4*.
a
.
r
Y e
A
mm:
i / e İ Ü ~ \f *
Adi A.W n
i
İletişim Ya yınları geçen hafta, iki Meh met Ali Ay bar kitabı yayımla dı. “BirSiyasal Düşünür Ola- rakMehmetAli Ay b a r”, Barış Ünlü ’nün li sans tezinin kısaltılmış hali. Ay- bar ’ın politik bir biyografisi. “Marksizm ve Sosyalizm Üzerine Düşünceler "adını taşıyan ikinci ki tap ise Mehmet Ali Aybar’ın ölü münden sonra arşivinde bulunan yayımlanmış yazılarından derlen miş. Kitabın okur için bir ilgi çekici yanı da Yaşar Kemal ’in “BüyükBir Düşünürün Son Kitabı ” başlıklı önsözü. Aylin Özman’ın yayına ha zırladığı kitaptan Türkiye ’de ordu, devlet ve demokrasi kavramlarını irdeleyen bir bölüm aktarıyoruz.MEHMET ALİ AYBAR
T
ürkiye ’de oldum olası Devlet her şeydir. Devletin üs tünde ve dışında bir güç dü şünülemez. OsmanlI’dan bu yana Devlet felsefemizde köklü bir değişiklik olduğu söylenemez. Bu merkezci ve tepeden inmeci, ceber- rut yönetim biçimi, gerçekte faşiz min icadından yüzyıllar önce tez gâhlanmış bir faşist yönetimdir. Mussolini’nin şu ünlü formülü “ Devlet dışında hiçbir şey, Devletekarşı hiç kimse; her şey Devlet için de ”, bizdeki devlet anlayışına eldi ven gibi uyar. Oysa demokrasi “muhalefet” hakkı demektir; yani Devleti temsil edenlere karşı olma nın, hak sayılması demektir. Devle ti yüzyıllardır bildikleri gibi yönet miş olanlara, bu iyice ters geliyor. Devlete sahip olanlar sınıfı, karşı olmayı başka türlü düşünmeyi, en büyük suç saymışlardır. Eleştiriyi,
Tanrı buyruğuna ve tanrı düzenine başkaldırma olarak görmüşlerdir. Çünkü buyurmak, karşı çıkılmadan buyurmak, onların doğal hakları dır; Tanrısal haklarıdır. Onlar, yer yüzünde Tann’mngölgesi olan sul tanın vekili ve vekilin vekilleridir... Buyurma hakkı, artık dinsel bir te mele oturtulmuyor; ama yüzlerce yılın gelenekleri, gene de “Sezar’m hakkım Sezar’a” veriyor. Osmanlı
larda, Enderun’un, Yeniçeri Oca ğı ^’nın medreselerin işlevini, XIX. yüzyıldan beri Mülkiye (Siyasal Bilgiler Fakültesi), Galatasaray Sultanisi ve Harbiye başta olmak üzere, yüksek devlet memuru ve komutan yetiştiren birtakım eğitim ocakları yapıyor. Bunların en önemlisi ve güçlü olam Harbiye kuşkusuz. Burada eğitimin temeli ni “disiplin” oluşturuyor: Üstün
buyruğuna mutlak itaat... Tanrı buyruğu yerini komutanın buyru ğuna bırakmıştır. Öğrenciler, Tür kiye Cumhuriyeti’nikollamak, ko rumakla görevli bir büyük kuru mun, Türk Ordusu’nun, düşünce özgürlüğüne, eleştiriye yer olma yan, buyrukçu geleneklerin içinde yetişiyorlar. Her birinin ideali Ata türk olmaktır. Atatürk’ü hangi ko şulların Atatürk yaptığı: Meclis’te Atatürk ’ün, buyurarak değil, tartı şarak, görüşlerinin doğruluğunu kanıtlamaya çalışarak, başkanlık yaptığı, yeterince vurgulanmadan, sadece “dehası”nm altı çiziliyor. Karizmatik bir şef imajı veriliyor gençlere.
