Nostaljimi
pencere
Yedikule
Eskilerde Bakkal Zoto,
Berber Dimitro, Postacı
Paoli vardı. Şimdi
Sıvaslılar, MalatyalIlar,
Urfalılar söz sahibi bu
semtte. 50 bin nüfuslu
yerde taş çatlasa 1500
yerli kalmış.
R
us malı Mudlos dikiş makinesinin kolunu çeviren eli belli belirsiz tit riyor. Bütün telaşı, belki de altı ay aradan sonra aldığı siparişi zama nında yetiştirememe korkusundan. Yelek cebine iki kat dikiş geçtikten sonra işini bırakıp camdan dışarıyı seyretmeye dalı yor...Kastamonu’nun Taşköprü kazasından İstanbul’a göç ettiklerinde on yaşına yeni basmıştı. Küheylan Sokak’ta iki göz o- daydı ilk oturdukları ev. Terzi Yorgo Ka-
roloza’nın dili, memleketinde Terzi Eş
re fin yanında sürfile çekmenin ötesine geçmeyi başaramamış bu çırak adayına “hayır” demeye el vermemişti. O zaman lar Singer dikiş makinesi revaçtaydı. İs
mail Yüce’yi makinenin başına oturt
muş, gözlerini pedalı çeviren ayaklarına dikmişti.
Düşüncelerinden kurtulup yeniden işi nin başına dönmek istedi İsmail Yüce. Başaramadı. Neredeyse Yedikule’deki ilk günlerinden bu yana tanıdığı Şerafet-
tin Koşucu’nun dükkâna doğru geldiğini
gördü. Hacımanav Sokak, 97 numarada doğan, altmış sekiz yıldır da bu sokaktan ayrılmayan Koşucu, 1. Ordu Ağır Bakım Fabrikası'ndan emekliydi. Şimdi de üç yıl önce birlikte kurdukları Yedikuleliler Sosyal Dayanışma ve Yardımlaşma Der- neği’nin başkanlığını yürütüyor.
Yan yana oturup birlikte izlemeye
dal-* -’.a l
Yedlkule’de her şey değişti. Kastamonu’nun Taşköprü kazasından İstanbul’a göç ettiklerinde 10 yaşına yeni basmıştı İsmail Yüce. Eski günleri ondan dinledik. dılar... Sokağı ve geçmişlerini. Yüce, kar
şı sıradaki binaları gösterip tek tek sırala maya başladı; şurası Bakkal Zoto’nun yeri, onun yanında Berber Dimitro. işte şu da Pastacı Pavli’nin dükkânı. O za manlar neredeyse tüm evlerin bahçeleri vardı; mimozalar, hanımelleri, sümbül ler... Yaz akşamları kadınlar evlerinin ö- nüne birer kilim atıp bir sohbete dalarlar dı ki kahkahaları, o zamanlar Halkevi ola rak kullanılan, şimdinin Uşaki Cami si’nde prova yapan tiyatrocuların kulak larında çınlardı.
Türk yoktu ki!
Yüce, altı buçuk yıl süren çıraklık ve kalfalık döneminden sonra kendi dükkâ nını açtığında ilk müşterisi olan Şekerci
Vasil’i anımsatıyor Koşucu’ya. Gülüyor
Koşucu, “O zamanlar Türk yoktu ki bura larda. Rumları döve döve zorla müşteri yapıyordunuz.” Pantolon, ceket ve yelek ten oluşan takım elbiseye karşılık sadece dikiş parası olarak seksen beş lira almıştı da Şekerci Vasil’den, nereye harcayaca ğını bilememişti. Sahi, o askerdeyken
Adviye havale gibi bir şey geçirmemiş
miydi? Günler boyu başucundan ayrıl
mamıştı bitişik evde oturan Madam Kal-
yobin. Yahudi arkadaşı Gömlekçi Ceko
da iki günde bir uğrayıp evde eksik ne bulduysa, Adviye’nin itirazlarına aldır- maksızın kapının önüne bırakmıştı.
Kazlıçeşme’de deri işçisi lhsan’m oğlu Şerafettin Koşucu Pertevniyal Lisesi’ni bitirince olay olmuştu Yedikule’de. Yok sulluk yıllarıydı çünkü. Yedikuleliler ya deri atölyelerinde, ya Mensucat Sant- ral’da ya da o zamanlar Şark Şimendifer leri Cemiyeti Merkezi Umumiyesi diye bilinen Devlet Demiryolları’nda işçiydi.
Çaylak Şeref lakabıyla Yedikulespor’da
oynaması yetmiyormuş gibi, bir de or kestra kurmuştu kendisine Koşucu. Akor deon, piyano, tenor saksofon çalıyor, ak şamları Aksaray’da Bulvar Saray, Fa tih’te Çakır Saray düğün salonlarında, bir de Liman Lokantası’nda konserler veri yordu. O Arapkuyusu sahası yok mu? Is- tanbulspor’a oradan ne futbolcular yetiş tirmişlerdi; Metin Kıray, Adnan Koca-
er, Güngör Okay, Erdoğan Ertek, Me lih Üstekin...
