakta’ başarısız olan ve çoğunlukla değer ya da ideolojiden bağımsız olarak kabul edilen işletmecilik yaklaşımının her iki sektörden de beklediği temel şey rekabete dayalı bir piyasa mantığı çerçevesinde faaliyetlerini iyi, hızlı ve ucuza gerçekleştirmeleridir. Yukarıda göstermeye çalıştığımız gibi projeciliğin de temel mantığını oluşturan bu yaklaşım, 1980’ler ve 1990’lar boyunca kamu sektörünü yeniden şekillendirmiş olan ‘verimli çalışma ilkeleri’ (the lean and mean philosophies) ve Harvard İşletme Okulu’nun ‘parasal karşılık anlayışı’ (bang-for-the-buck mentality) gibi işletmecilik düşünce ve yaklaşımlarının aynı dönemde STK’larda da egemen olmaya başlaması sonucunu doğurmuş ve bu örgütlerin mümkün olan daha az sayıda kişinin, daha az ücretle, daha fazlasını yapmasına dönük bir piyasa kültürüne evrilmesini beraberinde getirmiştir (Evans vd., 2005: 85). STK’ların örgütsel yapı, faaliyet ve kültürlerinde ortaya çıkardığı dönüşümler açısından bu yaklaşımın sonuçları sanıldığından daha kapsamlıdır ve uzun zamandır yaygın olarak ‘sivil toplum’ ve STK’lara atfedilen niteliklerle (piyasa rekabetinin ve devletin hiyerarşi ve bürokrasisinin dışında, yatay ve enformel ilişkilere dayalı dayanışma örgütleri) bir arada düşünüldüğünde oldukça da ‘dramatik’tir. Bunları pek çok başlık altında incelemek mümkün ve yukarıda bir kısmına değinilmiş olsa da burada önemli gördüğümüz dört temel ‘eğilimin’ altı çizilmeye çalışılacaktır.

(21)

Şirketleşme

Yukarıda da işaret edildiği gibi, yeni dönemin proje ve kontrat bazlı fonlama rejimlerinin en temel özelliği, fon dağıtımında rekabete ve fonların kullanımında ‘parasal karşılığa” (value for money) dayalı piyasa mekanizmalarını ön planda tutmasıdır. STK’lar açısından bu, aşırı düzeyde rekabetçi bir ‘proje piyasası’ yaratmasının yanı sıra (Fink-Hafner, 2015), ‘gönüllülük’ ya da ‘kamusal fayda’ ethosundan çok ekonomik rasyonaliteye dayalı bir ‘iyi uygulama’ mantığının ve bu mantık çerçevesinde hareket eden örgüt kesimlerinin teşvik edilmesi anlamına gelmiştir. Bu şekilde örgütler, “düşünce ve eylem sistemlerinin, daha geleneksel sosyal yardım ethosuyla bir arada, ekonomik bir rasyonaliteyi vurguladığı ve pekiştirdiği bir çerçevede” faaliyetlerini yürütmeye başlamışlar; ‘standartlar’, ‘temel esaslar’ ve ‘raporlama mekanizmaları’ gibi ekonomik muhakeme biçimlerini pekiştiren bu yeni yapı dâhilinde, örgütsel düşünüş ve seçim yapma biçimlerini büyük oranda dönüştürmek zorunda kalmışlardır (Morison, 2000: 119, 129-130).