Demokratik geleneklere sahip değiliz. Aile içinde, okullarda, öz gürlükçü bir eğitim görmüyoruz. Hukuk fakültelerimizde bile, de mokrasi, temel özgürlükler, karşı olma hakkı, insan düşüncesi ile or ganik bağlan içinde sindire sindire öğretilmiyor. Demokrasi, insanı, somut insanı: çalışan, yaratan, dü şünen, her biri başka türlü düşünen, düşüncesini serbestçe ortaya koyan insanı, en yüce değer olarak tanı yan, dolayısıyla halkın sağduyusu na inanan bir yaşam biçimidir. Oy sa Osmanlı’danberi, Devlete sahip olanlar sınıfı, insanları “havas” ve “avam” olarak ikiye ayırmış, “avam” dediği “halk”a, değer ver memiştir. Eskiden halkın aşağılan ması doğaldı. Sonra zaman
değiş-29 EYLÜL 2002. SAYI 862
iniştir. Bizde de işçiler, köylülerta- rih sahnesine çıkmışlar, güneşte bir yer ister olmuşlardır. Bunun sonucu nda, “halk” sözcüğü siyasal söylev lere, yasalara, edebiyata, kitaplara girmiştir. Halk, kollanmadı, dene tim altında tutulması ve oyalanması gereken, bir baş belası olarak görül meye başlandı, Devleti ellerinde tu- tanlarca. Bir yanda da halka övgüler düzüldü, işlere kanştmlmayarak...
Demokrasi uygulamalarına geçi lince, Devlete sahip olanlar sınıfi ile palazlanmış buıjuvazinin, halk kar şısındaki tutumu şu biçimde ortaya çıktı: emekçi halka smıfbilinci ver meyi amaçlayan siyasal ve düşünsel hareketleryasaklandı. Vebeylerta- kımı, ayrı partilerde halkın karşısına çıkıp halktan oy istedi. Böylece de mokrasi her çeşit düşünceye özgür lük, temel ilkesinden yoksun olarak ve sosyalist düşünce ile işçi partileri yasaklanarak işletilmek istendi. De- magoji, politikacımn sanatı oldu. Sermayenin karşısında emek temsil edilmediği için, yeni rejim dengesiz kuruldu.
Demokrat Parti denemesi, siyasal tarihimizde gene de bir aşamadır. Demokrat Parti tek dereceli ve hile siz seçimle iş başına gelen ilk ikti dardır. 1946 seçimlerinden sonra, hatırlanacağı gibi, seçimlerde yol suzluk yapıldığı ileri sürülmüştü. Seçimler sırasında Kayseri’de as kerdim. Osman Kavuncu’nun haf tada iki gün yayımlanan Doğru Yol gazetesinebaşyazıyazıyordum. Se çim günü kent içindeki sandıklan dolaşmıştım. Bir anormallik gör memiştim. Sonradan sayımda yol suzluklar olduğu; kimi köylerde sandıklara toplu oy atıldığı söylenti leri ısrarla dolaşmıştı. Demokratlar seçimleri, henüz örgütlerini tamam- layamadıklan için belki nasıl olsa kaybedeceklerdi. Seçim tarihini CHP’liler ileri almışlar, muhalefeti gafil avlamışlardı. Bu hile söylenti leri üzerine İnönü’ye seslenen bir açık mektup yayımladım. Kayse- ri’ye sürülmeden önce, Ahmet Emin Yalman’ın Vatan gazetesinde yazıyordum. Demokrat Parti henüz kurulmamıştı. Ulus gazetesinde Fa- lih Rıfkı tek parti rejimini savunan başyazılar yazıyordu. Henüz Vatan ve Sertellerin çıkardığı Tan’dan baş ka, çok parti rejimi yanlısı gazete yoktu. Bir de Fransızca La Turquie vardı. Sertellerin gazetesi Tan, sol eğilimliydi. Zekeriya Sertel’le ta- - nışmıştım. Bana Vatan’ı bırakıp Tan’da yazmamı önermişti. Tan’da yazmayı isterdim. Ama daha önce Yalman’a söz verdiğim için yapa madım. Sertellerin çıkaracakları Görüşler’de yazmayı kabul ettim. Bu görüşmeden birkaç gün sonra Tanolayıoldu. CHP'nin tezgâhladı ğı birolaydırbu. Üniversiteli genç ler Tan’a saldırdılar; makinalan kır dılar; iskemleleri, masaları parçala dılar; kâğıt rulolarını BabIâli’den aşağı yuvarladılar. Tarihimizin kara say falanndan biridir Tan olayı. Devlete sahip olanlar sınıfı, tekpar- ti rejimini eleştirmeye cesaret ede ceklere gözdağı veriyordu. Babıâli
basım Vatan dahil, Tan’ı suçluyor du. Hemen ertesi gün bu iğrenç ola yı kınayan bir yazı götürdüm Va- tan’a. “Ahmet Emin Bey Ankara’da, basamayız” dediler. Ankara’dan dö nen Yalman dehşet içindeydi. Uzun tartışmalar sonunda, yazıdan bö lümler çıkartarak basmayı kabul et ti.