Yoksulluk yıllarıydı ya yine de her şe yin en iyisini yerlerdi. O zamanlar her ta raf bostan. Meyve hırsızlığı da
bostancı-12 C U M H U R İ Y E T D E R G İ 2 4 N İ S A N 1 9 9 4 S A Y I 422
başının göz yummasıyla bir çocuk oyunu na dönüşürdü. Sahil yolu da henüz yapıl mamış, denizi izleyen patika boyunca ku rumaya bırakılmış çirozlar arasına sıkıştı rılırdı bütün oyunlar. Palamuttan dönen balıkçılar onları görünce sahile biraz da ha yanaşır, kasalar dolusu balığı sahile fırlatırlardı. Kabzımallar da Tekirdağ dö nüşü karpuzlarını sessiz sedasız kıyıya bı rakır, öyle geçip giderlerdi.
Ramazanlaı1 ve cenazeler
Müslümanlar azınlıktaydı ama hiç his setmemişlerdi bunu. Bir evden cenaze çıktı mı, üç gün cenaze evinde yemek pi- şirtmezdi Rum, Ermeni ve Yahudi kom şuları. Ramazan oldu mu, çocuklarının el lerinde ekmek sokağa çıkmalarına izin yoktu. Belki kokusu yayılır da içleri çe ker diye yemekler bile kapalı camlar ve kapılar ardında hazırlanırdı. Kadınları sa bah altıda kalkar, kapılarının önünü te mizler, yıkarlardı. Öyle ki yedi vardiyası na yetişmeye çalışan işçiler, sigaralarını yaktıkları kibritleri bu temiz sokaklara at maya utanır da ceplerine sokuştururlardı.
Pilakinin, balıkla yapılan her türlü yiye ceğin pişirilmesinde de onların üzerine yoktu. Yüce’nin karısı Adviye bir türlü balık temizlemesini öğrenememiş, eve her balık gelişinde komşulardan yardım istenmişti. Bir gün de Vitali, Koşucu’ya salyangoz yedirmişti. Eve gelip de anne sine “Amma tatlı şeymiş o salyangoz” de diğinde ise soluğu sokakta almıştı.
Ve 6-7 Eylül
Sonra o malûm gün, 6-7 Eylül gelmişti. Şimdi bile içlerini sızlatan o iki günün ya şamları boyunca içlerini sızlatacağının farkında değillerdi henüz. Ellerinde tahta lar, palalarla Yedikule’ye giren kalabalık bir grup önce Belgrad Kilisesi’ne, oradan da Aya Konstantin Kilisesi’ne yönelmiş ler, her şeyi yakıp yıkmışlardı. Sıra evlere geldiğinde, çoğu, Müslüman komşuları nın yanma sığınıp canını kurtarmıştı, ama radyolar, buzdolapları camlardan uçuş- muştu. Ortalık sakinleşince de Rumlar Yunanistan’a, Yahudiler de İsrail’e git mek üzere eşyalarını toplamaya başla mıştı. “Durun, gitmeyin» demeleri, onla rın yüreğine yerleşen korkuya takılıp kal- mtştı.
Tunca Sineması’nda beş kuruşa dört film izlemeler, ellerinde fenerler Samat- ya’ya karnaval izlemeye, bostanlar ara sındaki boş arazideki cambazhaneye, Ka- ragöz-Hacivat seyretmeye gitmeler çok gerilerdeydi artık. Kolva günlerinde Rum kadınların önüne geçip ellerindeki helva yı daha kiliseye gitmeden bitirmeler, ağız kenarından yağ sızdıran çift göbek marul ların tad: çok eskilerdeydi artık. Veliefen- di’de, Çırpıcı Çayırı’nda, lstitalya bahçe sinde piknikler de öyle. Koço’nun ve Se- sikısık’ın meyhaneleri kapanalı beri de laterna sesi duymaz olmuşlardı.
Şimdi Sıvaslılar, MalatyalIlar, Urfalı- lar’ın sözü geçiyordu Yedikule’de. Elli
v - •, - f
'¿i.
Fotoğraflar: GAR BIS Ö Z A T A Y
Yaz akşamları kadınlar evlerinin önüne kilim atıp sohbete dalarlardı. Kilim gene yerde, ama. bini aşkın nüfusta, taş çatlasa bin beş yü
zü geçmezdi doğma büyüme Yedikuleli ler’in sayısı. Bir de Süleyman Kızıl- tay’m Safa Lokantası kalmıştı eskiler den. Arnavut kaldırımının yerini asfalt, bahçeli evlerin yerini üst üste yığılmış be
tonlar almıştı.
Konuşmaktan yorgun düştüklerinde Koşucu, ceketini alıp, “Eve gitme zama nıdır” dedi. Sokağa bir kez daha çocukluk gözleriyle bakıp vedalaştı Yüce’yle. Kon feksiyon çıktı çıkalı anlaşmalı bir sessiz
liği yaşadığı makinesinin başına geçen Yüce ise, yeleğin ilik dikişlerini yokladı. Bir kez daha kaç yıldır yokluğuna alışa madığı Adviye’yi düşündü. Güneş zin danların arkasına düşene dek de başını kaldırmadı işinden... ^
C U M H U R İ Y E T D E R G İ 2 4 N İ S A N 1 9 9 4 S A Y I 422 13
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Ta h a To ros Arşivi