Temel hedef hizmetlerde etkinlik, verimlilik, performans ve dolayısıyla maliyetlerin düşürülmesi olduğundan her şeyden önce bu fonlama rejimi, formel ya da enformel doğrudan ya da dolaylı olsun, rekabeti mümkün olduğunca teşvik etmek üzerine kuruludur. Bu durum, finansal açıdan resmi fonlara ve dolayısıyla bu fon miktarını etkileyecek hükümet kararlarına son derece bağımlı olan üçüncü sektör örgütleri (Alexander vd., 1999: 455; Gibson vd., 2007; Zimmerman, 1996: 400)9, hem kendi aralarında hem de refah işlerini yürütmek üzere yeni dönemde ortaya çıkmış kâr amaçlı özel girişimlerle sınırlı sayıda fon ve kontrata ulaşmak için mücadele ettikleri aşırı rekabetçi bir ortama sokmuştur (CIVICUS, 2015: 153). Bu fonlamanın kısa vadeli ve istikrarsız oluşu da bunlara eklendiğinde örgütler açısından ortaya çıkan en temel sonuç, geniş çaplı bir finansal istikrarsızlık ve kırılganlık ortamı içerisinde fon sağlama faaliyetinin neredeyse asıl misyonlarının önüne geçtiği ve dolayısıyla STK sektörünün ‘özelleşmesine’ ve ‘şirketleşmesine’ dönük bir eğilimi güçlendirmesi olmuştur (Baines, 2004; 2010).

Söz konusu trendin sonuçları hem merkez hem de çevre ülkelerdeki STK’lar açısından oldukça benzer ve kapsamlıdır. Merkez ülkelerde söz konusu örgütler, hem devletten kaynaklanan fon kesintilerini telafi etmek hem de bu istikrarsız fon iklimine ayak uydurmak ve bir ya da iki fonlayıcıya olan aşırı bağımlılıkla alakalı finansal ve örgütsel riskleri hafifletmek üzere şirket bazlı gelir

9 Devlet dışı yardım olanaklarının daha geniş düzeyde olduğu merkez ülkelerde dahi üçüncü sektör

kuruluşların devletin finansman desteğine bağımlılığı çok ciddi düzeydedir. Salamon’un (1995) tespitine göre bu oran ortalama % 40 iken, Scott (2003) % 60 olarak zikreder. Özellikle sektörün sosyal ve insani hizmet alt kollarında devlet fonlarına bağımlılığı çok daha fazladır ve bu alanlardaki örgüt fonlarının % 80’inden fazlasını oluşturur (Eakin, 2001: 5).

Referanslar

Benzer Belgeler

Edip Cansever‟in ses getiren eserlerinden biri olan Yerçekimli Karanfil, Ģairin Ġkinci Yeni çizgisine eklemlenmesinin nedenidir. Önceki kitaplarından gerek dil

Ve mantıksızlık öylesine büyüktür ki, İstanbul’dan vapura binen yabancı herşeyden habersiz Ada’ya kadar gelmektedir.. Geminin görünmez bir köşesindeki

Majeste'nin Ortaköy'de oturdu~unu, Ortaköy'de ele geçen tabletlerdeki çe~itli yerlerden Majeste'ye yaz~lm~~~ olan görevli mektuplar~n~n çoklu~u gös- termektedir (3/4). Ayr~ca,

Dünya Sosyal Forumu Tertip Komitesi taraf ından organize edilen yürüyüşe, Brezilya Komünist Partisi, Brezilya Eko-Sosyalist Ağı, Para Eyaleti Tarihsel Miras Enstitüsü,

Bunu çeşitli geli şmelerde görmek mümkün: birçok ülkede nispeten daha toplumsal refah odaklı hükümetlerin iktidara gelmesi, hükümetlerin korumac ı politikalara

Robin George Collingwood felsefesinde üç temel düşünce bulunmaktadır. Bunlardan bir tanesi, ‘tarihin bir bilim olduğu ancak doğa bilimi türünden bir bilim

Genel greve kamu ve özel sektör çal ışanlarının kitlesel katılımı beklenirken, halkın yüzde 75'inin grevi desteklediği belirtiliyor.. Fransa'da ocak ayının ilk

KADEM Kadın Araştırmaları Dergisi SAYI: 01, 2015 107.. “Ilk soruda da söylediğim gibi evime ve aileme zaman zaman yeterli vakit ayıramadığımı hissediyorum.