Tan olayından bir süre sonra İs tanbul Hukuk Fakültesi ’ndeki göre vime son verildi. Askerdim. Kayse ri Tank Depo Muhafız Bölüğü Ko mutanlığı ’na tayinim çıktı. Böylece İstanbul ’dan uzaklaştırıldım. Vatan gazetesi yazılarımı yayımlamıyor du. Yalman’dan bu işin gazetesi için tehlikeli olacağını bildiren bir mek tup aldım. Osman Kavuncu’nun Doğru Yol gazetesinde yazmaya başladım. Osman Kavuncu korku suz bir gençti. Ama Doğru Yol yerel küçükbir gazeteydi. İsmet Paşa’ya açık mektubu gene de Vatan’a yol ladım. Onlar da İzmir’de yeni ya yımlanmaya başlayan İzmir ’ e gön dermişler. Yazı orada çıktı.
Bu ağır bir yazıydı. Ama tasta mam gerçekleri yansıtıyor muydu? Yani iddia edildiği gibi, Demokrat lar oyların büyük çoğunluğunu al mışlar mıydı. Şimdi düşünüyorum da, Demokratların kopardığı yayga ranın etkisinde kalmış olabilirim di yorum. Yolsuzluklar yapılmıştır. Yer yer seçimlerin iptali gerekirdi. Ama bunun genel sonuçlan çok faz la değiştireceğini sanmıyorum. İki nedeni var Demokratlann yurt ça pında örgütleri tamam değildi. İkin cisi, halkımızın temkinli ve tedbirli oluşuydu: Emin olmadan adımım atmaz. Devlet İsmet Paşa’nın elin deydi...
Her ne ise, Demokrat Parti’nin oylarından çok daha önemli olan, ilk kez uygulanan tek dereceli seçimle rin halkın düşüncesinde ve davra- mşlannda gözle görülen bir değişik lik vücuda getirmiş olmasıdır. Bu değişikliğin ürünlerini Demokratlar 1950 seçimlerinde toplayacaklar dır. Halkımız, 1946’dan sonra ikti darların kendi vereceği oylar sonu cunda değişeceğine inanmayabaş- lamıştır... Bu değişiklik askeri Os manlI toplumundan sivil topluma geçişin ilk adımı sayılabilirdi. Oysa bu deneme, askeri toplum temsilci lerinin karşı saldırısı ile duraklatıl- mıştı. 27 Mayıs’ta. Bu da emir ve komuta zinciri dışmda bir hükümet darbesi olarak dikkat çekiciydi. Ay rıca İkinci Meşrutiyet geleneklerini anımsatmaktaydı. Hareketi albay ve daha aşağı rütbede subaylar hazırla mış ve uygulamışlardı. Babıâli bas kınından farkı bunların bir siyasal partinin doğrudan buyruğunda ol mamalıydı. 27 Mayıs bir yıl içinde demokratik bir anayasayı halkoyun- dan geçirmiş ve seçimle işbaşına gelen partilere iktidarı bırakmıştı. Zaten Demokrat Parti dışındaki par tiler kapatılmamıştı. 27 Mayıs dar besinin ciddi bir analizi yapılmak gerekir Böyle bir analiz, belki de, 27 Mayıs’mbilinç altında, sivil top lum özlemi yatan askeri bir hareket olduğunu ortaya koyacaktır.-^
Mamsizm ve Sosyaiem Üzerine Düşünceler
Yaşar K em al’in önsözünden.
••“Aybar bizim düşünce tarihimizin en önemli
düşünürlerinden biridir. Aybar’ın kitaplarını okumak, onu yakından tanımak bize böyle söylemek hakkını veriyor. Aybar felsefeyi iyi okumuş, Marksizm'i iyi kavramış, öğrencilerine, partililerine iyi anlatmış, bizde örneği hemen hemen olmayan belki de tek düşünürümüzdür. Ben Aybar’ı 1940’larda tanıdım. Askerdim. Aybar da Kayseri’de
okuyordu. Aybar’ın ona verdiği benim şiirlerimi de sevmişti. Aybar o yıllarda, İstanbul Hukuk Fakültesinde hem ders veriyor hem de ikinci askerliğini yapıyordu. Yazdığı yazılardan dolayı İstanbul’dan Kayseri’ye sürülmüştü. Biz Aybar’la ya Talas’ta ya Kayseri’de aşağı yukarı her cumartesi, kiminde de pazar günleri buluşuyor, geç saatlere kadar konuşuyorduk. Ben çok gençken Adana’daki
benzemiyordu.
Yaşar Kemal ve Aybar, Zülfü Livaneli’nin bir konserinde (1989)...
askerdi. İkinci askerliğini üsteğmen olarak yapıyordu. Ben de Talas’taki hastanede erdim. Orada tanıştık. Mustafa Kemal Paşa’nın Büyük Nutku’nda sözünü ettiği iki tıbbiye talebesinden biri olan Yusuf Balkan’ı benimle tanıştırdı. Kayseri’deki asker hastanesinin başhekimiydi Yusuf Balkan. Kültürlü, ilerici, özellikle Nâzım Hikmet hayranı bir kişiydi. Nâzım Hikmet’in şiirlerini ezbere ve çok güzel
U
sosyalist işçilerle sonra da Arif ve Abidin Dino kardeşlerle karşılaşmış, onlarla dostluk kurmuştum. Sosyalizmle birazcık ilişkilerimden dolayı da birkaç kez içeriye alınmış, karakollarda dayak yemiştim. Sonradan yapılan işkencelere bakarak karakollarda yediğim dayaklara işkence diyebilir miyim bilmiyorum. Aybar’ın bana anlattığı Marksizm bildiğim kadanyla benim öğrendiğim, okuduğum Marksizme
Ama ben onun
düşüncelerine yatkındım, arada sırada ona itiraz etsem de. Aybar’dan önce yakınım olan sosyalist bir Fransızca
öğretmeninden Gorki’yi Stalin’in öldürttüğünü duymuş, bunu bir türlü hazmedememiştim. Aybar da diktatörlükle sosyalist düşüncenin bir araya
gelemeyeceğini söylüyordu. İşçi diktatoryasının Sovyetler’deki
diktatorya ile bir ilişkisi olmadığını da... Bir düzen sınıfsız olunca zaten diktatoryaya gerek kalmayacağını söylüyordu. Askerlikten sonra İstanbul’a geldim, Aybar bana Havagazı şirketinde bir iş buldu, bir buçuk yıl kadar İstanbul’da gaz kontrolörlüğü yaptım. Burada da Aybar’la ilişkilerimiz hep sürdü, hemen hemen hep sosyalizmi, edebiyatı
konuştuk. Bir de toprak işçilerine merak sardırmıştı; Bir toprak işçilerini, bir de halk edebiyatını konuşuyorduk. Ben kasabaya döndükten sonra bile ilişkilerimiz aksamadı. Yazdığım hikâyeleri Abidin Dino’ya ve Aybar’a gönderiyordum. Hüyük’teki Nar Ağacı’nı Aybar, Üsküdar’da hapishanede birlikte yattığı Nâzım Hikmet’e vermiş, Nâzım da sayfaların kenarına düşüncelerini yazmıştı. İşte yitirdiğim, sonra da bulduğum ilk romanım budur. Ardından Kozan Hapishanesi’ne girdim; aklandıktan sonra Istanbula geldim, Cumhuriyet gazetesine girdim.
Dostluğumuz hep sürdü, haftanın birçok günü buluşuyor, edebiyatı ve sosyalizmi konuşuyorduk.-^